blue monday
Amerika’da ki yağmurlu ilk sabah.
Radyoyu açıp bir yerlerde “bu sabah yağmur var istanbul’da”yı duymak istemek, duyamamak… İsanbul’da olmadığını, uzakta olduğunu hatırlamak bir kez daha…
İstanbul’da sonbaharı hatırlamak…
Velhasıl özlemek işte.
Ama silkinip kendine gelmek ve fırlamak yataktan.
Kavgalı olunan ev arkadaşıyla yüzyüze gelmeden, mutfakta küçük bir tost ve bir kahve yapıp çıkmak evden.
“Bir şemsiyem bile yok bu şehirde” diye düşünüp yüzünü damlalara çevirmişken otobüsün geldiğini görüp, koşmak çamurlara aldırmadan.
Birkaç ay önce servis arabası su birikintisinde durdu diye söylenirken, şimdi sırtında çanta, elinde beslenme poşeti otobüse yetişmeye çalışmak “wait wait wait” diye… gülmek istemek ama halini komik değil trajik bulmak…
Otobüste, kiralanan daireyi değiştirmek için ödenmesi gereken ekstra 500$ı gıcık ev arkadaşına ödetmek için ne yapması, ne söylemesi gerektğini düşünmek. En önemlisi evi değiştirdikten sonra masrafları nasıl karşılayacağını ve kimle kalacağını hala netleştirememiş olmak. Geleli bir ay olmasına rağmen hala yerleşememiş ve hala kimle kalacağını bilmiyor olmak. Eldeki tek ‘feasible’ seçeneği, oradakilere nasıl açıklayacağı hakkında hiçbir fikri olmamak.
Sorularla boğuşurken okula geldiğini fark etmek.
“Ne işim var benim burada”yı yüksek sesle sormak yeniden.
Adının Denis, anne-babasının türk olduğu, sonradan öğrenilen sarışın kızın “you shouldn’t complain, it’s a new day and you’re in U.S” deyişine aptalca sırıtarak “no it’s just a blue Monday” demek, derken kendi bile inanmak.
Sonunu getirecek bir hikayesi bile olmamak...
Gelişine yaşamak...