rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Aralık 11, 2008

fiRuze


Küçük bir şehrin tam meydanındaki otobüs durağında oturur beklerdi gecenin son otobüsünü. O saatte trafik olmazdı. İnsanlar uyurdu. Karanlıktan korkardı. Bir kedi bile geçmiyorsa önünden dünya dururdu. Bazen de gün batımında beklerdi o kalabalık otobüsü. Ufukta kızıl mavi çizgiler görürünken dururdu dünya. Tek bir araç bile geçmiyorsa kavşaklardan dururdu zaman.


Bunları düşünürken uyudu kadın. Hiç bilmediği, görmediği uzaklarda yepyeni bir güne uyandığı mavi bir düş gördü. Önce beline sarıldı bir el, hissedince ürperdi. Sıcaklığına sokuldu acemice. Sonra sıcak bir nefes boynunda omuzlarında...

Uyandığında üşüyordu. Yataktan kalktı. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı. Giyindi. Kızıl saçlarını topuz yapıp, beyaz atkısını, mavi eldivenlerini takti. Kapıyı sessizce kapadı. Kırmızı şemsiyesini açmadan gökyüzüne baktı.

Kocaman bir şehrin meydanındaki otobüs durağına yürüdü. Bu şehirde insanlar uyumaz, trafik durmaz, ışıklar sönmezdi. Üşümüş bir köpek geçerken önünden durdu, ufukta kızıl mavi çizgileri gördü. Orada duruyordu zaman.

Derin, taze, soğuk bir nefes doldurdu içine. İçini ısıtan koyu kahvenin sıcağı mıydı, pembe- mavi eldivenleri mi, ışıl kara gözleri mi merak bile etmedi.


dibine not: dalya üç yüz!

Read more...

Cumartesi, Ağustos 09, 2008

şizofRen mavi


Ben aptalım. Aslında hep aptal değildim. Yeni başladı bu biliyorum. Ama şu anda aptal olduğuma göre rahatlıkla söyleyebilirim diğ mi? ben bir aptalım. Bak “bir aptalım” deyince daha iyi hissediyor insan kendini. Yalnız değilsin aslında aptallardan biri de sensin. Yalnızım hâlbuki. Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar kadar yalnızım. Hiç kimsenin aşkında gözüm yok benim, derdim kendimle anlatamıyorum. Kaderim bu değil, böyle yazılmış olamaz. Olmamalı en azından. Tatmadığım daha bin türlü zevk var dünyada. Ama kimse inkâr etmesin lütfen; iz bırakmadığım kalp olmadı bugüne kadar diğ mi? zaten çok değildiniz ya konumuz bu değil. Konumuz taşa söz geçirip kendime geçiremiyor olmak… Konumuz bu da değil aslında. Bir konumuz yok aslında, bir amacımız olmadığı gibi. Gideceği limanı bilmeyen gemiye hiçbir rüzgârın yol göstermediği gibi… Rüzgâr yol göstermez zaten. Saçma. Ne var ne yoksa içimde saçsam, sıçıp sıvasam. En azından biraz geri sarsam. Ne zamana kadar? 1,5 yıl. Olabilir fena değil. Biraz daha sarsam 3 yıl önce bugünler… 2005 yazı. Ağustosu… Hayır ağustosu çıkaralım hayatımızdan… Bütün aslan burcu erkeklerini çıkardığımız gibi. Kardeşim kalsın ama. Dün doğru dürüst kutlamadım bile çocuğun doğum gününü. Surat yapıyor diye surat astım ben de. Sınavı kötü geçmiş meğersem. Sabah uyandığımda çıkıyordu. Ebeveynlerimiz yoktu. Tost yaptım ona ama “seni seviyorum” diyemeden ben, alelacele çıktı evden. Bugün sakın başına bi’şey gelmesin kardeşimin. Çok suçlu hissederim kendimi. Her şey için kendimi suçluyorum zaten. Olup biten her şeyin sebebini kurcalayıp buluyorum ve ucu illa bana dokunuyor o sebeplerin nedense. “Hayatımı mahvettim” diyorum habire. Olmayan kariyerimin içine ettiğim için saygıyla küfrediyorum kendime. Ama sadece kendime. Ucu kimseye dokunmuyor. Babası hariç eşşooğleşek değilim ben. Eşeğim! Oysa kim yol gösterdi bana bugüne kadar? Kim akıl verdi? “Yap kızım, en iyi ol kızım.” Neyin en iyisi olayım? Dahası nasıl olayım? Nasıl en iyi olunur? Nasıl en olunur? Nasıl iyi olunur? Niye oturmuş bunları yazıyorum. Niye denizde, havuzda değilim? Niye dolduramıyorum hafta sonlarımı? Niye anlamlandıramıyorum hayatımı?

Hep aynı cümleler diğ mi? Bazen bu yüzden yazmıyorum zaten. Okuyup laf ediyorlar bir de. Manyaklık işte benimki. İlkokulda Kadir vardı. Karate kursuna giderdi, zırt pırt kavga ederdi çocuklarla. İlkokuldaki bütün erkekler gibi gıcıktı nitekim. Bi’de Suat Suna vardı. Har satırı soru cümlesi bir şarkısı vardı: ‘Sana hiç haksızlık ettim mi? Aşka tövbeler ettirdim mi? Bana bu kadar çile niye? Yoksa hiç sevmedin m?’ O da her satırına cevap verirdi. O cevap verdikçe “ya sussana ben burada şarkı söylüyorum” diye kızardım. Ben bir sussam, Kadir de göt olup gidecekti. Oysa inatla söylüyordum şarkıyı. Bunu o yaşta farketmiştim. Maksimum 10 yaşındayım daha, daha bilincim bile yok, bilinçaltım nasıl anlıyor bunları? Ki kendisi hakkaten acayip bi’şi. Bilinçaltım yani. M. beni arayalı 2 hafta oluyor sanırım. Yazmadık bunu tabi, artık normal çünkü. Arayabilir ne var ki; “Herkes gibi” Pazartesi sabahıydı sekiz buçuktu telefon çaldığında. Ekrandaki isme şaşırmadım bile. Merak etmiş beni. Güngören’deki patlamayı duymuş. Duyar duymaz aramış. Merak etmiş… Kapatmak üzereydi. “Sen nasılsın?” dedim. Tanıdığım bir sessizlik oldu. En fazla 2 saniye. “iyiyim teşekkür ederim” “ben teşekkür ederim aradığın için.” “hoşça kal” “hoşça kal” 2 damla gözyaşı. 2 tane, biri sağ diğeri sol pınardan. Bilinçaltı bunun neresinde, dün geceki rüyada. Rüyayı taaa 15 gün sonra görmesinde. Bodrum katı gibi küçücük bir odadayız. Yatağımın kenarına oturmuş uyandırıyor beni. Öpüyor. Aşkla. Öpüyorum. Öpüşüyoruz. Soymaya çalışıyor. Karşı çıkıyorum. İstemiyorum. Rüya lan bu sevişeceğiz ne güzel. Hayır. Olmuyor. Kızınca kalkıp gidiyor. Oysa özlemiş olmalıyım. Neyi? M.yi? Sevişmeyi? Sevmeden olmuyor mu sevişmek? Bildiğin işteş fiil bu da. Farkı yok ki. Bunları rüyada düşünüyorum. Bırakıp başka rüyaya geçiyorum. Okuldayım. Bizim okul değil. MIT (yatmadan önce tv etkisi) Kütüphanedeyim, yazıyorum. Yazmayı nasılda özlemişim. Klavyede değil. Ders çalışmayı. Kitapların altını üstünü çizmeyi, rengârenk kalemlerle not almayı. Nasılda mutluyum. Öğreniyorum. Gelişiyorum. Kitaplarımı, kâğıtlarımı toplayıp çıkıyorum kütüphaneden. Güneşli bir gün. Mermerin ışığı gözüme vuruyor. Yürüyorum. Elidor kızları gibi savruluyor saçlarım. Her yer kalabalık. ÖSS’ye hazırlananlara vaat edilen Boğaziçi çimlerinden geçip derse giriyorum. Nasıl mutluyum!

Uyanıyorum. 9 ağustos sabahına uyanıyorum. Geçen sene bugünlerde yazdıklarıma bakıyorum. Tesadüf, simgeler, bilemiyorum… Giderek aptallaştığımı fark ediyorum. “Ben bir aptalım” diyorum. “Bir”i kaldırıyorum. Kurgularımdan çok da farklı değil hayatım, başa dönüyorum. Aynı sebepten olmasa da tekrar söylüyorum “Ben aptalım” Oysa hep aptal değildim. Yeni başladı bu biliyorum.


Read more...

Cumartesi, Haziran 14, 2008

solgun mavi

Hayır ağlayamıyorum. Olmuyor bi’türlü. Doluyor doluyor doluyor, 1 damla süzülüyor uzun uzun yol alıyor yanağımdan boynumda. Bitiyor. Demek ki gerçekten üzgün değilim. (Mi acaba?)


Yazmak güzel şey. Sıcağı sıcağına yazdıklarıma baktım da. Hakkaten kafam karışmış. Darmadağın yazmışım, bir dolu imla, cümle hatası da cabası. Şimdi bi’kere şu konuda anlaşalım ben bunu gerçekten beklemiyordum-beklemiyormuşum. Nasıl oldu da bir anda basıp gitti şaştım kaldım. Telefonu facebook arkadaşlığını silmekle olacak iş değildi bizimki. En mühim bağımız msndi. Adam kopardı attı. Helal olsun. Epeydir günceye de uğramıyor zaten. Alkışlar kendisine. (Ben de o yüzden bu kadar rahat yazabiliyorum zaten şu anda) Sırf o okumasın diye başka yerlere yazdıklarımı da taşıdım arka sayfalara. Oh kişisel bütünlüğümü de sağladım kafam rahat. (gizli kalması değil derdim. bir türlü elim varmıyor kilidi açmaya. linkleri gören ses versin, yeter)


Bugüne kadarki msn loglarına, mesaj kayıtlarına, görüşmelerimizde olan bitene kısaca yaşadıklarımıza bir daha baştan aşağıya baktım bu vesileyle… Yüzleştim kendimle. Bak neler buldum, bilinçaltımda.

Aa bilinçaltı demişken Tam şu anda rüyam geldi aklıma. Onu görmek için bir basket sahasına gitmişim. (ben iş çıkışına tünemeyi düşünmüştüm =)) Tek başına oynuyor. Kaçan topunu yakalıyorum. Beni görünce gülüyor kocaman. Konuşuyoruz, neler konuştuk çıkaramadım şimdi. Sonra birden deniz kenarındayız. (Maltepe sahildeki basket sahasına gitsem görebilir miyim acaba, bu rüya buna mı dalalet =)) El ele yürüyoruz. Mutluyum galiba. (zaten onunla olup da bir türlü “mutluyum” diyemedim, rüyada bile belli belirsiz hislerim) son hatırladığım koridor gibi bi’yerde arkasını dönmüş yürüyor. Arkasından sesleniyorum. Bakıyor. “hoşça kal sevgilim” diyorum. “sevgilim” vurgusu öyle baskın ki sanki ona ‘bak biz artık sevgili olduk, sen şimdi git ama sonra gene gel mutlaka’ demek istiyorum. Bir kolunun altında basket topu, diğer kolunu kaldırıp el sallıyor. Ve arkasını dönüp yürüyor karanlık koridorda.

Sanırım bu kez gerçekten bittiğini kabullenmem gerekiyor. Karanlık koridorda yürüyüp gitmesinin başka ne anlamı olabilir ki? Radyo açık, şarkı fallarına hep inandım ben. Son kez diye şarkı tuttum “unut beni sevgilim ben unutmuyorum” çıktı. Demet Akalın’dan şöyle nefret dolu bir şarkı çıkana kadar “bu sefer son” diye kim bilir kaç tane şarkı daha tutacağım. O'nu en son nasıl gördüğümü düşündüm de şimdi, rüyamda ki gibi arkasına dönmüştü, arabaya biniyordu...Bak yine aynı şey. Bikaç damla yaş sadece. Gürül gürül değil bir türlü.


Yüzleşme diyordum. Rüyayı hatırlayınca kötü oldum bak. Sabahtan beri yüzleştiklerimi bir türlü toparlayamıyorum. Keşke not alsaymışım. Neyse başka sefere belki.

Bir yazı gördüm arşivde normalde dikkatimi çekmezdi ya, "kıRmızımsı" demişim şaşırdım. 'Ben kırmızıya hiç yaklaşmadım bile' diye düşünürken açtım okudum. Tesadüfler işte! Bir anlamı olmalı mutlaka(?) Geçen yıl tam bu zamanlar yine interstate 60 filmine gönderme yapmışım. Bir de bahsederken 'route 65' demişim. Bu yıl 'route 69' diye neremden uydurdum acaba =)) Yine O'ndan bahsetmişim (tek cümle ama ben biliyorum ya) umutluymuşum. Şimdi yine aynı film, yine O. Ne kadar uzun bir hikayeymiş bu...

Filmin adını nihayet öğrendim. Bakalım seneye bu zamanlar neler olacak? Merak ettim bak şimdi. Bir paragraf boşluk bırakıyorum kendime. Seneye bu zamanlar doldurmak üzere…

Bugünse boğazım çok acıyor, sesim kısık. Sanırım doktora gitmeliyim. Cumartesi öğleden sonra nereden doktor bulunur ki ya? Off!!!









ben bu adama gerçekten aşık olmadım ki. niye bu kadar hüzün bir çözebilsem.

Read more...

Salı, Ocak 29, 2008

kış mavisi


Seviyorum kışı, hele karları...
Baharı sevinçle karşılamıştım, d.cim “
bak eylül’de gidecek” demişti de “şubata kadar yolu var” demiştim. Şubat gelmeden kar geldi kapıma. Yollarımı kapadı. Bir tipinin içine katıp sürükledi beni bilmediğim yollara. Bembeyaz bir yorgan örtüldü İstanbul’umun üstüne. "Ayıp yorgan altında olur" demiş eskiler. Bütün ayıpları örtse keşke yağan karlar.


Bir vapur yolculuğuna çıkmak üzereyim, belki de sadece Kadıköy-Beşiktaş vapuru. Beni uğurlamaya gelmiş “haydi gidiyorum ben” deyip arkamı dönecekken öpüşüyoruz. Şaşkınlıktan uyanmışım. Masallardaki gibi prensin öpücüğüyle uyanmak güzel bir şey olsa gerek, rüyası bile ne müthiş mutluluk. Anneme rağmen hala cam kenarında duran yatakta doğruldum hafiften, dışarıyı görebilmek için perdenin altından çıkardım kafamı. Çatılar beyazlamıştı. Sokak lambasının ışığında uçuşan kar taneleri görünüyordu. Güzel bir rüya görmüştüm ve odam hala sıcaktı. Başucumdaki defteri aldım, yazmaya başlamadan yuvarlak düğmeyi çevirdim, bir fal tuttum. Jeff Martin patience my love it will all be alright diyordu. O'nun sesini duyuyup sabredemeyecek biri var mıydı ki?


Bittiğinde üşümüştüm, rüyanın etkisi çoktan geçmiş, kış gelmiş, her taraf kar olmuştu nihayet.


Benim yılım yeni başlıyordu.
Umutla, hevesle ve sabırla...


Read more...

Pazar, Kasım 04, 2007

şaşkın mavi

Hayat ne tuhaf vapurlar filan!

Pazar Pazar kalk, ayıl, kahvaltı+gazete keyfini yap, 'e bari şu güzel havanın tadını çıkaralım bir sahil turu yapalım' derken 'yeni yorum var mı acaba?' diye meraklan bilgisayarı aç, bir sürü yeni yorum gelmiş, sevin, hepsini oku, yorumları yanıtlamak için yazdığın yazıları da tekrar oku ve ŞOK!

Dumur olmuş durumdayım efenim. Sağolsun "crick" dün gece güncemi yorumları ile şenlendirmiş. Bir adet yorumda Güz Mavisi’ne bırakmış. Buraya kadar her şey normal, vapurlarda falan bir gariplik yok. Yorumu yanıtlamadan önce baştan başlıyorum yazıyı okumaya. Son paragrafında gördüğüm rüyayı yazmışım. Şöyle : “Sonra hamile bir kadın görüyorum, bembeyaz bir yatakta yatıyor, doktor geliyor, karnını enlemesine ikiye ayırıyor, her yer kana bulanıyor, bebek dışarı fırlıyor, kordonu yok, mosmor. Kadın uyanıyor, “dur diyorum sakın bakma, bebeğini verecekler şimdi sana”. Dinlemiyor beni doğruluyor, kendini kan içinde görünce bir çığlık atıyor. O çığlığa uyanıyorum ben de. Kocası neredeydi acaba diye ağlıyorum, sonra fark ediyorum ki kendime ağlıyorum...”

Bu benim 24 Eylülü 25 Eylüle bağlayan gece gördüğüm rüyanın bir bölümü. Hemen 25 Ekim günü yaşadığım ve 26 Ekim gecesi saat 3de yazdığım Hem Hüzünlü Hem Umutlu Mavi’yi buluyorum. Yazı uzun ben özetliyim hemen o gün neler olduğunu. Hastanede işlerim var, normalde hiç kullanmadığım halde o gün şeytan dürtmüş gibi hastane asansörünü kullanıyorum. Asansörde acilen doğuma yetişmesi gereken bir kadın var. Doğumhaneye inemeden kanaması başlıyor, yerdeki kanı fark edince ve kadının acıdan attığı çığlıkları duydukça zaten çok sağlam olmayan benim tansiyonum düşüyor. Ve ben tansiyonum düşerken, doğuma giden genç kadının kocasının neden yanında olmadığını düşünüyorum! Düşünmekle kalmıyor, gecenin ikisinde o yazıyı yazarken hastaneyi arayıp, doğum yapan kadınla ve eşiyle ilgili bilgi alıyorum!

Rüyamdan tam bir ay sonra, yine ayın 25'inde, kanamalı bir doğum, “kocası nerede acaba” düşüncesi...

Ben o rüyayı tatilde olduğum için asıl rüya defterime yazamamış, çoktan unutmuşum. Az önce yorumlar için görmesem, aklımın ucuna bile gelmez. Ancak sıkıntıdan eski yazıları okuyacağım da, belki öyle.

Böyle işte. Şaşkınım. İnsan beyni tabi akıl sır erdirmek (hele bu rüyalar konusunda) mümkün değil. Şaşırmamak da elde değil. Ben buradan müsadenizle sevgili "düş işleri" bakanıma seslenmek istiyorum. Sayın bakanım ben hala “the science of sleep”i izlemedim mahcubum fakat siz ne diyorsunuz acaba bu duruma? Merak ettim =D

dibine not: "sihirli kıyafetler"de bir tesadüfümüz daha varmış, yeni fark ettim!


Read more...

Salı, Eylül 25, 2007

güz mavisi

Yalnızlığı unutmuşum. Daha doğrusu yalnız yaşamayı. Eve anahtarla girip, akşam kapıyı iki kere kontrol etmeyi, gece kulakları tavşan gibi dikip çıtırtıları dinlemeyi, yemeği tepsiyle televizyon karşısında dilediğim saatte yemeyi, havluyu evin istediğim köşesine fırlatmayı... Hafta sonundan kalan son tatilcileri de yolladım, artık nihayet yalnızım. Ben şahsen bizzat kendim ve diğerleriM baş başayız. Telefon yok, var da kim bilir nerede açık mı kapalı mı haberim yok, uydunun ayarlarını bozdum televizyon yok, bu yazı yayımlandıktan sonra kendi kendini imha edecek bir internet bağlantısı üzerinden bağlanıyorum şu an yani internet de yok. Kamera yok; zihnimde ki karelerden daha canlı olamaz hiçbir fotoğraf, saat yok; acıktığımda yemek saati, yorulduğumda uyku saati. Yetiştirilmesi gereken “şey”ler, yetişilmesi gereken “yer”ler, yapılması gereken açıklamalar yok. Ses yok. Ses var aslında gürültü yok. Dalgalar var sahile vuran, damlalar var kimisi gözlerimden süzülen, kimisi camları tıkırdatan, ayak sesleri var sokak aralarında “kim bu arkamdaki” diye huzursuzluk vermeyen, sadece yalnız olmadığını hissettiren adımlar. “Burada” olduğumu ya da “orada” olmadığımı kanıtlayacak hiçbir şey yok, birkaç nota, bir kalem, bir de defter.

Bu sefer kaçmaya gelmedim. Sizlerle bile defalarca konuştuk bunu; “giderken kendini de götürüyorsun yanında” anladım artık. Yüzleşeceğiz bakalım, ne var ne yoksa dökülecek ortaya, kozlarımızı paylaşacağız. Dönüşte büyük değişiklikler olmayacak hayatımda, beklentilerden vazgeçmek değil, bu kez galiba kabulleneceğim durumu tüm çıplaklığıyla. Belki yine planlarla dönerim belli olmaz benim işim.

Şimdi bir bisiklet ayarlayacağım önce, bacaklarım kopup iflas edinceye tek bir adım atacak halim kalmayıncaya dek süreceğim. Sonra yığılıp kalacağım olduğum yere. Belki sonsuza dek öylece kalırım orada. Bir fosil olurum. Belki biraz soluklanıp ufka doğru yüzmeye başlarım, nefessiz kalıncaya kadar kulaç atarım. Sonra suyun üstüne bırakıveririm kendimi belki de sonsuz maviye karışır bir damla olurum.

Olmaz mı dersin? Olsun şimdi gidiyorum işte, rüzgârın üstüne üstüne çekeceğim kürekleri, varsın çatlasın ellerim kurusun dudaklarım, tedavisi çilekli bir lipstick olduktan sonra ne fark eder? Kozmetik yok, makyaj yok, saçlarımı açarım rüzgâra karman çorman olur, günlerce taramasam ne gam! Sahi bu ara ne çok kurmuşum aynı cümleyi fark ettin mi? En az 5 tane var son yazdıklarımda. 6. cümleyi kurmadım ama bak kabulleniyorum artık...

Rüyamda korkarsam koynuna sokulabileceğim kimse yok şimdi yanımda. O yüzden dün gece korkmadım o saçma sapan rüyalardan. Güya çok uzaktan gelmiş yanıma, uzun zamandır görmediğim için o kadar mutlu oluyorum ki gelince, oturup konuşalım istiyorum, onun için sofra hazırlamışım. Telefonu çalıyor, “hayatım” diyor telefondakine, öyle üzülüyorum ki, gözlerime bakıp “sen boşa umutlanmışın” mealinde bi’şeyler söylüyor. Gözleri yeşil galiba ya da açık kahve, bal rengi belki de. Tanıyorum aslında O’nu. “Ne bekliyordun ki” deyip kızıyorum kendime. Sonra hamile bir kadın görüyorum, bembeyaz bir yatakta yatıyor, doktor geliyor, karnını enlemesine ikiye ayırıyor, her yer kana bulanıyor, bebek dışarı fırlıyor, kordonu yok, mosmor. Kadın uyanıyor, “dur diyorum sakın bakma, bebeğini verecekler şimdi sana”. Dinlemiyor beni doğruluyor, kendini kan içinde görünce bir çığlık atıyor. O çığlığa uyanıyorum ben de. Kocası neredeydi acaba diye ağlıyorum, sonra fark ediyorum ki kendime ağlıyorum, başkasına “hayatım” deyişine... Kalkıp güneşin doğuşunu izliyorum, yalnız, ıssız, sessiz.
Öyle soğuk esiyor ki rüzgâr, içim mi üşüyor aslında, dışım mı bilmiyorum...

Neyse, cevaplar bulmaya gelmedim buraya, önce bir kozlarımızı paylaşalım bakalım. Hangimizin ne derdi varmış anlayalım.

Sahi “özlemek” diye bir fiil, bir eylem, bir duygu vardı değil mi? Belki de özle(n)meye geldim buraya. Kimbilir?

Hâsılıkelâm, tadilat dolayısıyla kapalıyız efenim.

Read more...

Çarşamba, Ağustos 15, 2007

fiRuze

—Hiç geçmez mi gözlerinden bu sonbahar?
—Ben kupa kızı değilim, belki karo kızı olabilirim, keskin ve köşeli. Bana bilmediğim bir şeyler anlatsana
—Sıkıldın mı sorulardan?
—Sadece seni dinlemek istiyorum şu anda...
—Özgür irade dedik ya, aslında hayatta bi’sürü şey irademiz dışında gelişiyor, hayatımız bile. Kimse bize sormadı oyuna başlarken “dünyaya gitmek ister misin diye?” yeryüzünde ki hiç kimsenin kendi hayatı yok aslında. İlk başlarda yani dünya daha yokken, Tanrı Âdem’e ödünç bir hayat vermiş, biliyor muydun? Bu hayatı verirken de bazı şartlar koşmuş. Âdem’in yapması gerekense bu kurallara uymakmış sadece. Ama kuralları kolay olan bir oyun, kimsenin zevk alabileceği bir oyun olmaz hiçbir zaman değil mi, sen de sevmezsin böyle ilişkileri mesela. Tanrı da böyle düşünmüş olacak oyunu zorlaştırmak için şeytanı karıştırmış işe. Oyun yeni bir şekil almaya başlamış şeytanın gelişiyle.
—Bunun sonunu tahmin edebiliyorum, önce şeytan sonra kadın. Kim kimi yoldan çıkardı ne fark eder...

En son bunları söylediğini hatırlıyordu kadın, hikâyeyi tamamlamış mıydı adam yoksa başka bir şeyler mi anlatmaya başlamıştı acaba. Sınırlarını bilmediği bir şehirde, düzenine alışkın olmadığı bir odada uyandığında kimse yoktu yanında. Yavaşça gözlerini gezdirdi dağınıklıkta. Kapağı duvara dayanmış bir valiz, aceleyle değiştirilmiş pabuçlar, küllükte iki izmarit, yerde yarısı hala dolu bir şarap kadehi. Yattığı yerden çok kalkmadan camı araladı, güneşten önce kokusu girdi içeriye. Koku; insan vücudunu en son terk eden. Kollarını başının üzerinden uzatıp gerindi. Kendi kokusunu çekti içine bu kez. Yabancı bir tenin kokusu yoktu teninde. Ne olmuştu dün gece, neden yalnız uyanmıştı?
—Sahi ne kadar oldu, tenime başka kokular karışmayalı?
Belki bi’kaç gün önce, belki de yıllar önceydi hatırlayamadı. Vazgeçti, hatırlamak istemedi.

Peki ne olmuştu dün gece? Başını omzuna yaslamak istemişti önce. Başı omzundayken tokasını çıkarsın, saçlarını açıversin istemişti. Saatlerce konuşsa dinlerdi onu bıkmadan. Sesini, nefesini boynunda hissetsin istemişti. Hepsi olmuştu da nereye kaybolmuştu, niye şimdi yalnızdı?

Bir rüya olamazdı ya hepsi. Dinlediği hikâyeyi duymamıştı daha önce, tanıdık bir omza gömülmenin, tanıdık huzurunu hissetmişti, rüyada bile olsa yaşayamazdı bunu.

Yataktan kalktı, giyindi, çıktı odadan, üstü açık yazlık otomobile bindi, asla sonuna kadar görmeyi beceremediği düşünün peşinden yola koyuldu...



dibine not: dalya yüz!

Read more...

Perşembe, Temmuz 26, 2007

mavi-beyaz

Yok, ben yine tozuttum, aklım başımdan gitti, (söylemedim kimseye ama bi’ara gelmişti aslında) gerçi bu sefer yakınlarda çok uzaklaşmadı, geçtiğimiz hafta içinde bir Avrupa seyahati planladı ve yaptı. Şimdi de yalnız yaşayacağı yeni evini dekore etmekle meşgul. Ne ayrıntılar ne ayrıntılar. İşe yarar hiçbir iş için kullanamıyorum şu günlerde zihnimi. Boynuma kocaman bir “Out of order” tabelası asmak istiyorum. Hatta şu avatar resmimden bir tişört bastıracağım bu yakınlarda, arkasına da bunu mu yazdırsam acaba?

Bi‘de bu sefer, diğer zamanlardan ilginç olarak toptan gitmiyor, gideceği zaman. Bi’gidiyor, bi’geliyor, bi’gidiyor, bi’geliyor. Ne zamanlarda gittiğini söylesem inanmazsın ama nasıl olsa hali hazırda mahallenin delisi olarak atmaktayım imzalarımı, bence hiç sakıncası yok. Aha! (ya ben konuşurken hiç kullanmam bu ünlemi, burada fena halde yazasım geldi) Ahanda bu şarkıyı dinledikçe yok pardon klibini izledikçe hoooooppp diye gidiyor aklım başımdan.

Zaman mekân kayboluyor tek bir sahne geliyor gözümün önüne. Günlerdir istisnasız bu şarkıyı her izlediğimde aynı şey oluyor. Hayır bir insan rahatsız edilmeyeceğine emin olduğu her 4 dakika 22 saniyede önce youtube’u sonra hoparlörlerinin sesini sonuna kadar açar da bu şarkıyı mı dinler? Hadi dinler diyelim sıkılmaz mı bıkmaz mı? Bak Romeo’ya da bayılıyordum, sıkılmaya başladım bile, iyice bıkmayım şarkıdan diye dinlemiyorum bu ara onu. Ama Cumhuriyet öyle mi, klibi izledikçe izleyesim geliyor. Daha ilk notalarını duyar duymaz bambaşka bir yerlerde buluyorum kendimi.

Yalın bey Açıkhava’da konser veriyor. (hayal dediysem desteksiz değil, 29 temmuz’da Açıkhava da konseri var kendisinin) Ben de konsere gideceğim ("al bileti git" diyenlere peşinen cevap, yalnız gitmek değil derdim) Hazırlanmışım evden çıkıyorum, sevgilim gelmiş kapıya beni almaya, beklediği içinde kızmış surat yapıyor ("e al biletini, tak sevgilini de koluna git ne hayal kuruyorsun" diyen varsa kendisini kulaklarından tavana asacağım, uğrasın bi’ara bana) Neyse biniyoruz arabaya ama paşam kızmış bi’kere beklediği için. Hiç pas vermiyor bana. Nasıl şımarsam da kendimi affettirsem diye kıpır kıpır kıpırdanıyorum ama hiç oralı değil. Arabayı bırakıyoruz (araba olmasına gerek yok aslında bu hayalde, iett otobüsü minibüs bisiklet hiç fark etmez, yeter ki gelsin alsın beni =)) Sıraya giriyoruz, içerde yerimizi buluyoruz, bu arada elimi tutuyor yol açıyor falan ama tamamen formalite, suratı hala sirke satmakta. Oturuyoruz yerimize Açıkhava’nın o konser öncesi uğultusu var. “Pardon”lar, “sizinki bir yan koltuk galiba”lar, minik kahkahalar havada uçuşuyor. Fırsat bu fırsat deyip önce en gerçekçi ses tonumu ve ifademi takınıyorum “Tamam söz veriyorum bir daha böyle uzatmayacağım hazırlanma faslını, bu sondu. Keyiflen artık” diyorum. “İnanayım mı?” der gibi bakıyor, ama kızgın değil bakışları. Bu sefer şımarık versiyonum giriyor hemen devreye “Bak 4 ağustos’ta da Candan Erçetin var, onun biletlerini al, 1 saat önceden hazır olmazsam huni takıp gezerim ortalıkta” diyorum. Kurnazım ya bi’taşla iki kuş vuracağım. Kocaman sırıtıyor “şımarık seni!”. Hemen kolunun altına giriveriyorum. Serin bir rüzgâr esiyor, hafifçe saçlarım uçuşuyor yüzüne doğru..

Tam bu sırada Yalın çıkıyor sahneye. “Çok heyecanlıyım efenim geldiğiniz için teşekkürler” gibi beylik cümlelerle selamlıyor dinleyicileri ve başlıyor şarkıya:

kalbimin orta yerinde bu nasıl bir cumhuriyet

seninki nasıl bir hâkimiyet ben anlamadım

kısmını Yalın’la birlikte ben de söylüyorum. Tek farkla; o koca Açıkhava tiyatrosuna söylüyor ben sevdiceğimin kulağına fısıldıyorum. (hoş kalbimde böyle bir hâkimiyet söz konusu olacaksa ben meritokrasiyi tercih ederim ama ortamı bozmanın anlamı yok şimdi) Yüzünde hafif gururlu, çokça keyifli bir gülümse beliriyor. Çok geçmeden benim kulağımda onun sesi var:

aşk mısın dert misin yoksa canına susamak mı benimki

hayatı kovalamak mı dörtnala bu evden...”

"Hiçbir zaman aşk olamadım herhalde ben. Olsam böyle olmazdı bugüne kadar, ancak dert olabiliyorum galiba" diye düşünmüyorum bile, O’nun kollarındayım ve mutluyum o anda. Gelirken yolda yaşadığımız gerginliğe istinaden “derdim ben, dert açarım başına” diyorum, kızıyor gözleriyle bana, şarkıdan, esen ılık rüzgârdan, Yalın’dan bağımsız, “sen benim hayatımda ki en güzel şeysin” diyor. Ya da kelimelerle oynama zevkine göre bambaşka bi’şey. Bir de kaçamak öpücük çalıyor...

15 yaşında kızların günnüklerine döndü iyice burası. Hayır romantik bir insan da değilimdir, (öyle olsa geç kaldın kavgasıyla mı başlarım hayale) diğerleriM size sesleniyorum, hanginiz yazıyorsa bunları çıksın ortaya?!

Zaten şarkı bitti yine. Aklımı başıma almam lazım tekrar, gerçek hayat geri dönmeliyim hemen şimdi.

Read more...

Çarşamba, Mart 21, 2007

laciveRt


"kendini doğrulayan kehanet" misali ben de kendi doğrularımdan bazılarını doğruluyorum bu günlerde.(bu nasıl cümle yahu,peah!) hep de(R)dim ya ; "bir insanın yapacak ne kadar çok işi varsa, o insan o kadar çok iş yapar " diye. ya da insanı bırak, kendim için diyorum bunu zaten. bugünlerde bu önermenin daha doğrusu bu önermenin aksinin doğruluğunu ispatlıyorum kendi kendime. her gün yapıyorum bunu. mesela mutlaka yapmam gereken oldukça elzem 2 iş var, hatta bir tanesinin o kadar çok ihmal ettim ki, muhtemelen hukuki problemler bile çıkacak. ama inat ve ısrarla yapmıyorum o işleri. yapmamam için geçerli tek bir sebebim yok! bir tane bile. ama yapmıyorum. sürekli erteliyorum. "nasıl olsa yarın var". "amaaan bugün araba yok". "pazartesi olsun da x'le giderim, yalnız gitmiyim şimdi".

bahane arayana bahaneden bol bi'şey yok nasıl olsa. ben de istediğimde bahanenin ve akabinde yalanın 1001 çeşidini üretebildiğim için hiç sorun yaşamıyorum bu konuda. işin kötüsü bilerek ve isteyerek kendimi kandırıyorum. "zaman öldürmek intihar etmektir" sözcüğünü okuduğum an kalkmalıydım mesela bilgisayar başından, ama hala karşısındayım işte.

neyse işte, öyle bi'şey...

yazmıyorum, çünkü yazmak istediklerimin çoğunu zaten kağıt-kalem vasıtasıyla emektar günlüklerle paylaşıyorum. sıra buraya geldiğinde ya anlatacaklarımı çok içsel oluyor ya da fazla yüzeysel buluyorum. yüzeysel buluyorum çünkü bugünlerde yazmak konusunda beni besleyen şeylerin çok da besleyici olduğu söylenemez. hatta aslında bugünlerde beslenmiyorum desem daha doğru olur herhalde. eve giren gazetenin bile sadece bir kaç haberini ve birkaç köşesini okuyorum, nerede kaldı internetten tüm karşıt görüşleri,aynı fikirleri vb. didik didik irdelemek. her ay kapımıza kadar gelen derginin resimlerine bakıyorum çoğu zaman, orada ki güzel kızlara, yakışıklı çocuklara bakıyorum gözlerinde hep aynı ifade var, hepsi aynı şeyi söylüyorlar onlara bakana "beni al" diyorlar, çığlık çığlığa. "evet diyorum alacağım seni mutlaka". bazen de nefretle kapatıyorum sayfalarını, "seni almak için köle olmayacağım" diyorum. sonra vazgeçiyorum herşeyden bir pc oyunu açıyorum ne dert kalıyor ne gam. ve en kötüsü okunacak onlarca kitabım varken raflarda, okumuyorum. gerçi onlar artık okunacak kitaplar kategorisinden çıktılar, yarım bırakılan kitaplar, sıkılıp atılan kitaplar vb. kategorilere dahil oldular çoktan.

sözün özü beslenme = zayıf,
delilik alametleri = silik,
heves = bir geliyor-bir gidiyor,
sonuç= ayda bir yazı.

aa az kalsını unutuyordum. aylağız dediysek dibine de vurmadık yani (bakın mesela burda da kendimi kandırıyorum çünkü bahsedeceğim olay günde 3-5 dakikamı ya alıyor ya almıyor, o sırada da zaten bilincim yarı kapalı oluyor) bugünlerde nihayet düzenli olarak rüyalarımı yazmaya başladım! kim ne derse desin benim için oldukça önemliydi bunu yapmak. uzun yıllardır bölük pörçük hep yazıyordum ama şu yazıyı okuduktan sonra önemini bir kez daha kavradım. Ve artık düzenli olarak rüyalarımı yazıyorum, hemen her gün. bazen gerçekten hatırlayamıyorum bazen de gerçekten sadece alt beynim çalışırken yazıyorum ve sabah baktığımda ne yazı yazmış olduğumu ne de yazdıklarımı hiç mi hiç hatırlamıyor oluyorum. ama şimdiden ilginç şeyler oluşmaya başladı. bakalım neler çıkacak. bekleyip göreceğiz hep birlikte (siz değil canım ben ve diğerleriM)

haydi selametle,

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP