hafta sonu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hafta sonu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Ocak 18, 2009

üşengeç mavi

Akşamdan kalma bir Pazar daha geçiyor işte. Saat 13ü geçmiş günün 13 saati bitmiş geriye kalmış 11 saat, 8 saati uyku desen. Bana kalmış 3 saat. Yuh! Ben oturmuş blog okuyorum, mail yazıyorum. Neyse ki msnden paçamı kurtardım. Mailleşmek çok daha keyifli. Böyle cevabı beklemek, pencerenin altında "egüi is typing" ibaresini görmeden yazdığını bilmek, meraklanmak falan. egüi ne, xyz gibi bi’şey işte. Değişken yani. Kah e, kah g, kah ü, kah i. Da vinci şifresinde miydi, aslında harfler alfabede kendinden bir önceki ya da sonraki harfi temsil ediyordu. Onun gibi bir şifre belki de…

Kriptograf mı deniyordu şifre çözücülere? Niye emin olamıyorum tek seferde? Ne kadar az cümleyle konuşuyorum ben bugünlerde. Papağan gibi aynı kalıplar sadece. Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıydı hani. Dünyam ne zamandır böyle küçücük kaldı benim? Ben bile sığamaz oldum içine. Başkasına nasıl yer açacağım?

Daha az soru soracağım bu yıl demiştim. Bir paragrafa 4 soru işareti yeter. Üstelik virgüllerle oyunbozanlık da yapmadım bak bu sefer. 2009 güzel olacak sanki. Söylediklerimi, düşündüklerimi yapacağım galiba bu sefer. 18 günde daha hiç fire vermedim mesala, negzel.

Bir film var masamda, bir kitap çantamda, aklımda günlerdir “revenge is a dish best served cold” yoksa “best eaten” mi? Ne fark eder ki? Soğumasını beklemeye başladıysan artık ne farkı var ki… Bir de tiramisu tarifi deneyeceğim bugün. Ama evde ne baileys ne de likör var. Olsun yine de yapacağım. 3 saatim kalmış şurada. Kalkıp başlamazsam yapamayacağım.


Read more...

Pazartesi, Aralık 15, 2008

silik mavi


Ne kadar kayda değmez bir gündü. Tipik, yitik bir pazar işte.

M.yi uğurladığımız gece fotoğraf makinesinin hafıza kartlarından birini kaybetmişim. O gece gittiğimiz mekâna sorayım, hava güzel oradan da Caddebostan sahile yayılır gazete keyfi falan yaparım diye düşündüm önce. Sonra dedim “boş ver J.ye uğrayayım 1 ay oldu kızı görmeyeli, velette büyümüştür onu da görmüş olurum.” Giydim eşofmanları çıktım sallana salana. Yolda yine vazgeçtim yalnız kalmaya karar verdim, cadde daha iyi fikirdi. Sonra elim telefona gitti. E.nin numarasını buldu… Aramadan kırmızıya bastı.

Sonra ani bir kararla Ayazma’ya çevirdim rotayı. Magnum intense aldım kendime, gazeteler, bir de türk kahvesi söyledim. Ohh miss. Aralığın 14ünde güneş nasılda ısıtıyor insanı. Sahi kış hala gelmediği halde ben ne çok üşüyorum bu sene. Bunları düşünürken bir baktım yine elim telefonda. Yine kimseyi aramadan saklandı cebime. Dalmışım sonra okuduklarıma. 2 saatten fazla zaman geçmiş olmalı. Üşümeye başladım. Sisten pek görünmüyordu adalar, ufuk çizgisi yoktu. Tam güneşin kızıllığına doğru ilerleyen bir gemi vardı. Sonsuzluğa gider gibi. Gidesim vardı.

Üşüdüm,
çay içtim,
ısınmadım,
eve döndüm,
kestane pişirdim,
ısındım.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

O boşlukta ne yaptıysam işte, hayatım orada geçiyor benim.
Gece 2 olmuş hala uyumadım.

Read more...

Pazar, Haziran 03, 2007

topRak Rengi

Hafta sonlarını sevmiyorum. Yazı sevmediğimi söylemiştim değil mi, artık hafta sonlarını da sevmiyorum.

Herkes tüm hafta boyu müthiş bir beklenti ve umutla hafta sonu planları yapıyor. Pazartesi sendrom var, zorla 1-2 rapor hazırlanıyor, Salı pazartesinden yarım yamalak bırakılmış işler yoluna konuyor ancak, Çarşamba ‘artık biraz çalışmak lazım hem haftanın ortasına geldik yupie’ nidaları ve perşembeden itibaren hafta sonu planları. "Cuma yemeği şurada yesek, oradan bilmem kimin konseri varmış oraya geçeriz, cumartesi kahvaltıyı Moda’da mı yapsak, karşıya mı geçsek şöyle Ortaköy’e doğru, sonra biraz sahilde geziniriz, akşamda bilmem kimin filmi varmış onu izleriz sinemada..." Bunlar genellikle şehir insanlarının planları tabi. Tam olarak böyle olmasa da 3 aşağı 5 yukarı herkes benzer bir koşturmaca içinde haftayı bitirip hafta sonunun gelmesini bekliyor. Tabi bütün büyük beklentiler gibi hafta sonları beklentilerinde de çuvallıyorlar. (bunlar çok genel geçer yargılarmış gibi kurdum cümlelerimi idare edin, elbette istisnaları vardır)

Ben de bu çuvallayan beklentiler yüzünden sevmiyorum hafta sonlarını. Alış-veriş merkezleri, şık lokantalar, sahil kenarı çay bahçeleri, otoparklar, İstiklal, Nişantaşı, Cadde, bütün şehir “bugün hafta sonu haydi eğlenelim” bakışlı insanlarla dolu sanki! “Bi’durun yahu ruhlarınız geride kaldı onları bekleyin iki dakika” diyesim geliyor her birine. O yüzden bugün karar verdim hafta sonlarını sevmediğime. Aslında zamanı parçalara ayıran ve sonrasında hep mutlu olmak için daha ileriki zaman parçalarını bekleyen insanoğlundan farklı bir tutum beklemek hata belki de. Şimdi sorsam bi’sürü insan yaz tatilinin hayaliyle yanıp tutuşuyor, oysa yazı hiç aratmayan bir kış geçirdi yaşlı dünya. Neden yaza bu özlem anlamam mümkün değil (evet evet ben yaz mevsimine gıcığım ondan oluyor tüm bunlar =))


Bir de Haliç’teki Redbull hava yarışlarına gidemeyecek olmama sıkıldım galiba o yüzden miskin bir gün geçirmeye karar verdim. Geç kalktım, kahvaltı sonrası gazete keyfini uzatımda uzattım, gazeteler bitti dergilere gömüldüm. Sonra baktım güzel bir esinti beni davet ediyor sokağa, rüzgarın kokusuna kapılıp, 7 tepeden birine attım kendimi, taze demlenmiş birkaç bardak çayla elimdeki romanın akışına bıraktım tüm zihnimi. Serinde bastıran uykuya dayanamayıp geri döndüm eve ve şurada tasvir edildiği gibi bir derin uykuya düştüm gündüz vakti. Kalktığımda kimseler yoktu. “Bizimkiler de beklentilerinin peşinden şehre atmışlar kendilerini anlaşılan, bi'de şu televizyonu kumandadan kapatmasalar” diye söylenirken yattığım yerden, kumandanın başucumda olduğunu fark edip bu seferlik unuttum küresel ısınmayı, israf ettiğimiz tonlarca enerjiyi. Minicik bir kırmızı düğme beni en sevdiğim Türk filmlerinden birinin en sevdiğim sahnesine ışınlamıştı çünkü. Azize, Türkan Şoray, palyaço kostümleri içinde, “gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar yeryüzünde sizin kadar yalnızım” diye şakımaktaydı. (Belkıs Özener farkıyla elbette) Huzurla ağladım! Var mı literatürde böyle bi’şey bilemiyorum ama ben huzur içinde ağladım şarkıyı dinlerken, filmi izlerken.
Herhalde dün Hatırla Sevgiliyi izlerken boğazıma düğümlenen yumruk da bu gözyaşlarıyla akmış gitmiş oldu. Sahi o nasıl harika bir bölümdü yine öyle. Necdet’in “sevilmek bu kadar güzel bi’şeyse, Yasemin’in beni sevmesi...” deyişi. Var mı Necdet gibi birileri yeryüzünde hala, varsa ben talibim! Tam bunlar geçerken aklımdan telefonuma gelen mesaj güldürdü beni, “kızım bu Necdet kesin yengeç burcu bak söylemedi deme” kedileri hiç sevmediğimden kelli “kedi burcu olsa kabulüm” yazıp yolladım ben de.


Çoktan yatmış olmalıydım bu saatte, uyuyamayacağımı bildiğimden yazıyorum bu lakırtıları aslında. Bir ılık süt getirir mi uykumu dersiniz, yoksa zuladaki birkaç şişe yakuttan mı medet ummalı? Ama hayır yarın dedemi ziyareti gideceğim. Hayatı boyunca bize içkinin ve sigaranın zararlarını öğretmiş dedeciğimin yanına alkollü gitmemeliyim. Karşısında el pençe divan duracağım üstü yazılı bir beyaz mermer taş da olsa, bu ona saygısızlık yapmamı gerektirmez değil mi?
Aldırmayın hiç, sayıklıyorum ben yine ve bir de şarkı mırıldanıyorum beceriksiz ıslığımla...

bir gün daha yaşandı ve bitti,
bütün hüzünleri ve bütün kederleriyle
herhangi bir gündü, çok önemli değildi....

dibine not: bir kez okudum ama muhtemelen vardır yine yazım hataları, anlam kaymaları, özne-yüklem çekişmeleri. ben onları salim bir kafayla düzeltene kadar siz çoktan okumuş olabilirsiniz, readerlar 3 vakte kalmaz haber verir zaten. şimdiden affola!


Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP