yolculuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yolculuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Haziran 28, 2009

yıldızlı mavi


Gökyüzünde binlerce yıldızın olduğu şehirlerden geldim. Elimi uzatıp topladım onlarcasını, doldurdum ceplerime.

Giderken Aydın otogarındaki tostçuda doyurdum karnımı, ‘kelepir’ kitapevinden son bir kitap aldım. En yakın arkadaşımla güzel bir yemek yedim. Güzel bir şarap açtırdım, güzeldi çok, bir tane daha açtırdım. Saatim yoktu kolumda. Hiç görmedim akreple yelkovanın yarışını. Garson “bir tane daha?” dedi. S. “vaktimiz kalmadı, son otobüsü kaçırmayalım” dedi. “Peki o zaman bir dahaki sefere diyelim”. Öyle bir bakıştık ki S.cimle bir dahaki seferin belirsizliğini anlamak hiçte zor olmadı garson için. “Bugünün hatırına kahveleriniz benim ikramımdır.” dediğinde ağlamak üzereydik. “İyi ki varsın, seni seviyorum” du gözyaşlarını donduran. Gülümsedik huzurla. Zamanın yavaş aktığı bir şehirde hiç koşturmadan yetiştik son otobüse.

Y.yle konuştum yolda, kızdı habersiz gittiğim için. Haklıydı. Benden çok onun emeği vardı o diplomalarda. S. de haklıydı, M yerine Y’yi seçmiş olsaydım hayatım bambaşka olurdu. Y, S’ye selam söyledi, “istanbul’a geleceğim seni görmeye, çok özledim, dönünce haber ver” dedi kapatırken. Kapatınca “Neden olmasın?” dedi S. “Ben bile kendimden 5 yaş küçük biriyle birlikteysem, siz neden denemeyesiniz Y’yle?” S. 87’li bir çocukla birlikteydi. Evet kova erkeği olması bir sürü açığını kapatıyordu ama çocuktu sonuçta. “hadi lan 22 yaşında kazık kadar adam işte” derkenki kahkahası, bir zamanlar patlattığımız “30una gelmiş kızım bu adam, kart artık” kahkahalarımızı hatırlattı önce. Sonra kısa bir sessizlik. Sahi biz niye bu kadar uzun zamandır yalnızdık? İnsan neden en azından bir şans vermezdi bunca yıldır yanında olan, herkesin mumla aradığı, adam gibi bir adama? Aşktan başka ne “evet” dedirtebilirdi 5 yaş farka? Akreple yelkovandan kaçsa da insan sorulardan kaçamıyordu bir türlü, kendinden kaçamadığı gibi.

Bir Güllük sabahıydı uyandığım. Beyaz çarşaflar içinde sıcak, yapış, terli ve huzurlu bir güneşti gözlerimi açtıran. Derin derin çektim içime sükunetin kokusunu. Avuçlarıma doldurup koydum ceplerime.

Boş bir evde, Bin Jip’i izledim sabah sabah. Tatil planlarının arasında film izlemek yoktu, kitapların arasında Aşk ve Gurur’un olmadığı gibi. Ama gelip buluyordu seni duyman gereken cümleler.

Küçük kasabanın daha sezonu açmamış barında son kadehler doldurulurken Fairytale çalıyordu. Peri masallarına inanmayı unutalı kaç zaman olmuştu? Masallarda ki prenslerin prensesten küçük olma ihtimali yok muydu sanki? Öpüşmek unutulan bi’şey miydi, bisiklete binmekgillerden miydi? Evet, evet iyi sevişebilmek için sık sık pratik yapmak gerekiyordu ama bunun için sevgili sahibi olmak şart koşul değildi! Her kafadan başka ses çıkıyordu ve buna içilirdi.
En son üçü bir arada kadeh kaldırdıklarında “aşk bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye” demişlerdi. Hayat, pek garipti. Yelkenliler filan süzülüyordu uçsuz mavide, kelebekler beyaz elbiselerin eteğinde ölüveriyordu bir günü bitince ve ince kadehlerden duyulan şerefe çınlamalarının çook yıl hatırı vardı.

Beni Ankara’ya götürmese de Ankara’ya giden bir otobüsün 13 numaralı koltuğundaydım uyuduğumda. Yolculuğun tozlu keyifi vardı havada. Yanlışlıkla çekilen bir fotoğrafa hapsettim o havayı, koydum cebime.

Gelişimi neşeyle karşılayan “hoş geldin”e, giderken hayatındaki en zor sorulardan birini soracağımı bilmiyordum henüz. Karşılıklı esnerken sabaha öteledik sohbetlerin en tatlısını. 1 yaşına henüz girmiş bir meleğin kahkahalarıyla uyandım. “hayatım oğlana bakarsam hellim yanacak yok ‘peyniri illa kıvamında isterim’ diyorsan, Efe’yi tut yoksa çocuk alnını masaya vuracak” bağırışlarıyla hazırlanan bir kahvaltıydı ruhumu doyuran. Ve fakat baba ile oğul haftasonu gezmesine çıkınca anlaşıldı ki, hiçbir evlilik mükemmel değildi, hiçbir insanın mükemmel olmadığı gibi.

Ö ve M. el ele küçük Efe’nin pastasını keserken fotoğraf çekmeyi bıraktım bir an. Kimbilir kaçıncı mutlu karemizdi bu? 10 yıllık arkadaşlığımız boyunca doğum günlerinde, yıldönümlerinde, iddalaşmalarda ve mezuniyetlerde kaç pasta kesmiştik? Fark ettim ki 4 kişilik o mutlu karelerde Ö ve M hep birlikteydi, benimse neredeyse her karede yanımda başka biri vardı... Kalabalık dağılıp biz bize kaldığımızda, son bir kare daha fotoğraf çekildik. Yine 4 kişiydi karemiz. Ben, Ö., M. ve objektiflerden sıkılmış Efe...

Bir cumartesi gecesi İstanbul’unda aklıma geldi ceplerimin yıldızlarla dolu olduğu, aldım birkaç tanesini serpiştirdim gökyüzüne. Bir tanesi kayıverdi avuçlarımın arasından, “gidebilmek” dedim içimden sessizce... “Kendime gidebilmek.”

Read more...

Çarşamba, Haziran 17, 2009

yolcuduR mavi

Sevgili günnük,

kardeşimi mezun ettiğime, anamla babamı barıştırdığıma göre artık gidebilirim. "gidebilirim diğ mi?" değil bak, şimdiden kalktı soru işaretleri.

yarın sabah bambaşka bir şehirde, bir otobüs koltuğunun camından vuran güneşle uyanacağım yepeni bir sabaha. ve huzurlu bir 4 günüm olacak, farklı farklı şehirlerde başlayan.

artık gidebilirim. dönüşte en ışıltılı renkleri getireceğim sana güney sahillerinden, sözüm olsun.

Read more...

Cuma, Ekim 05, 2007

koyu moR

Leylekleri havada gördüm bu yıl ben, ondan olsa gerek duramıyorum, yeniden gidiyorum. Bu kez hesapsız, çok plansız her şey.

“Aa bi’dakka kızım, sen de gelsene bizimle”
“ben napcam gelip?”
“gelmeyip ne yapacaksın burada?”

Hakkaten ne yapacaksam bana mutsuzluktan başka hiçbir şey vermeyen bu şehirde. Ben “tamam” bile demeden onaylandı rezervasyonlar: Cuma THY 15.05 Sabiha Gökçen.

849 mil uzağa götürecek beni çelik kuş. Hayatımda hiç görmediğim bir şehre bırakıverecek. İnsanlarını, yemeklerini, adetlerini az çok bildiğim ama içinde nasıl yaşanır bilmediğim bir şehre...

Şehirle ya da gidişle hiçbir alıp veremediğim yok aslında. Şirin ve turistik tarafları olacağı söylenebilir hatta çok güzel kareler fotoğraflayabileceğimi bile varsayabiliriz. Üstelik “gitme” diyen birilerini aramıyorum arkamda. Kimin özleyeceği kimin bekleyeceği umurumda bile değil. Neye ağlıyorum peki dünden beri ben?

Oysa aşk dolu bir yazı yayınlayacaktım dün gece. Öyle hevesle yazmıştım, yazarken bile öyle mutlu olmuştum ki. Hani şu midenizde patates kızartılıyormuş gibi hissedersiniz ya gülüşünü görüşünce, hani yerde mi gökte mi olduğunuzu anlamazsınız yürürken, tozpembe oluverir her şey hani işte bunları yazmıştım. Bunları sadece hatırlamanın bile nasıl huzur verdiğini, aşkın bir anda nasıl da her şeyi değiştiriverdiğini yaşamıştım, yazmıştım. Sonra yine bir anda değişiverdi her şey işte. Bir anda vazgeçtim dünyadan.

Vazgeçtim evet, şimdi istiyorum ki uçağa havada bi’şeyler olsun kimselere zarar gelmesin ama ben ortadan kaybolayım mesela. LOST olayım. Tek kare lost izlemedim oysa. Ölmek istiyorum demeye varmıyor dilim, yaşamaktan vazgeçebileceğim fikri bile tüylerimi ürpertiyor. Ben gerçekten kaybolmak istiyorum ortadan, buharlaşıp uçmak istiyorum. Madem sahip olduğum imkânların hiç birini değerlendirmeyi başaramıyorum, madem mutsuz olmak için “geçerli” hiçbir sebebim yokken ben bir türlü mutlu olamıyorum bari hiçbir şeyin olmadığı bir adada tek başıma oturayım bütün gün. Niye tüketiyorum ki ülke kaynaklarını burada boşu boşuna.

Şimdi gidiyorum. Bayramdan sonra “dönecekmişiz.” Bilmiyorum. Diyorum ya ben buhar olup buluta karışmak istiyorum sadece. Aslında belki de içten içe orada kalmak istiyorum. Köklerimi bulmak onlara tutunmak istiyorum. Üzerinde kök salabileceğim topraklara basmak, dallarımı yapraklarımı besleyecek kaynaklardan beslenmek istiyorum.

Şimdi gidiyorum. Bu gidişle bir defter kapansın istiyorum. Eğer “içime” dönmeyi başarır, mutlu olmayı becerebilirsem yeni bir sayfa açarım hatta yeni bir deftere başlarım, bunu eski ayakkabı kutularından birine koyarım anıların yanına. O zaman şen şakrak bir delinin güncesini okursunuz belki.

Şimdi gidiyorum. Birilerine hakkım geçtiyse hepsini helal ediyorum.


Read more...

Pazartesi, Ekim 01, 2007

yeşilmişim

Zamansızlık hakikaten yoruyor.
Şimdi ne günlerden, bir cumanın ertesi? Yüzünde haftasonu huzuru yok kimsenin, değil demek. Demek ki birkaç günüm daha var burada, kaç gün oldu ki sahi? Pazar mıydı ilk yağmur düştüğünde. Cumalardan bir sabah mıydı, gecelerden bir Perşembe mi? Neydi sahi?
Neden kaçıyordum ben? Kimden kaçıyordum? Kime kaçıyordum ben?

Kime kaçıyordum?
Doğru soru bu mu? Bilmiyorum. Ama bu güzel bir soru, düşünmeye değer. Düşününce düşü veriyor benim düşlerim, tutamıyorum. Tutunamıyorum. Düşüyorum. Düşünce acıyor dizlerim, ağlıyorum. Kirli yaşlar düşüyor yanaklarımdan, izi kalıyor. Dizim acıyor. Acıyan bakışlara dayanamıyorum, koşuyorum. İçime doğru hızla kaçıyorum. Dizlerimi çekip karnıma, o en küçük çembere saklanıyorum.

**********************

Çok iyi bildiğim o çemberin içinde bu kez hiç bilmediğim bi’şey buldum. Halinden belli ki hep oradaymış aslında. Ben büyüdüm, değiştim, adam oldum sandıkça onu saklıyormuşum meğer. Şimdi çıktı karşıma. Ne yapmalıyım bilmiyorum. onunla kalabilir miyim bilmiyorum. Burada olmuyor mesela. Bu zamansız zamanlarda her an hatırlatıyor bana orada olduğunu. Şehirde yine unuturum, yine saklarım onu biliyorum ama saklamalı mıyım, bilmiyorum. Yazıp anlatsam, “aha işte her şeyin sorumlusu bu” diyerek şikayet etsem sana? Cidden tek sorumlu o biliyor musun? Gerçekten! Son 2 yılın, verilen yanlış kararların, vazgeçilen sözleşmelerin, zar zor unutulan adamların, umut veren mesajların, yazılamayan mektupların, izlenemeyen filmlerin, geri dönülen şehirlerin, gidilemeyen yolların... Her ne olduysa/olmadıysa işte. Ama yazmak için erken galiba, biraz daha baş etmeye çalışacağım önce. Yüzleşmeye gelmiştim madem, yüzleşeceğim.

Peki, ya baş edemezsem? En azından yarayı bulduk, teşhisi koyduk bu kez. Az kaldı galiba.
"At a theater near you coming soon!"

Read more...

Salı, Eylül 25, 2007

güz mavisi

Yalnızlığı unutmuşum. Daha doğrusu yalnız yaşamayı. Eve anahtarla girip, akşam kapıyı iki kere kontrol etmeyi, gece kulakları tavşan gibi dikip çıtırtıları dinlemeyi, yemeği tepsiyle televizyon karşısında dilediğim saatte yemeyi, havluyu evin istediğim köşesine fırlatmayı... Hafta sonundan kalan son tatilcileri de yolladım, artık nihayet yalnızım. Ben şahsen bizzat kendim ve diğerleriM baş başayız. Telefon yok, var da kim bilir nerede açık mı kapalı mı haberim yok, uydunun ayarlarını bozdum televizyon yok, bu yazı yayımlandıktan sonra kendi kendini imha edecek bir internet bağlantısı üzerinden bağlanıyorum şu an yani internet de yok. Kamera yok; zihnimde ki karelerden daha canlı olamaz hiçbir fotoğraf, saat yok; acıktığımda yemek saati, yorulduğumda uyku saati. Yetiştirilmesi gereken “şey”ler, yetişilmesi gereken “yer”ler, yapılması gereken açıklamalar yok. Ses yok. Ses var aslında gürültü yok. Dalgalar var sahile vuran, damlalar var kimisi gözlerimden süzülen, kimisi camları tıkırdatan, ayak sesleri var sokak aralarında “kim bu arkamdaki” diye huzursuzluk vermeyen, sadece yalnız olmadığını hissettiren adımlar. “Burada” olduğumu ya da “orada” olmadığımı kanıtlayacak hiçbir şey yok, birkaç nota, bir kalem, bir de defter.

Bu sefer kaçmaya gelmedim. Sizlerle bile defalarca konuştuk bunu; “giderken kendini de götürüyorsun yanında” anladım artık. Yüzleşeceğiz bakalım, ne var ne yoksa dökülecek ortaya, kozlarımızı paylaşacağız. Dönüşte büyük değişiklikler olmayacak hayatımda, beklentilerden vazgeçmek değil, bu kez galiba kabulleneceğim durumu tüm çıplaklığıyla. Belki yine planlarla dönerim belli olmaz benim işim.

Şimdi bir bisiklet ayarlayacağım önce, bacaklarım kopup iflas edinceye tek bir adım atacak halim kalmayıncaya dek süreceğim. Sonra yığılıp kalacağım olduğum yere. Belki sonsuza dek öylece kalırım orada. Bir fosil olurum. Belki biraz soluklanıp ufka doğru yüzmeye başlarım, nefessiz kalıncaya kadar kulaç atarım. Sonra suyun üstüne bırakıveririm kendimi belki de sonsuz maviye karışır bir damla olurum.

Olmaz mı dersin? Olsun şimdi gidiyorum işte, rüzgârın üstüne üstüne çekeceğim kürekleri, varsın çatlasın ellerim kurusun dudaklarım, tedavisi çilekli bir lipstick olduktan sonra ne fark eder? Kozmetik yok, makyaj yok, saçlarımı açarım rüzgâra karman çorman olur, günlerce taramasam ne gam! Sahi bu ara ne çok kurmuşum aynı cümleyi fark ettin mi? En az 5 tane var son yazdıklarımda. 6. cümleyi kurmadım ama bak kabulleniyorum artık...

Rüyamda korkarsam koynuna sokulabileceğim kimse yok şimdi yanımda. O yüzden dün gece korkmadım o saçma sapan rüyalardan. Güya çok uzaktan gelmiş yanıma, uzun zamandır görmediğim için o kadar mutlu oluyorum ki gelince, oturup konuşalım istiyorum, onun için sofra hazırlamışım. Telefonu çalıyor, “hayatım” diyor telefondakine, öyle üzülüyorum ki, gözlerime bakıp “sen boşa umutlanmışın” mealinde bi’şeyler söylüyor. Gözleri yeşil galiba ya da açık kahve, bal rengi belki de. Tanıyorum aslında O’nu. “Ne bekliyordun ki” deyip kızıyorum kendime. Sonra hamile bir kadın görüyorum, bembeyaz bir yatakta yatıyor, doktor geliyor, karnını enlemesine ikiye ayırıyor, her yer kana bulanıyor, bebek dışarı fırlıyor, kordonu yok, mosmor. Kadın uyanıyor, “dur diyorum sakın bakma, bebeğini verecekler şimdi sana”. Dinlemiyor beni doğruluyor, kendini kan içinde görünce bir çığlık atıyor. O çığlığa uyanıyorum ben de. Kocası neredeydi acaba diye ağlıyorum, sonra fark ediyorum ki kendime ağlıyorum, başkasına “hayatım” deyişine... Kalkıp güneşin doğuşunu izliyorum, yalnız, ıssız, sessiz.
Öyle soğuk esiyor ki rüzgâr, içim mi üşüyor aslında, dışım mı bilmiyorum...

Neyse, cevaplar bulmaya gelmedim buraya, önce bir kozlarımızı paylaşalım bakalım. Hangimizin ne derdi varmış anlayalım.

Sahi “özlemek” diye bir fiil, bir eylem, bir duygu vardı değil mi? Belki de özle(n)meye geldim buraya. Kimbilir?

Hâsılıkelâm, tadilat dolayısıyla kapalıyız efenim.

Read more...

Perşembe, Eylül 20, 2007

şizofRen mavi

—Sen şimdi valizini toplasan, eline tek gidiş biletini alsan, hatta o bilet vizesiz pasaportsuz hiçbir işe yaramayacak bir bilet olsa, pasaportunu da alsan, tanıdıkları, arkadaşları, aileyi hayatındakileri işte her kimse bir araya toplasan, hepsinin karşısına geçip “ben gidiyorum ahali, hoşça kalın” desen, 1 kişi bile çıkıp “gitme” demeyecek farkında mısın?
—Hayır!
—Ama gerçek bu, sana “gitme” diyecek bir kişi bile yok hayatında şu anda. “gitmesen olmaz mı” diyecek birini bul, sonsuza dek susacağım ben.
—Annem var bi’kere!
—O mutfağın yolunu tutup “ben sana yolluk hazırlayayım bari kaç saat sürüyor yol?” der çıkar kameranın kadrajından.
—Anneannem var, kardeşim var?
—Güldürme beni E. mi sana gitme diyecek, “Havaş kaçta kalkıyor?” der o, arabayla bile bırakmaz seni. Anneanne en iyi ihtimalle “orada oruç tutabilecek misin bari iftar-sahur nasıl olacak bak zor gelirse tutma istersen hiç” der gitme demeye dili varmaz.
—Tamam, biraz çemberi genişletelim J. var mesela ah, ama o daha geçen gün dedi “kızım bas git ne bekliyorsun” diye, eee Ö. var?
"Geç bile kaldın 2 yıldır neredeydi kızım aklın, benim yapabileceğim bi’şey var mı sen onu söyle”
—S.cim var?
—Hımm. Sahi o gitme der mi acaba? .... Düşündüm de demez şekerim. “başarmadan gelme” ya da “âşık olmadan gelme” der ama “gitme” demez.
—Y? Y. Bırakmaz beni, “seni özlerim ben, gitmesen olmaz mı” der?
—Sor bakalım akşama öyle mi diyor, “yer ayarla orada bana, tezkereyi alır almaz yanında olacağım ben de” mi diyor?
—Of çemberler genişledikçe şansım azalıyor galiba. Merkeze doğru dönelim madem, teyzoş var, aaa boş ver teyzoş’u, minik kuşum var, benim masal kuşum, evine dönerken bile "gitme" diye pazarlık yapıyor bebeğim, o duyarsa der işte!!!!
—Hımım... teyzoş gitme demeyeceğine göre, onu da ikna eder, “gelirken sana yeni bir kitapla birlikte yeni boyalar getirecekmiş, kimsede olmayanlarından hem de” dedi mi, o da “gitme” demez sana. Belki en çok özleyen o olur ama ifade edemez özlemini de...
—Beni buraya bağlayacak, bunca zamandır bağlayan, harekete geçmemi engelleyen güçlü bir bağım yok mu yani benim!? Beni yolumdan döndüremeyeceğini bilse bile “gitme, ben seni özlerim o zaman” diyecek biri?
—Yok şekerim. 1 kişi bile yok. Seni kimse özlemez demiyorum ki, dökme incilerini hemen. Bu saydıklarının hepsi özlerler elbette hatta daha da fazlası ama kimse “gitme” demez, demeyecek. Kalk artık!
—Babam! Babacım ne yapacak bensiz?
—Ne yapar bilemiyorum, bakar elbet başının çaresine de gitme der mi sana, sen cevap versene.
—Ben her şeyi ayarlayıp, olay budur, işte eylem planı dedikten sonra DEMEZ! Diyemez bile değil, de-mez! “Git ve ne yapılması gerekiyorsa yap” der. Öğüt verir, kaygılanır, uykusu kaçar belki ama demez!
—Peki, sen ne halt etmeye çırpınıyorsun bu sığ sularda öyleyse?
—Sus artık sen, konuşma!
—Sen ne halt etmeye çırpınıyorsun bu sığ sularda dedim?
—Sus dedim!
—Peki.
—Bi’dakka susma, sen biliyor musun cevabı?
—Evet!
—Ben neden bilmiyorum peki?
—Görmek istemiyorsun, yüzleşmek istemiyorsun.
—Sus dedim sana, hala ne konuşuyorsun?!?!!!

Read more...

Salı, Mayıs 22, 2007

kent

Konstantin Kavafis / KENT


Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarımı kıydığım boşa harcadığım."



Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak.
Aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede yaşayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma,
Bir gemi yok, bir yol yok sana.
Değil mi ki hayatını kıydın burada.
bu küçük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada

Read more...

Pazartesi, Mayıs 21, 2007

RengâRenk

previously on ...





Çanakkale Bolayır civarı bir yol üstü tostçusu, ben yaşlarda bir hemcinsim, evli, muhabbetin en keyifli yerinde;

“Bir adam bir şebepten EŞİNİ aldattıysa, pişman olduysa, eşi bu durumu öğrendiyse, affettiyse ve fakat bir süre sonra adam yeniden aldattıysa, aldatıyorsa bunun tek sorumlusu kadındır!”

Tekirdağ girişinde gözlemeci teyze, benden biraz küçük kızının üniversite eğitimi için son 4 yıl İstanbul’da yaşamış, hiç okula gitmemiş, okuma yazmayı 20li yaşlarında öğrenmiş, ben güya çift lisans diploması sahibiyim söylediklerine sadece “haklısınız” diye karşılık verebildim. Eğitim sadece okullarda olmuyormuş bi’kez daha kanıtlıyor bize, büyükşehirler mi insanı duyarsızlaştırıyor, insanlar mı büyüdükçe duyarsızlaşıyor derken;

“Canlarım, şehrin ya da insanın büyüklüğünden değil ki yozlaşma, zaten bir insanın olgunluğu yaşıyla değil yaşadıklarıyla ölçülür, yozlaşma sürekli tüketmenizden. Her şeyi hızla tüketiyorsunuz; şarkıları, yemekleri, filmleri, arkadaşları... Hepsi selpak gibi tek seferlik. Aşklarınız bile yatmak kalkmak olmuş, ‘ben zevkime bakarım giderim’ diyor adamlar/kadınlar, herkes bencil. Sevdiği için bile düşünmüyor, üretmiyor bir şeyler yapmıyorsa ve bundan gocunmuyor ‘ben zevkime bakarım’ diyorsa bir adam sokaktaki çocuğa, savaşta ölen kadına nasıl duyarlı olsun.”


Haydarpaşa-Pamukkale ekspresi, yıllar olmuş trene yolculuğu yapmayalı ‘biz de mi gelsek?’ derken, ‘haydi gelin’ diyenin peşine takılmış tıngır mıngır ilerlerken,

“ ‘Kalk gidiyoruz’ deyince ‘nereye’ demediğin adama denir, en son kim aramıştı, kim mesaj atmıştı diye hesap kitap yapmadığın, aradığında da dün birlikteymiş gibi ‘n’aber lan, akşama şurdayız gelsene’ diyen adama denir DOST ”

İstanbul Taksim, biri Kansas’tan diğerleri Türkiye’nin muhtelif bölgelerinde ki kışlalardan yeni dönmüş arkadaş grubu, muhabbet daldan dala, Amerika’dan, Anadolu’ya, neşeden hüzne, Lost’tan Kurtlar vadisi’ne, biradan rakıya geçmiş, dertler derya, keyifler çakır;

“O’lum dünyanın her yerinde kadın aynı kadın, erkek aynı erkek, birinin tuzu fazla, birinin şekeri az özünde hepsi aynı hamur. Kadınları aldıkları kıyafetten, taktıkları çantadan şıp diye bir bakışta anlarım ben”
diyene cevap
“Giydikleri kıyafetler onlar hakkında sadece fikir verir, bir kadını gerçekten anlamak istiyorsan üzerinden çıkarmayı seçtiği giysilere ve bu giysileri ne için, kimin için çıkardığına bakacaksın!”

Read more...

Cumartesi, Nisan 07, 2007

saRı

bir sahne var aklımda, oyuncusu sanki benim...

Uzun bir araba yolculuğu. Hiç ışık yok etrafta, sadece arabanın gösterge lambaları, açık yeşil. Uzun upuzun bir yol, dümdüz. “Dance of bad angels” çalıyor. Yanında uyuklayan sevgilisi. Ya da sevdiği. Sevdiği birisi. “gidiyoruz” deyince “nereye?” diye sormadan kalkıp peşine takılabileceği, telefonun öbür ucundan “bırak saçınla oynamayı da, neler oldu anlat bana” diyebilecek biri. Ya da yalnız, yek başına. Yol upuzun.
Sabah güneşin doğuşunu izlemek için kalkıyor, güneş doğarken yüzüyor nefes nefese. Evrende bir tek o sanki, koca denizde tek başınayken gün doğuyor üstüne.
İnce, tiril bir elbiseyle sokaklarda yürümeye başlıyor. Güneş hafifçe ısıtıyor, yakmadan. Saçları uçuşuyor sabah meltemiyle, hafif tuzlu. Batıda ay, doğuda güneş görünüyor. Göğün bir tarafı lacivert, akşamdan kalma, bir tarafı turuncu. Sıcak ekmek, taze poğaça kokusu geliyor burnuna dalga dalga, çizgi filmlerdeki gibi. Sokak kedileri yalanıyor balıkçıya. Yaşlı balıkçı ağır ağır indiriyor kasaları takasından. Acele nedir bilmiyor sanki. yavaş, dingin, huzurlu. Bir de sönmek üzere olan bir sigara ağzında. Genç sevgililer ya da sevgili olamayacak kadar saf çocuklar geçiyor bisikletle. Bu karede ki en hızlı şeyler o bisikletler...

Fanatik bir kış çocuğu olan ben yazı mı özledim yoksa? (“kış güzeli” dese biri bana, çok sevinirim, çok severim bana bunu diyeni. Güzel dediği için değil, kışı ne çok sevdiğimi bildiği, beni böyle sevdiği için.)
Yaz değil de galiba yapamadıklarıma duyduğum özlem bu. Özlediğim her şey bu karede sanki. Özlediğim tek şey bu karede. Neden kediler onu bilmiyorum. Ne severim ne de özlerim kedileri...

Read more...

Çarşamba, Ocak 31, 2007

deli deli, kulaklaRı küpeli

YOLCULUK
Uzun bir aradan sonra yeni bir yolculuk yapacağım "soğuk ve şehirlerarası otobüslerde". 4-5 ay önce sabahın köründe sıcak yatağımı bırakıp teptiğim Babaeski-İstanbul yollarını saymazsam uzun zaman oldu yolculuk yapmayalı.

Malum pazar günü idari hakimlik sınavı var. Dolayısıyla bu kez yolculuğum başkent'e. Ne büyük hayallerle hatta hayalden öte planlarla başladım çalışmaya bu sınav için. Bütün bir yaz tüm haftasonu mesailerimi ders başında yaptım. Kitaplar, sorular, satıraraları, detaylarla boğuştum durdum. şimdi zihnimde müthiş bir kaygı, yüreğimde kocaman bir boşlukla çıkacağım yola.

Benim için önemli bir dönüm tarihi aslında 15 ekim. Bugünlerdeyse başarılı olup-olmamak hiç bişey ifade etmiyor. Yaptığım tüm hazırlıklar tek bir kelimeyle uçtuuuu gittiiiii. İçimde yanan sadece bir küçük mummuş meğer, söndü ufacık bir esintiyle. Yılllardır tuğla tuğla örüyorum sandığım burçlar, kaleler kumdan meğermiş....

Oysa planlarım vardı benim, beklentilerim olmadı hiçbir zaman zaten. sadece KENDİ hayatımı kurmak için planlar yapıyordum ben, rotamı çizmeye çalışıyordum. şimdi pusulasız bir gemi gibiyim okyanusun ortasında. karaya çıkmak ne değiştirecek bilmiyorum. okyanusun ortasında sürüklensem kime, ne fayda....

Kocaman bir boşluk içimde.
Boşa çekilen küreklerin ağrısı mı göğsümde ki, yıkılan kumdan kalelerin hayal kırıklığı mı?
Zihnimde çarpışan soru işaretleri mi engel gözyaşlarıma, anılar arasından seçtiğim kahkalar mı?

Oysa ben de "YORULDUM", ama en azından inancımı kaybetmedim. 'zor günler hep var hayatımızda, bugünlerde onlardan' diye inanıyorDum hep. Şimdi biliyorum ki kahramanlar sadece çizgi romanlarda. Ve ben değirmenlere yenildim, hayatımda ilk kez !

Yolumu kaybedecek değilim, yeni bir deneyim yaşıyorum hepsi bu ( ne demişti felsefe öğretmenim Hande hanım lisede "deneyim bize atılan kazıkların bileşkesidir" ) kızmak istiyorum aslında ve hatta kontrolümü kaybedip saldırmak istiyorum şuursuzca... ama önce canımı yakanı bulmalıyım.

10 ekim 2006.


Tam olarak ne zamana denk geliyor benim deliliğim bilmiyorum, raporum yok henüz. ama çoktan delirmişim bu satırları yazarken belli. Deliliğime gelene kadar geçirdiğim 3 aşamaydı eskilerden seçtiklerim. daha yayınlamak istediğim çok şey var ama şimdilik bu kadar yeter. Bundan sonrası : "biR delinin güncesi"

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP