yıldızlı mavi
Gökyüzünde binlerce yıldızın olduğu şehirlerden geldim. Elimi uzatıp topladım onlarcasını, doldurdum ceplerime.
Giderken Aydın otogarındaki tostçuda doyurdum karnımı, ‘kelepir’ kitapevinden son bir kitap aldım. En yakın arkadaşımla güzel bir yemek yedim. Güzel bir şarap açtırdım, güzeldi çok, bir tane daha açtırdım. Saatim yoktu kolumda. Hiç görmedim akreple yelkovanın yarışını. Garson “bir tane daha?” dedi. S. “vaktimiz kalmadı, son otobüsü kaçırmayalım” dedi. “Peki o zaman bir dahaki sefere diyelim”. Öyle bir bakıştık ki S.cimle bir dahaki seferin belirsizliğini anlamak hiçte zor olmadı garson için. “Bugünün hatırına kahveleriniz benim ikramımdır.” dediğinde ağlamak üzereydik. “İyi ki varsın, seni seviyorum” du gözyaşlarını donduran. Gülümsedik huzurla. Zamanın yavaş aktığı bir şehirde hiç koşturmadan yetiştik son otobüse.
Y.yle konuştum yolda, kızdı habersiz gittiğim için. Haklıydı. Benden çok onun emeği vardı o diplomalarda.
Bir Güllük sabahıydı uyandığım. Beyaz çarşaflar içinde sıcak, yapış, terli ve huzurlu bir güneşti gözlerimi açtıran. Derin derin çektim içime sükunetin kokusunu. Avuçlarıma doldurup koydum ceplerime.
Boş bir evde, Bin Jip’i izledim sabah sabah. Tatil planlarının arasında film izlemek yoktu, kitapların arasında Aşk ve Gurur’un olmadığı gibi. Ama gelip buluyordu seni duyman gereken cümleler.
Küçük kasabanın daha sezonu açmamış barında son kadehler doldurulurken Fairytale çalıyordu. Peri masallarına inanmayı unutalı kaç zaman olmuştu? Masallarda ki prenslerin prensesten küçük olma ihtimali yok muydu sanki? Öpüşmek unutulan bi’şey miydi, bisiklete binmekgillerden miydi? Evet, evet iyi sevişebilmek için sık sık pratik yapmak gerekiyordu ama bunun için sevgili sahibi olmak şart koşul değildi! Her kafadan başka ses çıkıyordu ve buna içilirdi.
En son üçü bir arada kadeh kaldırdıklarında “aşk bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye” demişlerdi. Hayat, pek garipti. Yelkenliler filan süzülüyordu uçsuz mavide, kelebekler beyaz elbiselerin eteğinde ölüveriyordu bir günü bitince ve ince kadehlerden duyulan şerefe çınlamalarının çook yıl hatırı vardı.

Gelişimi neşeyle karşılayan “hoş geldin”e, giderken hayatındaki en zor sorulardan birini soracağımı bilmiyordum henüz. Karşılıklı esnerken sabaha öteledik sohbetlerin en tatlısını. 1 yaşına henüz girmiş bir meleğin kahkahalarıyla uyandım. “hayatım oğlana bakarsam hellim yanacak yok ‘peyniri illa kıvamında isterim’ diyorsan, Efe’yi tut yoksa çocuk alnını masaya vuracak” bağırışlarıyla hazırlanan bir kahvaltıydı ruhumu doyuran. Ve fakat baba ile oğul haftasonu gezmesine çıkınca anlaşıldı ki, hiçbir evlilik mükemmel değildi, hiçbir insanın mükemmel olmadığı gibi.
Ö ve M. el ele küçük Efe’nin pastasını keserken fotoğraf çekmeyi bıraktım bir an.

Bir cumartesi gecesi İstanbul’unda aklıma geldi ceplerimin yıldızlarla dolu olduğu, aldım birkaç tanesini serpiştirdim gökyüzüne. Bir tanesi kayıverdi avuçlarımın arasından, “gidebilmek” dedim içimden sessizce... “Kendime gidebilmek.”