zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazartesi, Ekim 05, 2009

zam(an)sız saRı

Zaman sen diyorlar çaresi.
Geç de nasıl geçersen geç bildiğin gibi.


Read more...

Perşembe, Şubat 19, 2009

25inci mavi

Bugün benim doğum günüm. Aslında yarın ama ben bu cümleleri bitirip baştan okumaya başladığımda bugün olacak. Yani yarın bugün, bugün de dün olacak. Kısaca 19 Şubat benim doğum günüm olacak.

Karlı bir çarşamba sabahıymış ilk geldiğimde. Şimdi yeni yaşımı müjdeleyen sakin bir perşembe gecesi.

Yeni olan her şey güzeldir diğ mi?
Yeni yıl güzeldir listeler yaparken, yeni bir iş güzeldir ilk gün başlarken, yeni bir otomobil motorunun sınırlarını zorlarken, yeni bir ayakkabı, yeni bir elbise ilk kez giyilirken.
Yeni bir 27 nasıl olacak acaba?
Yeni bir 27 mi? Bunun eskisi olmuyor ki zaten. Bu yaşlar aslında hiç eskimiyor. Tek kullanımlık hepsi. "25 çok güzelmiş lan, ben bunu biraz eskiteyim, bi'5 yıl takılayım" diyemiyorsun. Yani ben diyorum da "hayat" bunu hiç sallamıyor 26-27-28-29-30 (yok daha neler 30 mu?!) gidiyor.

Tabi ben 27 diyecek miyim kimseye, elbette hayır! Bi'kere biten yaş söylenir ki ben daha 25imi bitirmedim şahsen. 25'e gelmeden yapmak lazım dediğim "bir şey" var hala. Onu yapmadan, yaşamadan bir adım öteye gitmem kimse kusura bakmasın.

Bu sene kendime yeni bir "KARAR" hediye edeceğim. 2005teki ve 2007dekiler kadar boktan olmayan arkası sağlam bir planla desteklenmiş kocaman bir kararım olacak 2009'da. (yalnız bütün kritik kararlarımı tek yıllarda vermişim ve şimdi onlar için 'boktan' diyorum. pek içime sinmedi bu durum benim ya, neyse) Vazgeçtim lan, bak düşününce acaip kıllandım ha. Ben gideyim yarın bi'cep telefonu falan alayım kendime. Klasik iyidir!

Hah işte alarm çalıyor! Bugün dün oldu, yarın bugün...

-E bir şarkı çalsaydık gitmeden.
-Ben bulamadım uygun bi'şey.
-Benim de hiç içimden gelmedi.
-Radyoyu açalım bakalım: T.I Feat.Justin Timberlake-Dead & Gone.
-Powerm bu, powerturke bak bakalım.
-Bakma boşver. Onlar söylesin.
-Tabi ya, hadi sen bi'şarkı hediye et bana bugün, doğum günü şarkısı olmasına gerek yok.
-Evet evet, sen! elinde mouse karşısında bilgisayar ekranı olan. Yeni bir şarkı söyler misin bana bugün ya da eski bir şarkıyı yeniden?
-Sana diyorum huuu! Bugün benim doğum günüm!

Read more...

Salı, Ekim 21, 2008

tik-tak

Seanslar: 13.30 16.00 18.30 yazıyordu gazetede, saati 14.30’u gösterirken. 16.00ya yetişemezdi. Bütün gece gördüğü kabusların ve 40derecelik ateşinin etkisiyle terlemiş ve daha duşa bile girmemişti. Bu halde sokağa çıkmak da pekiyi bir fikir değildi ya, evde biraz daha yalnız kalırsa duvarların arasında delirmekten korkuyordu. Bu soğukta sıcak bir sinemada, iyi bir filmle epey kafasını dağıtırdı.

Üstünden çıkardıklarını makineye tıkıştırıp sıcak suyun altına girdi. Dakikalarca aktı gitti su teninden. Suyun ne denli sıcak olduğunu buhardan boğulacak gibi olunca fark etti. Duşakabinin kapısını araladığında çalan cep telefonunu duydu. Koşarak fırladı dışarıya, çalan melodiden belliydi o olmadığı ama bir ümit baktı ekrana.

“of sen miydin”
“kızım nerdesin sen iki gündür, kapına dayanacaktım bugün valla, iyi misin?”
“hastayım, yatıyordum. Evde misin? Duş alıp sana geleyim.”
“gel tamam bekliyorum. Hatta bende kal bu akşam. İşe buradan gidersin”
“tamam bakarız”
“bakarız deme lens mi solüsyon mu ne zıkkım lazımsa al yanına işte”
“iyi, tamam”
“bak ne diyeceğim bizim caddenin başında yol çalışması var”
“eee”
“eesi normal yoldan giremezsin siteye”
“anormal yolu tarif et o zaman”
“o ilk ışıkları geçtikten sonra hemen sağa sapma, caddenin üstünde…”

Üşümüştü. Üşümek ne ki dişleri zangır zangır birbirine vuruyordu. Tekrar banyoya, sıcak suyun altına koştu. Saçlarını yıkayıp, çıktı.

Giyinirken içinden bir ses, çıkmamasını söylüyordu.
“Otur oturduğun yerde, ne işin var bu saatten sonra bi’de milletin evinde kalacaksın, yarın zaten iş var”
Aynada allığını sürerken susturdu içindeki sesi.
“günlerdir bekliyorum da n’oldu? Bugünde gelmeyecek. Gitti. Bitti işte.”

Salondaki meyve tabaklarını mutfağa götürürken masanın üstündeki dağınıklığı fark etti. Kaç gündür duruyordu o dağınıklık orada? Bir bütünün parçası olmayan kaç yüz parça vardı etrafta?
Kırık aynada yüzlerce kendini görüyordu sanki. Her bir parçası bir yanda. Ve resmin tam ortasında bir büyük boşluk…

Tabakları aldığı sehpanın üzerine bırakıp yerdeki kutuya yöneldi. Bütün parçaları bir hamlede kutuya doldurdu. Yatak odasından çantasını, kapının önündeki portmantodan anahtarlarını aldı, kapıyı çarpıp çıktı.

---


Rezervasyon yaptırmak için telefonu cebinden çıkardığında saati 14.30u gösteriyordu. “isterseniz 18.30’a 2 kişilik yerimiz var efenim.”
“hımm”
Festivalde izleyemediğine çok üzülmüştü. Tam da gösterime girmişken, kesinlikle kaçırmak istemezdi bi’kez daha.
“tamam, 18.30 iyidir.”

Aynada uzamış sakallarına baktı. Aslında hala sinirliydi ama gece kan ter içinde uyandığı rüyanın etkisi daha ağır basıyordu. Simsiyah elbiselerle, ateşler içinde dans ederken görmüştü sevgilisini. Yüzündeki acı, gözünün önüne gelince bir kez daha irkildi. Hala ayılmamıştı tam olarak. Soğuk bir duş kendine getirirdi.

Yatak odasına girer girmez telefonunu aldı tekrar. Aradı. Meşgul. Giyindi, en sevdiği mavi gömleğinin son düğmesini ilikledi, bir kez daha aradı. Meşgul.

“Uzun uzun telefonda lafladığına göre, keyfi yerinde demek”

Böyle düşününce sinirlendi tekrar. Mutfağa geçti, buzdolabından süt kutusunu çıkardı, ayaklarını sehpaya uzatmış içerken yarı aralık kitabı gördü. Kaldığı yeri işaretlemek için tokasını koymuştu kitabın arasına. Uzandı, nerede kaldığına bakmak için kitabı aldı. Son 2 bölüm kalmıştı. Finali nasılda merak ediyordu, sırf son bölümü bir an önce okumak için onu bile susturup kitaba gömüldüğünü hatırladı. Demek tam da son bölüme geldikleri sırada başlamışlardı kavga etmeye. Altını çizdiği cümlelerden birini okudu.

Onunla her yere gidebilir ve her yerden gidebilirdim, ötesini düşünmeden

Yeganeydi çünkü, değerdi ondan kopamamaya, yokluğuyla inatlaşmaya

Tokayı sehpanın üzerinde bıraktı, elinde kitapla fırladı yerinden. Yatak odasından cep telefonunu, girişteki ayakkabılığın üstünden ruhsatı aldı, kapıyı çarpıp çıktı.


---


Evinin anahtarlarını hiç istememişti. O bir anahtarlığa takıp verdiğinde de almamıştı. Ama “apartmanın anahtarına hayır demem, en azından seni evde bulamazsam alt kattaki öğrencilere sığınırım” deyip kızdırmıştı onu. İyi ki almıştı girişin anahtarlarını. Asansöre binmedi. Tam önünden geçerken alt katın kapısı açıldı.
“iyi günler”
“merhaba” (off nereden çıktı şimdi bu çocuk)
“doğan ağabey’i de çıkarken görmüştüm ama”
“yaa?” (üstünde ne vardı, nereye gider gibiydi, anlatsana be)
“pardon üstüme vazife değil tabi.”
“yok yok ben de sürpriz yapacaktım zaten” (amaan soru da sorulmaz ki buna şimdi)
“aaa ne tesadüf, o da size geliyordu muhtemelen, böyle giyinmiş, kokular sürünmüş falan”
“öyledir herhalde, sağol” (pislik kim bilir kimi buldu kendine hemen)

Elindeki puzzle kutusunu kapının önüne fırlatıp hızlı hızlı indi merdivenlerden. Hayır artık ağlamayacaktı. 2 günde hemen birini bulduysa onun için ağlamaya da değmezdi. Nasıl bu adar aptal olmuştu. Kendisini arayacak diye beklerken o çoktan yeni denizlere yelken açmıştı demek… Taksiciye titreyen sesiyle evinin adresini söyledi.


---


Kapısı bir türlü kapanmayan bir apartmanın giriş katında oturuyordu. Kapıcıya bile defalarca söylediği halde ne zaman gelse kapıyı paspas sıkıştırılmış şekilde açık buluyordu. Yine açık kapının önünden paspası ayağıyla iteklerken kapıcıyla karşılaştı.
“İyi günler Mehmet efendi. Yine açık bu kapı”
“Valla Doğan ağabey, Pazar ya bugün çoluk çocuk bahçeden girip çıkıyor, onlar sıkıştırmıştır gene.”
“ama hiç güvenli değil böyle, dikkat etseniz azıcık”
“ediyom ağabey etmez miyim, ama merak etme yenge evde yok zaten”
“yaa?” (e araba kapıda?)
“valla süslenmiş çıkıyordu ben öğle servisini yaparken. Kapıda burun buruna geldik. ‘Ekmek lazım mı abla?’ dedim, ‘bana bi’taksi söylesene duraktan’ dedi. Ben de hemen bizim Mahmut emmi’yi aradım. Hemen şu ileriki durak bilirsin… ”
“tamam, Mehmet Efendi sağolasın” (içmeye çıktı demek, taksi söylediğine göre…)
“elindeki çiçekleri sepete bırak istersen, ben göz kulak olurum bi’şey olmaz.”
“tabi tabi, haydi kolay gelsin sana”

Elindeki çiçekleri çöpe atmaktı niyeti ya, şu Mehmet efendi’nin ağzına laf vermektense, kapıya bırakmayı tercih ederdi. O çiçekleri bırakıp gidene kadar gözünü üstünden ayırmazdı zaten. Kapısına asılı sepete önce çiçekleri, çiçeklerin önüne de kitabı yerleştirdi. Neyse ki kitap yanındaydı. “Al bebeklerini ver misketlerimi” derdi arayıp sorarsa. O koşa koşa kapısına gelirken, hanfendi gece gezmelerine çıkıyordu demek ki. Arabayı bile almadığına göre eve de dönmezdi. Bütün gece eğlenip, ertesi sabah işe gitmek de yapmadığı şey değildi zaten. Hatta belki de ofisteki yeni çocukla bile çıkmış olabilirdi. Kontağı çevirirken “yokluğuyla inatlaşmaya değmezmiş” dedi.


---


Kapının önündeki çiçekleri görünce yüreği ağzına geldi. Kitabı da oradaydı. Ne demekti bu? “Al bebeklerini çek git” demek istiyorsa bu çiçekler neyin nesiydi? Anahtarlarını bulamadı bir türlü. Cebinden telefonunu çıkardı. 17.30du saati. Aradı. Meşgul.

Kapının önündeki puzzle kutusunu görünce yüreği ağzına geldi. Kapağını açıp baktı, herhalde tüm parçaları içindeydi. Nasılda zor birleştirmişlerdi oysaki. Ne demekti bu? “parçalandık” mı demek istiyordu, “gel yeniden birleştirelim parçalarımızı” mı? Anahtarlarını kapının dışında unutup kapıyı kapattı. Cebinden telefonunu çıkardı. Aradı. Meşgul. Kırmızı tuşa basınca ekranda saati gördü. 17.30.

Tam yeniden aramaya başlayacakken telefonu çalmaya başladı. Ekrandaki fotoğrafı görünce güldü.

“Sevgilimm”
“Pis serseri gelmeden önce niye aramadın? Günlerdir seni bekliyorum ben!”
“Sen niye aramadıysan ondan aramadım”

Güldüler.

“Festivalde kaçırdığın filme iki kişilik biletim var, 18.30a yetişir miyiz dersin?”


Filme yetişemediler...
Saatleri dünya saati değildi belki.
Belki de yetişmek istemediler.


Read more...

Salı, Şubat 19, 2008

yaşlı mavi




Gece 1i geçmişti eve dönerken. Artık doğum günüme girmiştik. Bir zamanlar mesaj yazmaya yetişemezdim saat 12den sonra bu geceyse tek bir mesajdı telefonumun çalmasına sebep. Hediyem yoktu zaten biliyordum. Anahtarı apartman kapısında bırakıp birkaç adım geri yürüdüm ve aya baktım. Çıt bile yoktu. Alt bahçeye indim, karlara uzandım. Ve aniden bu şarkıyı söylemeye başladım. Ve sonra bütün gece dolmak üzere olan aya bakıp bu şarkıyı söyledim. Bu yıl böyle hissediyorum çünkü. Biraz daha yorgun, biraz daha yalnızım bu gece, diğerlerinden hiçbir farkı yok. Bu derde derman yok, ağlamıyor gönlüm artık, kendi verdi kararları, kendi istedi bunları, suçlu yok...

Mutlu muyum? Yooo
Mutsuz muyum? Yooo değilim.

Bak özel istek üzerine şarkılar bile söylüyorum. Bu yıl söylemezsem bu şarkıyı sonra zaman aşımından, yaş uyuşmazlığından bir daha hiç söyleyemem biliyorum. Kalamam ben hayatında köşesinde biliyorum. Çünkü ben hiçbir zaman vazgeçmedim yaşamaktan. Vazgeçenleri hiçbir zaman anlayamadım. Hastanenin bahçesinde bana “sen de delisin aslında ama şanslı bir delisin o yüzden burada değilsin” diyen deliyi hiç unutmadım.
Biliyorum aslında çocuk da yaparım kariyer de hatunlarından değilim ben. “Bir işi yaptın mı tam yapacaksın, yapmayacaksan hiç yapmayacaksın”cılardanım. Önüme bariyer koyarlarsa yolumu uzatırım, etrafından dolaşırım engellerin. Öyle cazgır bangır kavgacılardan değilim, direnim ama cırmalamam. Olmuyorsa da olmaz yani. “Hayatta her şeyin bir sebebi var”cılardanım ben. Birileri kaderci bile diyebilir bu tavrıma, umurumda olmaz. Ama ben kendime kaderci demem. Ne derim işte onu bilemiyorum hala. Yavaş yavaş büyüyorum, yavaş yavaş keşfediyorum kendimi. Sınırlarımı, takatimi, sabrımı yeni yeni ölçebiliyorum ben.
Deseler ki geçecek bu heves de varsın geçsin derim... Görecek daha çok güzel günler, yeni hevesler, yeni heyecanlar, yeni aşklar var nasılsa derim. Var evet biliyorum İNANIYORUM. Yok ötesi...

İYİ Kİ DOĞMUŞUM YAHU!

Read more...

Pazartesi, Aralık 31, 2007

yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl bizleRe kutlu olsun!




Sayılar, tarihler, takvimler değişiyor diye kutlama yapmak, hediyeler almak eskisi kadar anlamlı gelmese de güzel dilekler dilemekten imtina etmemeliyim değil mi?

Dilerim sağlıkla geçer bu yıl, bol kazançlı aylar, neşe dolu hafta sonları/hafta başları, mutluluk dolu günler ve aşk dolu dakikalarla bezeli olur 2008.

Dilerim “keşke”li değil “iyi ki”li cümleler kurarız bu yıl bol bol.

Haydi, toplan bakalım sayın deli, yeni bir başlangıç fırsatı daha! Sıfırdan. Topla kendini, hedeflerine gözünü dik ve koşmaya başla. Kaybedecek tek bir saniyen bile yok artık. Ne aşkla ne işle ne ailenle ilgili tek bir yanlış karar daha verecek kredin kalmadı artık. Haydi bakalım 10’ dan geriye...

Şerefe!
Şerefe!


Read more...

Pazar, Ekim 28, 2007

sevgileRde


Posted by Picasa

Behçet Necatigil/SEVGİLERDE

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen isler yüzünden
(siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşla bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeyi az buldunuz
Yahut vakit olmadı.

Read more...

zaman sadece biRazcık zaman*


Hani bugün saatleri geri aldık ya, hani bir saat fazladan yaşayacağız ya, hani Pazar günümüz 25 saat oldu ya; diyorum ki o fazladan bir saatte, zamansızlıktanbir türlü arayamadığımız, bir “alo nasılsın” demeye bile fırsat bulamadığımız insanları arasak. Çok değil 3 kişiyi mesela. Hani feysbukta da bulmuşken hazır birbirimizi tekrar kaybetmemek için somut bir adım atmış olsak.

Hani diyorum ki, mektup yazan kimseler kalmadı ama “ne yaptın ne ettin yahu, ne zamandır görüşemedik, eşin, sevgilin iyi mi, işlerin epey yoğundu yazın, bu mevsimde biraz daha rahatladın mı bari, sağlığın yerinde mi?” diye başlayan bir mail yazsak. “Ben de biraz grip olmuşum hava değişiminden o yüzden Gripin’i izlemeye gidemedim geçen hafta çok üzüldüm” diye şirin şebelek kelime oyunları yapsak devamında. “Evdeki herkese selamlarımı ilet, havalar iyice bozmadan bir akşam toplanalım da mangal yapalım yahu” diye bitirsek maili mesela. Hani elimiz değse o maile, bizim cümlelerimiz olsa içinde... İlla süslü olsun isterseniz altına FW bir fotoğraf da ekleyebilirsiniz, paşa keyfiniz bilir.

Hani diyorum, fazladan bir saatimiz varken, “çok meşgulüm” diyerek kendimizi kandırdığımız, aslında deli gibi özlemiş olduğumuz birilerinin en azından sesini duysak telefonda, iyi dileklerimizi yollasak onlara ve hatta bir adım ileri gidip sevdiğimizi ve çok özlediğimizi söylesek, kıvırmadan, “özlettin ağabey kendini” yapmadan.

Hani diyorum, fena mı olur?

Read more...

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

mavi-siyah

Efenim ben sordum, eksik olmayınız takipçiler olarak 9 kişi oyladınız, 6 ya karşı 3 oyla neler oluyor hayattayı kaldırdık =) Varsa başka bir arzunuz, elimiz değmişken onu da yaparız =)

Bu ara hiç yazasım yok, okuduğum da pek söylenemez zaten. “İki Şehrin Hikayesi” (Charles Dickens) sürünüyor elimde ne zamandır. “Yüzyıllık Yalnızlık” (G.G Marquez) da yatağın başucunda bakmakta bana, bitmeyecek bu gidişle. Yine bitiremezsem bu onu 3. yarım bırakışım olacak, oysa bu kez epey yol kat etmiştim =(
“Satranç” diye bir uzun öykü okudum, Stefan Zweig yazmış. Kartal’dan Kapalı Çarşı’ya gidip döndüğüm bir gün yolda geçirdiğim zamanlarda okundu bitti ama o sayılmaz. 70-75 sayfa bi’şey. “Kültürel Antropoloji” (William a. Haviland) var çalışma masamda, gidip gelip karıştırıyorum iki-üç sayfa ama bu da onu okuduğum anlamına gelmiyor. Sonracığıma çantamda “İyi ve kötü tanrıların önyargılarıdır.” (Helmut Eisendle) var, onu okuyorum aslında ama 130 sayfa 1 aydır hala bitmedi, galiba hep aynı sayfayı okuyorum =D Bitirebilirsem size de tavsiye etmek isterim. “Çalışmak bedava olan tek eğlencedir”, “Savaş kültürün kış uykusudur”, gibi alt başlıkları var. Hatta bi’yerde mesela; Zaman. Sonsuz bir zaman aralığı olan geçmiş ve gelecek arasında sonsuz derece kısa bir zaman aralığı olan şimdiki zaman vardır. Bir saniye bir an hepsi bu kadar. Bu zaman aralığının veya anın yalanı yoktur, uzunluğu da yoktur ama yine aynı anda hem sonsuz hem de hiçbir şeydir. Bir vardır bir yoktur. Değişen veya değişmesi gereken bir şey neye doğru olursa olsun bir an içinde değişir... diyor ama önce benim hepsini okumam gerek değil mi?
Ha bir de hala izle(ye)mediğim filmler var mesela ama hayır onları listelemeyeceğim çok uzunlar, çoooook!

Böyle işte, normal insanlar izledikleri filmleri, okudukları kitapları anlatırlar ben okuyamadıklarımı anlatıyorum. Yaşayamadığım hikâyeleri yazıyor, yazamadıklarımı yaşıyorum... Mütemadiyen sayıklıyorum. “Ben deli değilim” diyorum, kimseler inanmıyor.


Read more...

Salı, Temmuz 10, 2007

elektRik mavisi

Dün gece uzun zamandır yapmadığım bi’şeye, küveti doldurup içinde keyif yapmaya karar vermiştim. Canım sıkkındı, haberler vasattı, annem menopoz teyze olmuş her yere esip gürlüyor, babam dalgın dalgın televizyona bakıyordu. Su bütün kötü elektriğimi alır götürür nasılsa, su kaynaklarının yetersizliğini bu seferde ben dert etmeyivereyim dedim. Ve kötü elektrik nasıl oluyormuş, insan nasıl elektrikle doluyor, nasıl deşarj oluyormuş bizzat yaşayarak öğrendim.
Islak elinizle hali hazırda çalışmakta olan ve kaçak yapan çamaşır makinesine dokunursanız siz de deneyimleyebilirsiniz bu durumu =)

Hayatımda ilk kez kalbimin attığını hissettim desem, abartmış olmam herhalde. Hayır, öyle nabzımı hissetmek falan değil, kalbimin attığını, ilgili kapakçıkları açıp, ilgisizleri kapadığını ve muhteşem bir güçle güm diye tüm vücuduma dağılmak üzere kanımı pompaladığını hissettim. Sonrası garip bir bilinçsizlik hali, yani olan biteni hissediyorum, duyuyorum ama ne bir ses çıkarabiliyorum, ne de herhangi bir hareketle fiziksel olarak tepki verebiliyorum üstelik hiç bi’şey göremiyorum. Bir an öldüm mü acaba diye düşündüm ama hemen kafam çalıştı:
—Salak ölmüş olsan önce hayatın geçerdi gözlerinin önünden, öyle bir film seyretmediğine ve hala ayakta durduğuna göre ölmüş olamazsın. Şoktasın şu anda, bir tepki ver de telaşa kapılanları rahatlat, yoksa hastaneye götürecekler birazdan.

—İyiyim ben tamam, yok bi’şey!

"Aman çok şükür" nidalarıyla, hemen banyodan çıkarıldım, ama kafam çalıştı ya bi’kere “iyiyim”den sonra söylediğim 2. cümleye bakın:
—Suyu kapatın boşa akıyor banyoda!
Üstelik ben cümleyi böyle gramatik kuralla uygun olarak kurduğumu zannederken meğer bizimkiler hiç bi’şey anlamamış, aslında kekeliyormuşum =)

Sonra birden gözlerim açıldı, daha doğrusu ışık gözlerimi aldı. Meğer çarpmanın etkisiyle sigorta atmış, dolayısıyla benim gözlerime perde indi sandığım şey, sadece karanlıkmış. Neyse uzatmayayım cümbür cemaat epey korktuk gece gece. Ama ben mesajı aldım:
“titre ve kendine gel” dedi çamaşır makinesi bana!

Çamaşır makinemizin sözlükte bahsedilen içine şeytan girmiş çamaşır makinesi ile aynı model olması, garip bir tesadüf olamaz herhalde.(özellikle mortifera’ya ait ilk entryi mutlaka okumalısınız) Artık kendisiyle uzaktan yakından işim olmaz, kendim yıkarım çamaşırlarımı, mazaallah! Zaten babam ona haddini bildirecektir en kısa zamanda =))

Neyse bu sayede koca bir Salı gününü evde geçirmek için mazeretim oldu. Bir de tabi böyle durumlarda adet olduğu üzere hayatın ne kısa olduğunu, ölümün hiç uzak olmadığını falan
düşündüm. Bi’süredir konuşmadığım insanları aradım, ne zamandır yazılacak mailleri, mektupları yazdım. Ama asıl mühimi ilk kez kendi ölümü düşündüm. Hiç düşünmemişim bugüne kadar. Garip bi’duygu insanın kendi cenazesini düşünmesi tabi. Sigortalar atmamış olsa şu an itibariyle (ki dışarıda öğlen ezanı okunmakta) cenazem için namaz kılınıyor olabilirdi. Kimlerin haberi olurdu acaba. Mesela insanların birinin ölüm haberini alır almaz, o kişiyi tanıyan diğerlerine neden hemen haber verdiklerine pek anlam veremezdim, hani ailesi arar nasıl olsa sana ne oluyor gibi düşünürdüm ama değilmiş işte, ailenin böyle bir durumda hali mi olur haber vermeye, tanıyanlar birbirine ulaşacak işte.
Bunları düşünürken fark ettim ki, tanıdığım bir sürü insan haberdar olmayacaktı böyle bir durumdan. Bu blog vasıtasıyla ya da çeşitli internet platformlarında tanıştığım yazıştığım insanlar mesela. Hadi sanal kişilikler olarak birbirimizin hayatında kapladığımız yer 0,1 birim olsun. Ya aslında çok şey paylaştığım, hayatımda benim için önemli olan ve onlar içinde önemli olduğumu düşündüğüm/bildiğim arkadaşlarım. Ailem hiçbirine ulaşamazdı sanırım. Ortaokul arkadaşlarım mesela. Hadi fakülteden arkadaşlarımın haberi olurdu anahtar kişiler vasıtasıyla da aynı bölümde olmadığım ama hala görüştüklerim. Eski iş yerinden arkadaşlarım mesela, haftaya onlardan bazılarıyla bir yemek planımız vardı var yani, hadi oraya gitmedim diye arar öğrenirlerdi ya olmasaydı öyle bir plan. Ya da arşivde ki eskiii eskiii arkadaşlar. Ölüm ilanlarının ne işine yaradığını da anlamış oldum böylece.

Bir de ne garip, bana mahsus bi’şey mi bu bilemiyorum ama herkes bilsin istediğimi fark ettim. Tanıdığım herkesin haberi olmalıydı sanki. Neden böyle düşündüm, bunun altında ne var hiçbir mantıklı açıklamam yok, birileri eksik kalsa bilmese ne olur sanki? Bilmiyorum.

Odaya ben yokmuşum gibi baktım bugün, ojeler, tokalar, kremler, kalemlikler, dağınık çekmeceler. Çok garip geldi benim ardımdan bütün (kirli) çamaşırlarımın ortaya dökülecek olması fikri. Eşyalarım, daha bir kez giyebildiğim ve elbise dolabında en yakın arkadaşlarımın en mutlu günlerini bekleyen kırmızı elbisem, ona uygun hevesle aldığım ayakkabısı çantası, yarım kalan okunmamış kitaplarım, cep telefonumda arşivlenmiş mesajlarım, fotoğraf albümüne kimini ben görmek istemediğim ama atmaya da kıyamadığım için, kimini bizimkiler görmese daha hayırlı olacağı için gizlediğim fotoğraflarım, bilgisayarda şifreli dosyalarda duran hikâyelerim, yazı taslaklarım, yine fotoğraflarım ve ayakkabı kutularım elbette. Bütün anılarım, yıllardır yazdığım günlükler, peçetelere çikolata kâğıtlarına yazılmış notlar, kurumuş çiçekler, gazetelerden kesilmiş kupürler, sinema biletleri, davetiyeler, mektuplar...

Benim yarım bıraktıklarım konusuna ise hiç girmeyeceğim. Sadece bugün için bile bitirilmesi gereken onlarca işim var, en basitinden daha dünyanın yeni yedi harikası-3 ü yazmadım =))
Neyse efenim kimseleri üzmek için yazmadım bunları, zaten üzülecek ve büyütülecek bi’şey yok ortada. Gayet iyiyim. Sadece ben hayatıma hiç böyle bakmamıştım, garip oldum, paylaşmak istedim.

Hayat kısa vesselam, hiçbir şeyi ertelememek lazım! Her anın kıymetini bilmek lazım. sahip olduğumuz tek şey'in içinde bulunduğumuz an olduğunu akıldan çıkarmamak lazım.

Ben şimdi gideyim, bu şımarık günümün tadını çıkarayım, akşama ne yemek istesem acaba?

Read more...

Salı, Mayıs 22, 2007

kent

Konstantin Kavafis / KENT


Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarımı kıydığım boşa harcadığım."



Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak.
Aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede yaşayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma,
Bir gemi yok, bir yol yok sana.
Değil mi ki hayatını kıydın burada.
bu küçük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada

Read more...

sonsuzluk kitabevi

Ömrü boyunca para biriktirmiştir adam. Yeni en yeni, en sonsuz kitapları alabilmek için. En yenileri, Platon’ları, Seneca’ları, Shakspeare’leri... Ne kadar kitap varsa alır adam ve tüm parasını verir, Havanın en ucuzunu alarak, suyu bedava içerek ömrü boyunca biriktirdiği tüm parayı. Sonra hepsini imzalamaya başlar. Satıcı kadınlar için asıl mühim olan paradır ama sormadan edemezler,

“ama siz yazmadanız ki bunları” kahkahalarla gülerler adama. Büyük ustaların başına gelen şey adamın başına gelmiştir, anlaşılmamaktadır o da. Yine meraklarına yenilir sorarlar adama “neden siz yazmadınız peki?”

“Öyle döndü çark; günlük yaşantının çarkı… Günlük yaşantının çarkı! İnsanın eviyle işi arasında, gecesiyle gündüzü arasında, doğumuyla ölümü arasında dönen çark! Her gün gittiğim iş, döndüğüm ev, bindiğim otobüs, indiğim vapur, terlediğim yaz, titrediğim ayaz, gece yattığım yatak, sabah çıktığım sokak arasında dönen çark! Yazlık işler, kışlık işler... Günlük işler, gecelik işler... Bunları sürdürmekten, yürütmekten bunları... halim mi kaldı, vaktim mi kaldı, yaratmaya, yaratıcı olmaya.
Biliyor musunuz Bu yeryüzünde söylenmiş birçok söz var ki benden önce başkaları söylemiş. Ya da... ya da, başkaları söylemeseydi ben söyleyecektim.”

Tüm özlemi, tüm bekleyişi, tüm tutkusu ve sevdasıyla imzalar kitapları...

Sabahattin Kudret Aksal - Sonsuzluk Kitabevi oyunundan

Read more...

Salı, Mayıs 08, 2007

gRi


Zaman; her şeye çare olabilen, unutturabilen, acıyı azaltan, öğreten, ilaç olan, kazandıran, kaybettiren insan icadı. Ademoğlu bölmedi mi yılları mevsimlere, mevsimleri aylara, ayları günlere, günleri saatlere, dakikalara, saniyelere. Yetmedi rekorlar kırmaya saliselere böldü. Sonra koşup durdu bir akreple yelkovanın peşinden. Yıllar değiştikçe "bugün yılbaşı" dedi eğlendi, "bugün doğum günüm" dedi yaşlandı. Hafta sonlarını, yıllık izinlerini, emekli olmayı bekledi hep yaşamak için. Yaşamı anlamlandırmak için yine böldü parçaladı zamanı burçlara, bayramlara. sırf bu yüzden herhalde "zaman"a tapan kavim, millet, topluluk yok tarihte.

Uzatmasam hiç,
MaRia Puder'e bıraksam sözü: "İnsan ömrü doğumdan ölüme kadar uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir" dese. Zamanlarca oturup düşünsek üstüne...

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP