arkadaş(lık)lar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
arkadaş(lık)lar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Mayıs 19, 2012

çikolatalı yeşil, kahveli mavi

Annem doğum gününden bu yana, gözle görülür bir iyileşme gösteriyor. Ve ben paranoyak olduğum için konduramıyordum bu iyileşmeyi. Yeni başladığımız melatonin'in etkisiyle uykuları düzene girdiği/derinleştiği için, kendini daha iyi hissettiğini düşünüyordum. Ya da ameliyatın hemen sonrasındaki -yalancı- iyileşme gibi bir hayal kırıklığına uğramamak için böyle düşünüyordum, bilmiyorum. Oysa uzun zamandır hiç kullanmadığı sağ elini, göğüs hizasına kadar kaldırması, sağ adımını atarken dizini kırıp yukarıya çekmesi göz ardı edilebilecek gelişmeler değil. En son bugün, çift görme problemi konusunda biraz daha rahat etmesini sağlamak için diktiğimiz tek gözünü kapatan lastikli göz bandını da takmak istemeyince ikna oldum artık. Annem bu kez gerçek bir iyileşme gösteriyor. Bacağındaki derin ven trembozu iyiye gidiyor. Clexane 0.6'lık iğneleri bir 10 gün daha yaptıktan sonra kontrol doppleri çekilecek. O doppler'de temiz çıkarsa artık gerçek bir fizik tedavi için izin çıkmış olacak. Şimdi benim işim İstanbul'daki en iyi fizik tedavi hastanesi'ni ve/veya doktorunu tespit etmek. Bir de konuşma terapisi süreci ile ilgilenmem lazım. İnternette bile bu konuyla ilgili tatmin edici bir bilgi yok, bu işle ilgilenen uzmanlara nasıl ulaşacağım tam bir muamma kafamda.

Oysa Amerika'daki GBM hastaları için konuşma terapisi standart tedavi protokolünün içinde. Zaten orada kokteyl tarzı kemoterapi'de deneysel tedavilerin haricinde de kullanılmaya başlanmış. O deneysel tedaviler ise başlı başına efsane. Yahoo'daki mail grubundan gelenleri okudukça, Türkiye'de bu hastalığın sadece beyin cerrahlarının eline bırakılmış olması insanı daha da delirtiyor. Hani nöro-onkoloji diye bir uzmanlık dalı olmamasını belki kabullenebilirim ama bu hastalık için (zaten egosu 1500olan) beyin cerrahlarının, "valla ben tümoru çıkardım, bundan sonra günde 1 aspirin, 2 keppra, ayda 1 kemoterapiyle gittiği yere kadar takılın"  tavrında olması ve eğer siz, soran, sorgulayan araştıran biri değilseniz, her hangi bir açıklama yapmaması fazlasıyla sinir bozucu. Biz mesela sadece cerrahın sözünü dinlemiş olsaydık, -ki babama kalsa tek yapılması gereken buydu- annemin trembozunu fark etmeden fizik tedaviye başlamış olacaktık ve belki de bacaktaki o pıhtının başka yerlere gidip, daha büyük sorunlar çıkarmasına sebep olacaktık. Ve hatta belki de ben, annemin ağrısını ve bacağındaki şişliği inceleyip, acile gidene kadar geçen sürede araştırma yapmamış olsaydım, acildeki pratisyen doktorun aklına DVT  hiç gelmeyecekti. Ki ben "ya DVT diye bir şey oluyormuş bu hastalıkta, onunla alakası olablir mi?" diye sorduğumda gözündeki o "evraka" bakışını gördüm ya, o yeter.

Bir de radyoterapi sonrasında beyin omurilik sıvısındaki artış dolayısıyla "şant takılması" mevzuu var ki, evlere şenlik. Annem daha RT+KT'nin etkilerinden kurtulamamışken bir de yeniden ameliyata alıp şant takmak istediler. Offf geçti gitti bunların hepsi. Annem şu tremboz denilen pıhtıdan kurtulur kurtulmaz, çok kapsamlı bir fizik tedavi süreci geçirecek ve kendi işlerini kendisi yapar duruma gelecek. Ve bundan 10 yıl sonra, Türkiye'de bu hastalığı yenen sayılı insanlardan biri olarak annemin adı (da) anılıyor olacak. Ben bunları o zaman gülerek anlatıyor olacağım.

Geçen hafta sonu S.cim İstanbul'daydı. Son 5 aylık süreçte sanırım ilk kez sadece kendim için hazırlanıp, dışarı çıktım. Makyaj yapmayı unutmuşum. Yüzmek gibi değilmiş makyaj yapmak onu anladım mesela. Yani aslında yüzmek gibi de, önce ürünleri hangi sırayla uygulayacağını falan hatırlamak gerekiyor. Rimel sürdükten sonra far sürülmez mesela ben bunu lise yıllarımda öğrenmiştim. Tabi bizim yıllar sonra buluşmamızın, benim aylar sonra sokağa çıkışımın FB-GS şampiyonluk maçına denk gelmesi, fanatik GS'li S.cim'in balıkçılar çarşısından geçerken gördüğü yakılan aslanlar, benim Kadıköy'den Bakırköy'e giden bir deniz otobüsü olduğunu unutup(!) onu deniz otobüsü için taa Bostancı'ya bırakmam, Bağdat Caddesi'nden giden dolmuşun stadın önünde holiganlar tarafından zıplatılması.... Yine her zamankinden, fıkra gibi bir buluşmaydı bizimki. Geçen gelişlerinden birinde de gelinlikçi gezmiştik S.cimle. Ortada fol yok yumurta yokken, tutup gelinlik giymişti burada. Bu seferde kuyumcu gezdik. Asıl maksat anneanneme kolye almaktı güya. Ay hala gülüyorum hatırladıkça. Gerçek bir DOST bana nasılda iyi geliyor, unutmuşum doğrusu. Bi'de 1kadın ve 1erkek açık televizyonda, Zeynep ve Ozan'ın ilişkisini gördükçe gerçek bir ilişkinin de neye benzediğini unuttuğumu fark ettim şimdi. Zeynep'in saçmalıklarına  birlikte gülmeleri, Ozan'ın sazanlıklarına Zeynep'in kızamayışı. Ve hatta Ozan'ın Zeynep'in kaprislerini çekmesi... Meğer ne kadar yorucu bir şeymiş bizim yaşadığımız. Benim sürekli "özür dileyen", "açıklama yapmaya, kendini affetirmeye çalışan" hallerim. Üstelik bunu kabullenişim. Kendime artık onun gözünden, onu beni gördüğü gibi "suçlu" görüşüm. Yaptığım bir sürü saçmalığı anlatırken S.cim öyle güzel söyledi ki aslında, "biz böyleyiz işte" dedi. "bu kadar körkütük, bu kadar delice sevmekten başka yol bilmiyoruz." Bu da erkeklerin birbirine söylediği "sana kız mı yok olum" gibi bir klişe belki de, ama bana iyi geldi işte. Kimseyi yargılamadan, sadece beni değil O'nu bile suçlamadan her şeyi dinlemesi, benim lafı döndürüp dolaştırıp annem-doktorlar-ben üçgeninde geçen maceralarına getirmeme rağmen "getir hayatım getir, ben de tam olarak bunu istiyorum zaten" deyip kendimi rahat hissettirmesi... İnsanın hayatında dost biriktirmesi lazım-mış, bunu bir kez daha anladım.

Neee saat 3 olmuş! Ne çok şey yazıp sildim ben bu akşam. Artık kapatayım şu ekranı, annemi uyandırmadan yanına süzüleyim şimdi. Böylece kalsın burası dağınık dağınık. Sonra toparlarım bir ara.

Dibine not:  vazgeçtim yazmıcam. gönder gitsin.

Read more...

Pazar, Haziran 28, 2009

yıldızlı mavi


Gökyüzünde binlerce yıldızın olduğu şehirlerden geldim. Elimi uzatıp topladım onlarcasını, doldurdum ceplerime.

Giderken Aydın otogarındaki tostçuda doyurdum karnımı, ‘kelepir’ kitapevinden son bir kitap aldım. En yakın arkadaşımla güzel bir yemek yedim. Güzel bir şarap açtırdım, güzeldi çok, bir tane daha açtırdım. Saatim yoktu kolumda. Hiç görmedim akreple yelkovanın yarışını. Garson “bir tane daha?” dedi. S. “vaktimiz kalmadı, son otobüsü kaçırmayalım” dedi. “Peki o zaman bir dahaki sefere diyelim”. Öyle bir bakıştık ki S.cimle bir dahaki seferin belirsizliğini anlamak hiçte zor olmadı garson için. “Bugünün hatırına kahveleriniz benim ikramımdır.” dediğinde ağlamak üzereydik. “İyi ki varsın, seni seviyorum” du gözyaşlarını donduran. Gülümsedik huzurla. Zamanın yavaş aktığı bir şehirde hiç koşturmadan yetiştik son otobüse.

Y.yle konuştum yolda, kızdı habersiz gittiğim için. Haklıydı. Benden çok onun emeği vardı o diplomalarda. S. de haklıydı, M yerine Y’yi seçmiş olsaydım hayatım bambaşka olurdu. Y, S’ye selam söyledi, “istanbul’a geleceğim seni görmeye, çok özledim, dönünce haber ver” dedi kapatırken. Kapatınca “Neden olmasın?” dedi S. “Ben bile kendimden 5 yaş küçük biriyle birlikteysem, siz neden denemeyesiniz Y’yle?” S. 87’li bir çocukla birlikteydi. Evet kova erkeği olması bir sürü açığını kapatıyordu ama çocuktu sonuçta. “hadi lan 22 yaşında kazık kadar adam işte” derkenki kahkahası, bir zamanlar patlattığımız “30una gelmiş kızım bu adam, kart artık” kahkahalarımızı hatırlattı önce. Sonra kısa bir sessizlik. Sahi biz niye bu kadar uzun zamandır yalnızdık? İnsan neden en azından bir şans vermezdi bunca yıldır yanında olan, herkesin mumla aradığı, adam gibi bir adama? Aşktan başka ne “evet” dedirtebilirdi 5 yaş farka? Akreple yelkovandan kaçsa da insan sorulardan kaçamıyordu bir türlü, kendinden kaçamadığı gibi.

Bir Güllük sabahıydı uyandığım. Beyaz çarşaflar içinde sıcak, yapış, terli ve huzurlu bir güneşti gözlerimi açtıran. Derin derin çektim içime sükunetin kokusunu. Avuçlarıma doldurup koydum ceplerime.

Boş bir evde, Bin Jip’i izledim sabah sabah. Tatil planlarının arasında film izlemek yoktu, kitapların arasında Aşk ve Gurur’un olmadığı gibi. Ama gelip buluyordu seni duyman gereken cümleler.

Küçük kasabanın daha sezonu açmamış barında son kadehler doldurulurken Fairytale çalıyordu. Peri masallarına inanmayı unutalı kaç zaman olmuştu? Masallarda ki prenslerin prensesten küçük olma ihtimali yok muydu sanki? Öpüşmek unutulan bi’şey miydi, bisiklete binmekgillerden miydi? Evet, evet iyi sevişebilmek için sık sık pratik yapmak gerekiyordu ama bunun için sevgili sahibi olmak şart koşul değildi! Her kafadan başka ses çıkıyordu ve buna içilirdi.
En son üçü bir arada kadeh kaldırdıklarında “aşk bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye” demişlerdi. Hayat, pek garipti. Yelkenliler filan süzülüyordu uçsuz mavide, kelebekler beyaz elbiselerin eteğinde ölüveriyordu bir günü bitince ve ince kadehlerden duyulan şerefe çınlamalarının çook yıl hatırı vardı.

Beni Ankara’ya götürmese de Ankara’ya giden bir otobüsün 13 numaralı koltuğundaydım uyuduğumda. Yolculuğun tozlu keyifi vardı havada. Yanlışlıkla çekilen bir fotoğrafa hapsettim o havayı, koydum cebime.

Gelişimi neşeyle karşılayan “hoş geldin”e, giderken hayatındaki en zor sorulardan birini soracağımı bilmiyordum henüz. Karşılıklı esnerken sabaha öteledik sohbetlerin en tatlısını. 1 yaşına henüz girmiş bir meleğin kahkahalarıyla uyandım. “hayatım oğlana bakarsam hellim yanacak yok ‘peyniri illa kıvamında isterim’ diyorsan, Efe’yi tut yoksa çocuk alnını masaya vuracak” bağırışlarıyla hazırlanan bir kahvaltıydı ruhumu doyuran. Ve fakat baba ile oğul haftasonu gezmesine çıkınca anlaşıldı ki, hiçbir evlilik mükemmel değildi, hiçbir insanın mükemmel olmadığı gibi.

Ö ve M. el ele küçük Efe’nin pastasını keserken fotoğraf çekmeyi bıraktım bir an. Kimbilir kaçıncı mutlu karemizdi bu? 10 yıllık arkadaşlığımız boyunca doğum günlerinde, yıldönümlerinde, iddalaşmalarda ve mezuniyetlerde kaç pasta kesmiştik? Fark ettim ki 4 kişilik o mutlu karelerde Ö ve M hep birlikteydi, benimse neredeyse her karede yanımda başka biri vardı... Kalabalık dağılıp biz bize kaldığımızda, son bir kare daha fotoğraf çekildik. Yine 4 kişiydi karemiz. Ben, Ö., M. ve objektiflerden sıkılmış Efe...

Bir cumartesi gecesi İstanbul’unda aklıma geldi ceplerimin yıldızlarla dolu olduğu, aldım birkaç tanesini serpiştirdim gökyüzüne. Bir tanesi kayıverdi avuçlarımın arasından, “gidebilmek” dedim içimden sessizce... “Kendime gidebilmek.”

Read more...

Pazartesi, Haziran 01, 2009

RüzgaRlı yeşil


"Bu hafta çabuk bitsin" demiştim. Hafta bitmek bilmedi de hafta sonu nasıl bitti gitti bir türlü anlamadım. Garipti, güzeldi galiba. Hızlıydı. Cumartesi annem dolapları dağıttı. Sandıkları açtı. Çeyizimi çıkardı. "Başıma kaldın" diye söylendi. Doğum günümde yaşımı sorduğundan beri evde kaldığımı düşünmeye başladı sanırım. Ben yine “bulun işini kurmuş, evini almış, askerliğini yapmış efendiden bir adam, evleneyim” dedim. “Hadi ordan” bakışı fırlattı dolabın üstündeki hurçu almak için çıktığı merdivenin tepesinden. Aklımdan neler geçerse geçsin, kışlık yorganların hurçlara koyulup kaldırıldığı bir evde olmak, açıldığında tüm evi keskin bir naftalin kokusuyla dolduran, içi dantelli havlularla dolu bir çeyiz sandığına sahip olmak; güzel. Güzel evet. “Güzel”, hissettiklerimi ifade eden en güzel sıfat.

Cumartesi akşamı liseden "Armut" evlendi. Evlenmiş yani son dakikada haber verdiler düğünü. Gidemedim. Gitmek istemedim galiba. Hala bekâr, hala bir balta, bir sap olamamışken yıllar sonra onca insanla karşılaşmak işime gelmedi. O.larla şampiyonluğu kutladık, iyi geldi.

Gece 2 gibi telefonum çaldı.

—uyanıksın
—uyandırdın.
—yalan söyleme bilgisayar başındasın.
—e yazsaydın oradan
—sesini duymak istedim.
—iyi ettin.
—hadi kahvaltı edelim.
—olmaz kahvaltı için daha erken.
—peki.10 saat sonra edelim.
—tamam
—iyi geceler

Sabah ezanına kadar sohbet edip, “hadi şimdi bir duş alalım ve kahvaltı için sahilde buluşalım” adamıydı düşümdeki. Tam dokunacakken uyandırıldığım bir düştü. “tamam saat 1 gibi iyidir” diyordum telefonu kapatırken.

Beşiktaş’ta buluştuk. 12.15 vapurunu 3 dakikayla kaçırmıştım. 1’i geçiyordu iskelede onu gördüğümde. Arkamdan gelen gürültülü bir Çarşı grubuna takıldı gözleri, beni fark etmedi. Kısa saçlı halimi ilk kez mi görüyordu sahi? Arkasından dolaşıp, sağ omzuna vurup sol omzunun üstünden kafamı uzattım “Sen beni mi bekliyorsun Beşiktaş taraftarlarını mı?” güldü. Öptü. Öpüştük. Sarıldım. Sarıldık. Sarıştık olmuyor mesela. İlginç. Yine de en çok işteş fiilleri seviyorum ben.

“Ee nereye” dedi. “Kafe Kale’ye” dedim “borcumu ödeyeceğim” “Ne borcu?” dedi. “Gidince anlatırım, kurt gibi açım.”
Yolda düşündüm. Sahi ne borcuydu bu? Kale kafe’nin ritüeli miydi genel olarak, bana orada ilk kahvaltıyı ısmarlayanın mı? Epey zaman geçmiş üstünden. Yıl? Olmuştur herhalde.

“Vaay” dedi keyifle. “Üşüdük ama değdi doğrusu. Süpermiş!” (Onun aldığı keyiften benim duyduğum mutluluğa “aylak adam keyfi” desek bundan sonra kısaca) Aylak adam keyfiyle gülümsedim ben de. “Ee” dedi “ne borcu bu?” “Buraya daha önce kahvaltıya gelmemiş (burasını ben mi uydurdum acaba) birini getirip ona kahvaltı ısmarlıyorsun. O da sana olan borcunu bir başkasına burada kahvaltı ısmarlayarak ödüyor. Ya da bunun gibi bi’şey işte.”
“Hımm. Anladım pek hoşmuş. Peki sen kime borçluydun?” “Tanımazsın.” Sormadı. Gülümsedi.

Laf lafı açarken epey şaşırdım kendime. Meğer ne çok biriktirmişim içime. Anlattıkça şaşırdı o da. “İnanamıyorum sana” dedi. Farklı farklı 3–4 cümlenin sonunda söyledi bunu. “Ne işin vardı senin Diyarbakır’da inanamıyorum sana” dedi. “Ben senin hissettiklerini hissediyor olsam bu kadar sakin davranamazdım, inanamıyorum sana” dedi. “Bunca sonra okula dönmek fikri sahiden büyük cesaret, inanamıyorum sana” dedi.

Ben önemli bir itiraf yaptım kendime anlatırken. “Ne olursa olsun, hep hayatımda olsun istiyorum” dedim. Cevap vermedi. Yorum yapmadı. “Böyle olmasın” diyordu gözleri. Uzatmadım .

Yıllık izne ayın 16sında başlıyım diyorum. 16sından-23üne 1 hafta yeter gibi geliyor. Salıdan salıya izin vermekte yamuk yapmazlar umarım. Önce İzmir. En fazla 1 gece. Sonra Muğla, Milas, Akyaka. Cumartesi Denizli’ye varış. Pazar akşamı dönüş. Uçak biletlerine bakacaktım sahi. Gerçi otobüsle gitmeyi daha çok istiyorum. Dönüş tarihine baksam yeter sanırım.
Bi’dakka ya. Ne diyordum ben? Hangi arada yaptım bu planı?!?! Nasıl yazılıverdi böyle bir çırpıda?!

Off saat 3 olmuş. Yarın sabah 8'de masa başında olacak olan ben miyim? Ben deli miyim?

Alla’m lütfen bu haftada sakin ve sorunsuz bir şekilde bitsin lütfen.
Bi’de şu Ales açıklansın artık. Lütfen lütfen!

Read more...

Çarşamba, Nisan 29, 2009

dost mavi

Hiç bitmesin istediğim yollar, yolculuklar var. Hayatımda bir şekilde hep var olsun istediğim insanlar var. Yaşanan hiçbir anın dönüşü yok ya, üstüne yüzbinmilyonlar versem bir daha asla “orada” olamayacağım yerler var. Bodrum açıklarında küçük bir teknenin kıçında ya da sadece Relax dinlemek için gittiğim(iz) o izbe barda ya da Ankara-İstanbul otobüsünün 13 numaralı koltuğunda ya da Ada’dan İstanbul’a göz kırpan mavi minderli salıncakta ya da Aydın otogarındaki o tostçuda…

Şarabın tatlı keyfiyle başımı göğsüne yaslayabildiğim, “ama ben böyle hiç güzel değilim ki” ye cevap, çekip saçlarımdan öpebilen, ellerimi avuçlarının arasına aldığında sadece buz kesmiş parmaklarımı değil yüreğimi ısıtan adamlar var.

LAR onlar evet. 1 değil, 2 den bile çokLAR. 3 ten fazlası gerçek olamaz zaten, gerçekliğinden şüphe etmeyeceğim kadar çoklar.

Aylarca, yıllarca ortalıkta görünmeyip, bir hafta sonu içinde beni nefessiz bırakacak kadar ruhuma can üfleyenler onlar. Hiç bitmesin istediğim yollarda, hiç bitmesin istediğim anlarda başımı omzuna yasladıklarım onlar. Aylardan sonra, mor defterimin kapağını açıp, sayfalarca yazdıranlar onlar.

Oturup yazdım evet, cümle cümle anlattım sen'i.

Ve se'ni, yazdım sayfalarca.

İçimden ne geçtiyse...Apaçık. O cümleler sadece bana ait ama senin olmasını istediklerimde gizli kalsın istemedim. Ben buraya ne zaman duygularımı yazdıysam mahvoldu o ilişkiler. Bunu bile bile yazıyorsam hala adam olmaz zaten benden. Bunu bile üstüne bir de şarkı ekliyorsam gerçekten hak etmiyorum bu ilişkileri demektir.
Ya da “sadece özel olduğunu bil istedim.” demeye çalışıyorumdur. Kim bilir?



in a manner of speaking - nouvelle vague



dibine not: Hey sevgilim, belki yıllar sonra sorarsın ben şimdiden söyleyeyim. Tenime başka kokular, saçlarıma yabancı eller değse de yüzüme kimse dokunmadı hala… Biliyor musun bunun anlamını? Bilmiyorsan eğer sevgilim bile olamazsın ki zaten, sıkma hiç tatlı canını.
dibinin körü: Yazdım, sildim defalarca. Uyudum, uyandım üstüne günlerce. Ve en son bu sabah dedim ki "eğer hiç yazmamış olursam, işte o zaman 'ikiyüzlülük' yapmış olacağım." Publish gitsin...

Read more...

Cumartesi, Aralık 13, 2008

geçmiş kıRmızı, gitmiş yeşil

Askere gitmek istiyorum. Valla bak. Allaan dağında bi’yerde hiç tanımadığım ve normal şartlar altında kesinlikle tanışmayacağım cins cins çeşit çeşit hem cinsimle 5 ay 5 gün geçirmek istiyorum. Hatta astek bile olabilirim. 1 yıl çekerim elimi eteğimi her şeyden, maaşımı da alırım paşa paşa. 1500 ytl falan veriyorlardır herhalde, eh daha n’olsun… Hem kafamı dinlerim, hem “vatani görev”, hem de “adam olurum” belki. Valla bak. “Alıyoruz” desinler en önde gitmeyen namerttir?! Ya da 325. dönemden gitmek istemeyen birileri varsa onların yerine de gidebilirim. Hazır saçlar kısa kaynayıveririm aradan n’olcek? Valla bak. Gitmek istiyorum ya habire, bari askere gideyim. Şöyle sınırda götüm donsun soğuktan, hatta 1–2 mermi vızıldasın başımın üstünde de beynime kan gitsin. Hatta hatta o mermilerin biri gelip beynime saplansın. Hiçliğim anlam kazanır, dirimin hiçbir sıfatı yokken ölüm süpersonik sıfatlarla anılır. Bir adım olmaz ama gazetelerde haber bilem olurum. Saçmaladım evet. Mütemadiyen yapıyorum bunu zaten.

T.nin de M.nin de askere gideceğini duyunca aklıma geldi bu askere gitme işi. Daha doğrusu ilk göz ağrım M.nin ‘askere veda’ partisinde tuvalete kaçmış rujumu tazelerken kendimi “lan ben de gitsem askere negzel olur haa” diye düşünürken yakaladım. Böyle haaa’lı lan’lı cümleleri sesli kurmaya başladığıma göre çakırkeyif eşiğinden atlayıp sarhoşluğa geçtim demektir. Hemen masaya geri döndüm. Sarhoş olmadan hediye işini organize ettim. Küçük bir not defterini masada elden ele dolaştırdım. Çaktı tabi M, kaçar mı hiç, “bekle azıcık” dedim “her şeyin bir zamanı var” çatladı tabi meraktan. Defter bana gelene kadar çoktan sarhoş olmuştum. Ne yazdığımı kesinlikle hatırlamıyorum ama defteri ona verirken neler dediğimi, neler duyduğumu, bana nasıl sımsıkı sarıldığını gayet iyi hatırlıyorum. Mümkünse hiç unutmayayım zaten o anı. Unutulmazlarımdan olsun. Ölürken gözümün önünden geçen karelerimden biri de bu olsun. Biri de o’nun elimi ilk tuttuğu, hayatımda ilk kez bir adamla el ele tutuştuğum o an olsun.

O’nun gibi bir adamı sevdiğim için ve onun tarafından sevildiğim için ne kadar şanslıymışım meğer. Ben tanıdığımda çocuktu(m) oysa. Şimdi büyüdükte daha iyisini, daha doğrusunu daha “adam”ını mı bulduk sanki? Yok yok kimseyi kimseyle kıyaslamıyorum Sabrina. Derdim kendimle yine. Normal şartlar altında 25 yaşına gelmiş (ve hatta neredeyse bitirmiş) bir insanın verdiği kararların 12 yaşında verdiği kararlardan daha rasyonel olması gerekir diğ mi? Değil işte. Her neyse…
“iyi ki” tanımışım bu “adam”ı. İyi ki oradaydım o gece. İyi ki “ama Cuma iş var” deyip kalkmadım erkenden. Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar hissettim o gece; rakının, rokanın tadını, yeryüzünde sizin kadar yalnızım’ın notalarını, beklentisiz içten kocaman bir kucaklamanın huzurunu… Sahi kaç tane adam var hayatımda “gel sana bir sarılayım”ın hakkını verebilecek? Bir elin parmağı mı, hadi canım nerede o bolluk… 1+1 işte. biri bu yılbaşını evinden ailesinden sevdiklerinden uzak bir bölükte, 2 poşet kuruyemişle geçirecek işte. Arayıp sesini bile duyamayacağım muhtemelen. Bu yıl doğum günümde bir mesaj eksik olacak. Gecenin ilk mesajı üstelik. Şimdi elim telefonda bir son mesaj yazmakta. Başparmak göndermekte kararsız. Kalp ağır, kafa karışık, gözler yorgun. Halbuki hislerim uzun zamandır ilk kez bu kadar net. Cümlelerimin sonunda soru işareti yok. “İyi ki”den ibaret mutlu üç noktalar sadece. İyi ki girmiş hayatıma, iyi ki var... iyi ki sadece “ilk aşkım” olmuş, saf, temiz. Şimdi iyi ki “huysuz arkadaşım”…

Gönül yarın Dali’ye gitmek ister. Bu bünye bir yalnız sergi daha kaldırır mı bu gri şehirde bilinmez. Aylar oldu, hala neyi bekliyorum bilinmez…

Kendimi çok çirkin hissediyorum, nedendir bilinmez. “Güzel hissettiremeyenler utansın” denince gülünmez. Disko kralında “aboneyim abone” varken oturup üzülünmez.

jogging onda kayak onda
sualtı üstü sporu
şaştım üç lisan biliyor
okumuş çocuk boru mu

daha bir güzelleştim
bu aşk yaradı bana
herkes dalga geçse de
darısı başınıza…




Read more...

Çarşamba, Ağustos 13, 2008

askeR mavisi

Valla benim bir suçum yok. tost için sırada beklerken o günkü pastaları rafa dizmeye başladılar. Taze taze dilim dilim çeşit çeşit pasta. En büyük çikolatalı dilimi seçtim tabi. “Ayıralım mı bunu?” dedi çocuk “yok” dedim “ver hemen şimdi yiyeceğim”. Sırada bekleyenlerin hadi canım bakışları altında aldım kahvemi de oh miss. Kahvaltıda çikolatalı pasta. Öğle yemeği çorba, tavuk, salata “hayır pilav istemiyorum” ve 4 dilim baklava. Tamam pek baklava denemezdi ona. Cevizli şerbetli bir çeşit hamur tatlısı. 2 saat sonra Türk kahvesi molası “ben bir tane de büyük ekler alabilir miyim lütfen?” sabah pastayı servis eden çocuk yine. Şaşkın. 2 saat sonra çıkmadan önce son hamle. “çikolatalı danette var mıııığ?” akşam evde canım annem sütlacı. Yemekten sonra nestle noir intense %70 kakao…

Hayır rejim yapmıyorum çok şükür, sadece muayyen(?) günümdeyim. Bütün sinirlerim tepemde ve çatacak yer arıyorum. Bulamayınca da yine kendime saldırıyorum. O yüzden çikolata yüklemesi iyidir. Hayır, erkek milleti eline çekiçle vurunca ya da salata yaparken beceriksizce parmağını kesince sinir küpü olup her tarafa saldırıyor ve hiç yadırganmıyor ama konu kadınların regl dönemine gelince “aman da çok sinirli oluyorsunuz, yanınıza yaklaşılmıyor” Kanıyoruz arkadaşım. Bilmem kaç gün kaç gece kanıyoruz yahu! bu ciddi bir durum ve lütfen siz de biraz ciddiye alın. Sinirliyim demiştim diğ mi? evet. Hadi yine kendime sataşayım madem.

Ben bu filmi daha önce görmüştüm. Diyeceğim ama ben bu cümleyi de daha önce kurmuştum zaten. Neyse kendimi tekrarlayan bir insanım ben. Böyle sev seveceksen napalım?

—bu sevilecek bir özellik değil ki.
—sevilecek bir özellik olsa “beni böyle sev, seveceksen” denmezdi zaten. Susar mısın sen bi’şi anlatmaya çalışıyorum
—susarım ama anlattığın şeyi sen de bilmiyorsun farkında mısın?
—bu yüzden yazıyorum zaten. Anlamlandırabilmek için. Kes sesini şimdi
—hah, hadi bakalım.


307. dönemden beri her dönem bir tanıdığım oldu askerde. Kardeşim hariç en sevdiklerimin hepsini yolculadım, bekledim, geldiler çok şükür. İlgide alakada kusur etmedim. Hepsini aradım sordum tek tek. Aramak sormak ne kelime, “sıkıldım” dediler her hafta gittim, "burada sabun bile lüks" dediler kutu kutu pürel’ler yolladım, "ev yemeği özledim" dediler koli koli börekler, kurabiyeler yaptım, götürdüm, gönderdim. 31 aralık 2006, 313. dönemler askerde. hem kurban bayramı, hem yılbaşı. Tam 4+1 kişi var aynı anda. +1e gelene kadar hepsini tek tek aradım. Nasıl mutlu oldular, nasıl içten teşşkkürler, nasıl samimi kutlamalar. Biri en yakın arkadaşın sevgilisi; şimdiki kocası, çocuğunun babası, biri kanka; bana okulu, çapı bitirten adam, Y.cim, hakkı ödenmez. Biri kankanın kankası, kızım olsa hiç düşünmem everirim hemen. Biri çocukluk arkadaşı C. donla kırmızı bisiklete binişini gördüğüm adam omzuna tüfek atmış yeminlerde…+1 de G. Sıfatı ne bulamadım. Uzaktan eski bir arkadaş diyelim. Sadece nerede olduğunu söylemişti, telefon numarasını gayet iyi bildiğim bir bölükteydi ve uzaktan bir arkadaş olmasına rağmen sırf askerde kendini yalnız hissetmesin diye onu da aradım.


—uzaktan demek, eee anlat anlat heyecanlı oluyor
—ya sana sus demedim mi ben
—niye 307. dönemden başlamıyorsun askerlik anılarını anlatmaya direk 313. döneme geçtin?
—eeeööö, o dönem yediğim haltın ne kadar saçma olduğunu yeni anladım sanırım. İtiraf edesim geldi.
—hee. itiraf edince tekrar aynı şeyi yapmayacaksın yani?
—eeöö olabilir. Ya sen susar mısın? Beni 2 dakka rahat bıraksana kendimle cebelleşiyorum şurda.
—hahaha, buyurun burun, ben yokmuşum gibi devam edin siz.
—sensin siz. ben benim.
—ben de sabrina canım, memnun oldum.


Off heves bırakmadı ki adamda… Diyecektim ki hâlbuki yine birileri gitti askere; kuzen gitti, E. gitti. Oysa bana da “sabaha kadar konuşabiliriz gibi gelmişti”. Saçmalıyorum evet. Mütemadiyen yapıyorum bunu zaten. Yeni değil. Yine. Ve yine anılar, hüzünle değil artık gülümseten zamanlar, yazılan mektuplar, habersiz şaşırtan telefonlar, sürpriz ziyaretler...
Birileri bu gece Türkiye’nin beki de hiç bilmediği bir şehrinde hayatında ilk kez gördüğü onlarca adamla uyumakta. Kafalarında neler var, kimse bilmez, bilemez. Benim kafama nasıl kazındıysa iyi bir sevgili, iyi bir arkadaş, iyi bir kuzen-yeğen-hala-amca askerde belli oluyor en çok. O gün yanındaysa hep oluyor sanki. O gece aklındaysa hiç çıkmıyor sanki bir daha. Orada özlüyorsa yeri başka sanki diğerlerinden. Ya da birileri beni çok sağlam kandırdı bu konuda. Ammann hiç umrumda değil aslında. Sakinleştim yaa ben. Şu nestle noir’den var mıydı biraz daha?

Read more...

Perşembe, Temmuz 31, 2008

sevindiRik mavi

"Gelecek içermeyen hiçbir şimdiki zaman doldurulamaz."



Son zamanlarda aldığım en güzel hediye bu! Ve bahsettiğim “son zamanlar” oldukça geniş zamanlar aslında.

Nelerden bahsediyorduk, laf nereden nereye geldi orası zata mahsus, ama öyle bir anda dedi ki bunu; eşekten düşmüş karpuz döndüm o an. Ve evet karpuzu çok severim ben. Bıraktım işi gücü bir karpuza baktım, bir de cümleye. İçimdeki boşlukların ya da o en büyük koca boşluğun sebebi buydu muhtemelen. Şimdiki zamanımı dolduramıyordum çünkü gelecek içermiyordu. Düşündüm önce, “kızım” dedim “insan zaman geçtikçe daha tutarlı bir insan olur, sen her geçen gün daha da çelişiyorsun kendinle. Sen değil miydin daha birkaç ay önce gelecek kaygılarından, sürekli planlı programlı yaşamaktan bunaldım, zaten yaptığım tüm planlarda çuvalladım, koy ver gitsin diyen?”

Konuştuk durduk yine içimdeki benlerle. Vardık mı bir yere? Varamadık. Hala amaçsız bir hiç olarak katılıyorum yaşamaya. Bir amaç uğruna sahip olduğum ve olmadığım her şeyi bırakabilecekken üstelik.

Evet, son zamanlarda aldığım en güzel hediye bu cümle. Bir cümle. Hayatımda aldığım en güzel hediyelerden biri bu cümle. Bu cümle benim oldu. Birinden bana hediye oldu. Bana cümlesini verdi. Ben kimseye vermemiştim bugüne kadar bir cümlemi. Hep kendime sakladım onları, “al bu da senin olsun” demedim kimseye. Mektuplarım bile “mahrem”dir benim. Herkese yazmam öyle kolay kolay. Üstünde elimin yazısı vardır kargacık, tenim değer, gözüm değer, kim bilir kokum siner onlara. Yazdıysam… Yazmışımdır işte.
Mektuplarımdaki cümlelerimi bile vermedim ben kimseye. Hep bir örneği, taslağı vardı bende. Cevabı geldiyse, aslıyla aynı zarfta durur öylece. Benimdir o cümleler. O’nun için kurmuşumdur ama benimdir hepsi. Tüm bunlar yüzünden işte, aldığım en güzel hediyelerden biri bu cümle.

Biri bana cümlesini verdi… Deneyimini, bilgisini, değerini verdi. Belki önemsizdi, belki öylesineydi, belki istese geri bile veririm cümlesini hiç sorun değil. Ama öyle güzel bi’şey yaptı ki… Öyle bir yere tutundum ki…

Böyle işte. Biri bana cümlesini verdi. Ben de o’na teşekkür ettim. İçimde çakan kıvılcımın yanında öyle sönük kaldı ki, teşekkürüm… Bu cümleyi bile bitiremedim.

foto

Read more...

Pazar, Haziran 15, 2008

yeşilimsi

Boğazım çok acıyor. Doktor 1000 mg. antibiyotiği dayadı yine. Bu farenjit belası başka türlü geçmiyor zaten. Habire ılık bi’şeyler içmekten gına geldi. Yarın bir de iş var. Ve bi’dünya telefon görüşmesi yapmam gerekiyor. Off ki off. Aman niye ofluyosam. Gerekirse öğleden sonra basar çıkarım. Göbek bağımız var sanki şirketle.


S. yi aradım bugün. Kelimenin tam anlamıyla sıçtı ağzıma. İyi de oldu doğrusu, kendime getirdi. Hele son dakikada bütün olaya bir teşhis koyuşu vardı ki… İnsanın hatalı olduğu zamanlarda böyle acımazsızca eleştiren, yerin dibine sokup çıkaran bir dostu olması güzel. Bana demişti zaten çok önceden. Bu defteri en son kapadığımda demişti. 'Ne köy olur ne kasaba sizden, yapamayacağınız belli, adam kendini biliyor yanaşmıyor sana, bıraksende hiç çabalama' demişti. Hepsini tek tek demişti. Ben gittim naptım, o bunları hiç dememiş gibi başa sarmaya çalıştım bütün filmi. Yemedi tabi. Cesaret isterdi 2 kez aldattıktan sonra “tamam varım” demek, diyemedi O da. Ha, bunca yalanın ardından katıksız bir saflıkla “ya gel gir içeri ya da çek git” demek gereksiz bir delilikti. Oda bana mahsus zaten.
Telefonu kapatmaya yakın, ben artık “haklısın”, “evet demiştin” demekten yorulmuş başka bir cümle türetmeye çalışırken, küt diye sustu bizim hatun. 10 saniye falan hiç sesi çıkmadı ben hat mı kesildi acaba diye bakarken resmen gürledi:

“Bana baak, bu adamın ne sorunu var?”

“Yani evet benim gibi bir hint kumaşını bulmuşken birlikte olmaya bir türlü yanaşmadığına göre… “

“Kes zırvalamayı da bu adamın sorunu ne onu söyle; uyuşturucu mu kullanıyor, şizofren mi, alkolik mi, ne tedavisi oluyor?”

“Hönk!”

“Bu herifin bir sorunu yoksa bana da S. demesinler. Sen bana yok de, ben oraya gelip kendi elimle yapıcam aranızı, nikah şahidiniz olucam ulan, sen bana normal olduğunu söyle, yarın ordayım, gelinliğini bile ben alıcam!”

“Ya ne alakası var S. cim. Bak büyük laflar ediyosun hem gelinlik falan biliyosun İtalya’ya gidilecek onun için”

“Sıçtırtma İtalya’ya şimdi hadi ‘hiç bi’sorun yok, gayet normal birisi, öyle kendi çapında çapkın falan sadece’ de bana”

“Ne alakası var ya?”

“Sen, bu adam gerçekten sorunlu olmasa bu kadar uğraşmazdın, bu kadar koşmazdın peşinde. Asıl sorunlu sensin kızım. Önce senin tedavi görmen gerekiyor bi’kere. Allaaan danası! Salak sen bu hayata doktorculuk oynamaya mı geldin sanıyorsun ne diye uğraşıyorsun bu hasta insanlarla anlamıyorum ki.”

“Şşşşşşş ayıp oluyor ama...”

“Git işine yaa. Ayıpmış. M.yi adam ettin topluma kazandırdın yeni hastan ne tedavisi görüyor, yoksa psikolojik falan mı bu sefer, aile doktoru falan da var artık bu konuda, ona da önerdin mi bari?”

“Yok kızım ben seninle arkadaşlığımı kesiyorum artık. Yeter be bu kadarı fazla. Her boku bilmesen olmaz di mi? seni arayanda kabahat zaten. Sus tamam hadi sonra görüşürüz. Kapadım ben”

“Ben biliyorum malımı işte. Sorunlu birini buldun kabardı anaç damarların tabi. O iyileşecek siz de sonsuza kadar mutlu bir hayat yaşayacaksınız hayalleri de kuruyor musun bari? Ah yavrum benim. Kıyamam ben sana ya. Ama sende haklısın bebeğim çıkmadı ki şöyle normal bir adam karşına. Hangisini tutsan elinde kaldı. Sende uzmanlaştın tabi, sorunlu adam paratoneri gibi çekiyosun hepsini etrafına. Başka türlüsü gelse dengem şaşacak diye korkuyosun, bulduğuna yapışıyosun böyle. Bak gerçek hayat böyle değil kuzum. Normal insanlar normal flörtler yaşayıp ilişkiye başlıyorlar böyle daha başında aylarca sürünmüyor işler. Sen elini tutuyorsun. O da öpüyor dudağından al sana aşk! Bu kadar yani. Daha karışık değil.”


Ben bu cümleye varana kadar çoktan ağlamaya başlamıştım. Epeyce bir ağladım, o da konuştu hiç susmadan sağ olsun. Yarayı bulduk. Kanattık da kanattık. Arada beni bi’posta daha sıvadı, bu durumu ona daha önce anlatmadığım için. Sonra topluma kazandırdığım diğer hastalarımı çekiştirdik. Kapatırken epey ferahlamıştım. Gerçi bu sesle 1,5 saatlik bir telefon görüşmesi epey yordu ama bu 2 günde olan tüm yorgunluğumu farenjite havale ettim ben. Bu bet ses, bitkinlik, yorgunluk, bir türlü ağlayamama hali falan hepsinin müsebbibi farenjit.


Şu antibiyotik bir bitsin hepsi geçecek bak. Bu gecekini saymazsak 3 günlük dozum kalmış. 3 gün sonra hepsi bitecek. Semptomlar düzelmeye başladı bile. Şimdi biraz maça bakayım, sonra da yatayım. Yarın güzel bir gün olur belki. Belki şehre bir film gelir. İklim değişir belki, akdeniz olur. Belli mi olur?

Read more...

Pazar, Mayıs 25, 2008

geçmiş mavi olur ki

Mor ve Ötesi 7. oldu 2008 Eurovision’da. Sahneye çıktıklarında uyukluyordum kanepede.

Aklımda 2003 Eurovision. Yok yok Sertap’ın birinciliğinden değil, gerçi birinci olmasa bu kadar net hatırlayamazdım o tarihi ya, neyse.

Bodrum’dayız.
Finaller daha başlamamış herhalde, kim organize etmiş hatırlamıyorum, bizim fakülteden büyükçe bir grup gitmişiz. 3 gün. Bizim ekip; 2 kız 3 erkek. Kimse kimsenin sevgilisi değil. Flörtöz bir durumda yok ortada. B.nin zaten askerde nişanlısı var, o Y’ye emanet. Zaten beni de gitmeye Y ikna etmiş. Sürekli bir pazarlık halindeyim onunla. “O’lum bak uygunsuz bi’durum olursa ben size haber ederim, ama sakın her yan bakana ‘ne bakıyon lan’ diye dalmayın, kısmetimi kapamayın, bozuşuruz.” deyip duruyorum. Ne mümkün anlatmak, adam 30 saniye yalnız bırakmıyor, şöyle bir İtalyan yakışıklısı bulup kadeh kaldırayım.

Bodrum’dayız ama yıl 2003, aylardan Mayıs. Yani tikkycanların istilasını uğramamış henüz beachler. Gündüz tekne turuna çıkmışız. Şansımız ki hava bulutlu. Güneşleneceğiz diye yağları sürdüğümüzle kalmışız koca gün. Tabi tatile geldik illa denize gireceğiz diye atlayıp 3-5 kulaç savurmuşuz ama sonra herkes havlularla, polar montlarla oturmuş teknede. Erken dönüyoruz otele. Yok yok pansiyon gibi bi’yerde kalıyoruz aslında.
Çıkaramadım şimdi. Ben tutturuyorum “kaleyi fethetmeden gitmem” diye. Söylene söylene peşime takılıyorlar. Kalenin kapanmasına 1 saat var. Koşa koşa geziyoruz surlar arasında. Ebelemece oynayan çocuklar gibiyiz. Bir turist amca fotoğrafımızı çekiyor. Çıkınca süper bir akşam yemeği yiyoruz bütçemizce. Ve tabi, ver elini barlar sokağı… Adamik’e girip girmemek konusunda biraz tartışıyoruz. Ama girip sandozları yuvarlıyoruz. Bir iki derken Y. sıkılmaya başlıyor, çıkıyoruz. Gece daha başlamamış aslında. Saat kaç bilemiyorum. Katamaran’a gitmeye karar veriyoruz. Ama gitmeden önce iyice içmek lazım, öğrenci harçlığıyla sarhoş olunmaz orada biliyoruz. Gülüşerek dolanırken bir başka barın girişinde dev ekranda TRT açık, 2003 Eurovision şarkı yarışması. Tam da Sertap anons ediliyor. B.yle ben avaz avaz geri çağırıyoruz yürüyüp giden bizimkileri. Sertap’ı gören barın önünde duruyor zaten. Şov başlıyor, Sertap detone olmuş o gece diyorlar, Bodrum’a hiç öyle gelmiyor sesi. Biz bütün kızlar hem hep bir ağızdan şarkıyı söylüyor, hem de dans ediyoruz. Keyifler çakır.

Arkadan aksanlı bir İngilizceyle “Göbek dansı Türk kızlarının ortak yeteneği herhalde” diyor birisi. Dönüp bakıyorum. Ve evet, nihayet bir İtalyan yakışıklısı!
Hayatımda gördüğüm en güzel gözler. Olduğum yerde kalakalıyorum. Cümle bile kuramıyorum. “sen Türksün değil mi?” diyor ben öyle kitlenip kalınca. “elbette türk’üm.” diyorum, Sertap’ın harika şovundan feci gururlanmışım.

“Dansından anlamıştım zaten” derken göz kırparak gülümsüyor. Aman Allahım o ne dudaklar, o nasıl bir çapkın gülüş. Eriyorum, bitiyorum…

Ne cevap verdim, nasıl bir cümle kurdum, kurduğum cümle İngilizce miydi, Türkçe miydi, sohbet nasıl gelişti hiç hatırlamıyorum…

Anımsadığım; kalabalıktan uzaklaşmışız (ya da biz yerimizdeyiz ama onlar dağılmışta olabilir, benim gördüğüm sadece O) Bodrum’a ikimizin de ilk gelişi olduğunu ve nereleri gezdiğimizi anlatıyoruz. O yarın İstanbul’a geçeceğini ve 3–4 gün orada kaldıktan sonra Floransa’ya döneceğini söylüyor. “Ben aslında İstanbul’d yaşıyorum” diye atlıyorum tabi. “Nereyi gezmeliyim İstanbul’a gidince?” diyor, Nedense aklıma ilk gelen Kız Kulesi. Bir türlü bulamıyorum İngilizcesini. Virgin tower diyesim geliyor ama değil biliyorum. “Kız kulesi” diyorum gayet Türkçe, anlamıyor elbette. Ben de bir türlü anlatamıyorum derdimi. Küçük bir not defteri çıkarıyor cebinden. “Buraya yaz ben gidince sorarım” diyor. Aklıma şaşayım oraya telefonumu yazmıyorum. İsmimi bile yazmıyorum. Bir anda onun arkadaşları ve benim arkadaşlarım çıkıyor ortaya. Muhtemelen hep civardalar ama ben farkında değilim. Büyü bozuluyor. Onunkiler onu, benimkiler beni tutuyor kolumdan, “İyi eğlenceler, see you’lar, buona notte’ler”le iki farklı yöne doğru ilerliyoruz.
Birkaç adım sonra arkama bakıyorum, arkasını dönüp bakıyor o da, göz göze geliyoruz... Son kez.

Yıl 2008 sadece 5 yıl geçmiş aradan. Yine bir cumartesi gecesi, yine bir Eurovision finali. 22.30 sularında kanepeye kıvrılmış uyukluyorum.

50 yıl değil sadece 5 yıl geçmiş aradan. Ben İstanbul’da bir kanepede uyukluyorum.

Kendime bir küfür savuruyorum akıllara zarar.
Ben kanepede uyukluyorum!


Posted by Picasa

Read more...

Pazartesi, Mayıs 12, 2008

inadına mavi


Ohh bitti nihayet!

Artık bi’daha kolay kolay tema değiştireceğimi hiç sanmıyorum hem de hiç! Ne html bilirim ne sayfa tasarımından anlarım, bir de css midir nedir öyle bir zımbırtı varmış ki akıllara zarar.
Anladım ki bu iş benim boyumu hayli hayli aşıyor. Bu kadar pipirikli, detaycı ve meraklı bir insan olarak bu hale getirdiğime şükrediyorum valla. Üstelik hala bence düzeltilmesi gereken bir sürü yeri var, bi’kere başlık havada kaldı öylece, onun resmin alt tarafında durması gerekiyor yalnız bir türlü beceremedim. Tıklanan linklerin rengi, başlıklardaki Türkçe karakter uyumsuzluğu, etiketlerdeki küçük büyük harf uyumsuzluğu ve daha benim fark etmediğim kim bilir kaç şey var. Ama artık sıkıldım bilmediğim bir dili çözmeye uğraşmaktan, yeni olayımız aşağı yukarı budur efenim, arz ederim.
Hoş çoğunuz benim dün akşamki uykusuzluğumdan istifade deneme yazısını da readerlarınızdan okudunuz ya o yazıdan dolayı bu dönüş kimseleri şaşırtmayacak muhtemelen.

Neyse. Zaten niyetim, amacım ortadan kaybolmak sonra tekrar ortaya çıkıp cöö yapmak falan değildi benim. Unutmam ve unutulmam gerekiyordu bu yüzden sonsuz maviyle minik bir virgül koyduk sayıklamalara. İnadına maviyle deli dizgin başlıyoruz tekrar.

Arada geçen zamanda hep yazdım başka başka yerlerde aslında. Emektar defterler, gizli günlükler yetmedi hatta yine bir blogger olarak yazdım savurdum cümlelerimi internetin uçsuzluğuna. Çünkü benim için öyle bir hale gelmiş ki buralara yazmak başka türlü bir yazım şekli artık yetmemeye başlamış. Başıma gelenleri, içimden geçenleri defterlere yazıp kapaklarını kapattıkça onları oraya hapsediyorum sanki. Oysa buralara bir yere yazdıkça benden çıkıyor cümleler. Sonsuzlukta bi’yerlerde kaybolup gidiyor, daha çabuk unutuluyor. Sırf böyle hissettiğim için bir başka blog penceresinden savurdum cümlelerimi sonsuzluğa. Şıp diye eliyle koymuş gibi daha ilk günlerden bulanlar, yorum bırakanlar oldu. Hiç birini yayınlamadım ve cevaplamadım da çünkü orası benim için aslında gizli bir sığınaktı. Eleştirilmeye, akıl almaya, doğruyu aramaya, sorgulamaya halim yoktu ve her cevap yeni bir kapı açacağı için yazılanları aldım, cebime koydum üzerine düşündüm ve öylece bıraktım. Değerli fikirlerini paylaşan herkese teşekkür ediyorum.

Bir de günaşırı gelip baktığı halde hiç sesini çıkarmayanlar oldu. Onlara ne desem diye çok düşündüm, bulamadım. Benimle sessizliği, suskunluğu paylaştılar, sıkıntıma değişme-değişememe kaygılarıma ortak oldular. Sadece dostum dediğim insana anlattıklarımı okudular, dinlediler sessizce. Kimlikleri birkaç haneli dinamik IP’ler bile olsa arkadaştan öteler benim için, bilmek isterler belki bunu…

(şimdi böyle yazınca onlarca kişiden bahsediyorum, yüzlerce yazı yazdım gibi olmuş, hepi-topu 5-6 yazı ve toplamda 3-5 kişiden bahsediyorum aslında.)

Sadece o da değil. Yoğun bir mail alışverişimiz oldu arayıp soranlarla. Aklıma estiği gibi yazamamanın acısını onlara attığım mailler sayesinde çıkardım. Kimisiyle gülüştük, kimisiyle erkekleri çekiştirdik, kimisiyle dünyayı kurtardık, kimisiyle haziran için şimdiden planlar yaptık, daha neler neler… Hepsine birer kocaman teşekkür, arkadaşlıkları, varlıkları ve “orada” oldukları için.

Ne çok şey birikti, ne çok şey var anlatacak. Hâlbuki yaşanan hiçbir şey yok ortada. Bir kaç damla hüzün, bir miktar hayal kırıklığı, bolca rutinden ibaret bir mavi rengim…

Yine, yeniden, inadıma mavi…

Read more...

Pazar, Ekim 14, 2007

bol buzlu+limonlu kola Rengi

“İşte geldim buradayım, ben bu işte ustayım”

Diye bir dönüş yapmak isterdim lakin bir cif likit jel kadar bile olamıyorum.

Döndüm işte yine buradayım. Evde, şehirde, İstanbul’da. Maaşlı bir işte çalışmamanın en (tek) güzel tarafı bu olsa gerek, ‘Eee heytere be’ deyip bırakıp gidebiliyorsun. Yarın üç beş soruya cevap vermem gerekecek belki ama neredeyse tüm ramazanı da yollarda, tatillerde geçirdim. Olacak o kadar.

Köklerimi bulurum belki diye ummuştum giderken, kök salacak topraklar bulurum sanmıştım. Şimdi çok iyi anladım ki ben hiçbir yere ait değilim aslında. Ne oralara ne buralara. Plaza insanı olmaktan vazgeçmeden önce fark etseydim bu durumu, acaba yine vazgeçer miydim? Yol boyunca bunu sordum kendime. Host bey tüm güler yüzüyle “içecek olarak ne alırdınız?” dediğinde ise uzun zamandır yapmadığım bi’şey yaptım: karar verdim. Hayır, portakal mı vişne mi kararı değil, ben zaten sevmem vişne. Her şeyi bırakıp, hostes olmaya karar verdim. Madem hiçbir yere ait değilim ben, madem bulamadım bu yaşa kadar köklerimi ve madem dallarımı besleyecek insanlar, topraklar yok hayatımda sürekli uçmaktan daha güzel ne olabilir ki? O uçuşla bu uçuş arasında otel odalarında yaşasam, bir valiz olsa bütün mal varlığım, hırs yapsam 8-10 dil öğrensem, dünyanın her yerine uçsam...

Üstelik sürekli güler yüzlü, sürekli sakin, sürekli kontrollü, sürekli bakımlı, sürekli şık, sürekli nazik olmamı gerektirecek bir hayat bu. Öfkelenme, kendini salıp haftalarca kuaföre uğramama, türbülansta kontrolünü kaybedip korkma lüksüne sahip değilsin. Her zaman neşeli her zaman güler yüzlü! İnsan bundan da sıkılır elbet bir gün ama madem ait değilim ben hiçbir yere, başka ne seçeneğim var ki?


Of amma kötümser oldum ben de ya! Vallahi ben bile sıkıldım bu “tutunamadım” hallerimden. Bugün Y.cim aradı, utandırdı beni, asker adam ben arayıp soracağıma o beni arıyor. Konuştuk biraz (35.dk ya biraz mı denir epey mi?) "N’olmuş sana böyle ya?" dedi. "N’olmuş be?!" dedim. "Ne bileyim yani şey, eskisi gibi değilsin". "Nasıldım ki eskiden, şimdi öyle değilim?" "Ya böyle çalışkan, aynı anda 88 yere birden yetişen, enerji dolu, neşe saçan kız gitmiş yerine karamsar amaçsız biri gelmiş. Gazı kaçmış kola gibisin be!" "Yok" dedim "o söylediklerininin hiç biri değil(d)im de son söylediğin doğru"

İşte son 2 yılın beni getirdiği nokta bu: gazı kaçmış kola gibiyim. Üstelik kolanın gazı kaçınca şekeri kalır ben şekeri kaçmış da asidi kalmış bir acı kolayım! Dolapta günlerce kimsenin yüzüne bakmadığı, en sonunda birinin gelip çöpe attığı.

Hayır, biri gelip olduğu gibi çöpe atmasa bari şişeyi kurtarsam en azından. Ne bileyim şişe bu işe yarar elbet; su şişesi olur, rezervuarın içine koyarsın tasarruf yapar, ağzını kesersin vazo olur, içine turşu bilem kurulur!

İşin kötüsü iki arada bir derede söz aldı adam benden, toparlanacağıma o’nun tanıdığı ve sevdiği hatun olacağıma dair, yoksa men edecekmiş beni arkadaşlıktan sivil hayata dönünce! Kaybettiğim zaman yetmedi bir de adam gibi adamdan, güvenilir arkadaştan olacağım iyi mi?

Neyse ki kararımı vermiştim ben. Var mı hava yollarında tanıdığı olan? N’apmak lazım kabin memuresi olmak için? Tanıdık falan yoksa bari kopya verin bana. Şu “biz seni bunca yıl bunun için mi okuttuk?” “neden kendi işini yapmıyorsun sen?” “bunu mu layık görüyorsun kendine?” sorularına vereceğim cevaplar için.

Read more...

Çarşamba, Eylül 19, 2007

mavi melek

2007’nin ilk günleri vapurda,
—Nasıl yaaa! Hamile misin yani?
—Galiba biraz.

Gecenin bir körü telefonda,
—Ben doğurmuşum
—Nasıl yaaa! Senin haberin yok mu doğurduğundan!

Ertesi gün hastanede,
—Bu, bu şimdi daha dün gece senin içindeydi, senin bir parçandı di mi?
—E 9 ay taş taşımadık herhalde!
—Nasıl yaaa! Nasıl inanılmaz bir mucize, nasıl güzel bir his bu ya?
—Anne olunca anlarsın!

“Aha aha” diye sırıtıp bu klişe cümleyle alay edecekken arkasını döndüğünde fark eder ki odadaki 5 kişiden bir tek kendisi “anne” değildir. Diğer 4 anne onun anlamadığı bir dilde bakışmakta ve içtenlikle gülümsemektedir...

Read more...

Perşembe, Temmuz 26, 2007

kedeRli kıRmızı

“Nikah şahidi” takıldım kaldım bu tamlamaya. Zaten bu aralar “evlilik” mevzuunun her aşamasına takık durumdayım. Gün geçmiyor ki yeni bir evlenme, nişanlanma, kız isteme haberi duymayayım. Hayır önceki yazlarda da duyardım elbet ama 1 yılda insan arkadaş kitlesinin (hayran kitlesi gibi oldu bu da =) %60ını evlendirir mi yahu.
“Dünya evi”ne giriyorlar habire. Sorması ayıp benim yaşadığım ev ne evi? Çok mu hızlı akıyor zaman, ruhum mu çocuk kaldı hala bisikletle geziyor sahillerde... Anlayamadım, anlayamıyorum. Bu kadar karmaşanın arasına birde “nikah şahidi” takıldı aklıma. Niye dayı-teyze-babanın iş ortağı seçilir bu iş için illa. Yazdım daha önce, hukuki hiçbir olayı yok şahidin, öyle törene renk gelsin hesabı oturup imza atıyor o da sizinle birlikte. (Hoş imzanın da bi’olayı yok ya) Benim nikahıma şahit olacak olanın aşkımın, ilişkimin en azından bir dönemine, başlangıcına, bir hafta sonuna, bir konser gecesine bi’yerine işte şahadet etmesi lazım. Nasıl ki boşanırken gelen şahide “siz bunları kavga ederken gördünüz mü?” mealinden sorular yöneltiliyorsa, evlenmek için gelen şahidin de “evet bunlar artık evlensinler, çoluk çocuk yapsınlar yahu, çok yakışıyorlar birbirine” diyebilmesi lazım. Yamuluyor muyum yoksa gereksiz şeyler mi düşünüyorum?
Evet aslında biraz kızgınım şahit olmadığıma, daha doğrusu yerime geçenleri görünce üzüldüm. Hayatında belki de bir daha görmeyeceğin kadını niye sokarsın en mutlu gününün en güzel karesine. İlginç yaratıklar şu âdemoğulları...

Off, kafam bomboş, taktığım şeye bak. En dolu olması gereken zamanlarda boş bir saman çuvalı gibi hissediyorum. Anlamlı cümleler kurmaya yeter sayıda fikir bile yok içinde. Resmen sayıklıyorum.


Boşverin beni siz Attila İLHAN'ı okuyun en iyisi:


Zeynep beni bekle..

Zeynep beni bekle
Gece ağaçlarına yağmur çiseliyorum
Cam tozu su beyazı
Yalnızlığını mutlaka değiştireceğim
Bir yaprak halinde süzülüp saçlarına
Eski teşrinlerden
Kederli kırmızı
Zeynep beni bekle mutlaka döneceğim
Söyle kim önleyebilir buluşmamızı

Geceleyin ışıkları söndürdüğün zaman
Benim şiir kitaplarından sızan aydınlık
Elinde uyuyakaldığın heyecanlı roman
Pancurların çarpıldığı lodos geceleri
Rüzgârın değil benim

Pencerendeki ıslık
Her akşam koridordaki ayak sesleri
Yanlış çaldığını zannettiğin telefon
Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim

Hem bu ne ilk ayrılığımız ne de son

Pikapta Emin Ağa acemaşiran saz semaisi
Sokakta çocuklar saklambaç hırsız polis
Hayat akıp gidiyor olsam da olmasam da
Saati durmamalı ufak sorumlulukların
Resmi bırakmadın ya
Son çektiğin hangisi
Bak mektuplar birikmiş yine masamda
Fakülteler açılacak bak bugün yarın
Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
Başladığımız filmi birlikte bitireceğiz

Kim ne derse desin içimde delice bir his

Read more...

Pazar, Temmuz 08, 2007

kaçak mavi

Yazıyla içiçe geçmiş bir melodinin ardından yoksa
melodiyi bile unuturmuş o yazının ardından
mı demeliyim?
Yazana teşekkür etmeli en iyisi verdiği ilham için... Teşekkür ederim!

Evet herkes yalnız ve herkes hüzünlü bu şehirde. Herkes terk etmek istiyor ama gerçekten vazgeçebilenler, terk edebilenler asıl kahraman benim gözümde.
Bu şehri terk etmek demek, o gülen maskeyi ve zırhları çıkarıp çırılçıplak kalabilmek demek sanki. Alıştığımız hüzünleri, ezberlediğimiz mutlulukları, yalanları sahtelikleri tek kalemde çıkarıp atabilmek demek sanki.

Ve öyle inanılmaz bir şehir ki bu şehir, her seferinde ikna ediyor insanı kalmaya. Her seferinde "burada da açabilirsin ruhunu" diyor, "burada da çıkarabilirsin maskelerini zırhlarını" Yüzyılladır çözülemeyen, çözülmesi mümkün olmayan paradokslar gibi; her seferinde yine aynı savunmasız anında yaralıyor insanı. Yaranın acısıyla yine yola koyuluyorsun, yine ikna ediyor kalmaya, sonra yine yaralıyor...

Her şeye inat kocaman bir gülümse yerleştiriyorsun suratına, "bu içten bir gülümseme" diyorsun, "maske değil", pişmanlıklarını koyup cebine, göz kırpıyorsun aynada ki umutlarına ve yine şehirde akan hayata bırakıyorsun kendini.
Varsın ruhumu sattığım “mutluluk” olsun bu kez!

Read more...

Salı, Haziran 26, 2007

maden mavisi

Kova burcu genç bir avukat davanız için bulabileceğiniz en dişli, en sağlam avukatlardan biri olabilir ama termometreler 42ºC yi gösterirken, klimasız bir ofiste fikri mülakata girmek için seçeceğiniz en son kişi olmalı, ben bugün bunu anladım. Hele karşı cins iki kova insanı, temelde aynı fikirde oldukları ama bu fikrin uygulanması noktasında taban tabana zıt oldukları bir konuda sakın ha tartışmamalı. 5 saat aralıksız konuşmayı, sohbet etmeyi bilirdim de, 5 saat kesintisiz tartışmayı nasıl becerir iki insan bugün bunu da öğrenmiş oldum. Hayır, görüşmek için taraflar olarak o kadar yol kat etmişken, elimizde “göz atsak iyi olur” dediğimiz bir dosya varken, biz toplumsal rollere, ezberletilen yaşamalara, kadın-erkek ilişkilerinde ki eşitsizliklere, giderek azalan kadın nüfusundan dolayı ortaya çıkacak daha da eşitsiz yeni dünya düzenine nasıl vardık ben hala çıkış noktamızı hatırlayamıyorum. Bir ara seçimlerden bahsederken kadın adaylara lafı getirmiştik oradan mı geçiş yaptık, yoksa önümüzde ki evrakta yazan meslek hanesindeki yanıttan mı, bulamadım gitti. Zaman zaman sinirden yerimden fırlayıp, cümlen bitene kadar bir sağa bir sola volta atmış da olsam, bi’kaç kez kendimi kontrol edemeyip “hoop dur bakalım orada” diye lafını kesmiş de olsam, değdi tüm bu fikri harbe, nihayetinde hakkından geldim ya o zevk bile bana yetti =)) Hoş, hakkından geldim diyorum ama sen de benim hakkımdan geldin aslında, bir kazan-kazan oyunuydu oynadığımız, kaybeden kimse yok. Bak bu saat oldu kafamı toplayıp sistematik düşünmeye geçemedim hala. Yakınıyormuşum gibi oldu ama değil, yine olsa yine yaparım. Uzun zamandır böylesi bir zihin yorgunluğu yaşamamıştım ve böylesi bir keyif...

Anladım ki benim bütün hayatım böyle geçmeli, hep bir sonraki hamlede ‘nasıl alt ederim seni’, ‘nasıl çürütürüm bu fikri’ diye düşündürtecek birileri olmalı etrafımda. “Eee daha daha nasılsın”la, “aman seçimler geliyor kime oy vereceksin”, “nereye tatile gideceksin”le tıkanıp kalmamalı benim muhabbetlerim asla. Düşünen, düşündürten, düşünceli arkadaşlarımdan beni mahrum bırakma, karşıma yeni çıkacak olanları bunların arasından çek çıkar Allah’ım!

Read more...

Çarşamba, Mayıs 30, 2007

tuRuncu

"walla yanlış anlamayacağını bilsem arabayla alıyım sahilde dolanırız diye ama tırstım :D "

dediğinde,
aslında yapmak istediğim tam da oydu, sahilde dolanmak. Ama bana öğretilen, dayatılan sosyal ve toplumsal kodlar gereği bunu yapmam mümkün değildi gecenin 2’sinde. Oysa kimselere söyleyemediğimiz, anlatamadığımız bir sürü şeyle doluydu geçmiş sohbetlerimiz/sohbet geçmişlerimiz. Yine de böyle bir teklifi kabul etmek, benim için (belki onun için bile) “OLMAZ”dı. Ben kötü kız olurdum gidersem, o da edepsiz adamın teki, bu saatte cüretkar bi’şekilde davet ettiği için. O sırada fark ettim ki, bana öğretilen tüm toplumsal “olmazları” bi’yana bırakıp, işi deliliğe vurup “haydi gel o zaman 10 dakika sonra şuradan al beni” dememi engelleyen başka bir şey daha vardı. Neydi diye, bir süre kurcaladım zihnimi. Evet, yapmak istediğim şeyi önermişti bana, üstelik bu daveti özellikle beklediğim herhangi birisi ya da illa yalnız olmalıyım gibi bir tercihim yoktu o anda, yani bir deliliği meşru kılacak tüm sebeplere sahiptim. Neydi beni engelleyen derken buldum sandım; gözlerinin içine hiç bakmadığım biriyle paylaşmak istemiyordum gecemin 2’sini, toprağın kokusunu.
Peki nerde kalmıştı koşulsuz güven? Böyle bir durumu niye kapsamıyordu? Bana en iyi güvenle özellikle koşulsuz güvenle ilgili uzun uzadıya sohbetler ettiğimiz Turuncu fikir verebilirdi bu mevzuda. 'Gecenin bu saatinde uyanık mıdır acaba, yoksa sadece bilgisayarı mı açık kalmıştır?' diye düşünürken sağ alt köşede yandı turuncu penceresi, aklımdan geçen her şeyden habersiz ;


böyle bir şey varmış stumble gösterdidedi. Hah dedim cuk oturdu şimdi =)

Gözler kalbin aynası mıdır, neden bu kadar önemli bir insanla yüz yüze olmak? Sadece gözlerine bakarak, tek kelime etmeden tek bir mimik bile kullanmayarak anlaşabildiğim insanlar olmasa nasıl olurdu hayat? Taktığımız o tüm sosyal maskelerden tek görünen gözlerimizi de ifadesizleştirmeyi, anlamsızlaştırmayı başaramıyoruz değil mi? Yoksa sabah yapılan o süslü makyajlarda gözlerimizi de maskelemeyi öğrendik mi, yalancı günaydınlarla girerken plazalara gözlerimizde yalandan ışıldıyor mu sahiden? Sırf bunlardan kaçmak için almadım mı ben o dönülmez kararları, şimdi niye düşünüyorum ki üstüne bu kadar. Hayır, ne olursa olsun, gözleri yalan söylemiyor karşımdaki insanın, ben hala buna inanmak istiyorum. Ben buna inanıyorum! Nasıl yalan söylerken herkesin eli yüzüne gidiyorsa, mutlu bir haberi verirken de aynı ışıkla parlıyor insanoğlunun gözleri, bir ton koyu ya da açık değil aynı ışıkla. Üstelik biraz çalışmayla yalan söylerken beden dili kontrolü sağlanabiliyor ama hoşa giden bir şey görüldüğünde ya da âşık olunduğunda büyüyen gözbebeklerini kontrol etmek mümkün değil!



Tanımanıza tanışmanıza hiç gerek yok, otobüsteki yorgun amcaya yer verirken göz göze geldiyseniz eğer bir şey söylemese de biliyorsunuz içtenlikle teşekkür ettiğini, sabahın köründe keyifle bisiklete binerken bucaksız mavinin kıyısında, ağlayan o genç kıza kağıt mendil uzattığınızda biliyorsunuz ki, yarasına merhem olmadı belki ama bir an için ağrısını kesti o küçücük kağıt parçası, Mayısın 26sında ada'da amaçsızca gezinirken sokağın köşesinden fırlayan bacaksız, “geçmiş bayramın kutlu ossun abla” dediğinde gözüne bakarsanız eğer anlıyorsunuz ki onun için mühim olan tarihler takvimler değil, bayram geçmedi ki ablacım bak bugün de bayram, gel beraber kutlayalımdeyip bir gazozla bonibon ısmarlarsanız ona, en büyük şenlikler halt ediyor bir çift parlayan gözün 26 Mayıs bayramının yanında.

Bir de Elif Şafak demiş ya Mahrem romanında "biliyor musun, belki de en derin yaralarımızı gözlerden alıyoruz." öyle bir şey işte...

İşte bu yüzden ben her şeye rağmen gözlerine hiç bakmadığım biriyle günümü, gecemi paylaşmayı reddediyorum. Gözlerini görmeden tam olarak güvendiğimi söyleyemem hiç kimseye. Bu karşımdakinin kötü ya da güvenilmez olmasıyla alakalı değil kuşkusuz. Olsa olsa benim takıntılı kişiliğimin yeni bir yansıması.


Koşulsuz güven bir kez daha yara alıyor böylece, anlıyorum ki en azından bir ön koşulu var güvenin, “benim saçlarım mavi” diyorsan “hiçte bile aynaya baksana, siyah” demeden, sorgulamadan sana inanabilirim ama gözlerinin de buna inanması gerekiyor!

Gecenin bir köründe birbirinden habersiz 2 kişinin söyledikleri/yazdıkları sürükledi bu düşüncelere beni. Birisi çıkıp “neden?” diye sorduğunda verebileceğim yeni cevaplarım var artık sayelerinde. O yüzden tüm bunları bana düşündürten “turuncu” anında mesajlaşma balonlarına ithaf ediyorum bu yazıyı =)

(Turuncu, sen bir de isimden kazanıyorsun, ne deniyor bu duruma ballı kaymak tatlısı falan mı =))

Read more...

Pazar, Mayıs 06, 2007

pembe

Hani Binbir Gece' de Onur, Şehrazat naz yapınca, telefonda teyzesine "hem et, hem balık" demiş ya geçen bölümde, hani Nil Karaibrahimgil'de sorup duruyor ya "Bu mudur?" diye, BUDUR!
Nedir demeyin, bilmiyorum. Biliyorum da tarifi zor.

Şimdi bu aşktır diyeceğim değil, sevgidir sevdadır diyeceğim, hiç değil... İlişkiye, ilişkilere dair mühim bi'şey ama ney, adını koyamıyorum. Otorite, karizma falan değil onlar daha ziyade gergin ortamlarda ve 3.kişilere karşı çıkıyor ortaya. Ama bu öyle değil. Her şeyden önce 2 sevgili arasında, başka kimseye karşı değil. Sevgililer arasında güç savaşları olmadığı varsayımı altında tabi (iktisatçı gibi oldu di mi, ceteris paribus koşullarında...)
Dağılmadan konuya döneyim, bu iktisatçı meselesinin ucundan tutarsak uzatırırız.


Bu tavır, efelik üstünlük taslayan bi'tavır değil aslında. Yani biraz öyle de, bence daha çok nezaket barındırıyor içinde. Yani ne diyeceğini kestiremeyen kararsız hatun “acaba o mu olsa, yok bu daha güzel sanki”, “ay bana fark etmez aslında size hangisi uygunsa”, “yaaa canım kola istiyor aslında ama bu yemeğin yanında da ayran içilir di mi?” diye mızıldanırken, adamın kavga çıkarmak için gerek ve yeter sebebi varken "eeh başlarım sana da nazına da bi'karar ver hadi işimize bakalım ona göre" diye ortamı gerebilecekken ve böyle davransa %51 haklı olacakken, o adam "e iyi güzel naz yapıyosun anladımda şimdi sırası değil canım ama ben seni kıracağıma kafamı kırarım daha iyi" bakışını bakıyor ve "hem ondan hem öbüründen" diyorsa, BUDUR!

Ve iddia ediyorum bu kesinlikle bir zengin şımarıklığı değildir. 'Param var kardeşim al ikisinide' kıroluğu değildir. Şımarık bir adamdan beklenemez böyle bir davranış zaten. Bu daha çok zengin bir nezaket anlayışının, görgünün belirtisidir. Tabi bu arada herhangi birine böyle davranmadığı için "yok bundan adam olmaz, nezaketsiz bu" diyecek halim yok ama bi'adamda bunu yapıyorsa "BUDUR!" yani, notu D ise D+ olur geçer, A ise A+ olur yeme de yanında yat cinsinden.

Yalnız belirtmeden geçemeyeceğim bi'şey var. Evet bu “hem ondan hem ondan” tavrı, erkeğe inanılmaz yakışan bir tavır. Bi'adam sadece bu tavırla ortamı yumuşatıp, hatunu eritebilir, oğlu annesine yapabilir, kocası hanımına yapabilir amma velakin bir baba bunu kızına yapıyorsa...İşte bu çok tehlikeli. O küçük prenses büyüyüp genç bir hanım olduğunda iflah edilemez. Başa çıkılması çok zor bir şımarıklık abidesiyle karşı karşıya kalırsınız. Değil o hatunla birlikte olup onu memnun etmek, onu ilişkiye ikna etmek bile bir ömür sürebilir. Zaten o babada size biricik prensesini kolay kolay yar etmez ya, şansınız bol olsun...

Read more...

Pazartesi, Nisan 16, 2007

yeşil

Efenim üstünüze afiyet ben ve diğerleriM cümbür cemaat hasta olmuşuz. 1 haftadır yatak döşek yatmaktayız. Herkes ayrı hasta. Bendeniz geçtiğimiz pazartesi farenjit teşhidi ile ilaçlarımı aldım geldim. Bilen bilir bu farenjit denen nane, boğazınızda yüzlerce iğne varmış hissi veren bi’nane. Değil konuşmak ya da yemek yemek yutkunmak bile işkence. Bu sebepten ötürü sadece sıvılardan ve ilaçlardan oluşan bir yemek düzeni hazırlamışken, bir diğeriMin aylık tatlı krizi başladı. Yahu ben suyu zor içiyorum, bu tutturdu "şöyle bol şerbetli bi’tatlı olsada yesek" diye. Hadi bi’şekilde bir iki lokma yiyiyoruz bu sefer tutturuyor "dondurmalı profitrol isterim" diye. "E insaf yahu farenjitim diyorum, dondurma diyorsun, yemek yiyemiyorum diyorum, profitrol diyorsun, ayıp yahu!" diye kavgaya tutuşacak oluyorum, tatlı krizi akabinde gelişen alınganlık ve de asabiyet krizi başlıyor. Ota böceğe sinirleniyor, iğne deliğinden nem kapıyor. "aman ne halin varsa gör" diyeceğim sağ kulağımda bir ağrı, bir ağrı, bu kez de sesimi kontrol edemiyorum. Parasetamol türevi hiç bir ağrı kesici bu ağrıya kafi gelmeyince durumdan işkillenen annemin kolumdan çekiştire çekiştire götürdüğü KBB doktoru amca koyuyor teşhisi "orta kulak iltihabı olmuşsunuz". Bi'sen eksiktin canııımmm hoşgeldin...

Herbirimizin hastalığı için farklı bir bitki çayı, yağı, karışımı alarak dönüyoruz evimize. Tam "efenim üstünüze afiyet ben ve diğerlerim cümbür cemaat hasta olmuşuz, bi'kaç gün ortadan kaybolursam bilin ki bu sebeptendir" mealinde bir şeyler yazmaya niyetlenirken ne göreyim; ADSL kesik, hat yok! Nasıl olur, neden olur derken borçtan ötürü kapandığını öğreniyorum. YKB'ye toslayan KOÇ'un yeni çalışanları benim varlığını bile unuttuğum bir hesaba bağlamışlar meğer ADSLnin otomatik ödeme talimatını. Ve de yılbaşından bu yana tek bir ödeme dahi yapılmamış. (aklınızda olsun 3 aydan önce adsl hattını kesmiyorlar :D)

Yani bendeniz son bir haftadır hem hasta, hem iletişimsiz kalmış bulunuyorum. Önümüzde ki yeni hafta içinde tüm aksaklıklardan kurtulup, rutin hayatıma geri dönmek en büyük hedefim.


Bu arada ortadan kaybolduğum şu bir kaç günde "nerelerdesin yahu" deyip smslerini, içten sıcacık "merhaba" larını benden esirgemeyen
mektuplar'cıma ve turuncu'ya çok teşekkür ediyorum. İyi ki tanımışım sizi, eksik olmayın emi!
Ve yine bu arada, kızım sana söylüyorum damat bey sen anla, beni hasta döşeğimde bırakıp çarşamba akşamı maça, cuma akşamıda Gripin izlemeye giden "sevgili" arkadaşlarım, intikamım çok acı olacak, aklınızda bulunsun.

En kısa sürede sanal aleme dönecek muhabiriniz el-hasta, son gelişmeleri kırmızı burnuyla bildirdi efenim.

Sağlık ve afiyetle kalın,

Read more...

Pazartesi, Nisan 02, 2007

boğaz mavisi

Evde bilgisayar başında geçen yağmurlu bir cumartesinin ardından, özlenen bir arkadaşla geçen sıcacık bir pazar... Bu şehrin her iki yakasında da ansızın çalabileceğim kapıların olduğunu bilmek, tüm dünyada ansızın gidebileceğim yerler olduğunu bilmekle eş anlamlı benim için.Nasıl demeyin, açıklayamam bunu.

Aynı ülkede aynı şehirde ama farklı kıtalarda yaşayan birilerini özlüyorum mütemadiyen. Ama hep biliyorum oralarda bi’yerlerde, bıraktığım yerde bulacağım insanların olduğunu. Vapurdan indiğimde gördüğüm gülen yüzden bi’kez daha anlıyorum bunu. Sıkı sımsıkı sarılıyoruz.
-“Seni özledim” diyorum gözlerinin içine bakarken. Bıraktığım gibi ışıl ışıl pırıl pırıl gözleri. Kocaman bi’kahkaha patlıyor;
-“Sevgilin zaten sevmiyor beni, böyle söylediğini duyarsa iyice gıcık olur bana. Ayrıca bunu da duymasın sakın; ben de seni çok özledim”


Ne çok olmuş görüşmeyeli, haberi bile yok.

-“O da sevdiği insanlarla görüşür bundan böyle, ben seni seviyorum ve seni özledim var mı bi’sakıncası”
-“Heyt be! işte benim arkadaşım, 10 dakika sonra arayınca sorar ama 'kiminlesin' diye”
-“Aramaz, arayamaz, aramayacak, dolayısıyla soramaz”

Işıl ışıl gözlerine gri bir perde iniyor sanki oysa ben gülüyorum hala.

-“Üzülmemekle en iyisini yapıyorsun, hiç bi’ilişki 800 km.ye karşı gelemezdi.”
-“Ya anneyle çocuğunun ilişkisi?”
-“Anne ile çocuğunun arasında ki bir ilişki türü değil, kutsal bir bağ, ama çocuklar annelerinden vazgeçebilir 800km sonra.”

Bunu seviyorum işte, O’nu da bu yüzden seviyorum. Bıraktığım yerde bulabildiğim için, diyolaglarımız “ee daha neler yaptın bakalım”la tıkanmadığı için, ilişkimizi sıraya koymak zorunda kalmadığım için, 'en son o beni yemeğe davet etmişti şimdi benim onu çağırmam lazım' ya da 'en son ben mesaj atmıştım şimdi onun araması lazım' dedirtmediği için.

Dünyada görülebilecek en güzel manzaralara karşı oturuyor, kahvaltı ediyor, kahve içiyor, sohbet ediyoruz. Akan suyu kocaman bir nehir sanan turistlere inat, iki kıtayı birleştiren köprünün hikayesini anlatıyoruz birbirimize, bilmediğimiz ne çok şey var yeryüzünde.

“Bi’gün piramitleride göreceğim” deyince “biliyorum” diyor “kart atacaksın oradan bana.”

Yıllar sonrasına verilmiş ne çok sözüm var, 10. evlilik yıldönümlerinde sürpriz yapacağım mesela çocukluk arkadaşıma, 40. yaşını kutlayan bir sms için sözüm var bir değerine, o bile unutmuştur ısmarladığı mesajı, 10 yıl sonra bir telefon konuşması yapacağım, Newyork’ta sosisli yiyecek, Soho’da jazz dinleyeceğim ve Mısır’dan atılacak bir kartım var... Ama sonunda yine bu iki yakası biraraya gelmeyen şehre döneceğim. Kızkulesinde bir kadah şarap içecek ve “iyi ki...” diyeceğim “iyi ki...”

Haydi bakalım,

işim çok yolum uzun, müsadenizle =)

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP