şizofren sayıklamalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şizofren sayıklamalar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Mayıs 21, 2012

coloRful bReaking up

Aklımda derli toplu bi'sürü bi'şeyler vardı yazmak için. Hatta bunca zaman sonra bir hikayeMsi çıkacaktı sanki. Sonra bi'yerlerden bi'şekilde bu şarkı çıktı. Kaç oldu üstüste dinliyorum saymadım. Yeni bir şarkı değil, tee geçen yıl bu zamanlardan. Millet yemiş yutmuş, youtube'da 218 milyon kez izlenmiş, onyüzbin milyon coverı yapılmış, sözlükte 200 entry yazılmış, facebook'larda paylaşılmaktan eskimiş, hatta overrated olmuş falan.

Ben ilk kez dinledim ve birazdan yatıp uyumazsam sonsuza kadar (dur tamam abartmayalım) annem uyanana kadar oturup, klibi izleyeceğim ve bağıra bağıra söylüyormuş gibi ağzımı oynatacağım sanırım:


but you didn't have to cut me off
make out like it never happened and that we were nothing





Bir ayrılık şarkısı nasıl bu kadar güzel olur yahu? nasıl bu kadar neşeli olur?
İnsanı, içini oymadan, kanatmadan, inceden sızlatır ve çığlık çığlığa söyletir?

but i don't wanna live that way
reading into every word you say
you said that you could let it go
and i wouldn't carch you hung up on somebody that you used to knooooooowwwwwwwww





Allah yazandan, çizenden, düzenleyenden, klip çekip dünyaya yayandan razı olsun yahu. Artık Someone Like You'yu, O'nun evlendiğini öğrendiğim zamanda, son bir kez dinlemek üzere rafa kaldırabilirim.


but you treat me like a stranger
and that feels so rough!






dibine not: "daha dün annemizin" diye neşelenmeye çalışsam da, birazdan kafamı yastığa koyduğumda
"you're just somebody that i used to know" değil
"you're the one that i'll always love" diyeceğimi biliyorum.
Olsun "that was love and it's an ache i still remember" diyebilmek de bir başarı şu an için.

-Oldu canım aferim, büyük yol kat ettin gerçekten. Artık yatsak diyorum.
-Haklısın yatalım hadi. somebooooooodyy, somebodddyy
-Hayret uzatmadı.
-told my self that you were right for me. "doğru yerdesin" demişti bana :'(
-Şşşş sakin! Geçti onlar. Bitti. Şimdi o bilgisayarı yavaşça kapat ve yere bırak. Annen sabah 7.30da uyanmış olacak. Ve senin "5 dk daha anne yaaa" şımarıklığın olmayacak.
-Yine haklısın. Yatalım bari. Someboooodyyyy... Someboddyy somebooddyyy, that i'll always love.
-Bak gene,
-Tamam sakinim. Somebooddyyyy, someboddyyy that i used to love.
-O öyle değildi ama neyse, kalk hadi kalk.

Read more...

Cuma, Kasım 20, 2009

şizofRen maviye karışık, koyu laci

Yazmak her zaman rahatlattı beni. Hatta öyle bir hale geldi ki artık konuşarak anlatamaz, habire yazar oldum. İnsanlara onları ne kadar çok sevdiğimi, özlediğimi, onlara ne kadar çok kızdığımı anlatmak için maile boğar oldum.

Hatta öyle bir hale geldi ki yazmak, hep göz yaşlarımı dindiren oldu. Evet kahkahalara boğulmuşken yazmadım hiç ama bunu en baştan söylemiştim zaten, “Mutluysam yazmam, niye bırakıp yazayım, tadını çıkarırım.”

Hatta öyle bir hale geldi ki bu günceyi yazmak; kendini doğrulayan kehanet gibi yazdığım her şeyi, tüm hayallerimi ve tüm kurgularımı yaşar oldum.

Hatta öyle bir hale geldi ki yazmak, tek kaçış yolu oldu. Kaçıp saklanabileceğim en güvenilir kale oldu. Ne babanın, ne sevgilinin koynunda ağlarken (aslında tam oalrak ağlayamazken) dilimin ucuna kadar gelipte söyleyemediklerimi söylemenin yegane yolu oldu...

İşte tüm bu sebeplerden yazmak gerek. Yazmak gerek ki, hem söz olup uçsun hafızamdan, hem yazı olup kalsın sonsuza. Google olan bu güvenim de ayrıca takdire şayan! Sonsuza kadar saklayacak google bu yazdıklarımı, 2012de hepimiz buharlaşmazsak tabi. Google sen bizim her şeyimizsin, öpüyoruz kocaman kib mucks...

Biz olmuşuz bak yine. Diğerlerim de çıkmışlar saklandıkları yerlerden. Hoş, yeni değil ortaya çıkışları. Tatilden döndüğümden beri birer ikişer görünmeye başlamışlardı. Az evvel sevgiliyle yapılan tartışma akabinde çıkanlarda ekibi tamamlamış oldular.

—hiii! Bak sevgiliyle tartıştım dedin, okuyor çocuk burayı, buna da bozulacak şimdi. Bu kadarcık şeye niye tartışma diyorsun, ‘konuştuk sadece, hem ben beğenmediğim yanlarını söyleyemeyecek miyim, niye bu kadar küt'sün sen’ diyecek sana.

Başladılar işte. Şimdi ben hangi birini susturup, anlatacağım olan biteni?

Bugün beni yine aynı konuda azarlayan hukuk profesörünün dediğini yapmaya çalışalım en iyisi. Sistematik bir şekilde sıralayalım ifade etmek istediklerimizi.

İnsan hayatında “ilk”ler hep güzel, hep özel, hep unutulmaz ya buna güvenip hiçbir ilkimi yazmamışım ben. ilk uçağa bindiğimde yazdıklarım vardı onu hatırlıyorum ama o kısa seyahat için aldığım not defterini kaybetmişim sanırım. Onu bile bulamıyorum. O ilk uçuş deneyimim dahil bir sürü “ilk”im hayal meyal gözümün önünde. Bazıları ise hiç yok.

Geçen hafta bugün hem de bu saatlerde sevgilimle ilk tatilimizi yapıyorduk. İlk kez bir odada, yapayalnız baş başa kalmıştık. İlk kez tadıyorduk tenimizin tadını, ilk kez uyuyorduk birbirimizin koynunda. Saatlerce konuşmalarımız baki zaten, ilk kez susuyorduk göz göze.

Neden bu kadar acele etmiştim onunla birlikte olmak için ve neden bu uzun süre beklemiştim onun gelişini, bilmiyordum. Küçücük bir banyoya kısılmış kendimi babamı aldatıyormuş gibi hissederken sormuştum bu soruyu. Neden tam da şimdi, şu anda, sene 2009, aylardan kasım günlerden perşembeyken onunla olduğumu bilmeyişim gibi cevapsızdı.

Sorularım hiç bitmedi bugüne kadar. Bundan sonra da bitmez zaten. Cevapsızlığa da aşinayım bu sebepten. Yormuyor en azından eskisi kadar. Ama şimdi bir de “gerçek mi hayal mi tüm bu olanlar?” paranoyası başladı. 1 hafta önce birlikteyken, yan yana nefes nefese, son yılların “en huzurlu” 3 gününü geçirmişken, O’nu hayatımda asla unutmayacağın bir yere koymuşken ve O’na yazdığım mektuplardan birini, yazıldığı sayfadan bizzat okuyup "hoş geldin" demişken... 1 hafta sonra, 1 haftadır ilk okul çocukları gibi sadece mesajlaştığımızı üstelik bu mesajların yüzünden, yaptığımız günlük konuşmanın tartışmaya döndüğünü, üstelik bu tartışma içinde bana nefes alma payı bile bırakmadan sağlı sollu geçirdiğini fark edince kapattım telefonu. “Hey dostum” dedim kendime, “what’s up” yahu?

Diğerlerim bile cevaplayamadılar bir süre. Nasıl bir ilişki bu yaşadığım, neler oluyor böyle; bir o uçta bir en tezat diğer uçta, neden şimdi oluyor bunlar diye atağa geçtim tabi. Kimse çıkıp tek laf edememişti ki, bilgisayar ekranında açık olan senetleri gördüm ve saklandıkları deliklerden bir bir çıktı diğerlerim:

—sen aşk meşkle uğraşacağına kendi işlerini hallet önce
—hadi senetleri halletin diyelim; 2010 fall dönemine kadar nasıl yetişecek o acceptance
—nereye hallediyosun senetleri ya, F kişisi hayır dedi, E amca’da yanaşmadı olaya, nereden bulacaksın 3 kefili

Hakkaten ha. Hayatta benim için 100.000 YTL’lik senede imza atacak 3 kişi bile tanımamışım bugüne kadar meğersem.

—peki sen böyle bir senedi kaç kişi için imzalarsın, hiç düşündün mü?
—Konuyu dağıtmayalım hanımlar. Her şey yolunda derken, şu son 2 günde hem tüm yol haritası saptı hem de 1 hafta zaman kaybetmiş olduk. Bu kızın her şeyden önce sağlim bir kafayla ders çalışması gerekiyor.
—Evet evet bir de buradaki yüksek lisansı için hazırlayacağı ödevler ve her hafta azar işittiği bir hukukçu var
—İşyerinden önümüzdeki hafta için izin almadığını hatırlattınız mı biriniz kendisine. Noter işlerini hangi ara halledecek?
—En azından yarın gidip şu sağlık raporunu alsan. Güzelim perşembeyi piç ettin, koskoca cumayı da harcama bari. Sonra 2 ayağın bir pabuca girecek.

Offf kesin! Biliyordum günlerdir böyle olacağını. O yüzden yazmak gelmiyordu içimden işte. İçimden onlarca başka Zeynep çıkıyor böyle zamanlarda. Her biri diğerinden beter, huzursuz, huysuz, aksi, plancı, detaycı ve pesimist. Ama hepsi haklı, hepsi doğru.

Günlerdir, onlar konuşmasınlar diye aptal çocukların bile oynamadığı internet oyunları oynuyorum, bir saniye bile zaman kaybetmeden GRE-GMAT zıkkımlarına çalışmam, hatta TOEFL skorumu yükseltmem için pratik yapmam lazımken, eski türk filmlerinden kareler izliyorum youtube’da. Aşk-ı memnu’da neler oluyor onu bile çözdüm. Şirkette işleri iyice savsakladım zaten ama garip bir sadakatle hala fazladan izin almamak için çırpınıyorum. ABD’deki okullarla yazışma işlerine bir an önce başlamam lazımken, daha okuldan İngilizce transkriptlerimi bile istetmedim diye, başvuru takvimlerini bile takip etmiyorum. Beynimin içindeki ben’ler, beni kemirirken kimseyle konuşmuyorum, konuşamıyorum. Tüm bunlar hakkında konuşabileceğim herkes hakkında “ama süreç hakkında hiç bi’şey bilmiyorlar, evet samimiyetle dinlerler belki ama en sonunda “sen halledersin bir şekilde nasıl olsa” diyecekler zaten, ihale gene bana kalacak, hiç anlatmayayım daha iyi diye” düşünüyorum. Bu işi, süreci bilen birileriyle biraz laflayayım diyorum, adamın ikinci lafı evlenip gitmek en güzeli aslında oluyor. Peki, deyip koşarak uzaklaşıyorum oradan da. Şirkette, A.yla karşılaşıyorum “benim New York’ta çok sevdiğim, çok efendi bir arkadaşım var, onunla tanıştırırım seni, ahaha evlenirsiniz belki orada” deyip gülüyor. Cevap veriyorum tabi, verdiğim cevaba ben bile şaşırıyorum. Bambaşka bir iklimde, tek başıma olacağımı bir türlü tahayyül edemiyorum. Bunları düşünürken ve düşünememeye çalışırken birisi geliyor L.A diyor, bir diğeri Washington.

Luter, diyor kız Machiavelli
Şampiyon biziz diyor ali, attığımız gollerden belli...



Inının ınının ınınınıııınn


Saat oluyor 00:42. 22:05 te yazılmaya başlanan yazılar nasıl 00:42de hala bitmemiş olabiliyor?

“Ben bunu istiyorum” diye konulmuş noktalar, nasıl gelip acabalarla ünlemleniyor?

Kabartma tozu pastayı ne kadar kabartır? Peki krema nasıl böyle güzel kokar?

Read more...

Salı, Haziran 16, 2009

geReksiz mavi

Güzel güneşli bir pazartesiyi İstanbulumuzun güzide alış-veriş merkezlerinde, aradığım hiçbir şeyi bulamadan, 2 elbise, 1 pantolon ve 1 bir çocuk oyuncağını bile karasızlıklar içinden zar-zor beğenerek, akşam eve dönerken aynı konuyla ilgili aynı kişiye (bkz: anne) 3 farklı rapor vermek zorunda kalarak ama neyse ki araya dereye keyifli bir kahve molası ve özlenen bir telefon konuşturması sıkıştırarak bitirmiş bulunuyorum. Aferin!

Yıllık izin başladı ama tatilim yalan oldu. Çarşamba yola çıkıp Pazar akşamı döneceğim. Okula uğrayıp diplomamı alacağım. Sonra bodruma geçip S.cimle 1 gece bodrum’da F.nin yanında kalacağız, sonra da 2 gece Denizli. 4 günlük gidiş dönüş için 8 günlük izne ne gerek vardı, diyecektim ama bizim evde işler böyle yürüyor işte. Bunu birmilyonsekizyüzonaltıbinkırkdokuzuncu kez yaşadım öğrendim. İşin komiği, daha doğrusu trajiği beni tatilimden eden anne-baba kavgası/tartışması/gerginliği bugün ne olduysa buhar olup uçmuş. Küçükken de böyle olurdu. Annemle babam kavga edince, anneannem gelir onları barıştırırdı. Bugünde bir an öyle mi oldu acaba diye düşünmedim değil. Ve fakat parçaları birleştirince konunun anneannemin gelişiyle hiiiç ilgisi olmadığını, annemle babamın dün akşam itibariyle sevişip barıştığını tespit etmiş bulunuyorum. Bu kadar basit işte! 3 gün gerildiler, surat astılar diye ben niye bütün planlarımı iptal ediyorum ki. Hoş babam hala gayet normal bi’şeymiş gibi, “valla ben Çarşamba sabahı işi bırakamayabilirim, siz gidersiniz hep beraber” diyor. Gelemediği yer de; kardeşimin mezuniyet töreni! Bazen gerçekten merak ediyorum nesini seviyorum bu insanların diye? (bkz: anne-baba, ebevyn) Onlarla aramızdaki ilişki hımmm teşbihte hata olmaz diyelim hadi; aşk evliliği gibi. Mantıklı hiçbir, tek bir yanı yok! Öyle körü körüne ve çılgınca seviyoruz birbirimizi. Hani bi’tanesi gelip “beni neden seviyorsun kızım” diye sorsa “hönk” der kalırım. Her neyse.15-18 yaş civarı ergen bunalımlarında atlamış olmam gerekiyordu bunları. Bu saatte ne ayıp şey, anne babaya “bu insanlar” demeler falan.

Velhasıl-ı ben bu deveyi güdemiyorum! “gitmem gerek” diye yüzbinbilyon kez yazdığım için bu da böyle kalsın.

Geçen sene bugünlerde kendime bir paragraf boşluk bırakmışım. Bugün söyleyecek pek bi’şeyim yok. İnterstate 60 filmini hatırlatan hiç bi’şey yaşamadım yakın zamanda. G. kişisi çoktan kayboldu gitti. Ağlayamıyorum falan demişim, şaşırdım. Neymiş beni üzen bilemedim, tek tek okumadım yazdıklarımı, hüzünlerimi hatırlamamak için. Yalnız yakışıklı çocuktu hakkaten, mutludur inşaalah diyelim, bu da böyle kalsın.


Kardişle dertleştik biraz önce. “Bir zaman makinesi olsa 6 ay sonraya gitsem şıp diye, şu belirsizlikler bir bitse” dedi. Çok stres yapıyor master planları için. Onun yerinde olmak için neler neler verebileceğimi hiç söylemedim. Dinledim sadece. Su akar yolunu bulur diye, damardan bir giriş yapmıştım ki, sevgilisi aradı. Gitti mutfakta konuştu, dönüşte de “borç para” istedi. “borç verirsem faizini de işletirim ona göre.” dedim
“Öderiz artık napalım, düştük eline bi’kere.” dedi
Mezuniyet hediyesi olarak saatten pek memnun olmayacak sanırım. Bu durumda hediyesi törene yetişemeyecek. Zaten böyle bir beklentisi yok anladığım kadarıyla. “Geç olsun macbook olsun.” Dedim ben de kendi kendime. Bu durumda yine merkez bankasına başvuracağız mecburen.(bkz: baba) Kredi kart limitlerimin bir macbook air ücreti+normal aylık harcamalarım için yeterli bakiyeye erişebilmesi için 10 yıl falan çalışmam lazım sanırım. Ya da bakkaldan aldığım suyu bile karttan çektirmem lazım işlem hacmini arttırmak için. Ya da ya da... Ben bu ya da’lardan, bu kart, faiz, kur, döviz, bok püsür hesaplarından kurtulmak için basmamış mıydım istifayı bankaya? Şimdi neden bu küçük hesaplar.

Bak bankadan istifa ettiğim dönem de annemle babamın kavgalı olduğu zamanlardan birine denk geliyordu hatırlıyorum. Yılda 1 kez düzenli olarak patlıyorlar. 2009un patlaması ne zaman olacak acaba? Ben eylül civarı, hatta ramazanda ya da bayramda olacak diyorum. Bahisler açılmıştır.

Hımm. Başa dönmüşüz. Mütemadiyen kendini tekrarlayan bir günce için gayet normal, bir noktadan yazmaya başlayıp, çember çizip gene aynı noktaya dönmek.

“Doğum günleri ne olursa olsun kutlanmalıdır” derdim eskiden. Artık kısas yapıyormuşum bunun için; “O beni kutlamadı ben de onu aramam.” Bir parça daha sertleşmiş kalbim, aferin!

—Ya Stranger Than Fiction negzel filmmiş, niye daha önce izlememişiz kızım.
—Çok film var seyredilecek, çok kitap var okunacak, hep geriden geliyoruz kuzum.
—Zamanın yavaş aktığı bir yerlere gitmek istiyorum. Orada yaşamalı, sakin ve yavaş.
—Bak ne diyor çocuklar;

bazen "ben de terkedip gidebilsem keşke" diyorum
içimde bir istanbul var ondan vazgeçemiyorum
belki sen de bir gün geçersin diye köprülerinden
yakıp yıkamıyorum, koparıp da atamıyorum.


—Eni-konu güzel şarkılar yapmışlar yahu. Gerçi ben çok fena Gripin tadı aldım bu albümden ama bu güzel bi’şi herhalde.
—Ya ya, tabi. Yeter mi bu gece artık. Uykum geldi benim.
—Aman iyi be 40 yılda bir sakin sakin tartışmadan sohbet ediyorduk, uykuya sattın beni
—Ya ya, evet. Hadi iyi geceler.


Read more...

Salı, Mart 31, 2009

ne mavi ne yeşil ne de moR, koyu biR siyah; hepsini yutan

Telefonun şarjı bitmiş. Daha Pazar sabahı takmıştım oysa. Kıçı kırık bir cihaz bile dayanamadı bugünün… bugünün… bugünün… bugününün nesine? Bugünün koşturmacasına? Bugünün heyecanına? Bugünün hayal kırıklığına???

Yazılacak tek bir cümle yok artık. Yazasım da yoktu ya. G-talkta ki “gitti gider”i görünce…

Nereye kızım alooooo? Şu çöplükten çıkmayı bile beceremiyorsan…Memleketin 800 km. doğusuna gitmeyi bile göze almışken hem de…Nereyeee??

Her fırsatta kurumsalız, otuz, bokuz böceğiz diyenlerin yaşattıkları değersizliğe ne demeli? “Sen bir gregor samsa’sın” diye, bir adamın yüzüne bu kadar vurulmaz ki! Gerçi bende bu salaklık varken yakında elmalı gregor bile olurum ya neyse.

Artık çok da fazla bi’şey dememek lazım. Bi’insan kişisel tarihimin kaydı olsun deyip 2 yıl boyunca dönüp dolaşıp aynı başarısızlıkları, aynı hayal kırıklıklarını yazıyorsa, hiç yazmasın daha iyi. En azından unutur, kurtulur. Ha, aynı insan dönüp dolaşıp aynı boku yiyorsa yaşamasının da çok bi’manası yok aslında. Ama işte “ölmek istiyorum böğğ” diye ağlayınca söylenen “kuşlar kelebeler umut dolu günler” mavrasını dinlemektense, “ay yanlış kararlar verdim”, “tüh yaa başarısız oldum” diye ağlayınca söylenen “bu da geçer, bu da bir deneyim” bık bıkları bi’nebze daha dinlenebilir oluyor. Bu garibe de hak vermek lazım.


Hiç bi’şey söylemeden dinlese. Delirip delirip anlatsam bana bugün yaşattıkları rezilliği de “ağlama” demeden sadece gözyaşlarımı silecek bir el, bir omuz olsa yanımda.
Evimde, yuvamda, güvendiğim tek kale’min omzuna yatamıyorum bu gece. Çünkü dayanamıyor beni ağlarken görmeye. Çünkü öyle laflar ediyorum ki, kendini suçluyor her seferinde. Çünkü ben her seferinde bir kez daha hayal kırıklığı yaşatıyorum ona.

Başım çatlayacak sanırım birazdan. Ağlamaktan mı, ağlayamamaktan mı, ağlamanın çevremdeki insanları üzmekten başka hiç bi’işe yaramayacağını düşünüp unutmaya çalışmaktan mı, “güçlü ve dik” durmak zorunda olduğumu hatırlayıp unutamamaktan mı…

Süblimleşebilsem negzel olur diğ mi? Katı’dan gaza. Puf!

—bu bir başarısızlık değil ki senin için. İş hayatı böyle... kimse tek seferde, ilk seferde zıplamıyor bi’yerlere. Ha, sen bu adamlara pabuç bırakmazdın, n’oldu da böyle oldu oturup tartışılır elbet ama ne olursa olsun sana bugün yapılan muameleyi hak etmedin sen. O yüzden gerçekten boşuna üzüyorsun kendini…
—hiç susmaz mısın sen?
—niye susayım ki, kötü bi’şey mi söylediğim?
—…
—iyi bakalım. Ben de susarım o zaman. Bakalım susunca ne değişecek? Sessizlik bize ne getirecek bi’de ona bakalım.

Tıp!

Read more...

Cumartesi, Şubat 14, 2009

şizofRen mavi


Domestik bir tarafım var benim, domestik denmez ona aslında gelenekçi hatta eski kafalı falan diyebilirim. Bir takım şeyleri illaki usullerine göre yapmak, ananelere bağlı olmak, gelenekleri yaşatmak… Ne bileyim tanımlayamadım işte. Bugün babaannemin 40 için Kur’an okundu evde. Babam “ha 40’ı 52’si 85’i, ha 105’i ruhuna niyetiyle okuyorsanız okuyun” dese de annemin yaptığı hazırlıklara sesini çıkarmadı elbette. Dedem öldüğünde de anneannem 15 gün önceden başlamıştı 40’ında ki dua için hazırlanmaya. Annem de bütün bir hafta, temizlikle, tatlıyla, pilavla, sarmayla, kişileri aramakla vs. uğraştı durdu. Sanırım 3. kuşak olarak ben de böyle bir tip olacağım. Oturup anlamadığımız bir dilde çeşitli dualar okumanın hiçbir manası olmadığına inansam da, buna “inanan” insanlar bir araya gelince garip bir sinerji oluşuyor. Edilen duaları dinlemek bile huzur veriyor insana. Ki çoğunlukla maddi şeyler için dua eden biri olarak, manevi duaları duyunca sadece “iman”ın insanı hayatta tuttuğunu düşünüyorum birden. Bu yıl “hacı” olan büyük halam “ya rab yalnız sana kulluk ediyor senden yardım diliyoruz, bu cemaate katılan kullarını kur’an yolundan, rızana erdiren doğru yoldan ayırma ya rabbi” diye dua edilince “ÂMİN” diyor. Herkes âmin diyor da, hala bir başka diyor. “tevhid” kavramını sorgulayacak oluyorum minicik aklımla. Neşe Hoca “…bizi bu dünyada evlat ateşiyle, ahiret âleminde cehennem ateşiyle yakma ya rabbi” deyince Hidayet teyze “ÂMİN” diyor, herkes amin diyor da 17 yıl önce 25 yaşındaki kızını trafik kazasında kaybeden teyze gibi demiyor kimse. O insanların inancıyla huzur buluyorum ben. Mantığı bir köşeye bırakıp “âmin”lere eşlik ediyorum.

Dağılıyorum böyle saçma sapan.
İnançtan, imandan, tevhitten bahsedecek değilim halbuki. Anneyle bütün gece yer sofrasında açılan baklavalardan, anneannenin incecik sardığı zeytinyağlı sarmaların pişme süresini dikkatle takip etmelerden, mutfakta seri üretime bağlanmış bir şekilde hazırlanan tavuk pilavlardan, tüm bu işin organizasyonu sırasında ve akabinde duyulan “aman da pek hanım kızımız, pek becerikli maşallah tütütülerin” egomu nasıl da şişirdiğinden dem vuracaktım. Bunların hepsi ben miyim hakkaten? Şirketteki, Taksimdeki, caddedeki, kanepede sudoku çözüp var mısın yok musun seyrederkenki, bilgisayar başındaki kız hep aynı kız mı hakkaten?

Peh!

14 şubat’ı da yedik anasını satayım. Şimdi kendi kendime ne hediye alacağımı HALA bilemediğim, bulamadığım bir doğum günü var önümde. 5 günde kendimi bir şeylere “layık görecek kadar” büyür müyüm dersin Sabrina?

Yarın çıkıp kendine çorap alsan kardır derim. Bütün desenli çorapların kaçık, hatırlatırım. Ayrıca o elindeki baklavayı bırakmazsan yeni elbisenle kırmızı pinpon topu gibi görüneceksin haberin olsun.

—Kırmızı pinpon topu olmaz bi'kerem
—Yeşil tenis topları var ama ya da beyaz yoga topları. top diye bi'nesne var hatta, yusyuvarlak hani.
—Sus tamam, sana soranda kabahat!



Read more...

Salı, Aralık 23, 2008

şizofRen mavi


—O kadın ben değilim. Güzel bir tespit. (güzel evet; acıtmadı çünkü) Yerinde ve makul üstelik. Ama bunu tespit etmekle, sessizce fısıldamakla olmuyor sadece. Anlatmak gerek nedenlerini, niçinlerini, olmazlarını. Bunlara da gerek yok aslında, birimizin açık açık söylemesi gerek. Ulu orta olmayan, düşünülmüş, seçilmiş, en önemlisi açık ve de seçik. (seçik ne demek ki acep?) Net cümleler lazım bana. Öznesi yüklemi belli devrilmemiş cümleler. Bir mavi kalem, bir çizgisiz kâğıt, bir de dikdörtgen zarf lazım. Uzun ince banka zarflarından hani. Hayatımdaki kaç kişi bilir bu zarfları sahi?
—Off amma uzattın yine! Soruları geç bi’kere. Öyle işe yaramaz sorular ki sordukların, yanıtlasan da bir yere varamıyorsun. Bir mektup yazman lazım acil tarafından anladık. Bunun için bana gelmene gerek yok zaten, sıradaki!
—Ya peki o kadın kim acaba? Bunca güzel cümlenin sahibi?
—Bak dönülmez laflar edeceksin şimdi gene, kes dedik. Sıradaki?
—Şu garip “kabullenmişlik” hali. Kötü bir şey olduğunu bildiğim halde rahatsız olmuyorum. Hissettiğim sadece rahatsız olmadığım için bir huzursuzluk.
—Aynı cümleler bunlar, bin türlü söylenişi / söylenmişi var. Hem de bizzat tarafından. Sıradaki?

—Diyorum ki ben şu ZM ya da MD plakalı mavi otomobil hayalimden vazgeçsem de, o parayla iş mi kursam kendime.
—Ha ha tabi canım. Kolaydı öyle yatırım yapmak, kendi işinin patronu olmak.
—Kolay ya. Franchise denen bi’şey var. Fuarını bile yapmış adamlar. Hem ben buldum bile kendime iş. Künefeci olacağım. Sermayeyi ayarlaması zor değil de, AVMlerin metrakare kiralarını öğrenmek lazım.
—Ya bi’git! Sen değil miydin 'memur hayatı yaşamak istiyorum 8-5 çalışıp hafta sonu yatmak istiyorum' diyen. Avm’de kiosk açınca bayram seyran, hafta sonu falan yalan olur kızım.
—Of tek başıma yapmayacağım ki, bir ortak bulurum.
—Ooo bi’de ortak bulacaksın yanına.
—Tabi tabi. Mümkünse bağyan, değilse askerliğini yapmış ve evli bir bey.
—Aha aha, neden diye sormayacağım =)
—Ya çok kötüsün! Hem bi’kere ben künefeci olmayı ilk kez düşünmüyorum ki, hatırlasana Diyarbakır’a gidip geldikten sonra az mı kafa patlattım bu işe.
—Ha ha ha! Künefeci açacağım derken aşiret gelini oluyordun, bi’de baban geldi sordu diye bozulmalar , hayata küsmeler falan.
—Hakkaten lan! Ha Ha Ha. 2 ay sonra babam o herifin düğününe gitti biliyorsun değil mi? Bak ayağıma gelen kısmeti tepmeseydim şimdi ilk bebeğimi kucağıma almış olabilirdim.
—Yok be, o kadar oldu mu kızım!
—Hemen evlensem doğurmuş olurdum bugünlerde.

—Vay anasını sayın seyirciler. Bir yıl daha bitti, hatta 25 yaşın bitiyor farkındasın diğ mi? 25 yıl sonra biri gelip “25. yaşınla ilgili unutmadığın bir anını anlat” dese… Imm evet düşündüm de anlatacak hiç bi’şeyin yok dikkatini çekerim.
—Ya kes! 2 kadeh içmişim şurda kafam güzel. Hem daha 25in bitmesine çoook var. Teorik olarak tam 2 ay, pratikte olarak bi’5 yıl daha ‘25 yaşındayım’ diyeceğimi düşünürsek, daha yeni başlıyoruz demektir.
—Ooo sen bana posta mı koyuyorsun yavruu!? Ne bu tripler?!
—Tamam, kuzu tamam, şu cumartesi gününü de anlatayım öyle git.
—M.nin aramasını mı anlatacaksın. Bak sen anlatmadan söyleyeyim senin daha çok başını ağrıtacak bu askerler, daha çok…
—Sus! Tamamlama o cümleyi! Baş ağrısıyla kalsın öyle. Kırık çıkık istemiyorum.
—E tamam o zaman, bile bile burnunu boka sokmakta üstüne yok zaten.
—Ya peki itiraf ediyorum. Aramasını isterdim ama gerçekten beklemiyordum!
—Zaman kiplerini öpsünler senin, “isterdim” ne be, bal gibi istiyordun!
—Yok, vallahi istemiyordum. İstemiyorum da. İsterdim. Geniş zaman yani. Başka türlü işte. Anlatamam ki bunu kelimelerle.
—O yüzden mi 232’yi görür görmez “canıımmm” diye açtın telefonu.
—Bak ne fark ettim 232li her çağrıyı m’si alabildiğine uzun “canım”larla açabilirim. Oradan arayan herkes canımdan bi’parça sanki.
—F.M?
—Eeeıııooo… Bak bi’şey daha fark ettim, hayatımdaki tüm M.ler’in ikinci bir adı daha var. K.M, F.M, M.S ve hiçbiri adaş değil.
—M.S’yi sayma istersen, hiç yakışmadı diğerlerinin yanına!
—Bence de. Tırnağı bile olamaz onların.
—Ee konuyu değiştirdin madem ben gideyim artık.
—Ya uff. Şeyi söyle peki bu çocuk niye inatla “e bi’tek senin numaranı aldım yanıma bak arıyorum” işte dedi de, “kart atarım, mektup yazarım sana” deyince “sakın ha!!!” diye kızdı celallendi?
—Sen bu çocuğa âşık olacak mısın tekrar?
—Allah korusun! O benim çocukluk aşkım, öyle kalsın. Girmesin bugün hayatıma. Onu da ellerimle mahvederim! Vallahi istemem!
—O zaman kasma mektup yazacağım, kurabiye yapacağım diye. Ararsa konuşursunuz. Yetmedi mi bugüne kadar saydığın şafaklar.
— …
—O son kadehti şişe bitti, bu gece de telefonun çalmadı hatırlatırım.
—Şu AVM’lerin kiralarını diyorum, mail atsak öğrenebilir miyiz acaba?
—Anan, baban gelip "biz seni künefeci olasın diye mi okuttuk senelerce" dediğinde, ne cevap vereceğini, yatsan uyusan bulabilir misin acaba diyorum?


Read more...

Perşembe, Eylül 25, 2008

mutsuz mavi :'(

Bu ne ya! Bu aynadaki ben miyim?! İğrenç!

Tek kelimeyle iğrenç! Nasıl kıydım ben o güzelim saçlarıma alla’m. inanamıyorum kendime! Ne işim var benim o kuaförde tekrar? Daha geçen sefer kırıklarını alacakken bir karış kesti diye sinir olmuştum zaten. Şimdi kes dedim, kafam da saç bırakmadı beceriksiz.

Ya valla oturup ağlayacağım şimdi. Oğlan çocuğundan beter oldum ya! Of off off. Zaten yeterince mutsuzdum şimdi çok mutsuzum! Millet depresyonda diye saç kestirir ben saçımı kestirdim diye depresyona gireceğim. Hatta tam şu anda girdim.

Ghosttaki demi moore gibi olmuşum diyecektim ki demi moore’un o saçları benim 2 ay sonraki halim falan olabilir ancak. Ya, bu bu bu…

KORKUNÇ!!!

İyi bir kuaför bir kadının sahip olabileceği en büyük nimetlerden biri. İyi bir terapistten bile öenmli. Bunu oldukça acı bir şekilde öğrenmiş oldum böylece. Bir önceki saç kesimine neden 70 lira verdiğimi, o zaman ne kadar doğru bir karar vermiş olduğumu bir kez daha anladım. Cimrilik edersen böyle korkunç saçlarla aylarca gezmen gerekiyor. Bundan böyle değil 70 lira 170 lira deseler umurumda değil. Ama ne yazık ki artık kestirecek bir saçım yok. Ya of n’aptım ben ya?!

Bi’de eve gelince annemin iğnelemesi vardı ki… Be kadın benim suratım sirke satıyor zaten görmüyor musun bi’de tutup “15 yaşında çocuk gibi davranıyorsun, can sıkıntısından n’apacağını şaşırdın artık” demenin ne manası var. Daha babam görmedi üstelik! O da kesin sağlam bi laf sokacak! Of of.
Hızlı saç uzatmanın yolu nedir, her gün yıkasam, çabuk çabuk uzar mı?

Of bi’de bayram var, yılda bi’kere zorla gördüğüm gerekli gereksiz bir sürü insan bu halde görecek beni! Of of of!

O kadar kısa ki, düzeltmek için başka kuaföre gitsem, “sen bunun üstüne bi bardak soğuk su iç, biraz uzamadan hiç bi’şey yapamayız” diyecekler bana biliyorum. Ya ben hayatta sevmem bu kadar kısa saçı. Nasıl yaptım böyle bi’şey?

“bu yaşta yapmayacaksın da ne zaman yapacaksın?” sanırım ben bu cümleyle bi 5 yıl daha bir sürü abuk sabuk şey yapabilirim. Geçti kızım o yaşların alooo?? Annen haklı 15-16yaşında olabilir belki ama insan 25 yaşında oğlan çocuğu gibi saç kestirmez! Ya çok mutsuzum ya!

Daha bi’de yarın iş yerinde “aaa ne yaptın?”larla, zorla “eıı güzel olmuş, yakışmış”larla falan muhatap olacağım! Neyse ki yarın free friday. Kot giyince idare eder belki biraz. Sonra 8 gün tatil. 8 günde uzar di mi saçlarım?

Ne 8 günü be! 1 yıldan önce adam olmaz bu saçlar. Mümkün değil. Olsun benim saçlarım hızlı uzar, 3 ayda yani yılbaşına kadar normal bir genç kıza benzerim sanıyorum. Umuyorum yani.

- Eee tamam yeme kendini. Oldu bi’kere. Ders olsun bu sana.
- Böyle ders olmaz olsun ya. Ben ilkokuldan beri bu kadar kısa saç kestirmemiştim.
- Ay evet, hatırlıyor musun ortaokulda saçların uzarken Murat amma çok alay etmişti seninle.
- Off, sus ya! Hatırlatma! Demek ki 3 yıl sürmüş adam gibi bir boya gelmesi! Lise1 de fönlüyordum hatırlıyorum.
- Hımm evet aşağı yukarı.
- Ve o zamanki saçım bu kadar kısa değildi üstelik!
- Neyse artık napalım? Yapacak hiç bi’şey yok. Yalnız bak hepsini toptan kırmızıya boyatma fikri bence hiç iyi bir fikir değil.
- Hiç bi’şey bilmiyorum şu anda. Ya hadi ben aynaya bakmadan da yaşayabilirim, peki böyle iğrenç bir halde nasıl insan içine çıkacağım?
- Ya saçını ilk kısacık kestiren sen değilsin ya, abartma, kökü sende uzayacak elbet.
- Bu demektir ki 3 yıldan önce evlenmem de mümkün değil.
- N’alaka anlamadım ama 3 yıl içinde evlenmek gibi bir planın yoktu bildiğim kadarıyla?
- Yoktu da, gelin topuzu diye bi’şey var şekerim. Artık istesem de evlenemem 3 yıldan önce =)
- Zaten 3 yıldan önce teklif eden biriyle karşılaşacağını da sanmıyorum ben bu halde.
- Böğüüüüüüü, çok çirkinim di mi?
- Ya dur ağlama, sen öyle gülünce şaka yaptım ben de Bak peruk var, postiş var, tıpta bir sürü yeni çareler var ağlama dur!

Mutsuz ve çirkinim evet.

Read more...

Pazar, Ağustos 24, 2008

kusuRlu yeşil

—Çok güzel bir geceydi.
—ben de çok keyif aldım.
—Bir de gelmeyeceğim diyordun çıkarken.
—zaten böyle gelmeyeceğim, yapmayacağım diyenden korkacaksın.
—Siz kadınları anlamak zor valla. 1 saat önce gelmiyorum ben derken bi’saat sonra podyumdan fırlamış gibi karşımda görünce seni bir kere daha anladım bunu.
—ne podyumdan fırlaması ya altı üstü bir elbise, biraz makyaj.
— :) Yalnız helal olsun çok kral içki içiyorsun.
—bi’şi içmedim ki.
—Daha n’olsun önden bi’şarap yuvarladın. Sadece benim doldurduğum 3 duble de rakı var.
—2
—Ben elimle koydum 3. yü
—sen hızlı içmişsin anlaşıldı. Ya da çarptı içtiklerin.
—İçtiklerim çarpmadı beni.

9 kusurlu hareketten biri de erkeğin bir adım daha yaklaşıp kadının yüzündeki saçı eliyle geriye atmasıdır. Ve sadece bu hareket bile “aldatma” olabilir erkek eğer karşısındaki kadının dudaklarına bakmaya devam ediyorsa…

Bak buraya yazıyorum. 2 gecedir gördüklerimden sonra kadın milletinden bir kez daha korktum valla. Ve hayatımda ilk kez kadınların kocalarını kendileri yanlarında olmadan gece gezmelerine göndermemelerinin sebebini anladım. Bigün bi’kocam olursa bensiz tekele bira almaya bile gidemez, mümkün değil. Erkek erkeğe maç gecelerinin dışında, iş yemeği, iş toplantısı, şehirlerarası konferans ıvır zıvır ne varsa hepsinde yanında olacağım adamın. Tıfıl bir yeni yetme bile eğer sırf kendini daha iyi hissetmek için bir adamın ona asılmasına izin veriyorsa, kestirip atabilecekken, atması gerekirken evli olduğunu bile bile oyuna devam ediyorsa, adamda kadından aldığı cesaretle giderek cüretkârlaşıyorsa fettan bir kadın neler neler yapabilir hiç düşünmek bile istemiyorum. Hele ki aklına koyduysa…

Erkek milletini ayartmanın bu kadar kolay olduğunu hep söylerlerdi de, inanmazdım. Biraz rakı, biraz müzik, hafif dekolte bir elbise, birkaç yeni gelin kırıtmasına bakarmış bir adama duymak istediklerini söyletmek… Yatağa atma kısmı için bunlara bile gerek olmaması daha ilginç tabi.

Neyse çektiğim baş ağrısına değdi en azından. Bunları öğrenmek için biraz geç kalmış olsam da zararın neresinden dönülürse kardır diğ mi?

—kardır tabi.
—aa hoşgeldin canım.
—ne bu samimiyet hayrola? ayılamadın sen hala belli.
—yaa evet kuşlar böcekler, ne güzel bir Pazar.
—bundan sonra sevgilin yanında olmadan içmek yok, en azından dışarıda.
—bence de.
—bu özgür kız hallerin tehlikeli olmaya başladı.
—evet evet haklısın.
—iyi bari sevgili bulana kadar biraz detoks yapmış olursun. Anca arınırsın alkolden.
—yarına kadar arınır mıyım dersin.
—n’alaka?
—şu U. vardı ya. Onu kafalıyım diyorum.
—ya bi siktir git.
—evet bi'çay koyup geleyim ben, harareti alır.

Read more...

Salı, Ağustos 19, 2008

uykulu mavi


Yazmam gereken 2 maili ve bir mektup var. Mektuba biraz daha zaman var aslında ama o arada bir de kart yazmam gerekiyor. Tabi önce gidip kartı almam gerekiyor. Eskiden Eminönünde Kadıköyünde falan böyle duvarlar boyunca uzanan kartpostalcılar vardı sahi. Bayramlarda falan tıklım kalabalık olurdu çevreleri. Şimdi aradığım kartpostalları nereden bulacağım hakkında hiçbir fikrim yok. Bi’gün işten erken çıkıp enikonu kartpostal aramam gerekiyor. Ayrıca yine bi’gün haftasonu giyeceğim elbisenin altına ayakkabı almak için erken çıkmam gerekiyor. Ve ayrıca ben bugün, dün akşam içtiklerimi koca gün boyunca sindiremeyip mide ve baş ağrısıyla gezdiğim için 2 saat erken çıktım. Aferin bana. Ne gerek var Pazar günü, hem de gündüz gözüyle o kadar içmeye hâlbuki. Bi’kere ertesi gün iş var. Hadi onu da geçtim bi’gün önce kandil diye içmeyip ertesi gün küp gibi içmenin manası ne? Kimden neyi saklıyor kimi kandırıyorsun acaba? Kendimi kandırmakla daha doğrusu uyutmakla geçiyor hayatım. Neyse sorun bu değil. Sorun ne ayakkabı giyeceğim. Bir iş yemeğinde ne kadar kokoş olmalıyım kestiremiyorum aslında. Bi’kere aslında bu bir iş yemeği de değil. Geçen ay gösterdiğimiz üstün(!) başarıyı kutlayacağız takım olarak. Ben, şahsen, bizzat kendim sondan ikinci olsam da ekibim 1. oldu allama bin şükür. Ben çıkarken Taksim sütliman’da fasıl planları yapıyorlardı, karar ne oldu acaba? Taksim demişken Balans’ın hemen yanında Quba diye bir yer var. Korkunç fena. Arkadaş hatrına çiğ tavuk yemek daha makul bence… Ya da bu kadar ön yargılı olmamak lazım, belki de salsa geceleri gerçekten anlattıkları kadar eğlencelidir. Bu arada “empati” anlattıkları kadar eğlenceli ve/veya heyecanlı bir kitap değil. Yok efenim elimden bırakmadan 1 günde okuyacakmışım falan. 15 gündür sürünüyor koca kitap çantamda. Ben bütün olayı 150. sayfa civarında çözdüm bi’kere. Ben de bi’empatım çünkü. Henüz insanların düşüncelerini bükemiyor olabilirim ama öyleyim. Bunca rengi neremden uyduruyorum sanmıştın sen? Şimdi sadece arka kapaktaki “ya da gözlerinizi oymak gibi çılgınca bir şey yapabilirsiniz” cümlesi için bitirmeye uğraşıyorum 639 sayfayı. Yani o en baştaki kör adamın olayını çözdüm mü bir satır daha okumam. Umarım en sona saklamamışlardır bu sırrı. Ve hayır olasılıksız’ı okumadım. Kör adamın olayına çözene kadar bana “oha!” dedirtecek bir olay ve/veya cümle olmazsa okumam da. Şu sıralar yine “büyücü” damarlarım kabardı. Bu kitabı herhalde 2 yıldır falan hala okuyamadım. Çok zor bi’şi sanki gidip almak. Ama ondan önce mutlaka okumam gerektiğini bana düşündürtmüş ve de adını hayatımda ilk kez duyduğum 2 yeni kitap var. Online sipariş vermezsem onlarda yalan olur, elimi çabuk tutmam lazım bu konuda. Elimi çabuk tutmadığım için kaçırdıklarımı düşündüm de… Vazgeçtim, cehalet mutluluktur azizim.

—Aziz kim şekerim?
—Kandaki alkol hala sınırda herhal. Git biraz daha su içte çalışsın böbreklerin.
—Akşam aziz’e de şeref’e gülüyordun ama.
—O akşamdı. Hem ay tutulması vardı, ondan hepsi.
— Cumartesi gecesiydi o.
—Hadi anam, hadi gülüm daha yazılacak mailler var
—Bende bu yüzden buradayım zaten. Bak saat 00:14 olmuş, sen iyisi mi yat artık.
—Yatayım di mi?
—Tabi tabi, geç bile. Hadi yavrum. Bak yatağın nevresimleri de yenilenmiş. Oh missss.
—Evet, yatayım ben. Ama mail…
—Hadi iyi geceler, kovalasın seni tavşanlar…
—Öyle diğildi o bi’kere
—O son tekilayı da atalım bünyeden düzeltiriz şekerim. Hadi yatağa şimdi, selametle…


Read more...

Çarşamba, Ağustos 13, 2008

askeR mavisi

Valla benim bir suçum yok. tost için sırada beklerken o günkü pastaları rafa dizmeye başladılar. Taze taze dilim dilim çeşit çeşit pasta. En büyük çikolatalı dilimi seçtim tabi. “Ayıralım mı bunu?” dedi çocuk “yok” dedim “ver hemen şimdi yiyeceğim”. Sırada bekleyenlerin hadi canım bakışları altında aldım kahvemi de oh miss. Kahvaltıda çikolatalı pasta. Öğle yemeği çorba, tavuk, salata “hayır pilav istemiyorum” ve 4 dilim baklava. Tamam pek baklava denemezdi ona. Cevizli şerbetli bir çeşit hamur tatlısı. 2 saat sonra Türk kahvesi molası “ben bir tane de büyük ekler alabilir miyim lütfen?” sabah pastayı servis eden çocuk yine. Şaşkın. 2 saat sonra çıkmadan önce son hamle. “çikolatalı danette var mıııığ?” akşam evde canım annem sütlacı. Yemekten sonra nestle noir intense %70 kakao…

Hayır rejim yapmıyorum çok şükür, sadece muayyen(?) günümdeyim. Bütün sinirlerim tepemde ve çatacak yer arıyorum. Bulamayınca da yine kendime saldırıyorum. O yüzden çikolata yüklemesi iyidir. Hayır, erkek milleti eline çekiçle vurunca ya da salata yaparken beceriksizce parmağını kesince sinir küpü olup her tarafa saldırıyor ve hiç yadırganmıyor ama konu kadınların regl dönemine gelince “aman da çok sinirli oluyorsunuz, yanınıza yaklaşılmıyor” Kanıyoruz arkadaşım. Bilmem kaç gün kaç gece kanıyoruz yahu! bu ciddi bir durum ve lütfen siz de biraz ciddiye alın. Sinirliyim demiştim diğ mi? evet. Hadi yine kendime sataşayım madem.

Ben bu filmi daha önce görmüştüm. Diyeceğim ama ben bu cümleyi de daha önce kurmuştum zaten. Neyse kendimi tekrarlayan bir insanım ben. Böyle sev seveceksen napalım?

—bu sevilecek bir özellik değil ki.
—sevilecek bir özellik olsa “beni böyle sev, seveceksen” denmezdi zaten. Susar mısın sen bi’şi anlatmaya çalışıyorum
—susarım ama anlattığın şeyi sen de bilmiyorsun farkında mısın?
—bu yüzden yazıyorum zaten. Anlamlandırabilmek için. Kes sesini şimdi
—hah, hadi bakalım.


307. dönemden beri her dönem bir tanıdığım oldu askerde. Kardeşim hariç en sevdiklerimin hepsini yolculadım, bekledim, geldiler çok şükür. İlgide alakada kusur etmedim. Hepsini aradım sordum tek tek. Aramak sormak ne kelime, “sıkıldım” dediler her hafta gittim, "burada sabun bile lüks" dediler kutu kutu pürel’ler yolladım, "ev yemeği özledim" dediler koli koli börekler, kurabiyeler yaptım, götürdüm, gönderdim. 31 aralık 2006, 313. dönemler askerde. hem kurban bayramı, hem yılbaşı. Tam 4+1 kişi var aynı anda. +1e gelene kadar hepsini tek tek aradım. Nasıl mutlu oldular, nasıl içten teşşkkürler, nasıl samimi kutlamalar. Biri en yakın arkadaşın sevgilisi; şimdiki kocası, çocuğunun babası, biri kanka; bana okulu, çapı bitirten adam, Y.cim, hakkı ödenmez. Biri kankanın kankası, kızım olsa hiç düşünmem everirim hemen. Biri çocukluk arkadaşı C. donla kırmızı bisiklete binişini gördüğüm adam omzuna tüfek atmış yeminlerde…+1 de G. Sıfatı ne bulamadım. Uzaktan eski bir arkadaş diyelim. Sadece nerede olduğunu söylemişti, telefon numarasını gayet iyi bildiğim bir bölükteydi ve uzaktan bir arkadaş olmasına rağmen sırf askerde kendini yalnız hissetmesin diye onu da aradım.


—uzaktan demek, eee anlat anlat heyecanlı oluyor
—ya sana sus demedim mi ben
—niye 307. dönemden başlamıyorsun askerlik anılarını anlatmaya direk 313. döneme geçtin?
—eeeööö, o dönem yediğim haltın ne kadar saçma olduğunu yeni anladım sanırım. İtiraf edesim geldi.
—hee. itiraf edince tekrar aynı şeyi yapmayacaksın yani?
—eeöö olabilir. Ya sen susar mısın? Beni 2 dakka rahat bıraksana kendimle cebelleşiyorum şurda.
—hahaha, buyurun burun, ben yokmuşum gibi devam edin siz.
—sensin siz. ben benim.
—ben de sabrina canım, memnun oldum.


Off heves bırakmadı ki adamda… Diyecektim ki hâlbuki yine birileri gitti askere; kuzen gitti, E. gitti. Oysa bana da “sabaha kadar konuşabiliriz gibi gelmişti”. Saçmalıyorum evet. Mütemadiyen yapıyorum bunu zaten. Yeni değil. Yine. Ve yine anılar, hüzünle değil artık gülümseten zamanlar, yazılan mektuplar, habersiz şaşırtan telefonlar, sürpriz ziyaretler...
Birileri bu gece Türkiye’nin beki de hiç bilmediği bir şehrinde hayatında ilk kez gördüğü onlarca adamla uyumakta. Kafalarında neler var, kimse bilmez, bilemez. Benim kafama nasıl kazındıysa iyi bir sevgili, iyi bir arkadaş, iyi bir kuzen-yeğen-hala-amca askerde belli oluyor en çok. O gün yanındaysa hep oluyor sanki. O gece aklındaysa hiç çıkmıyor sanki bir daha. Orada özlüyorsa yeri başka sanki diğerlerinden. Ya da birileri beni çok sağlam kandırdı bu konuda. Ammann hiç umrumda değil aslında. Sakinleştim yaa ben. Şu nestle noir’den var mıydı biraz daha?

Read more...

Cumartesi, Ağustos 09, 2008

şizofRen mavi


Ben aptalım. Aslında hep aptal değildim. Yeni başladı bu biliyorum. Ama şu anda aptal olduğuma göre rahatlıkla söyleyebilirim diğ mi? ben bir aptalım. Bak “bir aptalım” deyince daha iyi hissediyor insan kendini. Yalnız değilsin aslında aptallardan biri de sensin. Yalnızım hâlbuki. Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar kadar yalnızım. Hiç kimsenin aşkında gözüm yok benim, derdim kendimle anlatamıyorum. Kaderim bu değil, böyle yazılmış olamaz. Olmamalı en azından. Tatmadığım daha bin türlü zevk var dünyada. Ama kimse inkâr etmesin lütfen; iz bırakmadığım kalp olmadı bugüne kadar diğ mi? zaten çok değildiniz ya konumuz bu değil. Konumuz taşa söz geçirip kendime geçiremiyor olmak… Konumuz bu da değil aslında. Bir konumuz yok aslında, bir amacımız olmadığı gibi. Gideceği limanı bilmeyen gemiye hiçbir rüzgârın yol göstermediği gibi… Rüzgâr yol göstermez zaten. Saçma. Ne var ne yoksa içimde saçsam, sıçıp sıvasam. En azından biraz geri sarsam. Ne zamana kadar? 1,5 yıl. Olabilir fena değil. Biraz daha sarsam 3 yıl önce bugünler… 2005 yazı. Ağustosu… Hayır ağustosu çıkaralım hayatımızdan… Bütün aslan burcu erkeklerini çıkardığımız gibi. Kardeşim kalsın ama. Dün doğru dürüst kutlamadım bile çocuğun doğum gününü. Surat yapıyor diye surat astım ben de. Sınavı kötü geçmiş meğersem. Sabah uyandığımda çıkıyordu. Ebeveynlerimiz yoktu. Tost yaptım ona ama “seni seviyorum” diyemeden ben, alelacele çıktı evden. Bugün sakın başına bi’şey gelmesin kardeşimin. Çok suçlu hissederim kendimi. Her şey için kendimi suçluyorum zaten. Olup biten her şeyin sebebini kurcalayıp buluyorum ve ucu illa bana dokunuyor o sebeplerin nedense. “Hayatımı mahvettim” diyorum habire. Olmayan kariyerimin içine ettiğim için saygıyla küfrediyorum kendime. Ama sadece kendime. Ucu kimseye dokunmuyor. Babası hariç eşşooğleşek değilim ben. Eşeğim! Oysa kim yol gösterdi bana bugüne kadar? Kim akıl verdi? “Yap kızım, en iyi ol kızım.” Neyin en iyisi olayım? Dahası nasıl olayım? Nasıl en iyi olunur? Nasıl en olunur? Nasıl iyi olunur? Niye oturmuş bunları yazıyorum. Niye denizde, havuzda değilim? Niye dolduramıyorum hafta sonlarımı? Niye anlamlandıramıyorum hayatımı?

Hep aynı cümleler diğ mi? Bazen bu yüzden yazmıyorum zaten. Okuyup laf ediyorlar bir de. Manyaklık işte benimki. İlkokulda Kadir vardı. Karate kursuna giderdi, zırt pırt kavga ederdi çocuklarla. İlkokuldaki bütün erkekler gibi gıcıktı nitekim. Bi’de Suat Suna vardı. Har satırı soru cümlesi bir şarkısı vardı: ‘Sana hiç haksızlık ettim mi? Aşka tövbeler ettirdim mi? Bana bu kadar çile niye? Yoksa hiç sevmedin m?’ O da her satırına cevap verirdi. O cevap verdikçe “ya sussana ben burada şarkı söylüyorum” diye kızardım. Ben bir sussam, Kadir de göt olup gidecekti. Oysa inatla söylüyordum şarkıyı. Bunu o yaşta farketmiştim. Maksimum 10 yaşındayım daha, daha bilincim bile yok, bilinçaltım nasıl anlıyor bunları? Ki kendisi hakkaten acayip bi’şi. Bilinçaltım yani. M. beni arayalı 2 hafta oluyor sanırım. Yazmadık bunu tabi, artık normal çünkü. Arayabilir ne var ki; “Herkes gibi” Pazartesi sabahıydı sekiz buçuktu telefon çaldığında. Ekrandaki isme şaşırmadım bile. Merak etmiş beni. Güngören’deki patlamayı duymuş. Duyar duymaz aramış. Merak etmiş… Kapatmak üzereydi. “Sen nasılsın?” dedim. Tanıdığım bir sessizlik oldu. En fazla 2 saniye. “iyiyim teşekkür ederim” “ben teşekkür ederim aradığın için.” “hoşça kal” “hoşça kal” 2 damla gözyaşı. 2 tane, biri sağ diğeri sol pınardan. Bilinçaltı bunun neresinde, dün geceki rüyada. Rüyayı taaa 15 gün sonra görmesinde. Bodrum katı gibi küçücük bir odadayız. Yatağımın kenarına oturmuş uyandırıyor beni. Öpüyor. Aşkla. Öpüyorum. Öpüşüyoruz. Soymaya çalışıyor. Karşı çıkıyorum. İstemiyorum. Rüya lan bu sevişeceğiz ne güzel. Hayır. Olmuyor. Kızınca kalkıp gidiyor. Oysa özlemiş olmalıyım. Neyi? M.yi? Sevişmeyi? Sevmeden olmuyor mu sevişmek? Bildiğin işteş fiil bu da. Farkı yok ki. Bunları rüyada düşünüyorum. Bırakıp başka rüyaya geçiyorum. Okuldayım. Bizim okul değil. MIT (yatmadan önce tv etkisi) Kütüphanedeyim, yazıyorum. Yazmayı nasılda özlemişim. Klavyede değil. Ders çalışmayı. Kitapların altını üstünü çizmeyi, rengârenk kalemlerle not almayı. Nasılda mutluyum. Öğreniyorum. Gelişiyorum. Kitaplarımı, kâğıtlarımı toplayıp çıkıyorum kütüphaneden. Güneşli bir gün. Mermerin ışığı gözüme vuruyor. Yürüyorum. Elidor kızları gibi savruluyor saçlarım. Her yer kalabalık. ÖSS’ye hazırlananlara vaat edilen Boğaziçi çimlerinden geçip derse giriyorum. Nasıl mutluyum!

Uyanıyorum. 9 ağustos sabahına uyanıyorum. Geçen sene bugünlerde yazdıklarıma bakıyorum. Tesadüf, simgeler, bilemiyorum… Giderek aptallaştığımı fark ediyorum. “Ben bir aptalım” diyorum. “Bir”i kaldırıyorum. Kurgularımdan çok da farklı değil hayatım, başa dönüyorum. Aynı sebepten olmasa da tekrar söylüyorum “Ben aptalım” Oysa hep aptal değildim. Yeni başladı bu biliyorum.


Read more...

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

kaRaRlı mavi

Örnek olay 1:

Kız, iş çıkışı 3 kız arkadaşıyla alışverişte. Kadıköy’de. Günlerden Salı. Kadıköy haddinden fazla kalabalık. Esas kız diğer 2 arkadaşına eşlik etmek için gelmiş alışverişe. İşi yok aslında. Moda’da sevgilisiyle buluşacak, akşam yemeğine kadar vakit öldürüyor. Vakit ölüyor. Alışverişler bitiyor. Bahariye’de ayrılıyorlar eve doğru. Esas kız sevgilisini arıyor. “boğa’nın oralardayım, işim bitti, sen neredesin, gel beni al”. Sevgili ne diyor duyamıyoruz. Makul bir boşluktan sonra kız tekrar “yaa öyle mi, zıkkımın dibini ye o zaman, ben eve gidiyorum” telefon kapaklı, . kelimenin tam alamıyla çat diye kapatıyor suratına. “Hayrola” diye soruyor yandaki arkadaş. “öküz, Moda’dan buraya beni almaya gelemezmiş, yürüsem olmaz mıymış, ben bu sıcakta taa moda’ya yürüyecek mişim, aptal herif” daha sövecek aslında ama telefon tekrar çalıyor.
“Ne var, ne arıyorsun?” “…”
“Sus ya, bırak alla’şkına, ben hayatımda beni yürütecek adam istemiyorum olum anladın mı?” “…”
“Aptal herif, sana mı sorucam ne zaman ne yapacağımı, gel beni al dedim adam gibi işte.” “…”
“Kes tamam. Sus dedim sana aptal. Gerizekalı! Ben bilmiyor muyum taksi tutmayı. Aptal! Aptal!” “…”
“Ben 'gel beni al' dediğimde geleceksin oğlum, sabahtan beri patlamışım zaten işte, yürümek zorunda mıyım ben o yolu öküz müsün sen? Ben hayatımda senin gibi aptal adam istemiyorum tamam mı? defol git cehennemin dibine kadar yolun var” “…”
“zıkkım olsun yediklerin!”
Telefon tekrar çat diye surata kapatılır. Devamı var ama bence bu kadarı yeter.


Örnek olay 2:

Kız, hafta sonu 2 kız arkadaşıyla Beşiktaş’ta. Uzun zamandır görüşmemişler. Pek sevdikleri kumpiri yemek ve hasret gidermek amacıyla Ortaköy’e doğru ilerliyorlar. Takside anlatmaya başlıyor. “Maşallah deyin valla çok iyi gidiyor O.’la. ama bu ara iş çıkışlarında beni almaya gelmiyor o yüzden biraz zor oluyor eve dönmek falan”
“Aaa, niye gelmiyor ne ayıp, sen zaten yeni başlamadın mı o şubeye? Tanımadığın etmediğin adamlar, hem semti bilmezsin falan”
“Yok yok eve yürüyerek 20 dakka falan bizim şube. O da gelemeyince mecburen taksiyle gidiyorum sabah akşam”
“E 2 dakkalık yol madem niye seni işten alıp-bırakmıyor”
“Şekerim şimdi ben işe yeni başladım ya, 'ay yapamadım, ay bu neydi, ay beceremedim' deyince bütün şube başıma toplanıyor, benim elimdeki iş 10 dakkada bitiveriyor. Şimdi bu her akşam beni gelip alsa ters ters bakacak şubedeki çocuklara, çocuklarda buna. Ertesi gün haliyle kimse benimle ilgilenmeyecek ne gerek var, atlarım taksiye”
“Eeööö bi’şi sorucam, sen bu adama 'sakın gelip beni işten alma' deyince işkillenmedi mi hiç, malum her yere seni o getirip götürüyor ya?”
“Yok ayol söyledim ona da. İdare et biraz dedim. O da uğramıyor şimdilik. Ama zırt pırt arıyor her an telefondayım böyle giderse kuşkulanmaya başlayacaklar”
“Nası yani, hiç tepki vermedi mi, sen durumu anlatınca?!?!?!”
“Ya bozuldu biraz tabi ama ben aldım onun gazını. Daha ilk günden işe sevgilimle mi gideyim şekerim şubenin yarısı erkek!”


Bu iki olayı benim oturup etraflıca incelemem gerekiyor. Hatta gerekirse altını çizip anlamadığım noktaları esas kızlara bi’kez daha sorup iyice özümsemeliyim bu durumu. Nasıl yapacağım bilmiyorum ama yapacağım . aha yazdım buraya. Ben de böyle olacağım ulan bundan sonra. Manyak mıyım ben bugüne kadar adamları besle büyüt, okut, mezun et, asker et, işlerini kur, sonra seni terk edip böyle hatunlarla birlikte olsunlar. Yok öyle yağma bundan sonra. Ha ben bu örnek olaylardaki hatunların ikisini de severim. Hatta ikincisini pek çok severim. Sevgilisini de yakinen tanırım. O. bizim bu kızı ayartıcam diye tam 3 sene peşinden koştu. Araya şehirler falan girdi, işler biraz uzadı falan ama bu her fırsatı değerlendirdi o 3 yılda. Bizim kız da süründürdü de süründürdü. Şimdi çocuk hem master yapıyor, hem bir dış ticaret firmasında gece yarılarına kadar çalışıyor, hem bir yayınevine çeviri işleri yapıyor hem de kızımzın şoförlüğü asli görevi. Ve bildiğim kadarıyla etliye sütlüye karıştığı da yok. Zaten bunca işin arasında ikinci bir hatun sıkıştırmak gerçekten maharet ister.

İlk olaydaki esas oğlanla ise bahsettiğim kavganın 2 gün sonrasında tanıştım. Allah nazarlardan korusun can ciğer kuzu sarması şeklinde oturuyorlardı karşımda. Hele bizim kızla tanışma hikâyelerini bir anlatışı vardı ki, kazık kadar adamın gözleri parlıyordu valla. Ben sevgilime daha 2 gün önce “aptal! Aptal!” diye hem de sokak ortasında hönküre hönküre bağıracağım, “ben hayatımda beni Kadıköy’den Moda’ya yürütecek adam istemiyorum, defol git” diye suratına telefon kapatacağım ve adam benimle ilk kez tanıştığı insanların yanında yapışık ikiz gibi oturacak, ice tea isteyince nestea getiren garsonu azara boğacak. Ütopya dedikleri böyle bi’şey sanırsam.



Yok yani tahayyül edemiyorum. Ben bi’kere adam özellikle “seni alacağım, seni ben bırakacağım” vb. demediyse her yere kendim gider gelirim. Nedir yani, taksi var, otobüs, minibüs, vapur, dolmuş zibilyon tane seçenek var. İkincisi ben Bahariye’de olacağım ve Moda da beni bekleyen adamı arayıp “gel beni al diyeceğim.” Yok artık, Kadıköy-Moda arası, akşam saatleri, günlerden Salı, adam köprü trafiğinden anca atmış kendini oraya, muhtemelen 2 saat otopark aramış ve ben Bahariye’deyim. Ya benim sevgilim bana bu durumda, “yerinden hiç kıpırdama ben seni almak için kalkıyorum” dese bile yerinden kaldırmam ki. Hala yolda olsa bi’derece. Ama adam hedefe varmış, oturmuş soluklanmış beni bekliyor. Onu 300 metre yol için tekrar otopark mafyasıyla, akşam trafiğiyle muhatap etmenin ne manası var. Bak şimdi düşünürken bile içlendim. Tıngır mıngır giderim moda’ya, hatta ona görünmeden hop uğrarım tuvalete, aynada bir ruj tazelerim, iki allık hafif bronzundan, iki fıs fıs en sevdiği parfümden, sonra gider arkasından sarılır öperim “ne yiyoruz?” diye.


Evet evet var ben de bir manyaklık kesin. Şu akşam yemeğini mesela hayalimde mutlu mesut bir geceye bağladım iki dakikada. Ama n’oluyor, adamı böyle iyiye rahata alıştırıyorsun. Sonra… Sonrası yalnızlık işte. Aha bu örnek iki ilişkide 3 yılı devirmiş çoktan. Benim yalnızlığım 3 yılı bulacak neredeyse. Yuh bana. Oha yalnız dumur oldum. 3 yıl oldu mu lan benim sevgilim, eski sevgili olalı. Bi Dakka şimdi 2006 mayısı sonra 2006 kasımı, kasım mı ekim miydi ya? Neyse ohh. Daha 2 yıl olmamış, olmuşta olmamış yani. Çüş bana. Naptım ben 2 yıldır ya armut mu topluyordum.


—Kızım sen ayvayı yemişin ne armutu?
—Boş durmadık herhalde yavrum, girişimlerimiz oldu yanee
—Hııııı, gördük hepsini. Sen mi giriştin sana mı giriştiler orası tartışılır tabi
—Sus gir içeri, ben ders çalışacağım şimdi. Önce 3 derste “sevgiliye nasıl şoför muamelesi yapılır?”, sonra laboratuar uygulamalı “sevgili Salı pazarına nasıl götürülür, gıkı çıkmadan nasıl geri getirilir?” Evet, evet yapacağım azimliyim.

Read more...

Cumartesi, Haziran 28, 2008

seRsem mavi

Zaman zaman herkes bi’şeyler unutur diğ mi? Alışverişte yoğurt almayı, havuza giderken güneş kremi almayı, derse giderken notları almayı, evin anahtarlarını, otomobilin ruhsatını… Normal yani. Olabilir, unutabilir insan. Kafamızda her gün onlarca tilki dönüp duruyor zaten.

Lakin bir insan işe gitmeyi nasıl unutabilir? Yok yani aklım almıyor. Tamam zaten akıllı biri olduğumu iddia etmedim hiçbir zaman (yani çoğu zaman) (yani tamam kabul akıllı olduğumu bilirim ama bunu dile getirmem genelde) yine de olacak iş değil yahu! Cuma sabahı işe gitmeyi unuttum! Ben, şahsen bizzat kendim işe gitmeyi unuttum!


Şimdi düşünüyorum düşünüyorum, bir cevap bulamıyorum. Bu ne başlayabildik doğru dürüst ne de bitirebildik haller beni bu kadar mı etkiledi yahu? N’oluyo kızım kendine gel 2 dakka. Bi'silkelen bi'dur bi'sakinleş, düşünme artık, bırak, bitti geçti. Oldu da bitti maşallah. Olamadı gitti yaaallah. Bunca hesap kitap neden hala?
Yok verecek bir cevabım. Saflığımdan, iyi niyetimden, salaklığımdan belki de.


İnsan Perşembe akşamı için futbol manyaaa kocaman bir grupla Rusya-İspanya maçını dev ekranda izlemek dururken, eve gidip pineklemeyi seçerse böyle oluyor aslında. Akşam yemeğinde esen soğuk rüzgârlardan kaçıp, odasına saklanıyor. Biraz kitap karıştırıyor. Aklına bir başka kitap geliyor, kitaplığı karıştırırken kardeşinin maliyet muhasebesi notlarını buluyor.…

Aşk değil, sevgi değil başka bi’şey bu ama ne, neden atamıyorum aklımdan bir türlü?

—Alternatif maliyeti çok büyük oldu bu ilişkinin, o yüzden sindiremiyorsun hala.

—Fırsat maliyeti neydi alternatif maliyet neydi? Bence fırsat maliyeti daha büyük oldu.

—Aynı şey onlar be, sen diplomayı bakkaldan da almadın halbuki, topla şu kafanı artık kızım.

—Evet, bence de. Ben mesela bu adamla tanıştığımda spora başlamış olsaydım ve onunla geçirdiğim saatleri spor yaparak geçirseydim şu anda Madonna gibi bir vücudum olabilirdi.

— Tabi tabi hatta tenise devam etseydin Sharapova olmuştun bugüne kadar.

—Ya da şan dersi alsaydım şu anda Ajda Pekkan gibi şarkı söylüyor olabilirdim.

—Ya ya diğ mi? Bu örnek verdiklerimizin neden hepsi sarışın oldu kuzum?

—HaHaHa, var ya sarışın bi’hatunla beraberse çok gülerim ha!

—Oooo level atlamışız hayırdır. Sana ne? Kiminleyse kiminle bunların hesaplarını mı yapıyorsun?

—Off hayır yapmıyorum. Keşke onu tanıdığımda yapmakta olduğum şeyden vazgeçmeseydim. Ona bu kadar bağlanmazdım o zaman.

—Sen onun yüzünden vazgeçmedin o "şey"den bu biiir.
İkincisi o şey gerçekleşseydi hayatın boyunca mutlu olamayacaktın zaten.

—E hala mutlu değilim ki. En azından o zaman başarılı ama mutsuz olurdum.

—Şu anki mutsuzluğun tamamen amaçsızlığından şekerim. Sapla çöpü karıştırma birbirine.

—Off bilmiyorum. O gayet iyi bir bahaneydi vazgeçişim için.

—Ama bu herhangi bir ilişkiyi başlatmak için iyi bir bahane değil şekerim. Anlas artık bunu. Bırak dağınık kalsın böyle. Bak şurada ne güzel demişsin “olmuyorsa olmaz yani. ‘Hayatta her şeyin bir sebebi var’cılar”dansın sen.

—Öyleyim di mi?

—Öylesin, üstelik eşsiz bir kar tanesisin. O yüzden bozuyor bu sıcaklar seni, kalk bi’duş al serin serin…


Bu kadar düşünce bünyeye zarar tabi. Duşun ardından serin serin uyku iyi geliyor. Sabah her zamanki saatinde kalkıyor, daha yataktan çıkmadan aklından geçiriyor; “Bu gün önemli bi’şey mi vardı sanki bi’şey mi unuttum ben” kalkıp banyoya gidiyor. Türk’ün aklı ya kaçarken ya yüzünü yıkarken hesabı, tilink bir ampul yanıyor başının üstünde.

“Bu sabah toplantı vardı!!!”

Saate bakıyor, başlayalı yarım saat olmuş… Işınlanmayı hala icat edememiş bilim insanlarına bir küfür savuruyor. Sonra utanıp geri alıyor küfrünü, kendine çeviriyor. Bir insan işe erken gideceğini nasıl unutabilir. Bir insan sabah ilk iş toplantıya gireceğini nasıl unutabilir. Üstelik daha 1 gün önce yöneticisi kendisine “şu yeni projeyle ilgili önerini bu toplantıda mutlaka dile getirmelisin. İ. Bey senin fikrin hayata geçerse başında olacak en üst düzey yönetici. Ben değerlendirmeye aldığımız önerilerden bahsederken topu sana atarım, sen detaylı olarak açıklarsın önerini” diye süper ötesi bir teklif yapmışken.


Geçiş hedeflerimle ilgili böyle müthiş bir fırsatı yakalamışken, o toplantı için işe 2 saat erken gideceğimi nasıl unutabildim hayretler içerisindeyim. Utancımdan nereye gireceğimi bilemedim şirkette. Bir de normal mesai saatimiz geldi üstünden 1 saat geçti hala kimse yok ortalıkta. Uzadı da uzadı, bir türlü çıkamadılar, stresim iyice tavan yaptı. Gerçi ilginç bir şekilde benim fikrimle ilgili konu hiç açılmamış. Şu anda lansmanı yapılmak üzere olan projeyi didiklemişler 3 saat boyunca. Ama çıkan herkes çok verimli geçtiğini söyledi, konuşulanları duyunca bir kat daha arttı kaçırdığım için duyduğum pişmanlık.


Sonra bizim big sister esti gürledi tabi. İşin kötüsü toplantıyı tek kaçıran ben değildim ve toplantı sırasında da ciddi gerginlik yaşandığı için kendisi hırsını biz gelmeyenlerden aldı. “Hepinizden yazılı savunma istiyorum, geçerli bir mazereti olmayanlara yazılı uyarı vereceğim” diye gürledi ve terk etti binayı. Artık kendisinin muhteşem bir hafta sonu geçirmesi için dua etmekten başka çarem yok. Belki keyifli bir hafta sonunun ardından, Cuma gününü unutmuş olur ve pazartesi sabahı bizi biraz kalaylayıp, işimizin başına yollar. Yoksa bu ilişkinin maliyeti, alternatif maliyeti, marjinal maliyeti, sabit maliyeti ve daha başka neyi varsa hepsi işte çok büyük olacak, ÇOK Hatta uzun dönem artan maliyet kavramına en iyi örnek ben olacağım bu gidişle...




dibine not:
—kızım ben Maria’yı bu yıl avusturalya açık’ta şampiyon oldu diye örnek vermiştim, başarılı kadın manasında yani, o fotoğraf ne öyle be?
—ben kolundaki saati merak ettim, ne marka acaba? Süper görünüyor.

Read more...

Cuma, Haziran 13, 2008

şizofRenimsi mavi

Bir film vardı. Bi’çocuk elinde sorularına evet ya da hayır diye yanıtlar veren bir topla yolculuğa çıkıyordu. Route 69 mu ne adı, tamamen uyduruyor da olabilirim.

Yolculuk sırasında acayip tiplerle karşılıyordu, bir yandan hayatın anlamını arıyor bir yandan da hayatının aşkına ulaşmaya çalışıyordu falan. Bir otostopçu kadın aldı arabasına. Kadın önüne gelen herkesle yatıyor ve bunları da tek tek yazıyor defterine. Güya o da yeryüzündeki en iyi seksi arıyor. Bizim esas oğlanı da epey bi’baştan çıkarmaya çalıştı. Çocuk tam tongaya düşecekken uyandı. “hayır, seninle seks yapmayacağım o listedeki binüçyüz bilmem kaçıncı adam olmayacağım. Ben tek adam olacağım. Seninle yatmayan tek ve listenin başındaki kişi olacağım sen de ömrünün sonuna kadar benim nasıl seks yaptığımı, yeryüzündeki en iyi sevişen adamın ben olup olmadığını merak edeceksin” dedi ve kadını arabadan indirdi.

Benim esas oğlanda böyle bir şeyin peşindeymiş anlaşılan. “hiçlik belki daha çok şeydir hayat denen şu karmaşada” dedi ve beni msn listesinde engelledi. (silmiştir belki de bilemiyorum) (silmiş evet öğrenmek pek zor olmadı) Engellemeden önce telefonumu sildiğini de araya uygun bir üslupla sıkıştırdı. Ben pek anlamadım n’olduğunu. Daha dün gece “seni özledim”, 1 ay önce “seni seviyorum başka da diyece bi’şeyim yok” diyordu halbusi.

Anlamadım n’olduğunu ama üzüldüm doğrusu. Ağlar gibi yaptım. Böyle 1-2 damla süzüldü falan. Tam sevindim, günlerden sonra nihayet ağlayacağım sandım. Arka pencereden Y.cim saçma sapan bi’şeyler söyledi güldürdü beni. O arada crick online oldu, selam verdi lafa tuttu sağolsun, ben Ipod’u şarja taktım, fotoğraflarını sildim, yeni şarkılar yükledim falan derken… Lan, hani ben oturup ağlayacaktım. Adam bana bal gibi ‘sen beni elde edemedin, şimdi hayatının sonuna kadar otur beni düşün’ deyip gitti. Hiç böyle reddedilmemiştim doğrusu. Hatta galiba ben hayatımda hiç reddedilmemişim. Ağlamak için daha iyi bir sebep olamazdı. Babamın son despotluğunda bile iyi bir sebepti bu. (yok hayır düşündüm de o daha iyi bir sebep aslında ama onun için ağlamaktan başka şeyler yapabilirim, bu konu için ağlamaktan başka yapabileceğim hiç bi’şey yok) Ve fakat ben buna rağmen şöyle anıra anıra ağlayabilmiş değilim. Ice-tea kalmamış dolapta acaba soda var mıdır onu düşünüyorum. Gündüz işyerinde yediğim barbunya gaz mı yaptı mı ne böyle bir şişkinlik midemde, fena.

Hayır, ben kendimi biraz biliyorsam bu hiç hayra alamet değil. Hiç değil hem de. Bunun bi’yerden çıkması lazım yani. Yoksa yarın sabah mesela serviste katılıp kalırsam hiç şaşırmam doğrusu. Yaa off, gene hafta sonu geldi bak. Millet hafta sonu boşta kalsın diye bakar. Ben cumartesi evde olduğum haftalara lanet okuyorum nerdeyse. “hafta sonlarını sevmiyorum çünkü içini dolduramıyorum” demiştim diğ mi?

Diğ mi? Diğ mi?

Çok pis takıldı bu laf ağzıma. Her soru cümlesinin sonuna "diğ mi? diğ mi?" diye ekliyorum. Bu sabah servis beklerken hangi minibüslerin istediği istikamete gittiğini soran yakışlıklıya bile aynı şeyi yaptım. “servise beklemek için pek uygun bi’yer değil sanırım” “diğ mi, diğ mi?” gülüşmeler falan. N’oluyoruz kızım dedim kendime, ne bu kırıtmalar falan. Ağır ol azıcık sen bugüne bugüne mail attın müstakbel sevgiline. Akşam arayacak seni her şeyi sil baştan alacaksınız. Hah! Asıl konumuz da oydu zaten diğ mi? Benim oturup ağlamam lazım acilen. Ciddiyim bak. Reddedildim ulan?! HaHa. Şaka gibi ya. Telefonuma da silmiş üstelik.

—Kızım gülmesene kendi kendine be. Git yat bari. Kulaklığı takmadan önce şarkıları da karıştır. Kesin ağlatacak bi’şey çıkar.

—Hiç yatasım yok valla. Daha oje sürmem lazım zaten.

—E oje sürecektin madem niye bilgisayar başına geçmeden sürmedin şapşal, şimdiye kururdu, yatağa girince yorgan izi oluyor sonra.

—Ha evet oje diğ mi? Bordonun üstünde böyle çizik çizik yorgan deseni çıkıyor falan. Derdim de oydu zaten ojenin üstündeki “yorgan izi”.

—Otur ağla o zaman. Allah Allah!

—Haaaa hakkaten Allah ya. İyi hatırlattın bak onu. Bu gece Perşembe. Söyliyim de dedeciğime iyi baksın oralarda. Hava’ya bir selam yolasın benden. Filiz teyze’nin de ölüm yıldönümüydü sanki bu günler. İnsanlar ölüyo lan. Çok fena.

—Hah şöyle. Akıt o yaşları biraz, anırma ama sessiz sessiz ağla. Hayatın geçip gidiyor. Düşün de ağla.

Read more...

Pazar, Mart 16, 2008

şizofRenimsi pembe

Biz pek yapmazdık. Daha doğrusu ben yapmazdım. Annem iyi çocuk olayım diye çok tembihledi beni çünkü. Zaten yapsak bile sitenin içinde pek bir heyecanı olmazdı. Kapıcılardan ya da ön balkonlarda oturup bütün gün bizi izleyen emekli amcalardan kaçamazdık. Anneannemlere gidince acayip fırsatımız olurdu aslında ama oradada kafa dengi arkadaş yoktu zillere basıp basıp kaçınca köşeye saklanıp kıkırdayacak. Sonra büyüdük tabi kirlendi dünya. Şu gecekondu bozması diafonu bile olmayan dağ başı apartmanımsıya taşınınca çok yapmayı başladı sümüklü veletler. Yazları hemen her gün zillere basıp basıp kaçmalar. Ben de safım ya, her seferinde mutfak camına çıkıp “kim oooooooo?” diye sesleniyorum.

Hayır yani çalan her kapıya niye koşa koşa bakıyorsam? Bırak çalsın işte. Gerçekten içeri girebilecek olanların anahtarı var nasılsa. 1 kez 2 kez çalar, açan olmazsa çıkarır anahtarlarını girerler. Gerçekten içeri gelmek isteyen ve fakat anahtarı olmayanlarsa bi’kaç kez çalarlar elbet. Israrla çalıyorsa zil kalkar bakarım ben de. Ama seninle “gerçekten” ilgisi olmayan kendine biraz eğlence arayan her velet için ne diye koşarsın ki kapıya? Hem herkesin zır zır otomatiğe basmasından belli zaten senden önce kandırmışlar birilerini daha. Gelmesene oltaya sen. Tek dertleri seni de bu küçük, saçma, gereksiz oyuna dahil etmek. Birazcık eğlenmek seninle... Hadi bütün salaklığınla kalktın kapıya kadar gittin her seferinde, açtığında karşına çıkan büyük boşluk yeterince açık bir cevap değil mi, ne diye “kimdir o?” diyerek yeni bir soru üretiyorsun? Yeni bir cevapsız soru ekliyorsun arşivine. “Hah, canı oyun isteyen bir yaramazmış işte” deyip gülüp geçememen neden?

Bırak işte. Hiç bozma sen istifini. Seninle kapı arasında ki uzun koridoru aşmak için çabalama hiç. Gerçekten gelmek isteyen, içeri girmek isteyen ısrarla çalar zili, tokmağı toklatır tok tok. Terliğin içine not bırakır, “geldim, yoktun yine gelicem” der. Gerçekten oynamak isterse seninle, yukarı kadar çıkmasa bile kısa kısa, sık sık basar zile. Camda görünmesen bile adının sesli harflerini uzata uzata bağırır var gücüyle. O zaman bırakırsın işini gücünü, koşa koşa açarsın kapıyı, çıkarsın cama, “buradayım geliyorum hemen” dersin. Bir soru daha üreteceğine, yanıtı olursun meraklı bir soru işaretinin. Alırsın topunu gidersin.

Peh!

Nerede ben de o basiret. Ben hep koştura koştura gidiyorum zillerimi çalıp kaçanların ardından. Her seferinde cama çıkıp tüm umudumla soruyorum “kim o?” diye. Saklandığı köşeden ses versin “benim ben, zillere basıp kaçan yaramaz” desin diye bekliyorum. “gelsene içeri yeni kurabiye yaptım, istersen meyve suyu da var” diyeceğim ben de. Hatta belki sonra birlikte çıkar, yerden yüksek bile oynarız. Belki annem kızar bana “tanımadığın insanlara niye açıyorsun kapılarını” der. Olsun belki biz çok eğleniriz birlikte...

Aha aha basiret diyordum di mi ben? Açmayacaktım kapıyı güya, hah!

—Kızım senden adam olmaz boşa tüketiyorsun nefesini.
—Ya sen gene mi çıktın ortaya, sussana.
—Bunca zaman sustum da n’oldu, geldiğimiz yere bak.
—Neresiymiş geldiğim yer?
—Ha ha o da var tabi. Bi’yere varabildiğin yok. Bir geliyor, bir gidiyorsun. Bir varsın bir yoksun.
—Kes tamam. Seni dinlemek istemiyorum. Kurabiyeler soğumuştur, git üzerlerine pudra şekeri serp. Ben S.yi arayacağım, işten kovulduysa gelsin artık İstanbul’a çok özledim.
—Ben aynı anda hem kurabiyeleri servise hazırlayıp, hem telefonda konuşabiliyorum kuzum. Sen koş çalan kapıya bak!

Read more...

Çarşamba, Şubat 13, 2008

şizofRen mavi


Sözcükleri kurcaladıkça, cümlelerle oynadıkça dağılmıştı kafandaki bulutlar ne güzel. Ne diye atlıyorsun gelen her maile. “Kızım yarın sevgiler günü aç facebook’u da kutlaşalım” diyene ne bakıyorsun sen? Hadi onun muzırlık yaptığı her halinden belliydi, ne geziyorsun öyle her fotoğrafını değiştirenin profilinde?

Hadi bazı fotoğraflar gördün diyelim, bazı fotoğrafları da göremediğini gördün, bazıları ile ilgili yorumlar yapıldığını gördün. Gördün işte bi’şeyler. SA-NA-NE?
Sana ne kızım el âlemin hayatından? İstemeyen göstermez fotoğraflarını tabi, babanın oğlu değil ya! Kaldı ki sen babanın oğlunun feysbuk profilini bile görebilmiş değilsin, elin adamıyla işin ne? Var mı bi’açıklaman? Yok! Kır kıçını otur o zaman. Sana söylenen her şeye inanma artık.

Hem sonra “rahatlıyorum” deyip ne var ne yoksa şu anda yaptığın gibi el âleme anlatmaktan da vazgeçmelisin yavaş yavaş. Çünkü... Çünküsünü biliyorsun işte.

Sınırlar ve duvarlar her yerde. Ve de olmak zorunda! Sen istediğin kadar iyimser ol, hiç kimse giremeyecek çemberinden içeri. Girdikleri anda teslim olduğunu düşünecekler. Senin tek istediğin şeyin koşulsuzca teslim olmak olduğunu anlamayacak hiç birisi. Bu yüzden tüm gücünle korumalısın kalelerini. Kapılarını açtığın an yağmalayacaklar kentini, kendini...

Sen aylar be aylar öncesinden demedin mi tüm bunları: dedin.
Sıkılmadın mı kendini tekrar etmekten: sıkıldın.

Eh geçmiş olsun madem, nur topu gibi bir adet düzensizliği ve bi’dünya tahlil sonucu bekleme süreciyle baş başa bırakıyorum seni. İçin için kanıyorsun hala, bedenini bile isyan ettirdin sonunda helal olsun.

Bari bundan sonra gerçekçi ol biraz!
Aşk masallarda sadece, yeryüzünde arama boşa.

Read more...

Pazar, Ocak 27, 2008

şizofRen mavi

Bütün gün elinde telefonla bekleyince telefon çalmıyor. Hiçbir zaman çalmadı, bundan sonra da çalmayacak. Sen ne zaman ki unutacaksın o telefonu ancak o zaman çalacak. Bunu yıllar önce algılamış ve de aylar önce kelimelere dökmüş bir bünye olarak hala böyle davranmanı tamamen pms ye bağlıyorum. Asabiyet, alınganlık neyse de aynı zamanda salaklık yaşatan tek pms’de seninki herhalde yeryüzünde.

Hayır aramayacaksın, üstelik adın kadar iyi biliyorsun aramayacağını, derdin ne o zaman? Niye yine kendi kendine bu gel-gitler. Minik yeşil tuşa basıp basıp kapamalar. Sen arasan “kalk hadi ada’ya gidelim, fotoğraf çekelim, sana bisiklet ısmarlarım bisiklete bineriz biraz” desen ne diyecek? Patlamış balonları şişiremezsin kuzum, hep bir yerlerden hava kaçırır o...

—Ama...

Biliyorum, çok yaklaşmıştın. Böyle hissedebileceğini hiç ummuyordun, tazelendin, ümitlendin, umutlandın. Ama bak yükleme “geçmiş zamanın” hatta “geçmiş zamanın hikâyesi”. Bırak lütfen! Olacağı varsa olur, olacaktır zaten. Yeter ki sen kurma, kurgulama ve hatta çabalama. Bırak duymak istediğinde arasın seni, birlikte vakit geçirmek için ayarlasın saatini. Sen daha bir saat bile beğenip alamadın koluna. Bir saatin bile yokken nasıl kuracaksın zamanı?

Yeniden yaralanacak kadar iyileştin mi sanıyorsun. Biraz daha sakın kendini. Bırak nazlı, kaprisli bilsin. Bırak tanımaya, anlamaya çalışsın, çabalasın biraz.

Hem nedir bu baygın hallerin. Yettin artık. Kendine gel! Tamam, kuyruğu dik tutmak zor. Bunu da yazmak lazım uzun uzun haklısın. Yoruluyorsun. Daha çok yorulacaksın. Ama sen 2 yıl önce de böyleydin. Sana “sen seçtin kızım, kendin kaşındın” diyenlere neler diyordun hatırlasana. Onlar koca dönemde 4 dersi veremezken sen bir günde 5 sınavı geçiyordun. Ne değişti? Yine sen seçtin. Yine zoru seçtin. Bu kez hem zoru hem en dibi seçtin. Süslü bahçelerin gülü olabilecekken yol kenarındaki çalı oldun. Ne dedin kendine? En gür en yeşil çalı olacağım demedin mi?

Niye şimdi bu ilk sıkıştığında istifa mektubu yazmalar. Bu sefer yağma yok. Kredi mi alırsın, tefeciye mi borçlanırsın ne bahane bulursun kendine bilmem. Bu iş bırakılmayacak.

—Ama...

—Hayır, yat uyu artık, yarın dünya kadar işin var.

—Ama saat daha erken.

—İyi biraz kitap oku madem, kapat şu bilgisayarı.

—Ama müzik! mp3 çalarım da kayboldu zaten.

—Seni "ama" demekten men ediyorum! Git n'apcaksan yap şimdi...

Read more...

Pazartesi, Ocak 07, 2008

şizofRen mavi

—unutmadım, unutamam
—hayıflanmak yok.

— ama benim ciğerim yanar
—eskileri kurcalamak yok.

—ten oylanır, can kanar.
—kıyas yok.

— “tutunacak dallarım yok” diyor sürekli
—ara(n)mak yok.

—tek bedende kaç kişiyiz?
—hesap kitap yok.

—kime kızayım, nazım senden başka kime geçer?
—nazlanacak kimse yok, nazlanmak yok
—elini tutmasına ihtiyacın yok!
—desteğe ihtiyacın yok!
—senden daha değerli hiçbir şey, hiç kimse yok!

Read more...

Perşembe, Eylül 20, 2007

şizofRen mavi

—Sen şimdi valizini toplasan, eline tek gidiş biletini alsan, hatta o bilet vizesiz pasaportsuz hiçbir işe yaramayacak bir bilet olsa, pasaportunu da alsan, tanıdıkları, arkadaşları, aileyi hayatındakileri işte her kimse bir araya toplasan, hepsinin karşısına geçip “ben gidiyorum ahali, hoşça kalın” desen, 1 kişi bile çıkıp “gitme” demeyecek farkında mısın?
—Hayır!
—Ama gerçek bu, sana “gitme” diyecek bir kişi bile yok hayatında şu anda. “gitmesen olmaz mı” diyecek birini bul, sonsuza dek susacağım ben.
—Annem var bi’kere!
—O mutfağın yolunu tutup “ben sana yolluk hazırlayayım bari kaç saat sürüyor yol?” der çıkar kameranın kadrajından.
—Anneannem var, kardeşim var?
—Güldürme beni E. mi sana gitme diyecek, “Havaş kaçta kalkıyor?” der o, arabayla bile bırakmaz seni. Anneanne en iyi ihtimalle “orada oruç tutabilecek misin bari iftar-sahur nasıl olacak bak zor gelirse tutma istersen hiç” der gitme demeye dili varmaz.
—Tamam, biraz çemberi genişletelim J. var mesela ah, ama o daha geçen gün dedi “kızım bas git ne bekliyorsun” diye, eee Ö. var?
"Geç bile kaldın 2 yıldır neredeydi kızım aklın, benim yapabileceğim bi’şey var mı sen onu söyle”
—S.cim var?
—Hımm. Sahi o gitme der mi acaba? .... Düşündüm de demez şekerim. “başarmadan gelme” ya da “âşık olmadan gelme” der ama “gitme” demez.
—Y? Y. Bırakmaz beni, “seni özlerim ben, gitmesen olmaz mı” der?
—Sor bakalım akşama öyle mi diyor, “yer ayarla orada bana, tezkereyi alır almaz yanında olacağım ben de” mi diyor?
—Of çemberler genişledikçe şansım azalıyor galiba. Merkeze doğru dönelim madem, teyzoş var, aaa boş ver teyzoş’u, minik kuşum var, benim masal kuşum, evine dönerken bile "gitme" diye pazarlık yapıyor bebeğim, o duyarsa der işte!!!!
—Hımım... teyzoş gitme demeyeceğine göre, onu da ikna eder, “gelirken sana yeni bir kitapla birlikte yeni boyalar getirecekmiş, kimsede olmayanlarından hem de” dedi mi, o da “gitme” demez sana. Belki en çok özleyen o olur ama ifade edemez özlemini de...
—Beni buraya bağlayacak, bunca zamandır bağlayan, harekete geçmemi engelleyen güçlü bir bağım yok mu yani benim!? Beni yolumdan döndüremeyeceğini bilse bile “gitme, ben seni özlerim o zaman” diyecek biri?
—Yok şekerim. 1 kişi bile yok. Seni kimse özlemez demiyorum ki, dökme incilerini hemen. Bu saydıklarının hepsi özlerler elbette hatta daha da fazlası ama kimse “gitme” demez, demeyecek. Kalk artık!
—Babam! Babacım ne yapacak bensiz?
—Ne yapar bilemiyorum, bakar elbet başının çaresine de gitme der mi sana, sen cevap versene.
—Ben her şeyi ayarlayıp, olay budur, işte eylem planı dedikten sonra DEMEZ! Diyemez bile değil, de-mez! “Git ve ne yapılması gerekiyorsa yap” der. Öğüt verir, kaygılanır, uykusu kaçar belki ama demez!
—Peki, sen ne halt etmeye çırpınıyorsun bu sığ sularda öyleyse?
—Sus artık sen, konuşma!
—Sen ne halt etmeye çırpınıyorsun bu sığ sularda dedim?
—Sus dedim!
—Peki.
—Bi’dakka susma, sen biliyor musun cevabı?
—Evet!
—Ben neden bilmiyorum peki?
—Görmek istemiyorsun, yüzleşmek istemiyorsun.
—Sus dedim sana, hala ne konuşuyorsun?!?!!!

Read more...

Pazartesi, Temmuz 16, 2007

şizofRen mavi

Hey, baksana!

Şişşt sana söylüyorum, evet evet sen, deliyim diye geçinen. Aç müziğin sesini sonuna kadar, en az on kere söyle bu şarkıyı bağıra bağıra!

Klibini izle istersen, bak İstiklal bir zamanlar arnavut kaldırımlıymış gördün mü, hatırlıyor musun o günleri, orada çamlar bile vardı bir zamanlar, şimdi hepsi bardak oldu.

Yaa öyle işte, "doğrular sarar tatsızca dört yanını bir anda"


dibine not: yoktur kimseye sözüm, kendi kendimle derdim...

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP