hastalık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hastalık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Mayıs 19, 2012

çikolatalı yeşil, kahveli mavi

Annem doğum gününden bu yana, gözle görülür bir iyileşme gösteriyor. Ve ben paranoyak olduğum için konduramıyordum bu iyileşmeyi. Yeni başladığımız melatonin'in etkisiyle uykuları düzene girdiği/derinleştiği için, kendini daha iyi hissettiğini düşünüyordum. Ya da ameliyatın hemen sonrasındaki -yalancı- iyileşme gibi bir hayal kırıklığına uğramamak için böyle düşünüyordum, bilmiyorum. Oysa uzun zamandır hiç kullanmadığı sağ elini, göğüs hizasına kadar kaldırması, sağ adımını atarken dizini kırıp yukarıya çekmesi göz ardı edilebilecek gelişmeler değil. En son bugün, çift görme problemi konusunda biraz daha rahat etmesini sağlamak için diktiğimiz tek gözünü kapatan lastikli göz bandını da takmak istemeyince ikna oldum artık. Annem bu kez gerçek bir iyileşme gösteriyor. Bacağındaki derin ven trembozu iyiye gidiyor. Clexane 0.6'lık iğneleri bir 10 gün daha yaptıktan sonra kontrol doppleri çekilecek. O doppler'de temiz çıkarsa artık gerçek bir fizik tedavi için izin çıkmış olacak. Şimdi benim işim İstanbul'daki en iyi fizik tedavi hastanesi'ni ve/veya doktorunu tespit etmek. Bir de konuşma terapisi süreci ile ilgilenmem lazım. İnternette bile bu konuyla ilgili tatmin edici bir bilgi yok, bu işle ilgilenen uzmanlara nasıl ulaşacağım tam bir muamma kafamda.

Oysa Amerika'daki GBM hastaları için konuşma terapisi standart tedavi protokolünün içinde. Zaten orada kokteyl tarzı kemoterapi'de deneysel tedavilerin haricinde de kullanılmaya başlanmış. O deneysel tedaviler ise başlı başına efsane. Yahoo'daki mail grubundan gelenleri okudukça, Türkiye'de bu hastalığın sadece beyin cerrahlarının eline bırakılmış olması insanı daha da delirtiyor. Hani nöro-onkoloji diye bir uzmanlık dalı olmamasını belki kabullenebilirim ama bu hastalık için (zaten egosu 1500olan) beyin cerrahlarının, "valla ben tümoru çıkardım, bundan sonra günde 1 aspirin, 2 keppra, ayda 1 kemoterapiyle gittiği yere kadar takılın"  tavrında olması ve eğer siz, soran, sorgulayan araştıran biri değilseniz, her hangi bir açıklama yapmaması fazlasıyla sinir bozucu. Biz mesela sadece cerrahın sözünü dinlemiş olsaydık, -ki babama kalsa tek yapılması gereken buydu- annemin trembozunu fark etmeden fizik tedaviye başlamış olacaktık ve belki de bacaktaki o pıhtının başka yerlere gidip, daha büyük sorunlar çıkarmasına sebep olacaktık. Ve hatta belki de ben, annemin ağrısını ve bacağındaki şişliği inceleyip, acile gidene kadar geçen sürede araştırma yapmamış olsaydım, acildeki pratisyen doktorun aklına DVT  hiç gelmeyecekti. Ki ben "ya DVT diye bir şey oluyormuş bu hastalıkta, onunla alakası olablir mi?" diye sorduğumda gözündeki o "evraka" bakışını gördüm ya, o yeter.

Bir de radyoterapi sonrasında beyin omurilik sıvısındaki artış dolayısıyla "şant takılması" mevzuu var ki, evlere şenlik. Annem daha RT+KT'nin etkilerinden kurtulamamışken bir de yeniden ameliyata alıp şant takmak istediler. Offf geçti gitti bunların hepsi. Annem şu tremboz denilen pıhtıdan kurtulur kurtulmaz, çok kapsamlı bir fizik tedavi süreci geçirecek ve kendi işlerini kendisi yapar duruma gelecek. Ve bundan 10 yıl sonra, Türkiye'de bu hastalığı yenen sayılı insanlardan biri olarak annemin adı (da) anılıyor olacak. Ben bunları o zaman gülerek anlatıyor olacağım.

Geçen hafta sonu S.cim İstanbul'daydı. Son 5 aylık süreçte sanırım ilk kez sadece kendim için hazırlanıp, dışarı çıktım. Makyaj yapmayı unutmuşum. Yüzmek gibi değilmiş makyaj yapmak onu anladım mesela. Yani aslında yüzmek gibi de, önce ürünleri hangi sırayla uygulayacağını falan hatırlamak gerekiyor. Rimel sürdükten sonra far sürülmez mesela ben bunu lise yıllarımda öğrenmiştim. Tabi bizim yıllar sonra buluşmamızın, benim aylar sonra sokağa çıkışımın FB-GS şampiyonluk maçına denk gelmesi, fanatik GS'li S.cim'in balıkçılar çarşısından geçerken gördüğü yakılan aslanlar, benim Kadıköy'den Bakırköy'e giden bir deniz otobüsü olduğunu unutup(!) onu deniz otobüsü için taa Bostancı'ya bırakmam, Bağdat Caddesi'nden giden dolmuşun stadın önünde holiganlar tarafından zıplatılması.... Yine her zamankinden, fıkra gibi bir buluşmaydı bizimki. Geçen gelişlerinden birinde de gelinlikçi gezmiştik S.cimle. Ortada fol yok yumurta yokken, tutup gelinlik giymişti burada. Bu seferde kuyumcu gezdik. Asıl maksat anneanneme kolye almaktı güya. Ay hala gülüyorum hatırladıkça. Gerçek bir DOST bana nasılda iyi geliyor, unutmuşum doğrusu. Bi'de 1kadın ve 1erkek açık televizyonda, Zeynep ve Ozan'ın ilişkisini gördükçe gerçek bir ilişkinin de neye benzediğini unuttuğumu fark ettim şimdi. Zeynep'in saçmalıklarına  birlikte gülmeleri, Ozan'ın sazanlıklarına Zeynep'in kızamayışı. Ve hatta Ozan'ın Zeynep'in kaprislerini çekmesi... Meğer ne kadar yorucu bir şeymiş bizim yaşadığımız. Benim sürekli "özür dileyen", "açıklama yapmaya, kendini affetirmeye çalışan" hallerim. Üstelik bunu kabullenişim. Kendime artık onun gözünden, onu beni gördüğü gibi "suçlu" görüşüm. Yaptığım bir sürü saçmalığı anlatırken S.cim öyle güzel söyledi ki aslında, "biz böyleyiz işte" dedi. "bu kadar körkütük, bu kadar delice sevmekten başka yol bilmiyoruz." Bu da erkeklerin birbirine söylediği "sana kız mı yok olum" gibi bir klişe belki de, ama bana iyi geldi işte. Kimseyi yargılamadan, sadece beni değil O'nu bile suçlamadan her şeyi dinlemesi, benim lafı döndürüp dolaştırıp annem-doktorlar-ben üçgeninde geçen maceralarına getirmeme rağmen "getir hayatım getir, ben de tam olarak bunu istiyorum zaten" deyip kendimi rahat hissettirmesi... İnsanın hayatında dost biriktirmesi lazım-mış, bunu bir kez daha anladım.

Neee saat 3 olmuş! Ne çok şey yazıp sildim ben bu akşam. Artık kapatayım şu ekranı, annemi uyandırmadan yanına süzüleyim şimdi. Böylece kalsın burası dağınık dağınık. Sonra toparlarım bir ara.

Dibine not:  vazgeçtim yazmıcam. gönder gitsin.

Read more...

Perşembe, Mayıs 10, 2012

çilekli beyaz

Pazartesi gününden beri, bir ferahlık, bir hafiflik, bir beyazlık var üzerimde ve beraberinde garip bir ruhsuzluk. Hani bu ferahlık, beraberinde bir neşe de getirir ya insana, o yok içimde. Bakışlarım donuk hala. Arada anneme gülüyorum kahkahalarla. Normalde kahkaha atmayacağım şeyler ama ben öyle büyük gülüşler saçınca annem de gülümseyiveriyor bana, dünyalar benim oluyor. Bugün mesela "aklını başına al" dedi. Öyle çok hoşuma gitti ve öylesine güldüm ki. Normalde "Perdeyi çek", "sesini kıs" gibi günlük rutinde en çok söylediği cümleleri bile "şeyi kapat şeyi", "küçük yap onu, küçük" diye ifade ediyorken; "aklını başına al" diye 3 kelimelik bir cümleyi bir nefeste, hiç yardım almadan, tam da duruma uygun şekilde söyleyince zevkten dört köşe oldum tabi. Duruma uygun olması da bana kızması. Laf nereden geldi hatırlamıyorum, anneanneme "kuşkonmaz alalım, hiç yemiyoruz" falan diyordum. Organik beslenmeyle kafayı bozduğum için, annem böyle soya filizi, maş fasülyesi, avakado, zerdeçal gibi abidik, gubidik sebze meyveleri duydukça önce bir "amaaaan zeynep" çekiyor, sonra da "yapma onu yapma yapma" diye tepkisini dile getiriyor. Ben kuşkonmazdan bahsedince de aynı şey oldu, önce yine uzun bir "aman kızııım" patlattı, ben de dönüp, "kuşkonmaz alıcam sana anne, ben amerika'da çok yiyiyordum ondan lezzetli bi'şey" deyince "aklını başına al ya, o ne öyle, yapma bana yapma" diye söylenmeye başladı. Canım benim ya.

Kemoterapinin 2. kürü başladı salı günü. Şu hastalığın en kötü tarafı, bizim için aynı zamanda tek iyi tarafı oldu. GBM kötü huylu bir tümör türü. Yani kanser. Hadi adını koyalım işte basbayağı "beyin kanseri" bu. Ama "beyin tümörü" lafı bile tek başına o kadar korkunç ki, hiçbir yerde, (literatürde bile) "beyin kanseri" dahası "kanser" sözcüğü geçmiyor. O yüzden annem ve anneannem dahil kimseye böyle bir açıklama yapmadık. Kemoterapi ilaçlarını alması da yaygın olarak bilinen serum yönteminden ziyade, küçük beyaz hapları yutması şeklinde olduğu için, ne kanser ne de kemoterapi sözcüğü literatürümüze hiç girmedi. Ve bu kelimelerin beraberinde getirdiği o pis, acıklı "negatif enerji" de evimize hiç uğramadı. Annemin, sadece "güç kaybı" olan sağ tarafı için bile "felç inmiş, felçli kalmış" diye birbirini dolduran komşuların ağzına "kanser olmuş, beyin kanseri ayyyy o nasıl şey kimbilir" laflarını vermediğim, komşuları siktir et; zaten kelimeleri hatırlayamadığı, kendini ifade edemediği için umudu kırılan ve  hareketleri kısıtlandığı için "ben yapamıyorum" diye üzülüp ağlayan anneme bir de "sen kansersin" hissiyatı yaşatmadığım için çok huzurluyum.

Yarın annemin doğum günü. Yani bugün. Büyük bir hediyem yok ona. Çünkü değil dışarı çıkmak, başka odaya geçip biraz ortadan kaybolsam, "nerede bu kız" diye söylenmeye başlıyor. Yarın ona yapacağım pasta dışında bir şeyim yok. Bir de "ben annemi sevmiyorum aslında" laflarıyla ortada dolaştığım günlerime inat, içime sığmayan, nasıl göstereceğimi bilemediğim kocaman SEVGİm.

Pasta ve sevgi...Bunların ikisinin bir araya geldiği bir başka doğum günü daha vardı-dı. -di 'li geçmiş zamanın hikayesi'ydi diğ mi bu? var-dı... Geçmiş bütün o zamanlar, hikaye mi değil mi, meçhul.

Olsun, bir tek ANNEM olsun, Bana bi'şey olmaz;



Read more...

Cuma, Ekim 15, 2010

blue ending

Bu son yazı olsun artık…
Şikâyet eden, sızlanan, halinden memnun olmayıp habire bir şeyleri değiştirmeye çalışan bu aptal şişko kızı gömelim buraya... Görmeyelim bir daha!

Madem “ne zaman geliyorsun” sorusuna bile bir cevabım yok benim, susayım artık…
Ama son bir kez sızlanayım istiyorum ağız tadıyla…

Part I
Geçen Cuma’ydı. Çarşambadan beri üzerimde bir halsizlik vardı zaten. Cuma günü okuldan erken çıkıyorum ya bütün gün yatarım geçer diye düşünmüştüm. Hava günlük güneşlik olmasına rağmen üşüyordum. Oda arkadaşıma sordum önce “ateşimi var mı” dedim. “ay ben anlamam ki” falan dedi kaynattı konuyu. Üzerime en kalın kazaklarımı giyip yatağın içine girdim ve sevgilime mesaj yazmaya başladım. O cevap verdikçe üşümem artıyordu sanki, çoraplarımı ve patiklerimi üst üste giydim ama dişlerim birbirine vuruyordu. Ateşim vardı ama ateş düşürücü hiçbir şeyim yoktu. Muhtemelen terli terli spordan dönerken yediğim rüzgar hasta etmişti beni ama bunları düşünmüyordum o anda.
Sevgilime anlatmam gereken şeyler vardı ve ben daha konuyu oraya bile getiremeden, “sen beni Amerikan rüyasına sattın”, “ben artık çıkardım seni hayatımdan” lar başlamıştı. Öyle çok üşüyordum ki yorganın altından çıkmaya üşenmesen eldivenlerimi bile takacaktım. Sonra oda arkadaşımın bana seslendiğini duydum, sesi çok uzaktan geliyordu sanki. Yorganı açtığını hissettiğimde 'kapat şunu' diye bağırmak istemiştim ama sesim çıkmadı. Birkaç yıl önce de böyle ateşlenmiştim, onu da yazdım sanırım buralara, babamın elinde buzlarla çaresiz bana baktığını ve annemin, benim 'çok üşüyorum n’olur yapmayın'larıma aldırmadan o buzlarla benim ateşimi düşürmeye çalıştığını hatırlıyorum hayal meyal. Ama Cuma gecesi hastanede uyanana kadar neler olduğunu hayal meyal bile hatırlamıyorum. Volkan ağbi’nin beni kucakladığı bir sahne var. Sonra oda arkadaşımın arabanın içinde beni soymaya çalıştığı başka bir sahne var. Hastaneye girerken bir yere bacağımı çarptım onun acısı var ama nasıl olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Ha bir de cevap veremediğim son bir soru var “sen ne zaman döneceksin?” Volkan ağbi’nin söylediğine göre hastaneye gelirken ve oradayken sürekli sayıklıyormuşum. Birkaç gün sonra “ne sayıkladım ben o akşam?” diye sorduğumda “bir ara bir şeylere cevap vermeye uğraşıyordun, erkek arkadaşındı herhalde ama anlamadım” diyor, “bir arada babanla konuşuyordun galiba” diyor. “Nerden anladın babamla sevgilim olduğunu” diyorum. “Ya o değilde senin insuarance card amma iş açacaktı başımıza ha” diye gülerek konuyu değiştiriyor. O ruh haliyle kim bilir neler sayıkladım adamın yanında… O beni utandıracak hiçbir şey söylemeden konuyu değiştiriyor…

Birkaç saat sonra üzerimde aptal bir pijamayla uyandıp volkan agbi’yi ve bizim diğer evdeki kızlardan s. yi baş ucumda gördüğümde önce hastanede olduğumu idrak edemiyorum. Sonra yanımdaki perdeyi görünce bir an oradan Foreman ya da Chase çıkacakmış gibi geliyor, kendi kendime gülüyorum… uyandığım halde hiçbir şey söylemeden güldüğümü gören herkesin yüzüne rahatlamayla karışık bir merak oturuyor. “Kaç saattir buradayız?” diye sormaya çalışırken benim olmayan bir sesle homurduyorum. Ve nihayet o rahatlamış ifadeyi görüyorum . "Ateşim vardı sadece niye getirdiniz ki beni buraya" diyorum. "Sirkeli su yapsaydınız geçerdi" diyorum. Onlarda habire beni nasıl hastaneye neredeyse zorla soktuklarını anlatıyorlar. Burada sağlık sigortası her şeyden önemliymiş bir kez daha anlıyoruz böylece. Mümkünse sağlık sigortası kartlarını vucudumuza dövme yaptırıyormuşuz, falan-mış filan-mış…

Eve gelip telefonumu açınca son bir mesaj görüyorum. Ağlamaya mecalim kalmamış. Bir de annem mesaj atmış bana, kızım seni özledik seni kamera aç görelim demiş. Aptal aptal sırıtıyorum telefona…

2 gün evden çıkmıyorum. Kimseyle konuşmuyorum. “Ne zaman geleceksin?”in cevabını düşünüyorum yatıp kalkıp. Martta döneceğim eylüle kadar evlenir beraber döneriz desem bir anlamı olacak mı O’nun için acaba. Bilmiyorum.
Burada okul mu seçeceğim, yaşamak için eyalet mi seçeceğim, bilmiyorum… zaten buradaki okulların beni alacağına dair zerre kadar umudum da yok ya… niye buradayım onu bile bilmiyorum. Basit bir hayatım olsaydı diye düşünüyorum. Bankada 5. yılım olsaydı bu sene ve 20.10.2010da evleniyor olsaydım mesela… ya da çoktan evlenmiş.
Şimdi eğer buradaysam bu hayalden tamamen vazgeçmem gerekiyor sanırım. Amerika’ya gelmekle, gelmeyi istemekle, basitçe yaşayıp giden biri olmayacağımı ilan etmiştim aslında. Bunun arkasında durmalıyım belkide. Ama bu arkasında durduğum/duracağım şeyin beni köksüz bırakmasını hazmedemiyorum hala.
Biz O’nunla birlikte bu topraklara kök salabilirdik biliyorum…

Pazartesi kontrole gittiğimde “evli misiniz?” diyor doktor. "Olmalı mıyım?" diyesim geliyor ama “No I'm not” çok daha kontrol edilebilir bir cevap. Cümlelerimi kontrol edemediğim bu dili sevmiyorum ben…

Sarılmayı özlüyorum. O’na, babama, kardeşime…

Orada olmayı diyemem ama O’nunla olmayı özlüyorum…

Part II
Saat 00.01oluyor burada. Orada sabahın 7siyken. Takvim 15 ekimi gösteriyor. 1 yıl önce bugün biliyordum Amerika’ya geleceğimi. Omzuna yaslanmış gözyaşlarımı saklamaya çalışıyordum. Galata köprüsünde güneş batıyordu. Ve “bu sabah yine her sabah ki gibi sıkıldım İstanbul’dan” diyordu gitar çalan çocuk.
“Moralim bozuk, cerayan kesik hele bir de sen yoksun ya çok yazık...”

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Bir kadeh şarabım bile yok 1.yılımızda. Ne zaman döneceğimi söyleyemediğim bir adama nasıl derim “beni bekle gelip seni alacağım” diye.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. “Evet” dediğim gece çekilmiş. “Keşke ‘hayır’ deseydin, ‘gitmem gerek’ deseydin” diyor diğerlerimden biri ama biliyorum ki bugün sorsa yine evet derim ben O’na.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine bir antibiyotik daha içiyorum. Son kez birlikte uyuduğumuz akşam, ay ışığında izlediğim uyuyan yüzü geliyor gözümün önüne… Dokunamıyorum… O tatili bile zehir etmiştim O’na inanamıyorum!

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine dinliyorum “sensiz olmazları”… O klibi izlerken ki yüzü geliyor gözümün önüne… Dokunamıyorum…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine ağlıyorum. “Yok iyiyim ben, ateş yaptı yine herhalde” diyorum yanımdaki meraklı surata. Bu ateş beni öldürmez ama içimde ki bu yangın çürütür biliyorum. O’na mutluluk dahil hiçbir şey veremediğim geliyor aklıma. Huzur vermedim. Rahat vermedim. Cevap vermedim. Umut vermedim. Eline alıp tutabileceğim bir hediye bile vermedim.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. “Evet” dediğim gece çekilmiş. O geceyi hatırlıyorum. Ve sabahını, içtiğimiz adaçayını. Ve İstanbul’a dönüşünü. Minibüsten inerken bana bakan ışıl pırıl gözlerini. Çektiği mesajı: “yuppy ben evleniyorum!” ve ertesi gün olan o aptal kazayı…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Sarhoşuz belli. O’nunla ilk rakı içişimizi hatırlıyorum. İlk “seni seviyorum”u. Beni taksiye bırakıp dönüşünü. Çektiği mesajı: “bundan sonra sana rakı seek”

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Mutluyuz. Ama yalan yok, içimde bir “şey” eksik o gece. Ne olduğunu bilmediğim ve “nedir acaba bu” diye kurcalamadığım. Aslında bana evlenme teklif edeceğini ilk hissettiğim anda düşünmem gereken ama hiç düşünmediğim… haklıydı belki de. Belki de değildi. O kaza olmasaydı olmazdı belki de bunlar… o “eksik” şey neyse batmazdı içime bu kadar…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Doğru adamla yanlış zamanda çekilmiş bir fotoğrafa. Gülüşünü özlüyorum en çok. Ellerini, konuşurken nasıl da güzel kullanır onları... Nasıl da yumuşacık dokunur yüzüme…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. …


Read more...

Çarşamba, Ocak 27, 2010

nicediR laci


Şu hayat dedikleri kesinlikle özetlenebilir bir şey değil. Ya da bana öyle geliyor. 'Hayatım film olur' derler ya benim hayatım olsa olsa kısa film. Başrolde şu üstünde oturduğum sandalye, şu içine bakıp durduğum siyah çerçeveli ekran. Başrolüne kendimi koyabildiğim bir hayatım bile yok demek ki benim.

O yüzden yazıyorum herhalde. Bir gün;

Vuruldu, kırıldı, duruldu birkaç kere
Yazılıdır hepsi hikâyede diyebilmek için.

Aynı şarkıyı dinliyorum hala hala hala. En mutlu olmam gereken günlerimde, bu sandalyeye oturmuş, ağlak hikâyeler yazıyorum hala.

Çünkü hayat özetlenebilir bir şey değil. Ya da ben o kadar kabiliyetli değilim.

Aslında kabiliyet meselesi de değil bu. Ankara’daki toplantıdan sonra, İstanbul’a Büyükada’ya döndüğümü. Orada sevgilimle 4 günlük bir tatil yaptığımızı ve evlenme teklifi aldığımı ve kabul ettiğimi ve O’na, üstelik O’nun en sarhoş haline bir kere daha âşık olduğumu anlatabilirdim belki. Eğer sevgilim döndükten bir gün sonra, lastiği patlayıp 2 takla atan bir servis aracından yola fırlamasaydı.



Hatta belki bunu bile anlatıp bir hikâye haline getirebilirdim. Bariyerin dibindeyken arayıp, “sakın merak etme beni, iyiyim ben ama araç kaza yaptı, ağabeyimle, orhan geliyor beni almaya şimdi” deyişini, O’nun “ben iyiyim” diyen sesi hayatımda duyduğum en acı içindeki seslerden biriyken ve arkadan birileri “lan olum bu haline iyi mi diyorsun sen” derken, içimden geçenleri, gece boyu hiç uyumadan O’ndan bir haber almayı çaresizce nasıl beklediğimi, nihayet tetkikleri bittikten sonra konuştuğumuzda “bu gece de ölmedim ya, seni almadan ölmem, merak etme” deyişini ve benim bunun üzerine dualarla ve şükürlerle nasıl saatlerce ağladığımı bile yazabilirdim belki. Hasta yatağında “bak kızım ben seni seviyorum, hayatımı seninle geçirmek istiyorum ve bunu herkese ilan ettim ama sen hala ailene bile söylemedin, nikâhın özü ilan etmektir” diye beni azarlayışını da anlatabilirdim, bir cumartesi sabahı yatağımın üzerinde oturmuş “sen hala iyileşmedin mi?” diyen babama “baba beni istemeye gelmek istiyorlar” deyişimi de yazabilirdim. Eğer Sevgilimin omurgasındaki L1 kemiğinin kırık olduğunu ve yaklaşık 1,5 - 2 ay çelik korse takması gerektiğini kazadan 10 gün sonra fark etmemiş olsaydık

Tüm bunları anlatsaydım o zaman, bu hikâyede bir eksik olduğunu da sezerdim mutlaka. Benim parmağımdaki tek taş göstere göstere kimseye ama hiç kimseye çığlık çığlığa “ben evleniyorum” demediği, diyemediğimi hatta telefonda bile söylemediğimi bugünden önce fark etmiş olurdum belki...

Aslında her şeye rağmen yazabilirdim, hani aylardan sonra defterime yazdığım gibi. “Yeni yıla yepyeni bir kararla girdim. Ve yepyeni ve musmutlu bir hayatım olacak artık. İnanıyorum ve biliyorum bunu” diyebilirdim. Eğer babam ve annem beni karşılarını alıp : “ biz bu evliliği onaylamıyoruz, çok istiyorsanız nişanlanın sen git gel Amerika’ya sonra evlenip yaşayacağınız şehre yerleşirsiniz ama gitmeden evlenmeyin, bunu otur iyice düşün” dememiş olsalardı... Onlar karşıma geçip yaşadıklarımı eski türk filmlerindeki “zengin kız-fakir oğlan” kıvamına getirmeselerdi eğer yaşadığım bütün mutlu anları, korkulu anları, heyecanları her şeyi yazabilirdim...

Devam ettiğim kursla ilgili aksilikler dizimin boyunu aşmışken, 2011 için beni alacak tek bir üniversite bile bulamamışken, başvuru süreçlerini nikah, evlilik ve soyadı değişikliği gibi bürokratik angaryalar nasıl etkileyecek hiçbir fikrim yokken, yol alabilmemiz tamamen benim okul takvimime bağlıyken ve ben tek bir adım bile ilerleyemezken ve sevdiğim adam ağrılar içinde hasta yatağında yatarken bile yazabilirdim olan biteni. Eğer babam karşıma geçip o söylediklerini söylememiş olsaydı...

Şimdiyse böyle boş boş ekrana bakıyorum. Tek istediğim bana objektif sorular sorulması iken karşımdaki hala “peki bu durum sana tam olarak ne hissettiriyor” diyor. Bana sorulan doğru bir soru değilken, doğru bir cevap buluyorum içimde. Üzülerek itiraf ediyorum kendime, “aslında gitmek istememdeki asıl amacın, gitmek olmadığını” sadece “burada kalmak istemediğimi”. Ve burada kalmak istemeyişimin asıl sebebini ararken bir başka gereksiz soru geliyor. Duymuyorum, dinlemiyorum. Eve doğru yürürken “vazgeçebileceğimi” fark ediyorum şaşkınla. Çünkü gerçekten istediğim şeyin aslında “bu” değil “o” olduğunu anlıyorum. Yine de hala doğru sorulara ihtiyacım var benim. Kafamdaki soru işaretlerinin doğru yanıtları içimde biliyorum. Birilerinin kafamdakileri yanıtlayacak doğru sorular sorması gerekiyor sadece. S. cim arıyorum teli kapalı. Ö. yü arıyorum en son yılbaşında görüşmüştük, ona da ulaşılamıyor. Kızlar hala evleneceğimi bilmiyor. Babam hala düşündüğümü sanıyor. Ve ben sevgilime nerede olduğum konusunda doğruyu söylemiyorum. Bugün de yalnız bırakıyorum O’nu. Bana iyi gelen, en iyi gelen tek kişi o’yken üstelik. O’nu yormamak, O’nu üzmemek ve dahası O’nu şüphelendirmemek için... Bana “doğru yerdesin” demişti belki kendi bile hatırlamaz. Doğru yerde olduğumu biliyorum. Bunu birilerine, bunu babama ispat edecek zorunda kalmak üzüyor beni.


“Bu yalnızlığı hak edecek ne yaptım ben?” diye sormuştum aynaya, Pazar gecesi ağlarken. Yazmak yeni bir cevabı bulmamı sağladı şimdi, tam da şu anda. Daha önce de sormuştum bu soruyu hatırlıyorum, eski ajandaları çıkarıp bakıyorum.

İlk soruşum, sobası yanmayan soğuk bir odada, yalnız başıma bir çizgi filme bakarak, karşı komşunun getirdiği tek tas çorbayla oruç açtığım yağmurlu bir gündü. Bunu takip eden dönem çift anadala başlamıştım. İkinci soruşum şirketteki terfiyi alamadığımı öğrendiğim yani mezuniyetimden bu yana hiçbir baltaya sap olamadığımın tescillendiği gündü. Hemen ardından canımı dişime takıp ales’e çalıştığımı, bursa başvurduğumu ve yüksek lisansa kabul edildiğimi ve bursu kazandığımı fark ediyorum bugün.
Pazar gecesi bu soruyu kendime sorduğumda, daha önce de sormuş olduğumu bile hatırlamıyordum. Şimdi bu sorunun bana yepyeni bir kapı açacağını, beni yepyeni bir başlangıca götüreceğini biliyorum. Üstelik bu kez yalnız değilim!

Bir adam var artık; En az kendim kadar inandığım, en az babama güvendiğim kadar güvendiğim... Bir adam var artık; “İyi ki” dedirten. “İyi ki geldin” “İyi ki sen geldin” “Hoşgeldin” dedirten...

Hayat özetlenebilir bir şey değil...
Akışına bıraktım yaşıyorum O'nu.


Read more...

Çarşamba, Ocak 21, 2009

saRımtıRak yeşil


3 gündür evde yatıyorum. Pazarı da sayalım hadi, 4 gündür. Burnumu bile çıkarmadım kapıdan. Ay yok pardon bi’doktora gittim ama o sayılmaz. Giderken ev eşofmanlarımı bile çıkarmadım üstümden. Bir ara fırsattan istifade alışverişe çıkayım bari diye düşünsem de kafamı kaldıracak halim yoktu zaten. Mutfağa gidip portakal almaktan acizken, mağaza mağaza gezip giy-çıkar yapmak hayal oldu tabi.

4 gün tatil için süper bir ara aslında ama insan hasta olunca, gözü tatil bile görmüyor işte. Hastalık dediğim de bi’şey olsa: “Ağaaar grip olmuşsunuz hanfendi, antibiyotiklik bir durum yok.” 3x1 Öksürük şurubu. 3X1 theraflu “forte” -ki kendisi 650 mg parasetamollü bir Novartis. -Ve farenjit vakalarından aşina olduğumuz bir benzidamin hidroklorur. Eh buna da şükür. Teşhisi koyduk, ilaçları ve raporu da aldık. “Uzaktaaan kumada benimdiiiiiirrr!”

Çocukken ben hasta olunca oturma odasındaki kanepeye yatak yapar uzaktan kumandayı da alır bütün gün çizgi film izlerdim. Kimse de “gık” demezdi. Gelsin çorbalar gitsin meyve suları. (Gerçi o zamanlar böyle nickelodeon falan da yoktu nereden bulurduk o kadar çizgi filmi acaba?) Fırsat bu fırsat diyerek kuruldum kanepeye tekrar. Gel gör ki her taraftan çocuk kanalı fırlamasına rağmen "Tom ve jerry" den başka izlenecek adam gibi çizgi film yok piyasada. O da sabah 10da. Tom jerry bitince güzel bir kahvaltı, kızarmış ekmek, kayısı yumurta falan. Kahvaltı’da TNT “monk” Sonraaa saat 11:00 de e2’de Ellen Show. -ki süper bir hatun kendisi. büyünce onun gibi olcam ben.- Ellen bittikten sonra artık sedasayan mı istersin, deryabaykal mı istersin, iclalaydın, ikbalgürpınar mı istersin, petekdinçözalişan mı istersin, safiyefaik mi istersin, ebruşallı mı istersin -ki ben buna hiç girmiycem pucca yazmış uzun uzun- hangisini istersen vur patlasın çal oynasın! Ama tabi ne zamana kadar “yemekteyiz” başlayana kadar! Gerçi ben yemekteyiz'in gelmiş geçmiş en süper kahramanı; arz ederim hasan amcayı gün be gün izlemiş bir seyirci olarak bu son hallerini pek sevmiyorum ama show tv artık yarışmacı seçiminde (cast seçimi mi demeli acaba açık açık) o kadar uzmanlaşmış ki, aptal aptal kutuya bakarken illa takılıyorum bir yerinden. Bu hafta bir de İtalyan mutfağı seven bir adam vardı, bahane de buldum seyretmeye, zaten ağar gribim, kimse bana karışamaz değmeyin keyfime…

Annem gidip gelip -ki kendisi menepoz teyze kurslarının birinden çıkıp birine gitmekte, sağolsun öğlende eve uğruyor, yemek koyuyor önüme sonra yine çıkıp gidiyor falan- beni açık tv karşısında buldukça “beynin sulandı tv.ye bakmaktan, kitap falan okusana baksana sessiz ev negzel” dese de “hastayım ben böğğüüü” diye ağlayarak savuşturdum bütün eleştirilerini. Ya zaten aylardı tv izlemiyorum doğru dürüst ne zararı olabilir ki diğ mi? Demeyeceksin işte. Boşuna aptal kutusu demiyorlar ona. Her türlü zararı var. Evde kaldığımı düşündüğüm yetmiyormuş gibi, evlilikle ilgili bütün fikirlerim de değişti mesela. Nicedir şu “görücü usulü” uygulaması hakkında 'hımm aslında pek kötü bir fikir olmayabilir' diyordum zaten. Artık kanaat getirdim süper bi'uygulama hakkaten. Bi'kere kafadan “evlenmeye hazır adam” çıkartıyorlar karşına. Kılçıksız... Okulu bitirmiş, öyle master kastır falan kafa ütülemiyor, eli ekmek tutuyor, hatta belki başını sokacak bir evi de var muhtemelen, en önemlisi askerliğini yapmış adam yahu! Mis gibi adam niyeti de evlenmek daha n’olsun? Allah’tan belamı isteyeceğim yani?

Ayrıca mesela bu adamla 3 kere buluştuktan sonra rahatlıkla “aaa ama ben bu saatte artık gönlümü eğlendirmeye adam aramıyorum ki, ciddi düşünüyorum yani, bana güven vermen lazım” falan diye kavga çıkarabiliyorsun. Adam gık diyemiyor. Ama tabi şimdi bu devirde böyle adamı bulmak da kolay değil. O'da bunun farkında tabi, istekleri var: “25-35 yaş arasında hiç evlenmemiş bir bağyan istiyorum” diyor. Hiç evlenmemişi böyle kalın kalın söylüyor. Eh tabi kılçıksız adamlar da, zarı soyulmamış kadınlar istiyorlar yataklarında.

Yalnız bunların tv.ye çıkanları pek çulsuz oluyor. Şahsen ben 3 gün boyunca kanal kanal izlememe rağmen (şöyle elektrik aldığım birini bulsaydım arayacaktım valla) 900-1000 liranın üzerinde para kazanana rastlamadım daha. Ha 15 daireli apartmanım, 3 tane yazlığım, 8 kışlığım, 2 çiftliğim var diyenler de çıkıyor ama son kullanma tarihi geçmiş o amcaların da be anam. Düştük dediysek o kadar değil çok şükür.

Ay burnum düştü silmekten yeter ya, bak yarın işe gideceğim aklıma geldi yine. Aaaa saat 10 olmuş. Cnbc-e de Uzak vardı bu akşam, yaprak dökümü kaçırdım onu kaçırmayayım bari.


Read more...

Cumartesi, Ekim 18, 2008

dengesiz mavi


İzmir’e de, konsere de gidemedim. Onun yerine hastaneye gittim. 5 saat müşahede altında kaldım. İnsan vücudunda ölçülebilecek ne çok değer varmış meğersem. Her şeyi böyle 2 tahlille çat çat ölçebilsek keşke.
“Kırmızı alarm seviyesi kırmızı alarm seviyesi! Aşk sınırın altına düştü, acilen takviye yapmamız lazım”
Aşkın birimi olsa ne olurdu acaba? Ya da ilginin?

Çünkü insan böyle “hasta” zamanlarında en çok “ilgi” istiyor. Kendini iyi hissetse de etrafında şımarabileceği birileri olsun istiyor. Herhalde içten içe “sağlığına” sevinilsin istiyor. Varlığının birilerini iyi hissettirdiğini, yokluğunun eksiklik yaratacağını bilmek istiyor. Bunları anlamak için küt diye düşüp kalmak gerekiyor herhalde.
Bir dolu koşturmacaya, paniğe gözleri kararmış da olsa şahit olmak gerekiyor.
Küçük bir ansiklopedi boyutundaki kâğıt yığınlarına bakan adamın ağzından çıkacakları inandığı-inanmadığı tüm dinlerde dualar ederek beklemek gerekiyor.

Sonucunda, İzmir’e gidemezsem de konsere gidemezsem de üzüleceğim (amma devrik cümleymiş bu da) derken, ikisinde de olamadığı halde seviniyor; geceyi hastanede değil evinde geçirdiği/geçirebildiği için.

“Stres” acayip bir kavram. Mide, ruh sağlığı, beyin fonksiyonları gibi nokta atışlı dezenformasyonlara sebep olabildiği gibi insan vücuduna dört bir koldan saldırıp dengeyi bir anda alt üst edebiliyor. Yani “bu baş dönmeleri sıklıkla oluyorsa yarına kadar kalın nöroloji uzmanımız birkaç tetkik daha yaparak size detaylı bir ilgi aktarsın”dan paçanızı kurtarabildiyseniz her şeyin müsebbibi “stres”. Neymiş çağımızın hastalığı! Başlı başına bir hastalık adı stres yani artık vay anasını…

Hayır 'ev geçindirmiyonuz, çocuk okutmuyonuz, kira ödemiyonuz, neyin stresi bu kardeşim?' demezler mi adama, derler. Verecek bir cevabımız var mı, yok!

Sonuç; sağlık her şeyden önemli. Konsere de gidilir, izmir’e de mühim olan tahtalıköye gitmemek.
Sonuç; takma kafana tokadan başka, ciddiye alınması gereken önemli bir özdeyiş. Toka takacak saçım da kalmadığına göre kafama takacak hiçbir şey olmaması gerekiyor, ayağını denk al.
Sonuç; sen bi’kaç saat takıldın çıktın düşün bir de hastanede yatanların halini, bundan sonra hastanedeymiş denilen hiç kimsenin çıkması beklenmeyecek hemen çiçek-kolonya ziyaretine gidilecek.
Sonuç; insan nezleyken bile ilgi istiyor evet. Ama böyle zamanlar tam zaaf zamanları, ilgi görünce ayarını kaçırmamak, ilgi görmek için dozu arttırmamak gerek.
Sonuç; ulan bi’tarafında bi’yamukluk var işte bırak şu kontrol delisi hallerini artık, kim ilgilendiyse ilgilendi, tadını çıkar be kızım!
Gizli sonuç, yalanlar ve yalanları takip etme işi, önüne arkasına hikâyeler uydurma işi seni fazla yoruyor. Koy ver gitsin.




Kış kış cinler kış kış

Read more...

Çarşamba, Haziran 18, 2008

saatli kazım

Yahu antibiyotikler 3 güne bitecek, onlar bitince de hem hastalık hem üzüntülerim geçmiş olacak dedim ya, kendi kendime bir çeşit plasebo etkisi yarattım sanırım. Antibiyotik antidepresan etkisi yaptı. Üzüntü, hüzün hiç bi’şey kalmadı pms’ye rağmen gayet keyifliyim. Lakin farenjit olduğu gibi duruyor, hatta sanki daha bile kötüye gidiyor. Anlayamadım bir türlü. Bugün 3 günlük raporum bitiyor. Yarın sabah son ilacı içeceğim. Ve işimin başında olacağım, olmam gerek. Ama bu sesle çalışabilir miyim bilmiyorum. Şirkettekiler 3 gündür yoğun bir telefon trafiği olduğunu söylüyorlar. Eh kapıda yazan tabelaya bakınca aksini düşünmek mümkün değil zaten de ben bu sesle nasıl çalışacağım o fazlasıyla düşündürüyor işte.


Şu huyumdan vazgeçebilsem gerçekten huzurlu bir insan olabilirim belki de. Yarınki işi yarın düşünürsün kızım. Ne diye şimdiden kurcalıyorsun kafanı. Hayret bi’şey ya.


Hayatın garip olduğunu, vapurları kuşları falan pek çok kez yazdım buraya. Bir kez daha yazmakta beis görmüyorum. “Hayat ne tuhaf, vapurlar filan.” Geçen hafta, ‘haftaya Salı pazarına tekrar gitmek için iş yerine ne bahane uydursam acaba’ diye düşünüyordum. Bu hafta raporluydum. Salpa’ya gitmemek için hiçbir sebebim yoktu. Doktorcumda göztepedeydi zaten, oradan çıktım hoop pazara.


Geçen haftaki saatçiyi buldum. Geçen hafta methiyeler düzdüğüm adamı bu kez ayıpladım. Çünkü benim siyah kadranlı saati getirmemiş. İşin kötüsü beyaz kadranlı da yok. 'Eh' dedim 'napalım, kaybettin şansını haydi hayırlı satışlar.' Biraz ilerde 10 liraya süper gömlekler vardı. “zara, mango, İspanyol modası bunlar koş koş” diye bağırıyordu. Koştum baktım. “türk malı mı bunlar” dedim. “halis muhlis abla” dedi. Bi’tane pembe gömlek aldım kendime. 2 tezgâh yanda gerçekten “zara basic” etiketli bir gömlek 5 liraya satılıyordu. Hem de mavi çizgili. Onu da aldım hemen. Boğaya doğru çıkarken bir iki saatçi olduğunu hatırlıyordum o tarafa doğru yöneldim. Sevgilileriyle alış-veriş yapan hatunlar gördüm. “yaa hiç insan sevgilisini Salı pazarına götürür mü be?” diye yargılamaya başlamıştım ki, vazgeçtim. Takdir ettim o hatunları. Ben vitrinde denemezsem 3 gün 3 gece uyuyamayacağım bir parça görmediğim sürece herhangi bir hazır giyim tükkanın kapısından sokmam sevgilimi. Ama n’oluyo ben böyle yaptığım için kaybediyorum. Adamı el bebek gül bebek pamuklar içinde büyütünce sıkılıp kaçıyor sonunda. Böyle pazar çantası gibi yanında gezdireceksin, nazdan kapristen adama gına getireceksin ki kıymetin olacak. Bi’de bebek gibi konuşup “sevgülüüüümm bunun pempesi mi daha çok yakıştııı mavisi miiiiiiii” dedin mi tamamdır. Adam içinden küfrü bassa bile “al hayatım ikisini de al, niye düşünüyosun?” dediği sırada kredi kartını da çıkarmış oluyor zaten. Eh bir insan sevgilisinden daha ne isteyebilir ki?!


“İstemez abla istemez! Ütü falan istemez bu örtüler, yıka, kurut, ser masaya. Dertsiz örtü bunlar” diyen satıcıdan yanıtımı alınca gülüp yoluma devam ettim Tam o sırada bir başka saatçi daha buldum. Kadıköy’ün pek sevgili kokoş teyzeleri sarmıştı tezgâhın etrafını. İzin isteyip yer açtım kendime. Şu yandaki saatin gümüş renklisi vardı. Birebir yanda gördüğünüz ama dore değil lame. Bileğimde de oldukça da zarif görünüyordu açıkçası ama 25 liraya rolex takmak fikri biraz acayip geldi bana. Yani çakma swatch, hilfiger falan neyse ama rolex yahu. Düşündüm düşündüm almadan devam ettim yoluma. Bir iki yere daha bakayım bulamazsam döner alırım dedim. Arada 3 tanesi 10 liraya iç çamaşırı aldım. Pazardan sütyen almak hep komik gelir bana. Teyzeler böyle elbisenin üzerine geçirir dener falan. Ben hep utanırım seçerken. Sütyen yine bi’derece de o tangaları falan alırlar, satıcı adamda tutar kaç tane olduğunu saymak için tek tek açar onları, bi’de gelen geçene duyurmak için elinde sallaya sallaya söyler “buyur haanııım 5 tane seninkiler.” diye. İşte o cidden acayip. Yoldan geçen simitçi falan bakar böyle. Pek nahoş bir durum aslında. Ama öte yandan çeşitli örtülerle (türban olur çarşaf olur hiç fark etmez) kendini gizleyen bağyanların hiç çekinmeden bu işe girişmesi daha ilginç gelir her zaman. İşi gücü bırakıp onların ne seçtiğine bakarım ben. Ve ben bile bunu düşünüyor ve izliyorsam etrafta ki onca adam kim bilir neler düşünür der, şaşar kalırım rahatlıklarına. Her fırsatta örtülü olmayanları ahlaksızla etiketleyip, kendilerinin açılmamış bir mücevher gibi değerli olduğunu ima edenlere sormak istemişimdir her zaman; “Pazen donla, penye sütyen neyinize yetmiyor kuzum, hem de pek sağlıklı. Bunca çeşit tangalar, dantel dantel çamaşırlar niye?”


“Paris Hilton’ da benden alıyor bikinisini mayokinisini abla, bakmadan geçme, bodrum’da paparazzilere demode mayolarla yakalanma!” diyene dayanamadım sordum, “Yardımcısını mı yolluyor, kendi mi gelip seçiyor Paris hanım bikinisini?” “vay vay vay ablama bak, sesi çıkmıyor ama biliyor sosyetinin raconunu.” “Boşver abla paris’i hilton’u ben sana şöyle bir kırmızı vereyim bak yanınca çok yakışır” “tatil yok bana bu sene, sana hayırlı işler”


Arkamdan “havuzda giyersin be abla” derken ben son saatçiye yanaşmıştım çoktan. Bakındım, denedim, tam geri dönüp o rolex’i alayım bari diye düşünürken. Kocaman rakamlı D&G’yi gördüm. Koluma taktım ve aldım!

Güneş gözlüğü takınca değişen insanlar vardır ya, ben de koluma saati takınca bir acayip oldum, yürüyüşüm falan değişti. Elidor reklâmlarının havalı saçlı kızlara döndüm bir anda. Özlemişim saat takmayı, pek mutlu oldum nihayet alınca. Hatta o kadar ha vaya girdim ki 'siyah kordonlu her şeyle uymaz, bunca havaya girmişken açık renk kıyafetlerle saatsiz kalmayayım' diye düşünüp tam pazarın çıkışından bir tane daha saat aldım. O biraz daha vasat tabi, çünkü sadece 5 lira. Böylece 50 liraya 2 gömlek, 3 sütyen, 2 saat alarak günümü tamamlamış oldum. Hatta bu kadar karlı bir alışveriş yaptığım için kendime hediye olarak bir de geçenlerde bir yerde kendisine atıf yapıldığını görüp merak ettiğim “İnsan Mühendisliği” kitabını da aldım. Bu aralar okuma hızım iyice yavaşladı. Kendime biraz gaz vermek için 566 sayfa yeterli olur umarım.


Şimdi gidip ılık bir şeyler içerken kitabımı biraz karıştırayım. Acaba iş dönüş trafiği başlamadan biraz dışarı mı çıksam? Hafta içi İstanbul’unu da değerlendirmek lazım yahu… Tüh bilemedim şimdi…


dibine not: bi'şi dicem; sakın kimse çıkıp, "rolex daha güzelmiş" demesin ha, aklım kaldı zaten. haftaya bi'daha salı pazarıyla falan uğraşmayalım sonra =D

Read more...

Pazar, Haziran 15, 2008

yeşilimsi

Boğazım çok acıyor. Doktor 1000 mg. antibiyotiği dayadı yine. Bu farenjit belası başka türlü geçmiyor zaten. Habire ılık bi’şeyler içmekten gına geldi. Yarın bir de iş var. Ve bi’dünya telefon görüşmesi yapmam gerekiyor. Off ki off. Aman niye ofluyosam. Gerekirse öğleden sonra basar çıkarım. Göbek bağımız var sanki şirketle.


S. yi aradım bugün. Kelimenin tam anlamıyla sıçtı ağzıma. İyi de oldu doğrusu, kendime getirdi. Hele son dakikada bütün olaya bir teşhis koyuşu vardı ki… İnsanın hatalı olduğu zamanlarda böyle acımazsızca eleştiren, yerin dibine sokup çıkaran bir dostu olması güzel. Bana demişti zaten çok önceden. Bu defteri en son kapadığımda demişti. 'Ne köy olur ne kasaba sizden, yapamayacağınız belli, adam kendini biliyor yanaşmıyor sana, bıraksende hiç çabalama' demişti. Hepsini tek tek demişti. Ben gittim naptım, o bunları hiç dememiş gibi başa sarmaya çalıştım bütün filmi. Yemedi tabi. Cesaret isterdi 2 kez aldattıktan sonra “tamam varım” demek, diyemedi O da. Ha, bunca yalanın ardından katıksız bir saflıkla “ya gel gir içeri ya da çek git” demek gereksiz bir delilikti. Oda bana mahsus zaten.
Telefonu kapatmaya yakın, ben artık “haklısın”, “evet demiştin” demekten yorulmuş başka bir cümle türetmeye çalışırken, küt diye sustu bizim hatun. 10 saniye falan hiç sesi çıkmadı ben hat mı kesildi acaba diye bakarken resmen gürledi:

“Bana baak, bu adamın ne sorunu var?”

“Yani evet benim gibi bir hint kumaşını bulmuşken birlikte olmaya bir türlü yanaşmadığına göre… “

“Kes zırvalamayı da bu adamın sorunu ne onu söyle; uyuşturucu mu kullanıyor, şizofren mi, alkolik mi, ne tedavisi oluyor?”

“Hönk!”

“Bu herifin bir sorunu yoksa bana da S. demesinler. Sen bana yok de, ben oraya gelip kendi elimle yapıcam aranızı, nikah şahidiniz olucam ulan, sen bana normal olduğunu söyle, yarın ordayım, gelinliğini bile ben alıcam!”

“Ya ne alakası var S. cim. Bak büyük laflar ediyosun hem gelinlik falan biliyosun İtalya’ya gidilecek onun için”

“Sıçtırtma İtalya’ya şimdi hadi ‘hiç bi’sorun yok, gayet normal birisi, öyle kendi çapında çapkın falan sadece’ de bana”

“Ne alakası var ya?”

“Sen, bu adam gerçekten sorunlu olmasa bu kadar uğraşmazdın, bu kadar koşmazdın peşinde. Asıl sorunlu sensin kızım. Önce senin tedavi görmen gerekiyor bi’kere. Allaaan danası! Salak sen bu hayata doktorculuk oynamaya mı geldin sanıyorsun ne diye uğraşıyorsun bu hasta insanlarla anlamıyorum ki.”

“Şşşşşşş ayıp oluyor ama...”

“Git işine yaa. Ayıpmış. M.yi adam ettin topluma kazandırdın yeni hastan ne tedavisi görüyor, yoksa psikolojik falan mı bu sefer, aile doktoru falan da var artık bu konuda, ona da önerdin mi bari?”

“Yok kızım ben seninle arkadaşlığımı kesiyorum artık. Yeter be bu kadarı fazla. Her boku bilmesen olmaz di mi? seni arayanda kabahat zaten. Sus tamam hadi sonra görüşürüz. Kapadım ben”

“Ben biliyorum malımı işte. Sorunlu birini buldun kabardı anaç damarların tabi. O iyileşecek siz de sonsuza kadar mutlu bir hayat yaşayacaksınız hayalleri de kuruyor musun bari? Ah yavrum benim. Kıyamam ben sana ya. Ama sende haklısın bebeğim çıkmadı ki şöyle normal bir adam karşına. Hangisini tutsan elinde kaldı. Sende uzmanlaştın tabi, sorunlu adam paratoneri gibi çekiyosun hepsini etrafına. Başka türlüsü gelse dengem şaşacak diye korkuyosun, bulduğuna yapışıyosun böyle. Bak gerçek hayat böyle değil kuzum. Normal insanlar normal flörtler yaşayıp ilişkiye başlıyorlar böyle daha başında aylarca sürünmüyor işler. Sen elini tutuyorsun. O da öpüyor dudağından al sana aşk! Bu kadar yani. Daha karışık değil.”


Ben bu cümleye varana kadar çoktan ağlamaya başlamıştım. Epeyce bir ağladım, o da konuştu hiç susmadan sağ olsun. Yarayı bulduk. Kanattık da kanattık. Arada beni bi’posta daha sıvadı, bu durumu ona daha önce anlatmadığım için. Sonra topluma kazandırdığım diğer hastalarımı çekiştirdik. Kapatırken epey ferahlamıştım. Gerçi bu sesle 1,5 saatlik bir telefon görüşmesi epey yordu ama bu 2 günde olan tüm yorgunluğumu farenjite havale ettim ben. Bu bet ses, bitkinlik, yorgunluk, bir türlü ağlayamama hali falan hepsinin müsebbibi farenjit.


Şu antibiyotik bir bitsin hepsi geçecek bak. Bu gecekini saymazsak 3 günlük dozum kalmış. 3 gün sonra hepsi bitecek. Semptomlar düzelmeye başladı bile. Şimdi biraz maça bakayım, sonra da yatayım. Yarın güzel bir gün olur belki. Belki şehre bir film gelir. İklim değişir belki, akdeniz olur. Belli mi olur?

Read more...

Cumartesi, Haziran 14, 2008

solgun mavi

Hayır ağlayamıyorum. Olmuyor bi’türlü. Doluyor doluyor doluyor, 1 damla süzülüyor uzun uzun yol alıyor yanağımdan boynumda. Bitiyor. Demek ki gerçekten üzgün değilim. (Mi acaba?)


Yazmak güzel şey. Sıcağı sıcağına yazdıklarıma baktım da. Hakkaten kafam karışmış. Darmadağın yazmışım, bir dolu imla, cümle hatası da cabası. Şimdi bi’kere şu konuda anlaşalım ben bunu gerçekten beklemiyordum-beklemiyormuşum. Nasıl oldu da bir anda basıp gitti şaştım kaldım. Telefonu facebook arkadaşlığını silmekle olacak iş değildi bizimki. En mühim bağımız msndi. Adam kopardı attı. Helal olsun. Epeydir günceye de uğramıyor zaten. Alkışlar kendisine. (Ben de o yüzden bu kadar rahat yazabiliyorum zaten şu anda) Sırf o okumasın diye başka yerlere yazdıklarımı da taşıdım arka sayfalara. Oh kişisel bütünlüğümü de sağladım kafam rahat. (gizli kalması değil derdim. bir türlü elim varmıyor kilidi açmaya. linkleri gören ses versin, yeter)


Bugüne kadarki msn loglarına, mesaj kayıtlarına, görüşmelerimizde olan bitene kısaca yaşadıklarımıza bir daha baştan aşağıya baktım bu vesileyle… Yüzleştim kendimle. Bak neler buldum, bilinçaltımda.

Aa bilinçaltı demişken Tam şu anda rüyam geldi aklıma. Onu görmek için bir basket sahasına gitmişim. (ben iş çıkışına tünemeyi düşünmüştüm =)) Tek başına oynuyor. Kaçan topunu yakalıyorum. Beni görünce gülüyor kocaman. Konuşuyoruz, neler konuştuk çıkaramadım şimdi. Sonra birden deniz kenarındayız. (Maltepe sahildeki basket sahasına gitsem görebilir miyim acaba, bu rüya buna mı dalalet =)) El ele yürüyoruz. Mutluyum galiba. (zaten onunla olup da bir türlü “mutluyum” diyemedim, rüyada bile belli belirsiz hislerim) son hatırladığım koridor gibi bi’yerde arkasını dönmüş yürüyor. Arkasından sesleniyorum. Bakıyor. “hoşça kal sevgilim” diyorum. “sevgilim” vurgusu öyle baskın ki sanki ona ‘bak biz artık sevgili olduk, sen şimdi git ama sonra gene gel mutlaka’ demek istiyorum. Bir kolunun altında basket topu, diğer kolunu kaldırıp el sallıyor. Ve arkasını dönüp yürüyor karanlık koridorda.

Sanırım bu kez gerçekten bittiğini kabullenmem gerekiyor. Karanlık koridorda yürüyüp gitmesinin başka ne anlamı olabilir ki? Radyo açık, şarkı fallarına hep inandım ben. Son kez diye şarkı tuttum “unut beni sevgilim ben unutmuyorum” çıktı. Demet Akalın’dan şöyle nefret dolu bir şarkı çıkana kadar “bu sefer son” diye kim bilir kaç tane şarkı daha tutacağım. O'nu en son nasıl gördüğümü düşündüm de şimdi, rüyamda ki gibi arkasına dönmüştü, arabaya biniyordu...Bak yine aynı şey. Bikaç damla yaş sadece. Gürül gürül değil bir türlü.


Yüzleşme diyordum. Rüyayı hatırlayınca kötü oldum bak. Sabahtan beri yüzleştiklerimi bir türlü toparlayamıyorum. Keşke not alsaymışım. Neyse başka sefere belki.

Bir yazı gördüm arşivde normalde dikkatimi çekmezdi ya, "kıRmızımsı" demişim şaşırdım. 'Ben kırmızıya hiç yaklaşmadım bile' diye düşünürken açtım okudum. Tesadüfler işte! Bir anlamı olmalı mutlaka(?) Geçen yıl tam bu zamanlar yine interstate 60 filmine gönderme yapmışım. Bir de bahsederken 'route 65' demişim. Bu yıl 'route 69' diye neremden uydurdum acaba =)) Yine O'ndan bahsetmişim (tek cümle ama ben biliyorum ya) umutluymuşum. Şimdi yine aynı film, yine O. Ne kadar uzun bir hikayeymiş bu...

Filmin adını nihayet öğrendim. Bakalım seneye bu zamanlar neler olacak? Merak ettim bak şimdi. Bir paragraf boşluk bırakıyorum kendime. Seneye bu zamanlar doldurmak üzere…

Bugünse boğazım çok acıyor, sesim kısık. Sanırım doktora gitmeliyim. Cumartesi öğleden sonra nereden doktor bulunur ki ya? Off!!!









ben bu adama gerçekten aşık olmadım ki. niye bu kadar hüzün bir çözebilsem.

Read more...

Cuma, Ocak 18, 2008

yaslı mavi

Belki 30, belki 33 yaşındaydı ama 35 yoktu. Doğum günü bilenmeyenlerdendi. Gencecik bir anneydi. Büyük olan kız 14 yaşında, küçük oğlan 7,5 tan 8. “Milenyum annesi olacağım ben” demişti 99 sonlarında oğluna hamileyken.

Kocası beş para etmezdi. 2 gün evdeyse 5 gün yoktu. Aslında O hiç istememişti kocasıyla evlenmeyi. Babası da vermemişti 2-3 kez istemeye geldikleri halde. Sonra ne olduğunu O da anlamamıştı, gözüne güzel gelmişti adam, babası ‘etme eyleme kızım’ demişti de O “yok baba ben istiyorum evlenmeyi” demişti. Yıllar sonra o günleri anlatırken “Kesin büyü yaptırdı halam bana yoksa 3 kere evden kovduğum adamla niye evleneyim” demişti. Halası kaynanası olmuştu, kuzeni kocası.

Mutfağında sıcak su akan 3 oda 1 salon bir evi olsun isterdi. Herkesin ayrı yatak odaları olsun isterdi. Çocuklarının yanında sevişmekten gocunmazdı belki de onların gözünün önünde dayak yemek nasıl bir şeydi kim bilir.

“Senin konuştuğun kimse var mı kız?” diye sormuştu. “Ooooo bi’sürü ayol” deyince de kızmıştı. Sonra da kendince yanıtlamıştı sorusunu “Bu devirde hem güzel hem akıllı kızı boş bırakırlar mı hiç, koş getir resmini.” Resimle fotoğraf arasındaki farkını bilse ne değişirdi hayatında sanki. Ha bir sözcük eksik ha bir sözcük fazla. Tipini beğenmeyince bu kez “Zengin mi bari?” diye sormuştu. Ben cevap vermeden sorusunu değiştirmişti “Aman para kazanılır elbet bir şekilde, seni seviyor mu bari?”

Çerçeveli mezuniyet fotoğrafımı görünce 1 tane de O istemişti aynısından. Kışın soba yanmadığı için kapalı duran salonundaki aynaya sıkıştırmıştı aldığı fotoğrafı. Kızına örnek olsun istemişti. O fotoğrafta keple görmek istediği aslonda kendi kızıydı. Görüp beğenenleri “Hakim olacak o, sana mı kaldı onu istemeye gitmek” diye azarladığını pek bir gururla anlatmıştı. Kızı için de böyle cümleler kuracaktı günün birinde provasını yapıyordu.

Tüm bunları birlikte yemek yediğimiz günlerde mutfakta bulaşıkları toplarken ve O herkesten gizli sigarasını içerken anlatırdı. “Tek lüksüm bu bee” derdi. Markası fark etmezdi. “Haram, günah. Allah’ın sana emanet ettiği bedeni kötüye kullanıyorsun” deyince “Ben sordum hocalara, şarap haram sigara yazmıyor kitapta, en kötü ihtimal mekruhtur” diye kestirip atardı. Tek zevkinin, inandığı güvendiği yegâne varlık tarafından yasaklanmış olabileceği fikrine bile tahammül edemiyordu.

Gırtlak kanseri oldu. Tek ameliyatta temizleyemediler, 2 kez ameliyata girdi. 2. ameliyattan çıktığında ses telleri yoktu. Yemek yiyemiyordu artık şırıngayla besleniyordu. Boynunun yanında takılı olan hortumdan yiyecek niyetine sıvılar, burnunun üzerine takılı olan hortumdan da su veriliyordu. Boğazının ön tarafında yüzük kadar bir delik ve bir tıpa vardı.
Son gördüğümde kemoterapisi yeni bitmişti. 40 kilo ya var ya yoktu. Kaş, kirpik, yüzünde fer, teninde renk yoktu. Tanıdım tanıyalı başı örtülüydü ama saçlarının da tamamen döküldüğü ilk bakışta anlaşılıyordu. 3. ameliyatta kalçasından doku alıp boğazını kapatabilmeleri için toparlanıp kilo alması gerekiyordu. İyi bakılmalıydı.

Kadersizlik böyle bir şey olsa gerek; kocası O hastanedeyken bile sahip çıkmadı çocuklarına. Kiralar, borçlar ödenmediği için icralar başladı eve. Mal canın yongasıydı. 2-3 koltuğu, 1-2 beyaz eşyayı kurtarabilmek için topladı hepsini kamyona, gitti. 10 adım yürümeye mecali yokken, "Baba evidir, ana kucağıdır, ata toprağıdır, orada bana da çocuklarıma da sahip çıkarlar elbet" dedi ve gitti. Kilometrelerce ötede babasına sığındı. O gittikten 1 ay sonra babası öldü. Cenazede O’nu görenler “iyice çökmüş” dediler “bu kışı çıkarmaz” dediler.

Bize "ben gidiyorum hakkınızı helal edin" demeye geldiğinde elim fotoğraf makinesine gitmişti. Ama söylemeye dilim varmamıştı. O haldeyken çekilmez istemezdi belki. Hem ne o öyle son bir fotoğraf der gibi, daha İstanbul’a gelip 3. ameliyatı olacaktı. İyi ki çekmemişim, görmeye dayanamazdım şimdi. Ya da keşke çekseydim çocuklarıyla son bir fotoğrafı olurdu.

O gün yine mutfakta ben bulaşıkları toplarken; “N’oldu o çocuk?” dedi. “Gitti” dedim “Sevmiyormuş beni.” “Boşver, iyi olmuş” dedi. “Benden sana vasiyet sakın seni sevmeyen bir adamla evlenme. Okumuş yazmış kızsın, sana değer vermeyenle harcama zamanını, yorma kalbini” dedi. Sonra da “Bi’sigara olsaydı keşke, bu muhabbetin bir sigarası eksik, sen yak bari bi’tane” dedi. Gülüştük. O’nu son görüşüm, birlikte son gülüşümüz olduğunu bilmeden gülüştük.
Gençti. gencecikti. 2 çocuk annesiydi. Yengemdi. Artık geçmiş zaman. Şimdi babasının yanında.

Bir Yasin okudum Hava’cım sana, bir de bunları yazabildim. Okumuş yazmış olmak bile bu kadar işte. Acıların bitti artık. Vasiyetin aklımda, unutacak olursam dürt beni mutlaka.Yarın da cennetten göz kırp bana olur mu, şimdi gece karanlığında korkarım ben.


ALAYINIZA NOT: Sigara içmeyin! İçiyorsanız da sigara yüzünden ölmeyin! Bu ülkede ölmek çok zor sanki. Trafiğe çıkın bol bol, ne bileyim demiryolu olmayan bir şehirde tren altında kalın ya da gece ara sokaklarda dolaşın 20 lira için bıçaklasınlar sizi orada. Ama sigaradan ölmeyin!

Read more...

Cumartesi, Ocak 12, 2008

sakat mavi

Hiçbir şey yapasım yok. Ne kimseyi göreyim ne de kimseye görüneyim. Hayalet gibi geziyorum ortalıkta. Fakat bugünlerde görünmez olmak, ruh gibi sessizce işimi yapıp çıkmak söz konusu bile değil. Bak benden tavsiye, yeni iş yerinde ya da yeni herhangi bir ortamda bilinirliğini arttırmak istiyorsan tak bir boyunluk, 1 hafta onunla gez. Asansörde karşılaştığın insanlar, yemekhane görevlilileri, kat görevlileri, servis şoförleri aklına gelen gelmeyen herkes “aaa büyük geçmiş olsun, neyiniz var?” diye dalıyor mevzuya. Hatta geçen gün genel müdür yardımcısı bile sormuş, ben konuşurken bilmiyordum kim olduğunu, ertesi gün içeri girerken güvenlik görevlileri “hoş geldiniz bilmem kim hanım” deyince düştü jetonum. Şimdi iyi güzel tanıyorlar da ben o aparattan kurtulunca beni hatırlayıp en azından asansörde karşılaşınca “günaydın” diyecekler mi o da başka bir tartışma konusu. Neyse efenim yine benden sana tavsiye yeni yılda, mübarek günlerde ve gecelerde efenime söyleyeyim yıldız kayınca, iki tane aynı isimden insanın arasında durunca, yolda bulduğun gaz lambasından cin çıkınca, sonracığıma eline sihirli bir değnek geçince ve benzeri her tür durumda önce sağlıklı olmayı dile. Ya da akıllı ol, gecenin köründe sigara içenlere eşlik edeyim diye karlı iş yeri terasına kahve içmeye çıkma, çıktıysan da dur bi’köşede hareketsiz kayıp düşme, düşüyorsan da elindeki kahve bardağını değil kıçını kurtarmayı hesapla önce. Yoksa hem elindeki kahveyi üstüne döker bi’güzel yanarsın, hem küt diye kafanı yere çarpar hem de boynunu zedelediğin için 1 hafta boyunluk takmak zorunda kalırsın. Sonra da böyle “görünmez olmak istiyorum” dediğin bir ruh halindeyken evde yolda parkta sokakta işte seni gören herkesle “geçmiş olsun”laşırsın.

Bugün cumartesi, özlediğim bir sürü arkadaşımı görecektim güya. Koca bayram ve yılbaşı tatilinde kimseyle görüşememiş biri olarak bugün ve yarın için zilyon tane plan yapmıştım hâlbuki. Şimdi yine hepsi suya düştü. Bu halde hiçbir yere gidesim yok, evde kitap okumak istiyorum bütün hafta sonu. Oysa bu soğuk ama güneşli hafta sonunda ne güzel ada keyfi yapılırdı. Fotoğraf çekmeyi de özledim. Ne güzel olurdu yarın bir fayton sefası... Belki sıcak şarap... Âşıklar parkı belki... Ama onun için önce âşık olmak lazım pardon. Neyse işte hepsi hayal sonuçta. Bu 2 günü güzelce dinlenerek geçireyim bari zira pazartesiden itibaren tüm sistem yetkileri tanımlanmış (inşallah) bir personel olarak işimin başına tek başıma oturabileceğim. Nihayet şu eğitim, tanışma, oryantasyon vs zırvalıklar bitti. Bakalım beni neler bekliyor, bakalım yeniden “ben çelik binaların içinde çelik maskeli insanlarla çalışmak istemiyoruuuuuuuuuuuum” naralarını ne zaman atacağım? Nisan-Mayıs dönemi için 1’e 10 veriyorum, bahsiler açılmıştır.

Sahi 3-4 gündür boynumla bu kadar haşır neşir olunca, boyundan boyunluktan bu kadar bahsedince hatırladım. Al Pacino The Devil’s Advocatede ne diyordu:
bir kadının boynu, aklı ve kalbi arasındaki sonsuz savaşta tarafsız bir bölgedir Aklı ve kalbi savaşan bir kadını fethetmek için en doğru taarruz noktasıdır herhalde boynu. Hatta vücut dili eğitimlerinde bile bahsedilir; bir kadın karşı cinsle konuşurken zırt pırt boynuyla, kazağının yakasıyla, kolyesiyle oynuyorsa “hayırlı bir iş” söz konusudur artık. Bu bal gibi ilginin, hoşlanmanın göstergesidir, denir. Ve hatta The Godfather
'da da vardır. Daha filmin en başındaki düğün sahnesinde, Al Pacino ile tanıştırılan hanım kızımız boynundaki inci kolyeyle oynamaktadır. Sahi Al Pacino’nun oynadığı The Scent of a Woman vardı bir de değil mi?

Neyse ben toplayamayacağım bu cümleleri ortak bir noktada. Buyurun buradan yakın:



Read more...

Cuma, Ekim 26, 2007

hem umutlu hem hüzünlü mavi

Asansördeki kadında avaz avaz bağırıyordu. Kırk yılın başı, sağlıklı yaşam nanesini bi’kenara bırakıp asansöre bindim. Kırk yılın başı, “aman be” dedim “yediğim son çikolatada erimeyiversin, kalsın göbeğimde”. Kendi kendime sırıtarak girdim küçük kabine. O, asansörün köşesinde, bir eli karnında, diğer eliyle yanındaki hemşireden destek alıyor ve etrafındaki yabancılara aldırmadan acı çekiyordu. Doğum sancıları gelmiş, ama daha 30 haftalıkmış, acilen doğumhane hazırlanacak, doktor hanımda doğuma çağrılacakmış. Elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırdım bir anda. Zaten 2 kişiyiz durumdan habersiz asansöre binen. Doğumhane -2 de, biz +4 de, asansör her katta duruyor. Elinde telefon olan görevli bizim bile inmemize izin vermeden hızla kapatıyor kapıları, “acil doğum acil doğum” diyor şaşkın bakışlara. Yaşı benden büyük olamaz, muhtemelen küçük, gözlerinin altı morarmış, elleri ayakları davul gibi şişmiş, mavi bir gecelik var üzerinde, saçında mavi bir bant varmış karman çorman olmadan önce, erkek mi acaba bebeği, kan mı o eteğine bulaşan, kanıyor mu sahiden. “Şey” diyebiliyorum sadece, benim baktığım yöne bakınca herkes, müstakbel anne bir çığlık daha atıyor. “Sakin olmalısın” diyor elini sıkı sıkı tutan hemşire. “Her şey yolunda gidecek hiç merak etme”. Eli telefonlu görevli bi’kez daha arıyor, “Hazır mı doktor hanım, hastamızın kanaması var” Bu kez tüm gücüyle bir kez daha inliyor müstakbel anne; “Ben hasta değilim, çocuğumda hasta doğmayacak” İçimden bir şey kopuyor, gözlerim doluveriyor tuzlu yaşlarla. Öyle iyi biliyorum ki “ben hasta değilim” çığlığını.
Asansör duruyor, kocaman bir ekip açıyor kapıyı, sedyeye alıyorlar müstakbel anneyi hemen. “Bize bi’şey olursa önce kızımı kurtarın.” Asansörde elini kanatırcasına destek aldığı hemşirenin gözlerinden bulutlu bir bakış geçiyor sanki. “İkinize de bir şey olmayacak, kötü düşünme!” diyor. Asansörün kapıları yüzümüze kapanıyor. “Allah kurtarsın” diyor yanımdaki genç adam. Yüzüne bakmaya mecalim yok, sol elinde ki yüzükten evli olduğunu ve empati kurarak bu kadar üzülebildiğini tespit ediyorum. Zihnim neden hep çalışıyor? Zihnimin hem tespitler yapacak kadar çalışmasına, hem tespit yaptığını fark edip bunu eleştirmesine, hem müstakbel anne için dua edip, hem de acaba eşi neredeki diye düşünmesine, üstelik yerdeki kan izlerine bakıp acaba kan vermek gerekir mi diye düşünürken aynı anda kendisinin kan veremeyecek olduğunu ve zaten bunun için hastanede olduğunu hatırlamasına ve “ben hasta değilim” diye çığlık atmak istemesine sinir oluyorum. Aklımdan tüm bunlar geçerken “hayır şimdi ağlamamalısın ve şu genç adamın temennisine eşlik edecek bi’kaç cümle söylemelisin” diyerek dürtüyor diğerlerimden biri beni. Yüzüne bakmak üzere başımı kaldırırken, “Siz iyi misiniz, çok etkilendiniz sanırım, kafede bir su içmek ister misiniz?” diye soruyor. “İyiyim” diyecekken başım dönüyor, yine zihnim çalışmaya başlıyor; ‘Hayatında hiç bayılmadın kızım sen, şimdi hiç sırası değil, daha laboratuara gidip kan vereceksin, çıkınca evrakları teslim etmen lazım müşteriye, sonra T.ye uğrayacaksın, yapılacak işlerin var bi’sürü, burada bayılıp vakit kaybetmemelisin’.
“Yoo, iyiyim. Yani pek değilim, biraz etkilendim sanırım evet, Allah acil şifalar versin” “Ben bile fena oldum, etkilenmeniz normal tabi ama renginiz değişti, bence bi’şeyler atıştırmalıyız kafede” diyor ısrarla. Asansör duruyor, giriş kat direk kafeye açılıyor, daha fazla o asansörde kalmam mümkün değil, atıyorum kendimi dışarı. Başım dönüyor hızlı hareketimden, dengemi kaybedecek gibi oluyorum, nazikçe kolumu tutuyor, ilk gördüğü görevliye “Hanım efendinin tansiyonunu ölçebilir miyiz lütfen, pek iyi hissetmiyor kendini” diyor. Böyle bi’adamın evli olduğuna şaşmamak lazım diye bir tespit daha yapıyorum. Zihnim hala çalışıyor. Tansiyonum düşmüş. İlaç verecek oluyorlar, saçmalamayın diyorum, geçer şimdi. Geçiyor nitekim. Benim için olanlar “Bi’ara tansiyonum düştü hastanede, ondan uzadı işlerim”den ibaret günün diğer yarısında. Şu saat olup pc başına gelene kadar unutmuşum bile.

Telefona uzanıyorum. “İyi geceler iyi nöbetler. Bugün bir erkek çocuğu dünyaya geldi mi acaba kontrol etmemiz mümkün mü?” diyorum. Doğum servisine bağlanırken fark ediyorum ki bir sürü doğum yapılmış olabilir bugün. Nasıl öğrenebilirim ki başka. Uykulu bir ses ‘ne var’ dercesine “Efendim” diyor anlatıyorum derdimi; saat 14.00 sularında 30 haftalık prematüre bir erkek bebek doğuma gidiyordu apar topar hani. Şaşırıyor, “eee-vet” diyor tereddütle. “İyi mi bebek ve annesinin sağlığı peki” diyorum, “Bebek kuvözde, dahi iyi olacak inşaallah, anne de biraz kan kaybetti ama iyi” diyor. "Ohh" diye derin bir iç çekiyorum. "Affedersiniz" diyor, “Siz kimsiniz?”. “Bugün anne doğuma giderken, aynı asansöre binmiştik de, merak ettim durumunu sadece” diyorum. Gülümsüyor telefonda ki, anlıyorum. “ben de asansördeydim” diyor. “Yüzünüz sapsarı olmuştu kanamayı görünce”. Bu kez ben gülümsüyorum. “Bu saat oldu aklıma takıldılar işte.” Teşekkür edip kapatmak üzereyken, tutamıyorum dilimi. “Babası yanlarında mı peki?”, gülüyor yine, “sadece yarım saatliğine yanlarından ayrılmıştı baba zaten, asansörde yoktu ama doğumda eşinin yanındaydı, bir an bile ayrılmadı.”

Mutlu ailelere doğan, mutlu bebekleri düşünüp seviniyorum, oturup bunları yazıyorum, biraz ağlıyorum, duruma uygun bir şarkı-türkü dinlemek istiyorum bulamıyorum, zihnim yine çalışıyor, yarın yine zor bir gün olacak biliyorum, şimdi yatıyorum...

Read more...

Pazartesi, Temmuz 30, 2007

boRdo

Hafta sonu yine bir düğündeydim. Yok yok kaçmayın hemen, evlilik hakkında ya da düğün-nikah organizasyonunun nasıl olması gerektiği hakkında ahkam kesmeyeceğim yine. Artık gına geldi bana hemen her hafta sonu, ne giyeceğim, kuaförde sıra var mıdır, of bu etekle bu ayakkabı olmaz, öbür ayakkabıya da çanta uymaz, ne yapacağım şimdi diye kara kara düşünmekten. (hemcinslerimin beni yürekten anladığını karşı cinse mensup sevgili okurlarında “of yine kızsal mevzular” diyerek çoktan sayfayı kapattıklarını tahmin ediyorum. Madem kız kıza kaldık iyice cıvıtabilirim bu dakikadan sonra. Hala okuyan erkek milleti mensupları ise tamamen kendileri kaşınıyor, benden söylemesi.)

Bu hafta sonu gardıroptaki tüm düğün/dernek kombinasyonlarımı tüketmiş olduğumdan ve alternatif kılık kıyafet alış-verişine çıkamadığımdan “ben gelmeyeceğim” diye rest çekmiştim evdekilere. Dedim ki; zaten yemekli düğün, davetiye babama ve eşine gelmiş, ne işim var benim orada. Annem önce bu durumu düğün sahibine söylemiş. (aslında çok yakın aile dostumuz ve komşumuz olurlar ama evlenen oğullarıyla benim, sadece bir yaz tatili yapmışlığımız var. Hatta o kadar uzun zamandır görüşmüyoruz ki yolda görsem tanımam belki o derece) Neyse gelmeyeceğimi duyan sevgili Emine teyze’de sağ olsun, küfrü basmış “kendine özel davetiye mi istiyor o...” diye. (Sizin de var mı böyle menopoz teyze komşularınız, hatta arkadaşlarınız. Bal gibi küfür eden ama o söylediğinde mümkün değil kızamadığınız.) Annem de eve gelip “senin yüzünden küfür işittim, kalk giyin geliyorsun” deyince, mecburen dolaptaki en nadide parçaya, sevgili kırmızı elbiseme kaldım. Bütün gece masadan kalkmayacak olduğum bir davet için giymeyi hiç istemezdim ama yapacak başka bir şey yoktu. Babamda “ben o elbiseyi görmedim hiç senin üstünde” deyince dayanamadım tabi. Eh hal böyle olunca mecburen kuaföre gittim, mecburen ojelerimi değiştirdim falan filan. Şimdi kızlar mutlaka biliyorsunuzdur ama söylemeden geçemeyeceğim bir şey var. En azından bana ders olsun, bi’daha yapmamak için not düşeyim tarihe. Göğüs dekolteli bir elbiseyi ne olursa olsun, ona uygun olmayan iç çamaşırıyla giymemek gerekiyor-MUŞ! Evden çıkarken ayna karşısında her türlü maymunluğu yapmış olmama rağmen kendini göstermeyen ve “tamam ya idare ederim” dedirten sutyen orada burnumdan getirdi resmen. Önce kollarımı kaldırdıkça koltuk altından kendini gösterdi meret, sonra direk dekolteyi sabote etmeye kalktı “ben buradayım ben buradayım” diyerek. Benim de yerimde oturmadığım, şıkıdık şıkıdık göbek attığım göz önüne alınırsa pek şaşırtıcı bir sonuç değil aslında bu. Ama ben bu sabotajlara pabuç bıraktım mı elbette hayır! Her 10 dakikadır bir tuvalete gidip ince ayar yapmak pahasına dans etmeye devam ettim =D

Hiçbir şey yokmuş, hayatımdaki her şey yolundaymış gibi eğlendim tüm gece. Sabahın köründe öten telefon alarmıyla dönebildim ancak gerçek dünyaya, akıp gitmekte olan hayata. Alarm çalalı daha bir saat olmasına rağmen ben kendimi hastanede bulmuştum bile. Kan vermem gerekiyordu, gerekli işlemleri yaptırdım ve tahlil odasına girdim. Ne kadar kaba olurlarsa olsunlar, özellikle devlet hastanelerinde ki sağlık personeline kızamıyorum ben. O kadar çok çeşit insanla uğraşıyorlar ki, işlerini yapmaya halleri kalmıyor. Fakat bugünkü gerçekten çileden çıkardı beni. Önce tahlillerle ilgili doktora sormayı unuttuğum bir şeyi sordum hemşireye. Sadece “Yoooooooo” diye cevap verdi. Evet, bu Türkçe de bir yanıt ama beni tatmin etmedi. “Emin misiniz bu durumun fark yaratmayacağına?” diye tekrarladım sorumu. Bu kez yanıtı daha uzundu “Hayır dedik ya!” Neyse dedim, daha fazla inatlaşmayım, şu kanı kolumu morartmadan bir alsın, sonra okurum bildiğimi (köprüye geçene kadar kime ne demek gerekiyordu =)) Kan alınan koltuk ve hemşirenin konumu hastanın sol kolunu uzatacağı şekilde ayarlanmıştı. Ben biraz yamuk oturdum ve sağ kolumu uzattım. Kolumu sıkacak hortumu bağlamak üzere bana doğru döndü, ilk kez yüzüme baktı ve “diğer kolunu aç” dedi. Bu tip durumlarda, zart diye “sen” denilmesine sinir olmak bir yana, bir de emir veriyor bana, “aç” diye. “Sakin ol” dedim kendi kendime, bu köprüyü geçmen gerek unutma. “Benim sol kolumda ki damarlar incedir, kolay bulamazsınız, bulsanız da çok kan gelmez”. “Ben bulurum damarı, böyle ters gelir bana” dedi bu sefer. Neyse dedim, fazla uzatma, damarın yerini kendin göster, artık bir testlik kan akar herhalde. Hortumu bağladı, steril pamukla sildi, “Şurası” dedim. Ters ters baktı ve gösterdiğim yerine soluna batırdı iğneyi. Kan man yok tabi. Çıkardı gösterdiğim yere daha yakın bi’yere batırdı. Bi’kaç damla geldi ama yeterli olmadığı belli. “Biraz daha aşağı doğru tut kolunu” dedi. İndirdik aşağı, 40-50 saniye falan bekledik öyle. Tüpün 2/5i dolmuştu ancak. “Elim uyuştu artık, yetmez mi bu kadarı” dedim. “İki tane örnek almam gerekiyor, bi’daha delik açmayalım diye tamamını bu tüpe alacağım, sonra bunun içinde ki diğer tüpe aktaracağım” dedi. Ölür müsün öldürür müsün?!
“Aah” diye inledim resmen ama aslında sinirden bağırmaya çalışıyordum “rica ederim sağ koluma takın şu tüpü, bundan o kadar kan çıkmaz!” “eh peki öyle yapalım madem” diye lütfetti. Hala bana kafa tutuyor aklı sıra. Yahu vücut benim damar benim, benden iyi mi bileceksin hangisinden ne kadar kan geleceğini. Hayır, madem sözüme güvenmiyorsun (olabilir normal) “nereden biliyorsunuz sağ kolunuzdaki damarların ince olduğunu” diye imalı ve bilmiş bir gülüşle sor bari. Biliyoruz ki söylüyoruz herhalde! Bunların hepsini içimden söyledim tabi =(
Sağ kolumda damarı hiç benim göstermeme gerek kalmadan şıp buldu ve 4-5 saniyede diğer tüpün 4/5ini doldurdu. Hiçbir şey söylemedi tabi, tüplere etiketleri yapıştırdı, elime tahlil raporunu verip, “Perşembe günü alırsınız” dedi. “Sağ kolum hala kanıyor, ayrıca morardı, küçük bir bant verir misin lütfen?” dedim. Sesim epeyce yüksek çıkmıştı bu kez. “Kusura bakmayın bant kalmadı, SİZ pamuğu arasına sıkıştırın öyle dursun kolunuz, geçer birazdan”

Tahlilin üstünden yaklaşık 6 saat geçti, ama ağrısı geçmedi hala. Kolumu üst raflara doğru ya da “aaa bak kuş geçiyor” diyecek şekilde uzatamıyorum, laptop neyim yani 2-3 kilodan fazla ağırlıkları taşıyamıyorum, yaz günü kocaman morarması da cabası. Üstelik o pamuklara nasıl bir antiseptik sürüyorlarsa artık, daha dün sürdüğüm ojelerinde neredeyse yarısı bozuldu. Bugün bunları anlattığım herkes, nedense beni “amaaan bu da dert mi geçer morluklar, sen Perşembe alacağın sonuçları düşün asıl” diyerek TESELLİ ETMEYE çalıştı. Yahu daha bugünden neden 3 gün sonraki sonuçları düşünüp canımı sıkayım ki. Ben değil miyim hayatı basitleştirmek, mümkün olduğunca günü-anı yaşamak derdinde olan. Şu anda en büyük sıkıntım, bozulanları mı düzeltsem, yoksa hepsini mi silsem acaba diye beni düşüncelere sevk eden ojelerim ve kolumda ki morluk. Ne giyeceğim ben yarın şimdi, hem dirseklere kadar kolu olan hem de bu sıcakta terletmeyecek bi’şeyler ayarlamam lazım. Ah evet buldum alış verişe çıkayım! Deliyim meliyim ama arada kafam çalışıyor böyle. Hem yeni alacağım kıyafetin rengine göre oje sorununu da çözmüş olurum. Heyt be aklımı seveyim. Alış-veriş için ne kadar harika bir bahane buldum yine =D

Read more...

Salı, Temmuz 24, 2007

antibiyotik içmek ya da içmemek

Sık sık antibiyotik içer misiniz? Peki antibiyotik ne işe yarar ne işe yaramaz biliyor musunuz?


Antibiyotiğin hikâyesi Alexander Fleming’le başlıyor. O penisilini bulana kadar bakteri kaynaklı bir hastalığa yakalananlar, ölüm fermanını da imzalamış oluyordu. 1940lı yıllarda, penisilinin büyük ölçekte üretilmeye başlanmasıyla doktorlarda hastalarının ölüm fermanlarını yırtıp atmış oldular. Artık bakterilerin üremesini durdurmak hatta onları öldürmek mümkündü. O zamandan bu zamana 60 yıldan fazla zaman geçti. Bu sürede hemen her gün yeni bir antibiyotik geliştirildi ve piyasa sürüldü. Artık her türlü bakteriye karşı, her türlü silah üretiliyor. Tabi geçen yıllarda insanoğlu silahlarını çeşitlendirirken bakterilerde boş durmadı. Onlarda birer birer korunmayı “öğrendiler.” Hatta bu savaş öyle bir noktaya geldi ki, artık bakteriler insanoğlunun yeni antibiyotik geliştirmesinden daha hızlı bir şekilde savunma geliştiriyorlar!

Peki, biz nasıl bir taktik hatası yaptık ki, bugün bakterilerin hızına yetişemiyoruz? Cevabı tahmin etmek güç değil aslında, onlar bize saldırmıyorken bile hatta vücudumuza savaş açan onlar değilken bile bakterileri yok etmeye yönelik silahlarımızı kullandık/kullanıyoruz. Yani; zırt pırt antibiyotik içtik, içiyoruz. Galiba bunu en temel sebebi bakteri/virüs ayrımı yapmadan bizi hasta eden bütün mikroplara karşı antibiyotik kullanıyor olmamız. Oysa antibiyotik sadece bakterilere karşı işe yarayan bir silah, virüslere karşı hiçbir etkisi yol. Bu yüzden bildiğim/araştırdığım kadarıyla virüs-bakteri ayrımından bahsedeyim istiyorum. Aslında tıp literatürü virüsleri mikroorganizmalar arasına dahil etmek konusunda tam bir fikir birliğine varmış değil. Çünkü virüsler yaşayan hücreler değil dahası hücre bile değiller. Sadece genetik bilgi taşıyorlar ve çoğalabilmek için bir konakçıya ihtiyaçları var. Bu konakçıda bizim vücudumuzda yaşayan herhangi bir hücre. Bu yüzden viral hastalıkların tanısı güç. Hücrenin içinde yaşadıklarından, virüsleri ortadan kaldırmak için bakterilerden farklı bir yol izlemek gerekiyor. İlk etapta aklıma gelen virüs ve bakteri kaynaklı hastalıklar şöyle:

VİRÜS: Soğuk algınlığı, nezle, farenjit, hepatit, AIDS, uçuk (hermes)
BAKTERİ: Menenjit, tüberküloz, veba, kolera, kuşpalazı (difteri)

Bakterilere gelinceee; tük hücreli, mantardan küçük, virüsten büyük, bütün hayatsal olayları gerçekleştirebilen en basit canlı türleri. Gözle görülmezler, -90°C den +80°C ye kadar her türlü ısıda yaşayan türlerine rastlanabilir. Bu türlerin kimisi hastalık yapar, kimisi zararsızdır, kimisi de faydalıdır. Derdimiz zararlı olanlarla tabi. Genel olarak antibiyotikler bakterilerle savaşırken 2 farklı yol izlerler. Ya karşılaşır karşılaşmaz bakteriyi ölüme sürüklerler ya da gelişmelerini ve üremelerini engeller geri kalan temizlik işini de vücudun bağışıklık sistemine bırakır.

Antibiyotiklerin basitçe anlatılan bu işleyişine dayanarak bile doğru kullanımının ne denli önemli olduğunu söyleyebiliriz. Detaya girersek ilk doz antibiyotik alındıktan sonra (doğal olarak) kana karışır ve orada belli bir düzeye ulaşır. Zamanla vücut antibiyotiği atmaya başlar ve kandaki antibiyotik düzeyi bakteriyle mücadele edemeyecek kadar düşmeden 2. dozu almak gerekir, kandaki antibiyotiğin dozu bu şekilde düzenlendiği sürece bakteri antibiyotiğe dayanamaz ve pes eder. Bir de tabi onlar pes edene kadar antibiyotik alımına dikkat etmek önemli. Çünkü ilk bi’kaç günün ya da yılın (örneğin tüberküloz tedavisi 3 yıl sürer) ardından hastalığın belirtileri ortadan kalkıyor. Ancak bu aşamada bakteri henüz ortadan kalkmamış oluyor. O yüzden tedaviyi tamamlamadan antibiyotiği bırakmanın 2 kötü yan etkisi var. İlki hastalığın yeniden nüksetmesi. İkincisi ve asıl önemlisi bakterinin kullanılan antibiyotiğe direnç kazanması. Aynı antibiyotikle ikinci kez karşılaşan bakteri artık nereden saldırıya uğrayacağını bildiği için direnç geliştiriyor! (Bakterilerin direnç geliştirme süreçleri ise tam bir stratejik oyun. Bahsetmek isterim aslında ama işin içine biraz teknik bilgi karışıyor, sıkıcı olma ihtimali var. Yine de şu kadarını söyleyeyim, direnç geliştirme yöntemlerinden biri “köprü” adı verilen bir yöntem. İlacı bilenler bilmeyenlere öğretiyor. Genetiğini değiştirerek direnç kazanmış bir bakteri, değişimi sağlayan genleri kendi türünden olsun olmasın diğer bakterilere geçirebiliyor!)

Direnç geliştirme mevzuu hakkaten önemli çünkü bakteri antibiyotiğe direnç geliştirip yeni bir forma geçmişken tıp dünyası onun kazandığı direncin ilk sonuçlarını yeni yeni fark etmiş oluyor. Bu yeni forma uygun bir antibiyotiğin, tüm çalışmaları ile birlikte piyasaya çıkış süresi ise 12 yılı buluyor! Bu demek ki mutasyona uğraya uğraya “antibiyotik tanımaz” bir bakteriden kaynaklanan yeni bir hastalık türer ve salgına yola açarsa onu alt etmek için epey bir zamana ihtiyaç olacak!

Son olarak bir de “geniş spektrumlu” antibiyotikler var. Spektrum ilacın etki ettiği bakteri çeşidini ifade ediyor. Spektrumu ne kadar genişse o kadar çok bakteriye ulaşıyor demek. Ne kadar ekmek o kadar köfte hesabı ne kadar spektrum o kadar bakteri. Ama bu aslında iyi bi’şey değil, şöyle ki; hastalığa yol açan bakteri bilinmediğinde doktor geniş spektrumlu bir antibiyotiği tercih ediyor ancak bu durum çok sayıda farklı bakterinin antibiyotikle tanışmasını ve bu bakterilerin ilaca karşı direnç geliştirmesine katkı sağlıyor. Bu yüzden mümkün olduğunca hastalığa yol açan bakteriye yönelik olarak üretilmiş, spesifik bir antibiyotik kullanılması daha sağlıklı.

Aynı şekilde viral bir hastalığa kapılmışken (nezle, soğuk algınlığı vb.) antibiyotik içmekle vücudumuzda bize yararlı olan pek çok bakteriyi ortadan kaldırmış veya direnç geliştirmelerine yardımcı olmuş oluyoruz. Üstelik hastalığımızda da kayda değer bir gelişme görülmüyor.

Velhasıl-ı kelam ilaç kullanırken her birinin birer öldürücü zehir olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Ve hepsinden önemlisi hastalıklara hiç yakalanmamak, sağlığı korumak! Hastalıklardan korunmanın ilk koşulu da temizlik elbette! (Temizlik demişken, bakterilerden korunmak için ellerinizi nasıl yıkmanız gerektiğini biliyor musunuz =D Bakınız şöyleymiş: önce ellerimizi ıslatıyoruz, sonra sabunluyoruz, sonra en az 20 saniye sabunla ovuşturuyoruz, akabinde durulayıp, temiz bir havluya -malum havlularda bakteri yuvası- kuruluyoruz. Su ne kadar sıcak olursa o kadar iyiymiş bir de) (hazır parantez açmışken evde en çok bakteri üreten/bulunan mekânın da mutfak olduğunu belirtmek isterim)

Herkese temiz, sağlıklı ve de ilaçsız günler, aylar, ömürler dilerim efenim.

dibine not: Bu yazı hazırlanırken şimdi adı hatırlanmayan doktorların, çeşitli zamanlarda sorduğum sorulara verdiği cevaplardan ve de Bilim-Teknik dergisinin 1999 yılı mart sayısında Didem Sanyel tarafından hazırlanmış “antibiyotiğin direnci” makalesinden faydalanılmıştır. Bu sebepten link içermemektedir.

en dibine not: Bakteriler virüsler nereden mi çıktı? 4 bir yanımdalar efenim hayatımın her anında, her yerindeler hiç çıkmıyorlar ki!!!

dibinin körü: Aslında vücudumuzda ki hücrelerin sadece %10unun bize ait, kalan %90ının bizimle birlikte yaşayan mikroorganizmalar (bakteriler, mayalar vb.) olduğunu biliyor muydunuz?

Read more...

Cuma, Temmuz 13, 2007

boncuk mavisi

Öncelikle bana nazar değdiren kem gözler kime aitse buradan onlara sesleniyorum, gözü olanın gözü çıksın.

Bu hafta içi başıma gelenleri murphy bile açıklamaya kafi gelmiyor. En makul açıklama nazar gibi görünüyor. “Elektriğe çarpıldım kendime geldim ne ala” derken hop 40 derece ateş içinde buldum kendimi. “Bu derece yanlış herhalde benim ateşim çıkmaz o kadar” diyordum en son, ondan sonrası hep hayal meyal kareler. Dünden beri ancak kafamı boynumun üzerinde taşıyacak güce kavuştum. Bu arada burnumun ucunda bir sivilce pırtladı ki, evlere şenlik. Hayır, sivilceleri dert edecek yaşı çoktan geçtim ama hafta sonu hem fiziken, hem de moral açısından çok iyi olmam gerekiyorken ne bu sivilce ne de bu yorgunluk hali hiç olmadı hiç.

Neyse beterin beteri var deyip yakınmayı ve sayıklamayı bırakıyorum hemen. Okan Bayülgen’e bi’kaç diyeceğim var müsadenizle.

fotoğraf

okan bayülgenKendisi benim zaman zaman körkütük aşık olduğum, zaman zaman delice sinir olduğum bir adam. Çok tutkulu bir ilişkimiz var anlayacağınız. Yani benim gıyabında öyle bir ilişkim var kendisiyle, O’nun için herhangi bir bağlayıcılığı yok bu ilişkinin =) televizyonculuk konusunda bu ülkede sahiden kayda değer işler yapan 3-5 kişiden biri olmasının bir tarafa, pek çok fikrini ayakta alkışladığım, aynı ülkede yaşıyor, aynı dili konuşuyor olduğum için kendimi şanslı saydığım bir adam kendisi.

Ama bu adamla “özlem siyasette yeni” cümlesini defaatle tekrarlayan, tartışmayı gereksiz, amaçsız yere uzatan adamın aynı adam olduğuna inanamıyorum. Hoş yapmadığı çıkışlar değil bunlar ama bu kadarına ben ilk kez şahit oluyorum. Sayın Bayülgen'cim kesinlikle haksızsın(ız)!

İnsanların kendilerine hitap konusunda bir tercihleri olması en doğal hakları elbette. Ben özel hayatımda bu tip sayın hanım, hitaplarına kesinlikle takılmayan, hatta “alın böyle pozitif ayrımcılığı arka cebinize koyun böyle saygı görmesem de olur” diyen biri olarak aksini teyit etmediğim sürece yeni tanıştığım herkese bey, hanım, siz derim. Demeliyim. Nasıl ki ismi Ahmet olan birine Mehmet diye seslenmek ya da iki isimle birine onun kullanmadığı ön adıyla hitap etmek de bir çeşit saygısızlıksa, ”tercih etme imkanım varsa ikincisini tercih ederim” diyen birine, özellikle adıyla hitap etmekte saygısızlıktır.

Bir insanın sıfatı ne olursa olsun, ilk kez karşılaştığı birine ismiyle hitap etmesi hoş değil. Görüşünü, savunduğu ideolojiyi sonuna kadar eleştirebilirsiniz ama kaymakamlık yapmış birine, (bunu hiç dile getirmek bile istemiyorum ama, evli bir hanıma) yüzlerce insanın önünde “özlem siyasette yeni” demek alenen terbiyesizliktir bu ülkede. (ki terbiyesizlik TDK tarafından, Topluluk kurallarına aykırı davranan olarak tanımlanmış bir sözcüktür.)

Haydi kaymakamdı, milletvekili adayıydı, evliydi, anneydi,babaanneydi gibi sıfatları koyalım bi’yana. Sayın Bayülgen, Okan’cım, sen zaten kadının “evet”indeki soğukluğu anlayınca demişsin bir kez “özlem hanım” diye. Ardından o, tamamen hatunlara özgü bir triple (hani bir “yok bi’şey tribi” vardır, kafa sağa sola sallanır; “yok, yok bi’şey, hiç bi’şey yok” falan denir gergin bi’sesle, işte o triple) “hayır sadece soyadımı unuttuğunuzu düşündüm” diye laf çarpıtınca, resmen kendini kaybetmişsin yahu. Memesi elinden alınmış küçük çocukların “bana ne bana ne isterim” demesi gidi defalarca ve defalarca kez “özlem siyasette yeni” demişsin. O nesi yahu?! Hayır, hanımı, sayını söylemekten imtina ediyorsun madem “deli bu” de bırak kendine haline, kadın soyadımı unuttunuz mu dedi, sende Meksikalı lafını sok oku 3-5 ismini birden geç sıradaki konuya. Programın başında ikili arasında ki tartışma senin kontrolünden çıktı diye zaten gerilmişsin onu da anlıyorum az çok ama, bir kez “hanım” diye düzelmişken sonra ki inadına, “tercih hakkım varsa ikincisini tercih ederim” diyen hatuna “nasıl yani yauvv” diye çıkışmana anlam veremedim ben. Cidden şaşırtıcı yani.

fotoğraf

ÖzlemPiltanoğluTürköneÖzlem Piltanoğlu Türköne’ye ise söyleyecek şey bulmakta zorlanıyorum doğrusu. İnsan haklı olduğu bir konuda ancak bu kadar zırvalayabilir, ancak bu kadar mızıldayabilirmiş canlı yayında hemcinslerine göstermiş oldu kendisi bunu. Muhtemelen über-hiper eğitimler almış, süpersonik masterler yapmışsınızdır amma velakin Okan haklı, hitabet diye bi’şey var siyasetin içinde, oldukça da fazla yer kaplıyor. Kendi derdinizi anlatamıyorken, nasıl mülki amir olduğunuz ironik yani. Hoş kaymakamlık mevkine çıkan yollardan geçmek (bazıları için) oldukça kolay bu ülkede. Şaşırmamak lazım böyle şeylere. Ama insan üzülüyor yine de hemcinsi iki lafı bir araya getirip konuyu kapatamayınca...

Madem bu beni ilgilendiriyor, işte bunlar da benim fikrim olan biten hakkında.
Sağlık ve esenlikler dilerim herkeslere...

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP