erkekler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
erkekler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Kasım 13, 2008

moR biR tespit

Erkeklerin evlenmek için 2 dönemi vardır.
25’ten önce veya 35’ten sonra. 25’ten önce (ki bence buna 25de dahil) üniversite yıllarında başlayan uzun süreli ilişkisi ya da çocukluğundan mahalledeki ilk aşkıyla olan evliliği. Eğer 25 inde böyle bir ilişkisi yoksa ancak 35 inden sonra evlenir. O da “artık düzenli bir hayatım, evim, ailem olsun fikri” kafasına yerleştiğinde.

Demiş İlkim Öz Tan. Ben kendisinin hiçbir kitabını okumadım. P. söyledi bugün, bir konuşmasında dinlemiş. Gayet mantıklı ve de gayet yerinde bir tespit.

Demek ki neymiş 25’e kadar elimizde olanlara gözümüz gibi bakıyormuşuz. Askerliği yapar yapmaz nikahı basıyormuşuz. (“baktık bakmaz mıyız, balla börekle besledik de n’oldu?” demezler mi adama, derler tabi. “Kendisi korkağın tekiydi o 35 ten sonra da evlenemez bak görürüsün” der, çamurumuzu atarız.) Yok 25 trenini kaçırdıysak (ki 2008 itibariyle kaçırmış oluyoruz ama sabi merakınız varsa her zaman şansınız var tabi) 35 ten küçüklere evlilik, nikâh falan deyip gözlerini korkutmuyoruz. Banyolarına diş fırçası yerleştirip, mutfaktaki cezvenin yerini öğrenip hayatlarını işgal etmeye falan kalkışmıyoruz.

Yazının burasında telefon çalar. S.yle durum değerlendirmesi yapılırken bak bugün ne duydum denir, anlatılır.

—35 sonrası ne istediğini bilir belki. Hem biraz akıllanmış olurlar, denemek lazım bence.
—aman onu da denedik n’oldu?
—cık 32 ydi daha, sayılmaz şekerim.
—kızım var ya, bu adamları hep biz bu hale getirdik.
—n’alaka?
—böyle özgür, genç kadın ayaklarıyla verdik verdik adamlara. Hepsinin kalktı bi’tarafları. 25le 35 arasındaki hiç kimseye vermiyeceksin bak o zaman nasıl evleniyorlar tıpış tıpış.
—ooohhaaa, coşmuşun.
—Bundan sonra böyle muhaaa...

Derken kopan kahkahalara baba gelir, kapıdan bakar, telefon gösterilir, baba gider, o telefon bir türlü kapanmaz.

35 yaşındakiler kaç doğumlu oluyor sahi, 75 falan mı, ben bi’gidip hesaplıyım bari.
Bu da böyle dağınık kalsın.


Read more...

Cuma, Kasım 07, 2008

mavi biR telaş

Baştan söylüyorum, ISSIZ ADAM'ı izlemeden/izlemediysen okuma. Film keyfi diye bi'şey kalmaz/kalmayabilir. Savunmam da hazır: “Bak yukarıda günce yazıyor kabak gibi, karıştırmasana elalemin günnüğünü” derim, “bu saatte manyak mısın benim yazdıklarımı okuyorsun git puslu kıtalar atlası oku” derim ki bu cümle bile spoiler sayılabilir, bu sebepten tavsiyem acil alt+F4’tür.

*fotoğraflar resmi internet sitesinden araklanmıştır.



Altına imzamı attığım, atmak istediğim yüzlerce cümlenin benden önce yazılmış, imzalanmış olmasına alıştım da. O sahne… Ah “bir tek benim” dediğim, hiç benim olmamış o an…
Bir sinema filminde. Kendimi sinema perdesinde görmek istediğim belki de tek karede. Neyse ki bir Çağan Irmak filminde. Neyseki muhteşem bir masalın tam ortasında.

Alper:Adı ne bu hikâyenin
Ada:Bilmem mavili yeşilli bi’şeyler işte.

Ada:Mavi bir telaş.
Alper: Telaşı at, mavisi kalsın.


Ara verildiğinde ağlayan tek deli olmamamın müsebbibidir bu diyalog. Film biterken katıla katıla ağlayan tek deli olmamın sebebi ise tarifinin hiç veril(e)meyeceğini başından beri bildiğim o havuçlu-tarçınlı kek için Ada’nın son anda “biz yaptık yedik onu” demesidir.

Biz yaptık yedik onu. Biz yaptık, yedik onu. Sensiz yani. Sen yoktun ama oldu yani, yaptık yedik.
gerçi seninki gibi hafif olmadı ama…” seninki gibi olmazdı zaten, olamazdı. Biliyorum bunu, biliyordum, sende biliyorsun. Bilsek bile ne değişiyor ki? Biz yaptık yedik onu…

Ağlatacağı ya da benim ağlayacağım diyeyim hadi belliydi de, böyle olacağım aklımın ucundan geçmemişti. Bu kadar dokunacağı dokunmak ne ki, içimi 1 saat önce koltuğunda oturduğum dişçiden beter oyacağını nereden bilebilirdim.

Nedense Alper oldum ben filmde. Ada olmayı konduramadım belki de, belki de inanamadım Alper’in ayaklarını yerden kesebileceğime, bana kek yapıp gelmişken kahveyi üstüne boca edebileceğime. Alper oldum ben, annesiyle sevgilisi bir araya gelince hayatı işgal edilen oldum, “yok ben sık sık gidiyorum zaten kendi evime ” dediğinde direksiyonu parçalamak isteyen oldum, harem’de otobüse el salladıktan sonra sevgiliye anlamsızca gelen o sımsıkı kucaklamanın sahibi oldum… Alper’i anladım ben filmde. Gecenin bir körü yatağından kalkıp başka kadına giden ama fakat geri dönen Alper’i bile anladım. Anladım ve küfrettim.

O muhteşem aşkların hepsi korkak Alperler yüzünden bitiyor. Fragmanda da var ya hani “nedeeen?” diye ağlıyor Ada. Salaklığından be kızım, korkaklığından işte. Her boku yemesinden ama yüreğinden geçenleri yaşayacak kadar bağlanacak kadar güçlü olmamasından. Acizliğinden, zayıflığından. Sıfat kalabalığına gerek yok işte: KORKAKLIĞINDAN. Aylara yılara dair net bilgiler olmasa da filmin içinde (DVD çıkıp da kare kare izlesek buluruz belki, gazetede çıkan haber falan…) çekimlerin yazın yapılmasından, güzel güneşli günlerden, boyunda boncuk boncuk terlerle uyanılan sabahlardan ve hemen ayrılığın akabinde kutlanan doğum gününden anladığım Alper’de tipik bir aslan erkeği. Kibirli budala ve korkak. Küstahça, şımarıkça ve süper bir tatlılıkla Ada’nın peşinden koşması, annesini uğurladıktan hemen sonra ayrılması, işindeki ustalığı, detaycılığı, mükemmeliyetçiliği, kibri…


Nasıl masal bir hikaye, nasıl gerçek bir final, nasıl zeki diyaloglar, seslerin tonu, ifadeler, mimikler… Nasılda anlatasım var… Gidesim, dinleyesim, içesim, okuyasım var...

Karda donmak üzeresin uyumak tatlı geliyor oysa sen ölüyorsun.


Read more...

Pazar, Ağustos 24, 2008

tuRuncu biR tespit




Bir adam arabaya binip otoparktan trafiğe çıktıktan sonra, kapıları "klik" kilitliyorsa, hiç düşünmeden tavlamalısın o adamı demektir.



Bir adam (aynı adamdır bu muhtemelen) gece geç vakit eve bıraktıktan sonra apartmana girene kadar kapıda bekliyorsa seni artık o adama en kısa sürede nikâh yapmak icap eder. Eğer sizden önce birileri çoktan nikâhlamadıysa tabi…

Read more...

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

kaRaRlı mavi

Örnek olay 1:

Kız, iş çıkışı 3 kız arkadaşıyla alışverişte. Kadıköy’de. Günlerden Salı. Kadıköy haddinden fazla kalabalık. Esas kız diğer 2 arkadaşına eşlik etmek için gelmiş alışverişe. İşi yok aslında. Moda’da sevgilisiyle buluşacak, akşam yemeğine kadar vakit öldürüyor. Vakit ölüyor. Alışverişler bitiyor. Bahariye’de ayrılıyorlar eve doğru. Esas kız sevgilisini arıyor. “boğa’nın oralardayım, işim bitti, sen neredesin, gel beni al”. Sevgili ne diyor duyamıyoruz. Makul bir boşluktan sonra kız tekrar “yaa öyle mi, zıkkımın dibini ye o zaman, ben eve gidiyorum” telefon kapaklı, . kelimenin tam alamıyla çat diye kapatıyor suratına. “Hayrola” diye soruyor yandaki arkadaş. “öküz, Moda’dan buraya beni almaya gelemezmiş, yürüsem olmaz mıymış, ben bu sıcakta taa moda’ya yürüyecek mişim, aptal herif” daha sövecek aslında ama telefon tekrar çalıyor.
“Ne var, ne arıyorsun?” “…”
“Sus ya, bırak alla’şkına, ben hayatımda beni yürütecek adam istemiyorum olum anladın mı?” “…”
“Aptal herif, sana mı sorucam ne zaman ne yapacağımı, gel beni al dedim adam gibi işte.” “…”
“Kes tamam. Sus dedim sana aptal. Gerizekalı! Ben bilmiyor muyum taksi tutmayı. Aptal! Aptal!” “…”
“Ben 'gel beni al' dediğimde geleceksin oğlum, sabahtan beri patlamışım zaten işte, yürümek zorunda mıyım ben o yolu öküz müsün sen? Ben hayatımda senin gibi aptal adam istemiyorum tamam mı? defol git cehennemin dibine kadar yolun var” “…”
“zıkkım olsun yediklerin!”
Telefon tekrar çat diye surata kapatılır. Devamı var ama bence bu kadarı yeter.


Örnek olay 2:

Kız, hafta sonu 2 kız arkadaşıyla Beşiktaş’ta. Uzun zamandır görüşmemişler. Pek sevdikleri kumpiri yemek ve hasret gidermek amacıyla Ortaköy’e doğru ilerliyorlar. Takside anlatmaya başlıyor. “Maşallah deyin valla çok iyi gidiyor O.’la. ama bu ara iş çıkışlarında beni almaya gelmiyor o yüzden biraz zor oluyor eve dönmek falan”
“Aaa, niye gelmiyor ne ayıp, sen zaten yeni başlamadın mı o şubeye? Tanımadığın etmediğin adamlar, hem semti bilmezsin falan”
“Yok yok eve yürüyerek 20 dakka falan bizim şube. O da gelemeyince mecburen taksiyle gidiyorum sabah akşam”
“E 2 dakkalık yol madem niye seni işten alıp-bırakmıyor”
“Şekerim şimdi ben işe yeni başladım ya, 'ay yapamadım, ay bu neydi, ay beceremedim' deyince bütün şube başıma toplanıyor, benim elimdeki iş 10 dakkada bitiveriyor. Şimdi bu her akşam beni gelip alsa ters ters bakacak şubedeki çocuklara, çocuklarda buna. Ertesi gün haliyle kimse benimle ilgilenmeyecek ne gerek var, atlarım taksiye”
“Eeööö bi’şi sorucam, sen bu adama 'sakın gelip beni işten alma' deyince işkillenmedi mi hiç, malum her yere seni o getirip götürüyor ya?”
“Yok ayol söyledim ona da. İdare et biraz dedim. O da uğramıyor şimdilik. Ama zırt pırt arıyor her an telefondayım böyle giderse kuşkulanmaya başlayacaklar”
“Nası yani, hiç tepki vermedi mi, sen durumu anlatınca?!?!?!”
“Ya bozuldu biraz tabi ama ben aldım onun gazını. Daha ilk günden işe sevgilimle mi gideyim şekerim şubenin yarısı erkek!”


Bu iki olayı benim oturup etraflıca incelemem gerekiyor. Hatta gerekirse altını çizip anlamadığım noktaları esas kızlara bi’kez daha sorup iyice özümsemeliyim bu durumu. Nasıl yapacağım bilmiyorum ama yapacağım . aha yazdım buraya. Ben de böyle olacağım ulan bundan sonra. Manyak mıyım ben bugüne kadar adamları besle büyüt, okut, mezun et, asker et, işlerini kur, sonra seni terk edip böyle hatunlarla birlikte olsunlar. Yok öyle yağma bundan sonra. Ha ben bu örnek olaylardaki hatunların ikisini de severim. Hatta ikincisini pek çok severim. Sevgilisini de yakinen tanırım. O. bizim bu kızı ayartıcam diye tam 3 sene peşinden koştu. Araya şehirler falan girdi, işler biraz uzadı falan ama bu her fırsatı değerlendirdi o 3 yılda. Bizim kız da süründürdü de süründürdü. Şimdi çocuk hem master yapıyor, hem bir dış ticaret firmasında gece yarılarına kadar çalışıyor, hem bir yayınevine çeviri işleri yapıyor hem de kızımzın şoförlüğü asli görevi. Ve bildiğim kadarıyla etliye sütlüye karıştığı da yok. Zaten bunca işin arasında ikinci bir hatun sıkıştırmak gerçekten maharet ister.

İlk olaydaki esas oğlanla ise bahsettiğim kavganın 2 gün sonrasında tanıştım. Allah nazarlardan korusun can ciğer kuzu sarması şeklinde oturuyorlardı karşımda. Hele bizim kızla tanışma hikâyelerini bir anlatışı vardı ki, kazık kadar adamın gözleri parlıyordu valla. Ben sevgilime daha 2 gün önce “aptal! Aptal!” diye hem de sokak ortasında hönküre hönküre bağıracağım, “ben hayatımda beni Kadıköy’den Moda’ya yürütecek adam istemiyorum, defol git” diye suratına telefon kapatacağım ve adam benimle ilk kez tanıştığı insanların yanında yapışık ikiz gibi oturacak, ice tea isteyince nestea getiren garsonu azara boğacak. Ütopya dedikleri böyle bi’şey sanırsam.



Yok yani tahayyül edemiyorum. Ben bi’kere adam özellikle “seni alacağım, seni ben bırakacağım” vb. demediyse her yere kendim gider gelirim. Nedir yani, taksi var, otobüs, minibüs, vapur, dolmuş zibilyon tane seçenek var. İkincisi ben Bahariye’de olacağım ve Moda da beni bekleyen adamı arayıp “gel beni al diyeceğim.” Yok artık, Kadıköy-Moda arası, akşam saatleri, günlerden Salı, adam köprü trafiğinden anca atmış kendini oraya, muhtemelen 2 saat otopark aramış ve ben Bahariye’deyim. Ya benim sevgilim bana bu durumda, “yerinden hiç kıpırdama ben seni almak için kalkıyorum” dese bile yerinden kaldırmam ki. Hala yolda olsa bi’derece. Ama adam hedefe varmış, oturmuş soluklanmış beni bekliyor. Onu 300 metre yol için tekrar otopark mafyasıyla, akşam trafiğiyle muhatap etmenin ne manası var. Bak şimdi düşünürken bile içlendim. Tıngır mıngır giderim moda’ya, hatta ona görünmeden hop uğrarım tuvalete, aynada bir ruj tazelerim, iki allık hafif bronzundan, iki fıs fıs en sevdiği parfümden, sonra gider arkasından sarılır öperim “ne yiyoruz?” diye.


Evet evet var ben de bir manyaklık kesin. Şu akşam yemeğini mesela hayalimde mutlu mesut bir geceye bağladım iki dakikada. Ama n’oluyor, adamı böyle iyiye rahata alıştırıyorsun. Sonra… Sonrası yalnızlık işte. Aha bu örnek iki ilişkide 3 yılı devirmiş çoktan. Benim yalnızlığım 3 yılı bulacak neredeyse. Yuh bana. Oha yalnız dumur oldum. 3 yıl oldu mu lan benim sevgilim, eski sevgili olalı. Bi Dakka şimdi 2006 mayısı sonra 2006 kasımı, kasım mı ekim miydi ya? Neyse ohh. Daha 2 yıl olmamış, olmuşta olmamış yani. Çüş bana. Naptım ben 2 yıldır ya armut mu topluyordum.


—Kızım sen ayvayı yemişin ne armutu?
—Boş durmadık herhalde yavrum, girişimlerimiz oldu yanee
—Hııııı, gördük hepsini. Sen mi giriştin sana mı giriştiler orası tartışılır tabi
—Sus gir içeri, ben ders çalışacağım şimdi. Önce 3 derste “sevgiliye nasıl şoför muamelesi yapılır?”, sonra laboratuar uygulamalı “sevgili Salı pazarına nasıl götürülür, gıkı çıkmadan nasıl geri getirilir?” Evet, evet yapacağım azimliyim.

Read more...

Pazar, Temmuz 06, 2008

kızgın siyah

Bunları yazmalı mı, yazıp unutulmaz kılmalı mı emin değilim. Ama böyle şeyler unutuldukça daha kötü oluyor sanırım. En azından bu yaşımda neler düşündüğümü unutmayayım ki, yarın öbür gün benim başıma gelirse bunlar (Allah korusun) sineye çekmemem gerektiğini kendim kendime hatırlatmış olayım. Çünkü dayak yemek sineye çekilecek bir olay değil. Koşullar ne olursa olsun çekilmemeli.

Bu ülkede neredeyse içselleştirilmiş aile içi şiddet. İnsanların gıkı çıkmıyor. Öyle ki benim ilk tepkim “o kadar bağırış çağırış esnasında bir allah’ın kulu polis çağırmamış mı” olurken, annemin ki “salak kız kocan madem sinirli neden eve geri çağırıyorsun, bırak dışarıda sinirini atsın gelsin sonra oturup konuşursunuz” oluyor. Anneme dönüp “gel oturalım konuşalım diye eve geri çağırmış olması dayak yemesini mi gerektirir” kavgasına girecek halim yok. Zaten bütün apartman nefesini tutup bağırışları dinlediğine göre böyle bir laf etmem de çok anlamsız kalacak. Herkes ‘neden olmuş’, ‘M. kocasına ne demişte sinirlendirmiş’, ‘hayret aslında Y. aklı başında bir adammış’ derdinde. Ben göremedim, görmeye de takatim yetmezdi zaten söylediklerine göre M. Ablanın gözü mosmormuş, dudağı patlamış. Artık nereye vurduysaymış. Nereye vurdusu var mı, adam Allah ne verdiyse dalmış demek ki kadına, hastaneye gitmiş mi diyorum, rapor alıp karakola bildirmiş mi diyorum, birazdan kız kardeşi gelecekmiş onunla gidermiş belki diyorlar. Birazdanı var mı bu işin, evde olsa ben tutup götüreceğim kolundan. Neredeyse sinirden ağlayacağım. “Çocuklar nerede?” diyorum. 2 tane canavar gibi erkek evlatları var. “Onları getirin bari buraya” diyorum. Hiçbir çocuğun o halde görmemesi gerek annesini çünkü. Ben çok küçükken bir kez babamın annemin üstüne yürüdüğünü gördüm de, kavgalarını unutup aylarca benimle uğraştılar, çocuk bizim yüzümüzden travma geçiriyor diye. Kaldı ki tekme tokat dayak yemiş bir annenin kan revan içindeki dağılmış suratı ve bunu rol model bildikleri babanın yapması. Ve annenin bunu sineye çekmesi. “40 yılın başı oluyor zaten alkollüydü” deyip aynı adamla yaşamaya devam etmesi. Çocuklarda normal sanıyorlar bu durumu, yıllar sonra kendileri de yapmaktan çekinmiyorlar.

Neyse ki M. Ablanın kardeşleri geliyor, hastaneye gidip rapor alıyorlar, kadını görmeye gerçekten cesaret edemiyorum. Bütün apartman evlerine toplanmış zaten. Öğreniyorum ki, dayak yediği sırada evde M ablanın arkadaşları da varmış. “Bir kişi bile aramamış mı polisi?” diyorum. Arkadaşlarının gözü önünde yüzü gözü darmadağın olmuş kadının. Nasıl bir olay bu böyle? Onlar nasıl arkadaş, o adam nasıl bir koca? Bir adam niye döver bir kadını? Nasıl bir iğrençlik bu kendinden zayıf birinin yüzünü gözünü dağıtana kadar dövmek? Hayır tokadı anlayabilirim belki, yani şöyle anlarım, bir an sinirle refleks gibi savurursun, kendimi kontrol edemedim dersin belki… Ama yerlere düşmüş çığlık çığlığa bağıran bir kadına tekmeler savurmak nedir?

Ben bugüne dek bir tokat bile yemedim. Hiç kimseden, ailem, öğretmenlerim, sevgilim, hiç kimse. Şahit de olmadım. İnsanlar durmuş izlerken sokağın ortasında gördüğüm kadınların bile yanına koştum kurtarmak için, başıma bir iş gelecek bir gün biliyorum. Ama benim anlayabileceğim, tolare edebileceğim bi’şey değil tokat-dayak!
Bugüne kadar büyük konuştuğum her şey başıma geldi. Neyi hayatta yapmam dediysem yaptım, nereye mümkün değil gitmem dediysem gittim, üstüne para verseler panasonic telefon kullanmam dedim, ilk telefonum panasonic’ti. Öyle saçma sapan şeylerde bile tükürdüğümü yaladım. O yüzden bunları düşünürken bile korkuyorum aslında. Bir tokat yediğimi düşünemiyorum bile. Bi’kere insan önce kendisini, sonra sevgilisini-kocasını tanımalı, söylenen sözlerin kontrolden çıktığını fark ettiği anda susmalı, susturmalı. “kavgada söylenmez” diye bir laf vardır, sarhoşluk hali gibidir öfke hali bence. Kavgada söylediyse, fenadır, ohadır! Kırar, acıtır, incitir, “demek ki aslında böyle düşünüyormuş” dedirtir, ağlatır kavgada söylenenler. Ama eğer cümlelerine akıtamadıysa bir insan öfkesini… Yok arkadaş, duvara iki vazo fırlatırsın, en sevdiği porselen takımını Ziynet Sali edasıyla parçalarsın, yüz milyonlar yatırdığı kremlerini-makyaj malzemelerini-kıyafetleri camdan dışarı fırlatırsın, arabasının üstüne kocaman bir kaya fırlatırsın…
Komik mi? Barışırsan gülerek hatırlarsın, barışmazsan “hakim bey, şerefsiz 133 taksitle aldığım lancome kremlerimi 5 kat aşağı fırlattı” der tek celsede boşanırsın.

Ama bu ülkede bu tip boşanmalar ütopik tabi. Ben “ilk tokatta bırakır giderim” dedikçe, ‘kazın ayağı öyle değil’ diyorlar hep bir ağızdan. “Benim için öyle” diyorum en savaşçı sesimle. “kimse omzumdan geri iteklemedi bugüne kadar, tokat neymiş” diyorum. Dahasını yazmaya bile korkuyorum açıkçası. Çocuk faktörü, aşk faktörü, para faktörü bu fikirlerimi değiştirir bir gün diye çok korkuyorum hem de.

M. abladan geliyor annem soruyorum nasıl diye? Erkek kardeşi evde, Y. eve gelmeye kalkarsa haddini bildirecekmiş güya diyor. Üzülmüş belli. Anneannem de bizde bugünlerde o da soruyor “ne olmuş?” diye. “Y. büyük oğlanı alıp annesinin evine gitmiş Pazar sabahı, M.yle ufaklık gitmemiş. Y.nin annesi orada M. hakkında oğlunu doldurmuş(?) Y. bir hışım eve gelmiş, çocukları bahçeye yollamış, kavga etmeye başlamışlar. Y. basıp gitmiş. Sonra M. onu eve geri çağırmış, ‘bak annenin anlattığı olay sırasında benim bu arkadaşlarımda yanımdaydı onlardan dinle neler olduğunu’ demiş.” Hikâyenin aslını öğrendikçe midem bulanıyor daha çok. Sonuna kadar dinlemiyorum bile, birleştirdiğim parçalar bana yeterde artar.
Cep telefonumdan 155i arayıp çalmadan kapatıyorum. Tuş kilidini kaldırıyorum. Sadece kendimi gerçekten güvende hissetmediğim zamanlarda yaparım zannediyordum bunu. Son aranana 155i ve o esnada bana ulaşabilecek en yakın kişiyi ayarlayıp (baba-sevgili-ev arkadaşı) telefonu sıkı sıkı tutarak ilerlerdim hep. Bu gecede aynısını yapıyorum. 155ten başka yedek numara yok son aranan listesinde üstelik. En ufak gürültüde önce polisi arayıp, sonra aşağı fırlayacağımı biliyorum bu gece. Gecelik yerine pijama giyip yatağa gidiyorum…


Read more...

Pazar, Aralık 02, 2007

1 günlüğüne kadın olmak

izlemelisiniz... gerçekten etkileyici!

Read more...

Cuma, Kasım 02, 2007

sihiRli kıyafetleR


İddia ediyorum; kol düğmeleri, vücuda uygun ceket kesimi, paça boyu, ütülü beyaz gömleğiyle yani layıkıyla giyilmiş simsiyah bir takım elbisenin içinde yakışıklı görünmeyen tek bir er kişi yoktur! Tıraş olmayabilir -ki olması kendisine +10 puan olarak geri dönecektir-, kravat takmayabilir, somurtabilir, pişmiş kelle gibi sırıtabilir,15 ya da 65 yaşında olabilir hiç fark etmez.

Lisede hocam olan 1.30 boyunda 130 kiloluk C. Bey de siyah takım elbisenin içinde bambaşka görünür, 18 yaşındaki kuzenim de, en alt kattaki çaycı çocuk da, Ata Demirer de, İlyas Salman da, Brad Pitt de. Erkekler için siyah takım elbisenin sihirli bir kıyafet olduğuna inancım büyük.

Keanu Reeves

Ha söz konusu adam, siyah tişörtüyle ya da terli beyaz atletiyle bile zaten aklınızı başınızdan alan bi’adamsa, siyah takım elbise içerisinde gördüğünüzde geçici şuur kaybına uğramanız, elinizin dilinizin dolaşması, midenize kramplar girmesi gibi aşk semptomları söz konusu olabilir. O tamamen ayrı bir konu =)

Ben diyorum ki; neden biz hatunlar için de, yaşı boyu kilosu ne olursa olsun, içinde süper görüneceği böyle sihirli bir kıyafet yok? Neden pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da işimiz çok daha zor?

Read more...

Perşembe, Ağustos 23, 2007

mavi düş

—Demek evleniyorsun sen de?

—Benim 40’ıma sadece 5 yıl kaldı ve sen son bir yıldır yanıma gelmemekte diretiyorsun, artık yoruldum.

Ben nasıl yoruyorum insanları bu kadar acaba. Yanımda hep çok huzurlu olduğunu söyleyen adamlar nasıl oluyor da giderken hep “yoruldum” diyor ironi bu galiba, diye düşündü kadın.

— 5 yıl mı? Doğru ya bizim aramızda 10 yaştan fazla vardı.

—10 yaş var fazlası yok, şimdiden küçültme yaşını...

—Ben hep herkesten küçük değil miydim zaten, lafın gelişi dedim.

Eğer evlenecek kimseyi bulamazlarsa 40 yaşında birbirleriyle evleneceklerdi. “Seni kimse almazsa ben alırım sakın merak etme” demişti adam kadına 20. yaş gününde. Hep beraber gülmüşlerdi. Sevgili olmaya cesaret edemeyecek kadar çok değer vermişlerdi ilişkilerine. Korkmuşlardı demek daha doğruydu aslında 2 kocaman korkaktılar.


—Küçüktün, benim küçüğümdün sen, başka kimsenin değil.

Bunları bir kez daha dinleyemezdi kadın, güçsüzdü.

—İzmir’in kızları aldı aklını başından değil mi, biri ikna ediverdi seni evlenmeye?

—Ah İzmirli kızlar, evet hepsi birbirinden güzel

—Ama...

—Ne aması?

—Amayla biten bir cümle oldu bu

—Ama ikna eden İzmirli bir güzel değil N.yle evleniyorum, evleniyoruz yani.

EvleniyoruM ile evleniyoruZ arasındaki fark neydi sahi. Vardı kesin bir farkları ya... Adam bir zamanlar “ne varsa arşivde var, gençlik aşkınla evlendin evlendin” demişti. Demek dediklerini uyguluyordu

—Bunca zaman sonra barıştınız ha, tebrik ederim.

—Sağ ol. Gelecek misin peki?

—Gelmemi istiyor musun?

Aslında kadın gerçekten sevinmişti bu habere. Sadece şaşkındı. Bunca zaman kendi arzularından koruduklarını ilişkilerini, belki tehlikeli sınırlarda ama incinmeden, incitmeden yaşamışlardı. Şimdi biri evliyken nasıl olacaktı, kestiremiyordu.


—Doğruyu bilmek ister misin? dedi adam

Aslında adam gerçekten üzgündü. Hep bir şans vermişti kadına. Ve kadın hep korkakça kaçmıştı. Bir bilseydi kadın kimsenin böyle sevilmediğini, bir dakika durmazdı ya, adam kadına bunu hiç söyleyememişti açık açık.


—Bana bugüne dek hiç yalan söyledin mi?

—Tabi ki! Defalarca! Ama şimdi söylemeyeceğim. Şubatta yolladığım bileti kabul etseydin ve 1 gün olsun yanıma gelseydin her şey başka olabilirdi. Ya da geçen hafta en azından susmasaydın, bir cevap verseydin. “belki” deseydin, “olabilir” deseydin, o zaman kesinlikle bambaşka olurdu her şey.

Zaman bir kez daha kırılmıştı. 2 hece, 2 insanın hayatını baştanbaşa değiştirmişti. Söylenmeyen sözlerin ağırlığıyla birer yumruk oturmuştu boğazlarına. Nasıl derdi kadın, incinmiştim, yeniden kırılmaktan koruyordum kendimi diye. Nasıl derdi adam kapındaydım, cebimde yıllar önce beğendiğin cam yüzükle diye. Türk filmlerinde ki gibi açıklanamayan gerçekler yüzünden mi ayrılacaktı kesişen iki hayatın yolu?

Gülümsemeye çalışarak,

—Ne yani geçen hafta mı karar verdin evlenmeye? dedi kadın

—Evet yıldırım. N. ”benim her şeyim tamam” dedi. Ben de “tamam” dedim.

Zaman gerçekten kırılmış mıydı, yoksa bu kez tek bir hece değiştirebilir miydi iki hayatı. Bir şans var mıydı? Neden korkmuştu kadın bugüne dek, adam defalarca elini uzattığı halde ona neden kaçıyordu? Bir şimşek çaktı sanki, cevabı bulmuştu bir anda: Böyle bir sevgiye nasıl karşılık vereceğini bilememişti hiçbir zaman, sevilmeyi bilmiyordu kadın. Sevmeyi, çok sevdiği adamları büyütmeyi, onlarla birlikte kendini büyütmeyi biliyordu da, teslim olmayı bilmiyordu. Nasıldı sevilmek bilmiyordu...


—Sana mutluluklar dilerim deyip fırlattı telefonu.

Kadın aynada çökmüş gözlerine baktı. Demek sevilmeyi bilmiyordu. Demek hiç sevilmemişti. Demek hiç sevişmemişti. “kargalar gibi karaladılar beni” derken bir damla yaş süzüldü sol yanağından yavaşça.


Adam telefon elinde kalakaldı. Üzmek değildi niyeti, sadece son bir kez sevdiğini söylemek istemişti. “Sen hiç böyle sevilmedin mavi kuş” derken bir damla yaş süzüldü sağ yanağından yavaşça.

Zaman bir kez daha kırılmıştı...

Read more...

Çarşamba, Ağustos 22, 2007

siyah-beyaz


Hayatımdan tüm aslan burcu erkeklerini çıkarmaya karar verdim. Hatta burçla kaleyle ilgisi yok, hayatımda ki tüm korkak, kibirli, duygusuz ve ilgisiz erkekleri çıkarıyorum bundan böyle. Tek tek, geri dönmemek üzere sileceğim hepsini. Kendini tanımayan hiç kimseyle uğraşmayacağım kesinlikle. Ne yapacağını bilmeyen ürkek kadınlar kalabilir, onların bir zararı yok uzun vadede ama bu nitelikte adamlar içimi çürütüyor benim, neşemi, umudumu çalıyor.

GÜÇLÜ adamlar istiyorum hayatımda artık.



Güç dediğimde ilk akla gelen “para” olmayan adamlar. 2 dakika önce tamamen bana katıldığını, aynı fikri paylaştığımızı söylerken, 2 dakika sonra üstü olan bir insanla aynı konuyu tartışırken ve konunun kişiler arası hiyerarşiyi ilgilendiren hiçbir tarafı yokken, birden düşünceleri yumuşayıp, “tabi siz de haklısınız, kesinlikle katılıyorum” demeyecek kadar güçlü bir adam mesela. Ya da beni zıvanadan çıkmış bir minibüs şoförüyle 1lira 25 kuruş için muhatap olmak zorunda bırakmayacak bir adam. Paranın değil tavrın önemli olduğunu anlayıp konuyu kapatabilecek bir adam. Ya da sevgilisi ah dediğinde çevresinde 88 tur atarken, ben 2 adım ötesinde için için ağlarken omzunu benden esirgemeyecek kadar kendinden emin bir adam. Belki valizleri taşımama hiçbir zaman izin vermeyecek ama yorgunluktan ölmüşken, “şu elimdekileri alsana yaa, ağır geldi” diyebilecek bir adam. Otomobile binerken kapıya tutarak güçte gösterilemez nezakette, tam hızını almış giderken, uzakta karşıya bir türlü geçemeyen bir yaşlı teyzeyi fark edip yol verecek ama bunu bana, birilerine yaranmak için yapmayacak kadar güçlü olmalı hayatımda ki adam(lar).


Baştan sona hatalı olan bir astını, herkesin içinde yerden yere vurmayacak kadar kontrollü olmalı gücü, maskelere ihtiyacı olmamalı. Ya baştan sona dürüst olmalı ya da söylediği yalanı ölene dek gizleyebilecek kadar zeki. Önce yalan söyleyip sonra itiraf edenleri de, ettikleri 3 kuruşluk yalanı saklamayı beceremeyip yakalananları da istemiyorum hayatımda. Yalan da olsa gerçekte söyledikleri, tüm varlığıyla ağzından çıkanları savunabilecek kadar güçlü olmalı bir adam.

Ait olmayı da sahip olmayı da, çulsuz olmayı da kral olmayı da bilmeli. Sahip olduklarına ait olmayacak kadar güçlü olmalı iradesi, kralken kibirlenmeyecek çulsuzken isyan etmeyecek kadar güçlü olmalı inancı.

Beni hayatında istemiyorsa karşıma geçip açık açık anlatmalı ne derdi varsa, hayır diyebilecek kadar güçlü olmalı. Ve beni hayatının bir parçası yapmak istediğinde tam olarak hangi parça olacağımı söyleyebilecek kadar hakim olmalı büyük resme...

Anlatamam bunu size belki ama ideal erkek tarifi değil bu benim için. Kardeşimden, kuzenimden ve aslına arkadaşım deyip aynı sofraya oturduğum adamlardan bahsediyorum. Değer verip zaman ayırdığım, derdini dinlediğim, derdimi anlattığım adamlardan... Yoksa aşk gelip kapımı çaldığında şu tükürdüklerimin hepsini tek tek yala(yabili)rım hiç beni bozmaz. Ama sonra, “ben böyle bir adamın hayatıma girmesine nasıl izin verdim, neden engel olmadın bana?” diye ağlarsam, bana katlanabilecek kadar GÜÇLÜ birilerini istiyorum yanımda...

dibine not: kişiye özel bir karar değil bu. kimse yok yere üstüne alınmasın, üstüne alınması gerekenlerle çoktan ilgili konuşmalar yapıldı-yapılıyor...

Read more...

yeşil-saRı

Bugün neler öğrendim:

Taksiciyle laf kavgası yapma. Bunca yıllık İstanbullusun madem alt bostancı neresi üst bostancı neresi öğren. Hayır anlamıyorum 8 yıl okul okudun sen orada aklın nerdeydi o yıllarda =)

Evli insanlarla arkadaşlık yapma, evlenenlerle arkadaşlığını kes, evlenme potansiyeli olanlarla tanışma bile. Hem düğün dernekte ne giyeceğim derdinden kurtulursun hem de takı toka derdin olmaz, tek taşını kendin alırsın oradan arttırdığın parayla.

İyimser davranma, devlet dairelerinde işler hiç bi’zaman vaktinde yürümüyor. İşini öğleden sonraya bırakma. Sabah yedide git çaycıyla arkadaş ol, bak 15 dakikada ne çok iş yapıyorsun o zaman.

Önemsediğin insanları araya sıkıştırma, onlara adam gibi vakitler ayır. İşler sarkıp görüşemeyeceğini anladığında üzülüyorsun.

Arkadaşının dükkânından alış-veriş yapma. Yapacaksan da dükkânın yarısını deneyip, “beğenmedim hiç birini” deyip şımarıklık yapma. Beğendiğin yağmurluğu da satmayıp, üstüne bir de kapıdan dışarı kovalarsa hiçbir şey yapamıyorsun.


Bi’de pek anlam veremediğim bi’şeyler oldu;

Ben “geç kaldım geç kaldım” diye eve koşturmaktayken bi’baktım bizim sokağın başından, bacak kadar bir velet bacak kadar bir diğer veledi yatırmış yere dövmekte. “Şşit hop n’oluyo” derken kurtardım ufaklığı =). Dayak atan yiyenin ağabeysiymiş ve dayak yiyeni diğerlerini taşlıyor diye dövüyormuş. Dayak yiyen zavallım da “beni hep kaleci yapıyorlar diye kızdım elime geçen taşı” fırlattım diyor. Tabi attığı taş kale direği görevi üstlenen taş olunca biraz ağır olmuş =D neyse dertlerini anladık, hepsini barıştırdık, bütün takımlar 5 golde bir kaleci değiştirecek anlaştık. Bu arada sarı saçlı yeşil gözlü bi’yakışıklı var habire konuşup duran, neyse onunda gönlünü yaptım çıktım eve. “Geç kaldın” diye söylenen anneme hikâyemi anlattım, üstümü değiştirdim, makyaj tazelemeye fırsat bulamadan çekti kolumdan fırladık evden. Kardeşim bahçeden arabayı çıkarırken ben gittim bizim veletlerin yanına maçları bitmiş, kim kazandı falan diye sordum. Herkes gülüyor, şen şakrak maçı anlatıyor falan, “neyse” dedim “ben gidiyorum, hoşça kalın”. Tam bu sırada bizim yeşil gözlü yakışıklı geldi:

“ablaaa?”
“söyle canım.”
“Senin deminki ayakkabıların daha güzeldi”
“bunlar çok mu çirkin?!”
“yok değilde onlar daha güzeldi.”
“15 yıl sonrada böyle açık sözlü ol tamam mı?”
“tamam?!”

İşte ben bu diyalogdan ne anlam çıkarmalıyım karar vermedim.

Önceki ayakkabılarım bilekten bağlı, topuklu, siyah pabuçlar. Sonraki olarak bahsi geçenler üstü böyle incik boncuk dolu, yuvarlak burunlu, dümdüz ayakkabılar mokasen tabir edilenlerden sanırım. Hayır, çocuk bacaklarıma baktı desem etek yok kapri pantolon var. Üstelik tespiti, evden fırlarken aynaya bakabildiğim 0,3 sn.de aklımdan geçenlerle aynı. Hayır, ayağımdaki ayakkabılar kesinlikle kötü değil ama diğerlerini daha güzel yapan ne, bunu o yaşta bir çocuğa söyletecek kadar dikkat çekici kılan ne? Bir ayakkabı, farklı bir saç toplayış şekli neden değiştiriyor insanların algılarını? Yoksa erkekler hep aynı mı, görsel olarak beğenmedikleri bir şeyi, başka türlü beğenmeleri çokta mümkün değil mi? Bilemedim işte.

Bir de kutlanmamış bir doğum günü vardı bugün. Sağ alt köşedeki saat 01:55i, takvimde gün çarşambayı gösterse de ben uyuyup uyanmadan çıkamıyorum salıdan. Taaa geçen yıldan kalma bir sıfatla hatırlattı telefonum bugünün önemini sağolsun. Hatırlatmasa aklıma bile gelmezdi eminim. Aklıma geldi de ne oldu, aklımda olduğu halde, kutlamak içimden gelmediği için ve bunu bana hissettirdiği için bir kez daha kızdım, o oldu. Ama üzgün müyüm? Gönül rahatlığıyla diyorum ki, HAYIR!

Sonra tam gün bitirken bu şarkı çaldı... Kim anlayacaksa artık...


Read more...

Cumartesi, Temmuz 28, 2007

kaR beyaz

OHA!
(Çok pardon valla, bugünlerde böyle kaba ünlemlerle yazasım ve konuşasım var nedense. Hatta bugün bi’kaç “ulan” duydum kendi sesimden ben bile inanamadım. Hayırlara vesile.)

Ne diyorduk. Heh hatırladım.
OHA!

Bu kadar da olmaz ki. Bu gece bu şarkı adama dinletilmez ki! Şaka maka kızgınım aslında Elif sana. Hayır gel başka bi’zaman söyle, "bak kardeşim Göksel diye bi’kız var, güzelde bi’şarkısı var, dinledin mi?" de. Ama böyle eşekten düşmüş karpuz gibi sersem bir haldeyken, üstelik bugün ben sokakta hayatla cebelleşirken yazdığınız yorumları yeni okumuş, yazdıklarınıza ayrı, şiirlerde anlatılanlara ayrı içlenmişken, zırt diye msn açılmaz ki, msn açılır da kişisel iletiye bu cümle yazılmaz ki: “kardan adamlar yaptım, hepsini kahramanım sandım, avuçlarımda eridiler ”

Hadi cümleyi de kaldırdı bünye bi’yere kadar. Vay be dedim, hayatın özeti dedikleri böyle bi'şey demek ki. Ama "aa bu şarkı sözü ayol, Göksel söylüyor, aç imeem.com u dinle süper" denmez ki!

OHA demek istiyorum!
Önce sana Elif'cim, sonra bu sözleri yazan, bi’de utanmadan besteleyen Göksel’e...
Hayır bi’de kadın evli ve (Allah bozmasın, Allah arttırsın) çok mutlu. Hangi ara yazdı bunları?

Buyurun (bi'kez daha) dinleyelim efenim:

Yalnız ve çırılçıplak geldiğim gibi giderim
Ne sonsuz ne ölümsüz gördüğümü bilirim
Ruhum ezelden yasakları sevdi
Ruhum çocuktan tehlikeli suları sevdi

Kardan adamlar yaptım
Hepsini kahramanım sandım
Avuçlarımda eridiler
Telli duvaklar taktım
Her defa sanki (h)aklandım
Çok çabuk kirlendiler

Kardan adamlar yaptım, kardan adamlar yaptım

Ne kadar da benziyorlar birbirlerine
Hepsini ben mi seçtim
Aynı gizli odaları, soğuk duvarları
Hepsini nasıl geçtim?!?!?!?!?!?



(ben kırmızı kadehimi, buz gibi, lekesiz beyaz ama çoktan erimiş gitmiş karların şerefine kaldırıyorum)

Read more...

Cuma, Haziran 15, 2007

fıstık yeşili


Çocuğun söylediklerini duymasaydım farkında bile olmayacaktım orada oturduklarının.

—Ben en çok arabaları severim dedi
Karşısındaki kıza bunu neden söylemiş olabilir diye düşünmeme fırsat kalmadan, cevap verdi kız
—Ben modayı ve magazini seviyorum, anlaşılan pek ortak noktamız yok.


Daha devam edecekti ama benim fazlasıyla yavaş hareketlerim dikkatini çekti. Biraz daha ilerlememi bekledi. Bi’kaç adım ötede, bahçe kapısının kenarına tünemiş elindeki cep telefonuyla oyun oynayan bir başka kız çarptı gözüme. Muhtemelen onların konuşmalarının bitmesini bekliyordu. Duyamayacak kadar uzağa oturmuş olması, sadece çocuğun gözünü korkutmamak içindi. Çünkü eminim ki modayı ve magazini seven genç kızımız, arabaları seven genç oğlumuzdan ayrılır ayrılmaz, en ince detaylara kadar noktasına virgülüne dokunmadan anlatacaktı tüm konuştuklarını.
“Sonra o öyle deyince ben de modayı severim, anlaşılan ortak noktamız hiç yok dedim, nasıl iyi demiş miyim yoksa sert mi çıkışmışım?”
“Yok yok iyi demişsin anlasın artık, araba severim ne demek ya, insan gezmeyi severim gibi bi’şeyler der, çok kaba bence bu çocuk...”

13, 15, 25 ya da 45, yaş çok mühim değil, hatun milleti için çok büyük bir zevk bu. Fikrine değer verdiğiniz az-öz bi’kaç dosta, yârene olan biteni tüm ayrıntılarıyla anlatmak. "Ay hiç sevmiyorum, yapanı da sevmem" falan diyene ben rastlamadım henüz. Hayır dedikodu değil bu! Bize bi’şeyler hissettiren, kafamızı karıştıran adamla ne konuştuğumuzu, nereye gidip neler yaptığımızı anlatmakla bir kez daha baştan sona yaşıyoruz o anı. Karşımızda ki dostun, hayatımızda bulunduğu çembere göre de biraz sansürlüyoruz bazen olan biteni. Bazen de bizi bizden iyi bildiğinden hiç şüphemiz olmuyor koyverip anlatıyoruz neler olduysa. Diyorum ya bi’kez daha bi’kez daha yaşıyoruz o anı, keyifle. Bu çok büyük bir keyif bizler için! Ama bunu bir erkeğin anlaması mümkün olamaz herhalde.

Bi'de bugünlerde canım arkadaşlarımdan biri şöyle dedi, "onlar kimseye anlatmazlar hatunları kolay kolay ama biriyle geçirdikleri zamanı, bi'başka arkadaşlarına anlattılarsa vardır bu işte bir hayır". Haksız değil ama bi'şeyler eksik sanki. Sahi onlar neden hiç konuşmazlar hislerini hakkında, yok mudur hiç gerçekten güvenerek fikir alacakları arkadaşları etrafta. Neden içlerine kapatırlar hislerini de, arkadaşım dedikleriyle bir araya gelince yarısı hayal yarısı gerçek fantezilerini anlatırlar?

Neyse anlaşılan pek ortak noktamız yok onlarla, ben de magazin ve modadan hoşlanıyorum, hem bir arabanın nesi sevilir ki, hıh!

Bir de şöyle bir yazısı var Reha Muhtar’ın konuyla ilgili. Bir erkek daha iyi gözlemleyip çözümleyemezdi bu olayı. (Son 20-30 dakikadır bu yazıyı arıyorum nette, bulamasaydım “bu şarkı neydi” diye uykusu kaçan tiplere dönecektim, huzurluyum mutluyum=))

Read more...

Pazar, Mayıs 06, 2007

pembe

Hani Binbir Gece' de Onur, Şehrazat naz yapınca, telefonda teyzesine "hem et, hem balık" demiş ya geçen bölümde, hani Nil Karaibrahimgil'de sorup duruyor ya "Bu mudur?" diye, BUDUR!
Nedir demeyin, bilmiyorum. Biliyorum da tarifi zor.

Şimdi bu aşktır diyeceğim değil, sevgidir sevdadır diyeceğim, hiç değil... İlişkiye, ilişkilere dair mühim bi'şey ama ney, adını koyamıyorum. Otorite, karizma falan değil onlar daha ziyade gergin ortamlarda ve 3.kişilere karşı çıkıyor ortaya. Ama bu öyle değil. Her şeyden önce 2 sevgili arasında, başka kimseye karşı değil. Sevgililer arasında güç savaşları olmadığı varsayımı altında tabi (iktisatçı gibi oldu di mi, ceteris paribus koşullarında...)
Dağılmadan konuya döneyim, bu iktisatçı meselesinin ucundan tutarsak uzatırırız.


Bu tavır, efelik üstünlük taslayan bi'tavır değil aslında. Yani biraz öyle de, bence daha çok nezaket barındırıyor içinde. Yani ne diyeceğini kestiremeyen kararsız hatun “acaba o mu olsa, yok bu daha güzel sanki”, “ay bana fark etmez aslında size hangisi uygunsa”, “yaaa canım kola istiyor aslında ama bu yemeğin yanında da ayran içilir di mi?” diye mızıldanırken, adamın kavga çıkarmak için gerek ve yeter sebebi varken "eeh başlarım sana da nazına da bi'karar ver hadi işimize bakalım ona göre" diye ortamı gerebilecekken ve böyle davransa %51 haklı olacakken, o adam "e iyi güzel naz yapıyosun anladımda şimdi sırası değil canım ama ben seni kıracağıma kafamı kırarım daha iyi" bakışını bakıyor ve "hem ondan hem öbüründen" diyorsa, BUDUR!

Ve iddia ediyorum bu kesinlikle bir zengin şımarıklığı değildir. 'Param var kardeşim al ikisinide' kıroluğu değildir. Şımarık bir adamdan beklenemez böyle bir davranış zaten. Bu daha çok zengin bir nezaket anlayışının, görgünün belirtisidir. Tabi bu arada herhangi birine böyle davranmadığı için "yok bundan adam olmaz, nezaketsiz bu" diyecek halim yok ama bi'adamda bunu yapıyorsa "BUDUR!" yani, notu D ise D+ olur geçer, A ise A+ olur yeme de yanında yat cinsinden.

Yalnız belirtmeden geçemeyeceğim bi'şey var. Evet bu “hem ondan hem ondan” tavrı, erkeğe inanılmaz yakışan bir tavır. Bi'adam sadece bu tavırla ortamı yumuşatıp, hatunu eritebilir, oğlu annesine yapabilir, kocası hanımına yapabilir amma velakin bir baba bunu kızına yapıyorsa...İşte bu çok tehlikeli. O küçük prenses büyüyüp genç bir hanım olduğunda iflah edilemez. Başa çıkılması çok zor bir şımarıklık abidesiyle karşı karşıya kalırsınız. Değil o hatunla birlikte olup onu memnun etmek, onu ilişkiye ikna etmek bile bir ömür sürebilir. Zaten o babada size biricik prensesini kolay kolay yar etmez ya, şansınız bol olsun...

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP