aşk kırıntısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aşk kırıntısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Şubat 03, 2009

vasat yeşil


Cuma gecesi yok yok cumartesi. Tipik bir mojo gecesi. Müzik yüksek. O kadar yüksek ki ne çaldığını hatırlamıyorum bile. Gözlerim tek bir noktaya kilit. Gömlek beyaz, burun hokka. Uzun, oldukça uzun zamandır bir adamı böyle beğenmemişim. Beğenmek mi? Adamla göz göze gelsek üstüne atlayacağım. O, benim farkımda değil. Kolumdan çeviriyor biri, ‘ne bu samimiyet dostum’ bakışını takınacağım ama alkolün etkisi yüksek, maskelerimi istediğim hızla değiştiremiyorum.

“dışarıda konuşalım mı biraz”
“hala konuşacak yüzün var yani”
“sen! sen beni çok yanlış anladın”
“bırak kolumu”

Kalabalık, sıcak, ter, duman, gürültü, çok kalabalık.

“bana bir mojito versene”
Alkol fazla evet, misinler soru işaretleri gideli çok olmuş. Nasıl bu kadar emin olabiliyorlar kendilerinden. Ben mi bu kadar gazlıyorum bu adamları gerçekten. Daha neler! Arkanda bakmadan basıp gittin işte, artistik bir patinajla savurdun dumanını giderken. Ben iki satır laf sokunca mı geldi aklına insan gibi konuşmak.

“mojitooo hazııır”
Serin, ılık, ferah, taze. Fondip.

O da benim farkımda. Şerefe.
“biliyor musun hepiniz aynısınız. Önce kaçıp saklanıyorsunuz, sonra da ben gelip saklandığınız deliği kurcalayınca küstahça saldırıyorsunuz.”
“Oovv! Kızdırmışlar seni”
‘Hadi lan ordan aptal’ bakışımı hızla yerleştiriyorum yerine.

Koridor, uzun, motosikletler, temiz hava, soğuk hava, deri ceket, baş dönmesi, halka küpe, kırmızı cüzdan.

Köprüden geçerken mavi ışıklar görüyorum. Bir kıtayı arkamda bırakıyorum. Köprüden atlayıp kurtulan 21. kişi olmak istiyorum. “arabayı durdursana moruk” demiyorum, hayır.
“müziği biraz açar mısınız?” Ayılmaya başlamışım, evet.

kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime



Pazar akşamı yok yok pazartesi. Vasat bir gün bitimi. Yeşil görmekten sulanmış gözler. Zıp zıp toplar, raket tutmayı unutmuş parmaklar, koşmayı unutmuş kaslar. Yorgun öyle yorgun ki zihni boş, mutlu. Arabasını tamirden almış, evraklarını tamamlamış, bütün taslaklarını temize çekmiş, ardındaki tüm yarımları tamamlamış ya da silmiş atmış, saçları bile uzamaya başlamış. Bildiğin mutlu işte. Bir mesaj sesi, bir de telefonu değiştirse değmeyin keyfine.
“arayabilir miyim?”

Saçmasapan bir soru. Tuşlara basma kabiliyetin varsa ararsın. Söyleyeceklerin varsa da ararsın. Konuşmak istersem açarım. Ki açarım yani, küstahça saldırmayı sana yakıştırmam çünkü. Ve çuvallarım yine. Hepiniz aynısınız diyen ben değilmişim gibi, bunu ilk kez keşfediyormuşum gibi çuvallarım yine.
“ben döndüm işte… bitti falan”
“e güzel, hani giderken diyordun ki bık bık bık”
“ohooo unuttum bile onları çoktan”
Yuh! Lafımı bari ağzıma tıkamasaydın. “Seninle işim bitti bebek, hadi yoluna” demek için bu kadar acele etmeseydin keşke. Ben onu sana yine söyletirdim koçum, kurcaladım çünkü girdiğin deliği, biliyorum, içinde kalmazdı küstahlığın. Ama lafımın ortasına dalmasaydın keşke.

Bir korna sesi. Çok yakından. Kaldır kafanı direksiyondan. Dur bakma aynaya. Son bir şarkı falı tutalım radyodan. Ama bende kabahat “sesini duymak için bık bık bık” dediğinde çirkefleşecektim “hadi lan ordan hala ‘sesini duymak istedim’ diye maval okuma bana” diye başlasaydım eğer göt isterdi o cümleyi ortasından kesip lafları boğazıma dizmek.

Amaaan yavrum sen de!!! Bak aynaya bak. Yüzleş. Kim bu adamlar? “Pixelman” her biri. Benim kamera 7.2 megapixel. Yani yedi nokta iki MİLYON tane pixel bir araya geliyor ancak bir kare fotoğraf ediyor. Ölürken pixel pixel uğraştırmaz herhalde Allah baba beni, bir slayt gösterisi hazırlar. Diye umuyorum en azından.

Yeşil yeşil ışıklardan geçiyorum hızla. Daha hızla. Daha hızla. Bir şehri arkamda bırakıyorum. Hızlanmalıyım daha. Daha. Ama dur, dur, dur! Ardımda bıraktığım şehir doğru da ben ters yöne gidiyorum. Nefes nefese kalmışım. Nereye gidiyorum?

Son bir şarkı tutuyorum radyodan

bencil, ruhsuz ve boş gözlerle karşımdasın yabancı halinle



Pazartesi gecesi yok yok Salı. 3 tane yaşlı, gri uzun sakallı adam var. Küçük sarı bir odada beni sınıyorlar. İngilizce biliyorum diyorum inanmıyorlar. Deneyimim var diyorum bakmıyorlar. Biri kolumu tutup “Ne zamandır inanıyorsun?” diyor. Gözleri bembeyaz. Korkuyorum. Bunların huyuna gitmek lazım diye düşünüyorum, bu sorunun bir doğru cevabı vardı ama neydi? “ezelden beri” diyorum. Balkonun kapısını açıyor bana. Sarı mermerli, uzun, ince, dar bir balkona çıkıyorum. İzmir’deyim. Kendime dışarıdan bakıyorum. Saçlarım uzun rüzgarda savruluyor. Bir televizyon haberi gibi ‘Köprüden atlayıp kurtulan…’ diye başlıyor dış ses. Balkondan atlıyorum. Düşmeden kan ter içinde uyanıyorum. Üşümüşüm. Saç diplerim ıslak. Midem fena.
Kusuyorum. Kusuyorum. Kusuyorum. İçimde büyümüş sustuklarımdan kurtuluyorum…



dibine not: Acemi bir yazarın kötü bir hikâyesi bu. Hangi zamanda, hangi mekânda yaşandığı belirsiz. Kaçı uydurma o cümlelerin, kaçı gerçekten gözüne baka baka söylenmiş, bilmiyoruz. Hepsi bi’yana kim yaşamış bunları? Kim o adam? Adamlar? Bir isimleri vardır elbet. Peki ya sıfatları? Birinci tekil şahıstan dinliyoruz olanları da, kim o kadın?
Acemi bir yazarın nane-limon kokulu ekşi bir hikâyesi bu. Yaşanması için harcadığı zamana acıyıp yazdığı. Yazan artık kurtaramaz sermayeyi de belki yapımcı kotarır maliyeti diye yayınladığı.


Read more...

Cuma, Ocak 30, 2009

mavi benekli koyu gRi


Pazar günü bir mail yazdım. Cevap alamamaktan ölesiye korktuğum, basit bir mail. Pazartesi geçti, Salı ve dahi Çarşamba… Korkarak açtım mail kutusunu boştu. Beni umutlandıracak bir FW: Can Dündar bile yoktu. Bugün gittim. Bir form doldurdum. Bir belge imzaladım. Beni bekleten fotoğrafçıya kızdım kapısını çarptım. Saat 12:00ye yetiştiremedim evrakları. Sahilde, yağmurda yürüdüm. Bir gemi geçti. Dalgalar vurdu ayağımın dibindeki kayalara, beni ıslatmadılar. Yarın gel, dediler. Eve döndüm. Üşümüştüm, uyudum. Her uyanışımda bir şarkı çalar zihnim bana. Bu kez piyano çalıyordu. Dün akşam “İklimler”i izlerken kaydedilmiş olmalıydı notalar harddiske. Canım kakaolu kek istedi. Onun için tarif ararken, zihnimde çalanın “domenico scarlatti’nin fa minör piyano sonatı k 466” olduğunu öğrendim sözlükten. Bu bir cevaptı.

Sinema 1000 puan
İklimler filminin senaristi ve yönetmeni ve başrol oyuncusudur.
Nuri Bilge Ceylan kimdir?

Nuri Bilge Ceylan’da bir cevaptı. Bir zamanlar bana sorulmuş bir sorunun, veremediğim cevabıydı. Cevap vermiş olsaydım ne değişirdi hayatımda?

O sorunun bana ne zaman sorulduğunu hatırlayabilmek için mail kutusunda bir arama yaptım. Google diyor ki bana "7289 MB kotanızın şu anda 591 MB (%8) kadarını kullanıyorsunuz." O yüzde sekiz bile benim ağzıma sıçıyor, daha fazlasını kaldıramam zaten. 29.10.2005 ten beri kullanıyormuşum bu hesabı. Yazıldığını, yaşandığını unuttuğum yüzlerce günlük olay, bir zamanlar var olduğunu çoktan unuttuğum adamlar-kadınlar var o yüzde sekizde. Bir de g-talk kayıtları tabi!

Tipik bir örnek mesela: varlığı unutulmuş bir kadınla, 'aa sahi böyle bi’adam vardı lan' dediğim bir adamın dedikodusu,

ben: yok aslında belli etmedim de, zaten yeni tanıştık ve 2–3 gün içinde olupbitti her şey
O: rengi belli oldu diyorsun!
ben: benim bi'başka evli arkadaşımın iş arkadaşıydı
O: hımmm
ben: onların evinde güzel-zevkli eğlenceli bi'akşam yemeği yedik
O: olur mu dedin! ama...
ben: ya hani her yöne çekilebilecek laflar edersin de, olumluysa "ben senden hoşlanıyorum" mealine çekersin lafı
O: evet bilirim :)
ben: olumsuzsa “ben zaten öyle demek istemedim” der çıkarsın işin içinden
öyle oldu benimki de
ama zekice cevaplar verdi sahiden
ucunu açık bıraksa fena kaptırabilirdim kendimi
o yüzden bi'kez daha takdirimi kazandı
yol yakınken rengini belli ettiği için
O: kapatabilmesi de bir erdem! seni oyalamamıssa :)
ben: evet evet, sahiden öyle oldu. efendice, ikimizde kırılmadan hallettik mevzuyu. şimdi efendi efendi arkadaşlık ediyoruz benim beklentim yok, onun içi rahat böyle adamlardan çok yok işte piyasada =))
O: oyle :)


Gözlerime inanamadım okudukça.

Mektuplar yazmışım sonra uzun uzun. Kadın bir erkeğin hayata açılan penceresidir, demişim sadece bir yazıya gönderme yapmak için, adam bana; peki sen nasıl bir pencere açıyorsun, senin açtığın pencereden nasıl bir dünyaya bakıyorlar demiş mesela, anlamamışım o zaman....

Daha yakın zamanda üşenmemişim sıladan mektuplar demişim. Hemen her gün yazdığımı sanıyordum ben onları ama 13 taneymiş sadece. Yine de 30 günde 13 mektup oldukça başarılı. Bana "hoşça kal" bile demeden giden biri için üstelik.

Onlar gibi cevapsız başka mektuplarda buldum.
İyi yolculuklar demek istedim sadece. Dilerim yolun seni götürdüğü yerde güneşin turuncu ışıklarıyla deri değiştiren bedenin gibi yenilenir, huzur veren kuş seslerine ev sahipliği yapan yemyeşil ağaçlar gibi güçlenir, denizin mavi beyaz köpükleriyle coşması gibi eğlenirsin.
Ba ba ba, laflara bak. Sonra da "bu adamlar şişip şişip içimde patlatıyor" Normal! Üstelik onca cevapsız soruya rağmen, senden cevap istiyorum diye yazmışım uzun uzun. E, yuh bana!

"Ne olursa olsun, ben hep söyledim, yine söyleyeceğim. Yerin özel bende. Umarsızca çekip gitsen de öyle olacak hasta olman ya da olmaman aşık olman ya da olmaman değiştirmeyecek bunu. Olan ve olamayan her şeye rağmen “şansım”dın sen benim, değişmez, geçmez sandığım şeyleri değiştirdin bende.
Bu yüzden kapıyı bir kez daha çalmanı bekledim sadece, gerçekten içeri girmek istediğine inanmak istedim. Bu yüzden sustum, bu yüzden önemsemezmiş gibi göründüm, bu yüzden bekledim.
Ve bu yüzden, kendisi gerçekten var olmasa da cümle içinde kullanılmış “aşk”ın hatırı için bir açıklama istiyorum senden. Facebookta dünyaya ilan ettiğin relationshipin ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Bir açıklamayı hak ediyorum bence...
Sonra düşeceğim yakandan merak etme. Sevgilisi olan adamlara yapışmam ben alacaklı gibi. Ama bilmek hakkım. Ben geleceğini sanarken, umarken, sen hangi arada başka kalplere misafir oldun öğrenmek istiyorum..."

Sahipleri artık var olmamayı seçtiği için kilitlerini kalırdım bu cümlelerin. Hem zaten bunlar benim cümlelerim. Onların cevap vermeye bile tenezzül etmediği tüm bu mektuplar, halen benim arşivimde.

Ama bi’dakka. Ben bunu bugüne dek nasıl fark etmedim! Evet ya…
İroni falan mı bu? Bu adam eline kâğıdı kalemi alıp, günün en sevdiği saatinde, kafasını dinlemek için kendine ayırabildiği tek kısacık zamanında, oturup Merhaba Zeynep diye başlayan mektubu yazan tek adam! Sevgilim bile yapmamış ulan bunu. Ben bunca zamandır, yazdığım tüm bu mektuplara yanıt aldığımı düşünürken aslında hiç biri, hiç kimse oturup yazmamış bana. Biri telefon etmiş “bu hafta sonu da gelsene” demiş, biri sms atmış, biri görünce teşekkür etmiş. Ama bir tek G. yazmış! Tüm var olamayışına rağmen, hakkaten yeri başkaymış bu adamın, helal olsun! Bi’dakka ya, sadece mektup da değil ki…

Niye saatlerdir oturmuş bunları okuyorum peki ben? Niye yapıyorum bunu biliyor musun? Giderken fonda valizim dolu yine aşklarla anılarla yola çıktım sonsuz yalnızlıklarlaçalsın istemiyorum da ondan. Gerçi eğri oturup doğru konuşalım bunların hiç biri aşk değil. En çok G. yaklaşmasına rağmen o bile değil… O yüzden valizimi dolduramazlar aslında. Olsa olsa kadehimi doldururlar bu gece.

Yine de “acılar pişmanlıklar ve ben yollarda” demek istemiyorum işte. Pişman olmadığımı ispatlıyorum kendime; hiç gocunmadan hatta hafiften gülümseyerek okuyarak, tek damla akıtmadan yazarak. O yüzden kurcalıyorum eski defterleri. 4 saat olmuş bak. Yazıyla dört. Oturup iki film daha seyredebilirdim ben o 4 saatte. Ve böylece yeni yıl listemin içerisinden bir maddeyi silmiş olurdum. Başarmış olurdum. Veremediğim cevabı öğrenmiş olurdum. Sahi bir cevaptı beklediğim diğ mi?

Cuma günü aldım yanıtımı. Perşembe attığım imzalara inat “Sana söz veriyorum” diyordu. İçi dopdolu cümlelerle umut veriyordu. Şaşırdım, şapşallaştım ve karıştım. Karıştırdım yine her şeyi birbirine. Aslında hiçbir sorumun cevapsız kalmadığını öğrendim bu arada.
Bir de o sorunun bana 2 yıl 1 ay 2 hafta önce sorulmuş olduğunu…


Read more...

Cumartesi, Haziran 28, 2008

unutmaz mavi

Dolunay var, denizde yakamoz.. Seni düşünürüm. Gecemi aydınlatan gözlerini bir de..
1 yıl önce bugün… 00:07




Söz uçar, yazı kalır, bir şarkı hatırlatır, yazmaktan vazgeçmedikçe bu kız daha çooook hayıflanır…

Read more...

seRsem mavi

Zaman zaman herkes bi’şeyler unutur diğ mi? Alışverişte yoğurt almayı, havuza giderken güneş kremi almayı, derse giderken notları almayı, evin anahtarlarını, otomobilin ruhsatını… Normal yani. Olabilir, unutabilir insan. Kafamızda her gün onlarca tilki dönüp duruyor zaten.

Lakin bir insan işe gitmeyi nasıl unutabilir? Yok yani aklım almıyor. Tamam zaten akıllı biri olduğumu iddia etmedim hiçbir zaman (yani çoğu zaman) (yani tamam kabul akıllı olduğumu bilirim ama bunu dile getirmem genelde) yine de olacak iş değil yahu! Cuma sabahı işe gitmeyi unuttum! Ben, şahsen bizzat kendim işe gitmeyi unuttum!


Şimdi düşünüyorum düşünüyorum, bir cevap bulamıyorum. Bu ne başlayabildik doğru dürüst ne de bitirebildik haller beni bu kadar mı etkiledi yahu? N’oluyo kızım kendine gel 2 dakka. Bi'silkelen bi'dur bi'sakinleş, düşünme artık, bırak, bitti geçti. Oldu da bitti maşallah. Olamadı gitti yaaallah. Bunca hesap kitap neden hala?
Yok verecek bir cevabım. Saflığımdan, iyi niyetimden, salaklığımdan belki de.


İnsan Perşembe akşamı için futbol manyaaa kocaman bir grupla Rusya-İspanya maçını dev ekranda izlemek dururken, eve gidip pineklemeyi seçerse böyle oluyor aslında. Akşam yemeğinde esen soğuk rüzgârlardan kaçıp, odasına saklanıyor. Biraz kitap karıştırıyor. Aklına bir başka kitap geliyor, kitaplığı karıştırırken kardeşinin maliyet muhasebesi notlarını buluyor.…

Aşk değil, sevgi değil başka bi’şey bu ama ne, neden atamıyorum aklımdan bir türlü?

—Alternatif maliyeti çok büyük oldu bu ilişkinin, o yüzden sindiremiyorsun hala.

—Fırsat maliyeti neydi alternatif maliyet neydi? Bence fırsat maliyeti daha büyük oldu.

—Aynı şey onlar be, sen diplomayı bakkaldan da almadın halbuki, topla şu kafanı artık kızım.

—Evet, bence de. Ben mesela bu adamla tanıştığımda spora başlamış olsaydım ve onunla geçirdiğim saatleri spor yaparak geçirseydim şu anda Madonna gibi bir vücudum olabilirdi.

— Tabi tabi hatta tenise devam etseydin Sharapova olmuştun bugüne kadar.

—Ya da şan dersi alsaydım şu anda Ajda Pekkan gibi şarkı söylüyor olabilirdim.

—Ya ya diğ mi? Bu örnek verdiklerimizin neden hepsi sarışın oldu kuzum?

—HaHaHa, var ya sarışın bi’hatunla beraberse çok gülerim ha!

—Oooo level atlamışız hayırdır. Sana ne? Kiminleyse kiminle bunların hesaplarını mı yapıyorsun?

—Off hayır yapmıyorum. Keşke onu tanıdığımda yapmakta olduğum şeyden vazgeçmeseydim. Ona bu kadar bağlanmazdım o zaman.

—Sen onun yüzünden vazgeçmedin o "şey"den bu biiir.
İkincisi o şey gerçekleşseydi hayatın boyunca mutlu olamayacaktın zaten.

—E hala mutlu değilim ki. En azından o zaman başarılı ama mutsuz olurdum.

—Şu anki mutsuzluğun tamamen amaçsızlığından şekerim. Sapla çöpü karıştırma birbirine.

—Off bilmiyorum. O gayet iyi bir bahaneydi vazgeçişim için.

—Ama bu herhangi bir ilişkiyi başlatmak için iyi bir bahane değil şekerim. Anlas artık bunu. Bırak dağınık kalsın böyle. Bak şurada ne güzel demişsin “olmuyorsa olmaz yani. ‘Hayatta her şeyin bir sebebi var’cılar”dansın sen.

—Öyleyim di mi?

—Öylesin, üstelik eşsiz bir kar tanesisin. O yüzden bozuyor bu sıcaklar seni, kalk bi’duş al serin serin…


Bu kadar düşünce bünyeye zarar tabi. Duşun ardından serin serin uyku iyi geliyor. Sabah her zamanki saatinde kalkıyor, daha yataktan çıkmadan aklından geçiriyor; “Bu gün önemli bi’şey mi vardı sanki bi’şey mi unuttum ben” kalkıp banyoya gidiyor. Türk’ün aklı ya kaçarken ya yüzünü yıkarken hesabı, tilink bir ampul yanıyor başının üstünde.

“Bu sabah toplantı vardı!!!”

Saate bakıyor, başlayalı yarım saat olmuş… Işınlanmayı hala icat edememiş bilim insanlarına bir küfür savuruyor. Sonra utanıp geri alıyor küfrünü, kendine çeviriyor. Bir insan işe erken gideceğini nasıl unutabilir. Bir insan sabah ilk iş toplantıya gireceğini nasıl unutabilir. Üstelik daha 1 gün önce yöneticisi kendisine “şu yeni projeyle ilgili önerini bu toplantıda mutlaka dile getirmelisin. İ. Bey senin fikrin hayata geçerse başında olacak en üst düzey yönetici. Ben değerlendirmeye aldığımız önerilerden bahsederken topu sana atarım, sen detaylı olarak açıklarsın önerini” diye süper ötesi bir teklif yapmışken.


Geçiş hedeflerimle ilgili böyle müthiş bir fırsatı yakalamışken, o toplantı için işe 2 saat erken gideceğimi nasıl unutabildim hayretler içerisindeyim. Utancımdan nereye gireceğimi bilemedim şirkette. Bir de normal mesai saatimiz geldi üstünden 1 saat geçti hala kimse yok ortalıkta. Uzadı da uzadı, bir türlü çıkamadılar, stresim iyice tavan yaptı. Gerçi ilginç bir şekilde benim fikrimle ilgili konu hiç açılmamış. Şu anda lansmanı yapılmak üzere olan projeyi didiklemişler 3 saat boyunca. Ama çıkan herkes çok verimli geçtiğini söyledi, konuşulanları duyunca bir kat daha arttı kaçırdığım için duyduğum pişmanlık.


Sonra bizim big sister esti gürledi tabi. İşin kötüsü toplantıyı tek kaçıran ben değildim ve toplantı sırasında da ciddi gerginlik yaşandığı için kendisi hırsını biz gelmeyenlerden aldı. “Hepinizden yazılı savunma istiyorum, geçerli bir mazereti olmayanlara yazılı uyarı vereceğim” diye gürledi ve terk etti binayı. Artık kendisinin muhteşem bir hafta sonu geçirmesi için dua etmekten başka çarem yok. Belki keyifli bir hafta sonunun ardından, Cuma gününü unutmuş olur ve pazartesi sabahı bizi biraz kalaylayıp, işimizin başına yollar. Yoksa bu ilişkinin maliyeti, alternatif maliyeti, marjinal maliyeti, sabit maliyeti ve daha başka neyi varsa hepsi işte çok büyük olacak, ÇOK Hatta uzun dönem artan maliyet kavramına en iyi örnek ben olacağım bu gidişle...




dibine not:
—kızım ben Maria’yı bu yıl avusturalya açık’ta şampiyon oldu diye örnek vermiştim, başarılı kadın manasında yani, o fotoğraf ne öyle be?
—ben kolundaki saati merak ettim, ne marka acaba? Süper görünüyor.

Read more...

Çarşamba, Haziran 25, 2008

noktasız mavi


Dudakların aralık döndün ya arkana, yutkundun.
O aralığa sıkışıp kalan cümleydim ben.
Yutup içine attığın.
Sonunda hep soru işareti, yanıtı yüreğinde cümlendim.
Bittim

Read more...

Pazar, Haziran 15, 2008

yeşilimsi

Boğazım çok acıyor. Doktor 1000 mg. antibiyotiği dayadı yine. Bu farenjit belası başka türlü geçmiyor zaten. Habire ılık bi’şeyler içmekten gına geldi. Yarın bir de iş var. Ve bi’dünya telefon görüşmesi yapmam gerekiyor. Off ki off. Aman niye ofluyosam. Gerekirse öğleden sonra basar çıkarım. Göbek bağımız var sanki şirketle.


S. yi aradım bugün. Kelimenin tam anlamıyla sıçtı ağzıma. İyi de oldu doğrusu, kendime getirdi. Hele son dakikada bütün olaya bir teşhis koyuşu vardı ki… İnsanın hatalı olduğu zamanlarda böyle acımazsızca eleştiren, yerin dibine sokup çıkaran bir dostu olması güzel. Bana demişti zaten çok önceden. Bu defteri en son kapadığımda demişti. 'Ne köy olur ne kasaba sizden, yapamayacağınız belli, adam kendini biliyor yanaşmıyor sana, bıraksende hiç çabalama' demişti. Hepsini tek tek demişti. Ben gittim naptım, o bunları hiç dememiş gibi başa sarmaya çalıştım bütün filmi. Yemedi tabi. Cesaret isterdi 2 kez aldattıktan sonra “tamam varım” demek, diyemedi O da. Ha, bunca yalanın ardından katıksız bir saflıkla “ya gel gir içeri ya da çek git” demek gereksiz bir delilikti. Oda bana mahsus zaten.
Telefonu kapatmaya yakın, ben artık “haklısın”, “evet demiştin” demekten yorulmuş başka bir cümle türetmeye çalışırken, küt diye sustu bizim hatun. 10 saniye falan hiç sesi çıkmadı ben hat mı kesildi acaba diye bakarken resmen gürledi:

“Bana baak, bu adamın ne sorunu var?”

“Yani evet benim gibi bir hint kumaşını bulmuşken birlikte olmaya bir türlü yanaşmadığına göre… “

“Kes zırvalamayı da bu adamın sorunu ne onu söyle; uyuşturucu mu kullanıyor, şizofren mi, alkolik mi, ne tedavisi oluyor?”

“Hönk!”

“Bu herifin bir sorunu yoksa bana da S. demesinler. Sen bana yok de, ben oraya gelip kendi elimle yapıcam aranızı, nikah şahidiniz olucam ulan, sen bana normal olduğunu söyle, yarın ordayım, gelinliğini bile ben alıcam!”

“Ya ne alakası var S. cim. Bak büyük laflar ediyosun hem gelinlik falan biliyosun İtalya’ya gidilecek onun için”

“Sıçtırtma İtalya’ya şimdi hadi ‘hiç bi’sorun yok, gayet normal birisi, öyle kendi çapında çapkın falan sadece’ de bana”

“Ne alakası var ya?”

“Sen, bu adam gerçekten sorunlu olmasa bu kadar uğraşmazdın, bu kadar koşmazdın peşinde. Asıl sorunlu sensin kızım. Önce senin tedavi görmen gerekiyor bi’kere. Allaaan danası! Salak sen bu hayata doktorculuk oynamaya mı geldin sanıyorsun ne diye uğraşıyorsun bu hasta insanlarla anlamıyorum ki.”

“Şşşşşşş ayıp oluyor ama...”

“Git işine yaa. Ayıpmış. M.yi adam ettin topluma kazandırdın yeni hastan ne tedavisi görüyor, yoksa psikolojik falan mı bu sefer, aile doktoru falan da var artık bu konuda, ona da önerdin mi bari?”

“Yok kızım ben seninle arkadaşlığımı kesiyorum artık. Yeter be bu kadarı fazla. Her boku bilmesen olmaz di mi? seni arayanda kabahat zaten. Sus tamam hadi sonra görüşürüz. Kapadım ben”

“Ben biliyorum malımı işte. Sorunlu birini buldun kabardı anaç damarların tabi. O iyileşecek siz de sonsuza kadar mutlu bir hayat yaşayacaksınız hayalleri de kuruyor musun bari? Ah yavrum benim. Kıyamam ben sana ya. Ama sende haklısın bebeğim çıkmadı ki şöyle normal bir adam karşına. Hangisini tutsan elinde kaldı. Sende uzmanlaştın tabi, sorunlu adam paratoneri gibi çekiyosun hepsini etrafına. Başka türlüsü gelse dengem şaşacak diye korkuyosun, bulduğuna yapışıyosun böyle. Bak gerçek hayat böyle değil kuzum. Normal insanlar normal flörtler yaşayıp ilişkiye başlıyorlar böyle daha başında aylarca sürünmüyor işler. Sen elini tutuyorsun. O da öpüyor dudağından al sana aşk! Bu kadar yani. Daha karışık değil.”


Ben bu cümleye varana kadar çoktan ağlamaya başlamıştım. Epeyce bir ağladım, o da konuştu hiç susmadan sağ olsun. Yarayı bulduk. Kanattık da kanattık. Arada beni bi’posta daha sıvadı, bu durumu ona daha önce anlatmadığım için. Sonra topluma kazandırdığım diğer hastalarımı çekiştirdik. Kapatırken epey ferahlamıştım. Gerçi bu sesle 1,5 saatlik bir telefon görüşmesi epey yordu ama bu 2 günde olan tüm yorgunluğumu farenjite havale ettim ben. Bu bet ses, bitkinlik, yorgunluk, bir türlü ağlayamama hali falan hepsinin müsebbibi farenjit.


Şu antibiyotik bir bitsin hepsi geçecek bak. Bu gecekini saymazsak 3 günlük dozum kalmış. 3 gün sonra hepsi bitecek. Semptomlar düzelmeye başladı bile. Şimdi biraz maça bakayım, sonra da yatayım. Yarın güzel bir gün olur belki. Belki şehre bir film gelir. İklim değişir belki, akdeniz olur. Belli mi olur?

Read more...

Cumartesi, Haziran 14, 2008

solgun mavi

Hayır ağlayamıyorum. Olmuyor bi’türlü. Doluyor doluyor doluyor, 1 damla süzülüyor uzun uzun yol alıyor yanağımdan boynumda. Bitiyor. Demek ki gerçekten üzgün değilim. (Mi acaba?)


Yazmak güzel şey. Sıcağı sıcağına yazdıklarıma baktım da. Hakkaten kafam karışmış. Darmadağın yazmışım, bir dolu imla, cümle hatası da cabası. Şimdi bi’kere şu konuda anlaşalım ben bunu gerçekten beklemiyordum-beklemiyormuşum. Nasıl oldu da bir anda basıp gitti şaştım kaldım. Telefonu facebook arkadaşlığını silmekle olacak iş değildi bizimki. En mühim bağımız msndi. Adam kopardı attı. Helal olsun. Epeydir günceye de uğramıyor zaten. Alkışlar kendisine. (Ben de o yüzden bu kadar rahat yazabiliyorum zaten şu anda) Sırf o okumasın diye başka yerlere yazdıklarımı da taşıdım arka sayfalara. Oh kişisel bütünlüğümü de sağladım kafam rahat. (gizli kalması değil derdim. bir türlü elim varmıyor kilidi açmaya. linkleri gören ses versin, yeter)


Bugüne kadarki msn loglarına, mesaj kayıtlarına, görüşmelerimizde olan bitene kısaca yaşadıklarımıza bir daha baştan aşağıya baktım bu vesileyle… Yüzleştim kendimle. Bak neler buldum, bilinçaltımda.

Aa bilinçaltı demişken Tam şu anda rüyam geldi aklıma. Onu görmek için bir basket sahasına gitmişim. (ben iş çıkışına tünemeyi düşünmüştüm =)) Tek başına oynuyor. Kaçan topunu yakalıyorum. Beni görünce gülüyor kocaman. Konuşuyoruz, neler konuştuk çıkaramadım şimdi. Sonra birden deniz kenarındayız. (Maltepe sahildeki basket sahasına gitsem görebilir miyim acaba, bu rüya buna mı dalalet =)) El ele yürüyoruz. Mutluyum galiba. (zaten onunla olup da bir türlü “mutluyum” diyemedim, rüyada bile belli belirsiz hislerim) son hatırladığım koridor gibi bi’yerde arkasını dönmüş yürüyor. Arkasından sesleniyorum. Bakıyor. “hoşça kal sevgilim” diyorum. “sevgilim” vurgusu öyle baskın ki sanki ona ‘bak biz artık sevgili olduk, sen şimdi git ama sonra gene gel mutlaka’ demek istiyorum. Bir kolunun altında basket topu, diğer kolunu kaldırıp el sallıyor. Ve arkasını dönüp yürüyor karanlık koridorda.

Sanırım bu kez gerçekten bittiğini kabullenmem gerekiyor. Karanlık koridorda yürüyüp gitmesinin başka ne anlamı olabilir ki? Radyo açık, şarkı fallarına hep inandım ben. Son kez diye şarkı tuttum “unut beni sevgilim ben unutmuyorum” çıktı. Demet Akalın’dan şöyle nefret dolu bir şarkı çıkana kadar “bu sefer son” diye kim bilir kaç tane şarkı daha tutacağım. O'nu en son nasıl gördüğümü düşündüm de şimdi, rüyamda ki gibi arkasına dönmüştü, arabaya biniyordu...Bak yine aynı şey. Bikaç damla yaş sadece. Gürül gürül değil bir türlü.


Yüzleşme diyordum. Rüyayı hatırlayınca kötü oldum bak. Sabahtan beri yüzleştiklerimi bir türlü toparlayamıyorum. Keşke not alsaymışım. Neyse başka sefere belki.

Bir yazı gördüm arşivde normalde dikkatimi çekmezdi ya, "kıRmızımsı" demişim şaşırdım. 'Ben kırmızıya hiç yaklaşmadım bile' diye düşünürken açtım okudum. Tesadüfler işte! Bir anlamı olmalı mutlaka(?) Geçen yıl tam bu zamanlar yine interstate 60 filmine gönderme yapmışım. Bir de bahsederken 'route 65' demişim. Bu yıl 'route 69' diye neremden uydurdum acaba =)) Yine O'ndan bahsetmişim (tek cümle ama ben biliyorum ya) umutluymuşum. Şimdi yine aynı film, yine O. Ne kadar uzun bir hikayeymiş bu...

Filmin adını nihayet öğrendim. Bakalım seneye bu zamanlar neler olacak? Merak ettim bak şimdi. Bir paragraf boşluk bırakıyorum kendime. Seneye bu zamanlar doldurmak üzere…

Bugünse boğazım çok acıyor, sesim kısık. Sanırım doktora gitmeliyim. Cumartesi öğleden sonra nereden doktor bulunur ki ya? Off!!!









ben bu adama gerçekten aşık olmadım ki. niye bu kadar hüzün bir çözebilsem.

Read more...

Cuma, Haziran 13, 2008

şizofRenimsi mavi

Bir film vardı. Bi’çocuk elinde sorularına evet ya da hayır diye yanıtlar veren bir topla yolculuğa çıkıyordu. Route 69 mu ne adı, tamamen uyduruyor da olabilirim.

Yolculuk sırasında acayip tiplerle karşılıyordu, bir yandan hayatın anlamını arıyor bir yandan da hayatının aşkına ulaşmaya çalışıyordu falan. Bir otostopçu kadın aldı arabasına. Kadın önüne gelen herkesle yatıyor ve bunları da tek tek yazıyor defterine. Güya o da yeryüzündeki en iyi seksi arıyor. Bizim esas oğlanı da epey bi’baştan çıkarmaya çalıştı. Çocuk tam tongaya düşecekken uyandı. “hayır, seninle seks yapmayacağım o listedeki binüçyüz bilmem kaçıncı adam olmayacağım. Ben tek adam olacağım. Seninle yatmayan tek ve listenin başındaki kişi olacağım sen de ömrünün sonuna kadar benim nasıl seks yaptığımı, yeryüzündeki en iyi sevişen adamın ben olup olmadığını merak edeceksin” dedi ve kadını arabadan indirdi.

Benim esas oğlanda böyle bir şeyin peşindeymiş anlaşılan. “hiçlik belki daha çok şeydir hayat denen şu karmaşada” dedi ve beni msn listesinde engelledi. (silmiştir belki de bilemiyorum) (silmiş evet öğrenmek pek zor olmadı) Engellemeden önce telefonumu sildiğini de araya uygun bir üslupla sıkıştırdı. Ben pek anlamadım n’olduğunu. Daha dün gece “seni özledim”, 1 ay önce “seni seviyorum başka da diyece bi’şeyim yok” diyordu halbusi.

Anlamadım n’olduğunu ama üzüldüm doğrusu. Ağlar gibi yaptım. Böyle 1-2 damla süzüldü falan. Tam sevindim, günlerden sonra nihayet ağlayacağım sandım. Arka pencereden Y.cim saçma sapan bi’şeyler söyledi güldürdü beni. O arada crick online oldu, selam verdi lafa tuttu sağolsun, ben Ipod’u şarja taktım, fotoğraflarını sildim, yeni şarkılar yükledim falan derken… Lan, hani ben oturup ağlayacaktım. Adam bana bal gibi ‘sen beni elde edemedin, şimdi hayatının sonuna kadar otur beni düşün’ deyip gitti. Hiç böyle reddedilmemiştim doğrusu. Hatta galiba ben hayatımda hiç reddedilmemişim. Ağlamak için daha iyi bir sebep olamazdı. Babamın son despotluğunda bile iyi bir sebepti bu. (yok hayır düşündüm de o daha iyi bir sebep aslında ama onun için ağlamaktan başka şeyler yapabilirim, bu konu için ağlamaktan başka yapabileceğim hiç bi’şey yok) Ve fakat ben buna rağmen şöyle anıra anıra ağlayabilmiş değilim. Ice-tea kalmamış dolapta acaba soda var mıdır onu düşünüyorum. Gündüz işyerinde yediğim barbunya gaz mı yaptı mı ne böyle bir şişkinlik midemde, fena.

Hayır, ben kendimi biraz biliyorsam bu hiç hayra alamet değil. Hiç değil hem de. Bunun bi’yerden çıkması lazım yani. Yoksa yarın sabah mesela serviste katılıp kalırsam hiç şaşırmam doğrusu. Yaa off, gene hafta sonu geldi bak. Millet hafta sonu boşta kalsın diye bakar. Ben cumartesi evde olduğum haftalara lanet okuyorum nerdeyse. “hafta sonlarını sevmiyorum çünkü içini dolduramıyorum” demiştim diğ mi?

Diğ mi? Diğ mi?

Çok pis takıldı bu laf ağzıma. Her soru cümlesinin sonuna "diğ mi? diğ mi?" diye ekliyorum. Bu sabah servis beklerken hangi minibüslerin istediği istikamete gittiğini soran yakışlıklıya bile aynı şeyi yaptım. “servise beklemek için pek uygun bi’yer değil sanırım” “diğ mi, diğ mi?” gülüşmeler falan. N’oluyoruz kızım dedim kendime, ne bu kırıtmalar falan. Ağır ol azıcık sen bugüne bugüne mail attın müstakbel sevgiline. Akşam arayacak seni her şeyi sil baştan alacaksınız. Hah! Asıl konumuz da oydu zaten diğ mi? Benim oturup ağlamam lazım acilen. Ciddiyim bak. Reddedildim ulan?! HaHa. Şaka gibi ya. Telefonuma da silmiş üstelik.

—Kızım gülmesene kendi kendine be. Git yat bari. Kulaklığı takmadan önce şarkıları da karıştır. Kesin ağlatacak bi’şey çıkar.

—Hiç yatasım yok valla. Daha oje sürmem lazım zaten.

—E oje sürecektin madem niye bilgisayar başına geçmeden sürmedin şapşal, şimdiye kururdu, yatağa girince yorgan izi oluyor sonra.

—Ha evet oje diğ mi? Bordonun üstünde böyle çizik çizik yorgan deseni çıkıyor falan. Derdim de oydu zaten ojenin üstündeki “yorgan izi”.

—Otur ağla o zaman. Allah Allah!

—Haaaa hakkaten Allah ya. İyi hatırlattın bak onu. Bu gece Perşembe. Söyliyim de dedeciğime iyi baksın oralarda. Hava’ya bir selam yolasın benden. Filiz teyze’nin de ölüm yıldönümüydü sanki bu günler. İnsanlar ölüyo lan. Çok fena.

—Hah şöyle. Akıt o yaşları biraz, anırma ama sessiz sessiz ağla. Hayatın geçip gidiyor. Düşün de ağla.

Read more...

Cuma, Nisan 25, 2008

ben biR yeRde hata yaptım ama neRede bilmiyoRum

http://kirmizikelam.blogspot.com/2008/04/severek-ayrlmak-diye-biey-varm-hakkaten.html

Read more...

Salı, Nisan 15, 2008

bitti,galiba,aRtık,sanırım,bitmeli

http://kirmizikelam.blogspot.com/2008/04/bitti-galiba-artk-sanrm-bitmeli.html

Read more...

Pazar, Nisan 06, 2008

biR son

http://kirmizikelam.blogspot.com/2008/04/bir-son.html

Read more...

Pazar, Mart 16, 2008

şizofRenimsi pembe

Biz pek yapmazdık. Daha doğrusu ben yapmazdım. Annem iyi çocuk olayım diye çok tembihledi beni çünkü. Zaten yapsak bile sitenin içinde pek bir heyecanı olmazdı. Kapıcılardan ya da ön balkonlarda oturup bütün gün bizi izleyen emekli amcalardan kaçamazdık. Anneannemlere gidince acayip fırsatımız olurdu aslında ama oradada kafa dengi arkadaş yoktu zillere basıp basıp kaçınca köşeye saklanıp kıkırdayacak. Sonra büyüdük tabi kirlendi dünya. Şu gecekondu bozması diafonu bile olmayan dağ başı apartmanımsıya taşınınca çok yapmayı başladı sümüklü veletler. Yazları hemen her gün zillere basıp basıp kaçmalar. Ben de safım ya, her seferinde mutfak camına çıkıp “kim oooooooo?” diye sesleniyorum.

Hayır yani çalan her kapıya niye koşa koşa bakıyorsam? Bırak çalsın işte. Gerçekten içeri girebilecek olanların anahtarı var nasılsa. 1 kez 2 kez çalar, açan olmazsa çıkarır anahtarlarını girerler. Gerçekten içeri gelmek isteyen ve fakat anahtarı olmayanlarsa bi’kaç kez çalarlar elbet. Israrla çalıyorsa zil kalkar bakarım ben de. Ama seninle “gerçekten” ilgisi olmayan kendine biraz eğlence arayan her velet için ne diye koşarsın ki kapıya? Hem herkesin zır zır otomatiğe basmasından belli zaten senden önce kandırmışlar birilerini daha. Gelmesene oltaya sen. Tek dertleri seni de bu küçük, saçma, gereksiz oyuna dahil etmek. Birazcık eğlenmek seninle... Hadi bütün salaklığınla kalktın kapıya kadar gittin her seferinde, açtığında karşına çıkan büyük boşluk yeterince açık bir cevap değil mi, ne diye “kimdir o?” diyerek yeni bir soru üretiyorsun? Yeni bir cevapsız soru ekliyorsun arşivine. “Hah, canı oyun isteyen bir yaramazmış işte” deyip gülüp geçememen neden?

Bırak işte. Hiç bozma sen istifini. Seninle kapı arasında ki uzun koridoru aşmak için çabalama hiç. Gerçekten gelmek isteyen, içeri girmek isteyen ısrarla çalar zili, tokmağı toklatır tok tok. Terliğin içine not bırakır, “geldim, yoktun yine gelicem” der. Gerçekten oynamak isterse seninle, yukarı kadar çıkmasa bile kısa kısa, sık sık basar zile. Camda görünmesen bile adının sesli harflerini uzata uzata bağırır var gücüyle. O zaman bırakırsın işini gücünü, koşa koşa açarsın kapıyı, çıkarsın cama, “buradayım geliyorum hemen” dersin. Bir soru daha üreteceğine, yanıtı olursun meraklı bir soru işaretinin. Alırsın topunu gidersin.

Peh!

Nerede ben de o basiret. Ben hep koştura koştura gidiyorum zillerimi çalıp kaçanların ardından. Her seferinde cama çıkıp tüm umudumla soruyorum “kim o?” diye. Saklandığı köşeden ses versin “benim ben, zillere basıp kaçan yaramaz” desin diye bekliyorum. “gelsene içeri yeni kurabiye yaptım, istersen meyve suyu da var” diyeceğim ben de. Hatta belki sonra birlikte çıkar, yerden yüksek bile oynarız. Belki annem kızar bana “tanımadığın insanlara niye açıyorsun kapılarını” der. Olsun belki biz çok eğleniriz birlikte...

Aha aha basiret diyordum di mi ben? Açmayacaktım kapıyı güya, hah!

—Kızım senden adam olmaz boşa tüketiyorsun nefesini.
—Ya sen gene mi çıktın ortaya, sussana.
—Bunca zaman sustum da n’oldu, geldiğimiz yere bak.
—Neresiymiş geldiğim yer?
—Ha ha o da var tabi. Bi’yere varabildiğin yok. Bir geliyor, bir gidiyorsun. Bir varsın bir yoksun.
—Kes tamam. Seni dinlemek istemiyorum. Kurabiyeler soğumuştur, git üzerlerine pudra şekeri serp. Ben S.yi arayacağım, işten kovulduysa gelsin artık İstanbul’a çok özledim.
—Ben aynı anda hem kurabiyeleri servise hazırlayıp, hem telefonda konuşabiliyorum kuzum. Sen koş çalan kapıya bak!

Read more...

Pazar, Mart 09, 2008

seRsem saRı

Sevgili günnük,

İlginç. Hakkaten ilginç günler yaşıyorum. Kişisel tarihimizde çok egzantirik ayrılık sahneleri var hatırlarsın ama böylesi hiç olmamıştı. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Yazarsam belki ben de olan biteni anlarım dedim.

olay şöyle:

Adam günler sonra girdiği delikten çıktı ve “seninle olmak çok güzeldi ama ben gidiyorum” dedi. Bana geldi mi bi’gülme krizi. (Dilimin ucuna kadar geldi, "sende mi yoruldun?" diyecektim de tuttum Allah'tan.) Hayır, nezaketen gülümsememi gerektirecek bir cümle bile değil bu biliyorum ama tutamıyorum kendimi. Başladım alık alık sırıtmaya, o da hafiften gülse basacağım kahkahayı ama gayet ciddi devam ediyor. Bunca zamandır nereye kaybolmuş, neden hiç haber vermemiş, oysa aklı hep bendeymiş, benim desteğimi de hep yanında hissetmiş, son olarak da bana gelip hem konuyla ilgili fikrimi almak hem de bu açıklamaları yapmak istemiş-miş de miş, miş. O anlattıkça ben sırıtıyorum, bi’ara baktım gülmemek için baya baya dudaklarımı ısırıyorum. O da bunu fark etti mi, fark etmekle kalmadı, bunu ağlamamak için üzüntüden yaptığımı düşünüp, bana bir anda apansız bağlandığını ve bir ara sırf benimle kalmak için gitmemeyi bile düşündüğünü anlatmaya başladı mı. of of of!

Artık gülmemek için aklımdan gündüz incelediğim acı içindeki kadın fotoğraflarını, tecavüz sahnelerini falan geçirmeye başlamıştım ve cidden bir anda buz gibi kesilmiştim ki bizimki bir bomba daha patlattı. “aslında ben gelirken sana evlenme teklif etmeyi düşünüyordum ama kapıdan girdiğin an nedense kabul etmeyeceğini anladım ve bitirmenin en doğrusu olduğuna karar verdim.”

Artık rahatça gülebilirdim ve tabi ki güldüm. Hatta o kadar çok güldüm ki aklımı kaçırdım zannetti. Gayet endişeli bir ifadeyle “iyi misin, su içmek ister misin?” dedi. Üzüldüm o an, benim aklımdan neler geçiyor, adam neler diyor. Neyse zar zor toparlandım. “sinirim bozuldu biraz, iyiyim merak etme” dedim. Dedim ama ben konuşmaya başladığım an suratına acayip hüzünlü bir ifade takındı. “şaşırdım sadece” diye başlamıştım, boşa üzüldüğünü zannettiği kadar sarsılmadığımı söyleyebildim son olarak bizim böyle bir ayrılık konuşması yapmasını gerektirecek hiçbir şey yaşamadığımızı söyleyecektim ki bir gol daha attı. “seni sevmekle gerçekten yanılmadığımı bir kez daha gösterdin şu anda bana, bak söylediğim her şeyi unut, kaldığımız yerden devam edelim” deyip elime yapıştı bu sefer. Ay şimdi bile gülüyorum günnükcüm. Bi’de başladı mı özür dilemeye, hobaaaa!

Hayır bir an önce kendime gelip, büyük bir yanlış anlama yaşadığını, hatta hayal denizinde yüzdüğünü söylemem lazım adama yoksa korkuyorum yüzük müzük çıkaracak oracıkta evlenme teklif edecek, sonra çık işin içinden çıkabilirsen. Amma velakin, susmuyor adam, üstelik daldan dala atlıyor konuşurken, yetişemiyorum hızına. Artık gülmekten de geçtim sinirlenmeye başlamıştım ki yine evlilik mevzuuna döndü ve “ne güzel olurdu aslında çok mutlu olurdum seninle ömür boyu” dedi. Şimdi düşündüm de aslında çok sert kesmişim sözünü günnük. “evet, SEN mutlu olabilirdin ama BEN olabilir miydim emin değilim” dedim. Zaten böyle zamanlarda politik cevaplar vermeyi hiç beceremem ki ben, ya çok sert çıkışırım ya da çok yumuşak davranırım. Dumur oldu tabi. Kalakaldı öylece. Sonra başladım dansözlüğe. Yani onu tanımak güzelmiş de, evlilik başka şeymiş aynı dili konuşan iki arkadaş olmak başka şeymiş de, hem ben ona başından beri dememiş miyim, sınırlarım var diye, bana bu kadar açıklama yapmasını, özürler dilemesini gerektiren hiçbir şey yokmuş ortada da, ben sadece ona iş yerinden istediği 3-5 evrağı getirmişim de bık bık da bık bık işte.

Nasıl geldik bu hale ben anlamadım günnükcüm. Valla ben bi’şey yapmadım. Üstelik söyledim yani, “duvarlarımı aşman lazım” dedim. Bir gece partiye gittik diye, biraz içtik biraz eğlendik diye, bi’tabak keşküle birlikte kaşık attık diye olacak iş mi bu yahu!? Hayır vallahi aklım ermiyor, biz bunca zamandır sevgiliydik madem, insan hiç mi arayıp sormaz? İnsan sevgilisinin doğum gününü feysbuk mesajıyla mı kutlar? Şirkete uğramış 2-3 kez, bir kez bile yanına gelmez mi insan sevgilisinin? Hadi işyerinde sorun olacak diye daha ilk günden tırsıyordu zaten, gayet iyi biliyor ki hafta sonları evine yürüme mesafesinde bir yerde kalıyorum. Bir mesaj da mı atmaz insan “buralardaysan görüşelim” diye? O ortada yokken beyefendiyi bana soranları haber vermek için zırt-pırt mesaj attım diye mi heveslendi bu kadar anlamadım ki.

Neyse dertlenecek değilim arkasından, arkası önü bile yok benim için. Ben kaldığım yerden devam ediyorum. Ne eksik ne fazla. Yalnız son 1 aydır benim bir sevgilim varmış ve benim haberim yokmuş ona üzüldüm işte. hele şu geçtiğimiz Cuma acayip ihtiyacım vardı kaprislerimi çekecek bir sevgiliye. Bütün gece kendi kendimi yiyeceğime onun başının etini yerdim bilseydim.

Off bıktım valla. Varlığı dert, yokluğu dert orasını biliyordum da, böylesi de bir acayipmiş yani. Yok arkadaş, bende var bi'sorun kesin...



Read more...

Çarşamba, Şubat 13, 2008

şizofRen mavi


Sözcükleri kurcaladıkça, cümlelerle oynadıkça dağılmıştı kafandaki bulutlar ne güzel. Ne diye atlıyorsun gelen her maile. “Kızım yarın sevgiler günü aç facebook’u da kutlaşalım” diyene ne bakıyorsun sen? Hadi onun muzırlık yaptığı her halinden belliydi, ne geziyorsun öyle her fotoğrafını değiştirenin profilinde?

Hadi bazı fotoğraflar gördün diyelim, bazı fotoğrafları da göremediğini gördün, bazıları ile ilgili yorumlar yapıldığını gördün. Gördün işte bi’şeyler. SA-NA-NE?
Sana ne kızım el âlemin hayatından? İstemeyen göstermez fotoğraflarını tabi, babanın oğlu değil ya! Kaldı ki sen babanın oğlunun feysbuk profilini bile görebilmiş değilsin, elin adamıyla işin ne? Var mı bi’açıklaman? Yok! Kır kıçını otur o zaman. Sana söylenen her şeye inanma artık.

Hem sonra “rahatlıyorum” deyip ne var ne yoksa şu anda yaptığın gibi el âleme anlatmaktan da vazgeçmelisin yavaş yavaş. Çünkü... Çünküsünü biliyorsun işte.

Sınırlar ve duvarlar her yerde. Ve de olmak zorunda! Sen istediğin kadar iyimser ol, hiç kimse giremeyecek çemberinden içeri. Girdikleri anda teslim olduğunu düşünecekler. Senin tek istediğin şeyin koşulsuzca teslim olmak olduğunu anlamayacak hiç birisi. Bu yüzden tüm gücünle korumalısın kalelerini. Kapılarını açtığın an yağmalayacaklar kentini, kendini...

Sen aylar be aylar öncesinden demedin mi tüm bunları: dedin.
Sıkılmadın mı kendini tekrar etmekten: sıkıldın.

Eh geçmiş olsun madem, nur topu gibi bir adet düzensizliği ve bi’dünya tahlil sonucu bekleme süreciyle baş başa bırakıyorum seni. İçin için kanıyorsun hala, bedenini bile isyan ettirdin sonunda helal olsun.

Bari bundan sonra gerçekçi ol biraz!
Aşk masallarda sadece, yeryüzünde arama boşa.

Read more...

Pazar, Ocak 27, 2008

şizofRen mavi

Bütün gün elinde telefonla bekleyince telefon çalmıyor. Hiçbir zaman çalmadı, bundan sonra da çalmayacak. Sen ne zaman ki unutacaksın o telefonu ancak o zaman çalacak. Bunu yıllar önce algılamış ve de aylar önce kelimelere dökmüş bir bünye olarak hala böyle davranmanı tamamen pms ye bağlıyorum. Asabiyet, alınganlık neyse de aynı zamanda salaklık yaşatan tek pms’de seninki herhalde yeryüzünde.

Hayır aramayacaksın, üstelik adın kadar iyi biliyorsun aramayacağını, derdin ne o zaman? Niye yine kendi kendine bu gel-gitler. Minik yeşil tuşa basıp basıp kapamalar. Sen arasan “kalk hadi ada’ya gidelim, fotoğraf çekelim, sana bisiklet ısmarlarım bisiklete bineriz biraz” desen ne diyecek? Patlamış balonları şişiremezsin kuzum, hep bir yerlerden hava kaçırır o...

—Ama...

Biliyorum, çok yaklaşmıştın. Böyle hissedebileceğini hiç ummuyordun, tazelendin, ümitlendin, umutlandın. Ama bak yükleme “geçmiş zamanın” hatta “geçmiş zamanın hikâyesi”. Bırak lütfen! Olacağı varsa olur, olacaktır zaten. Yeter ki sen kurma, kurgulama ve hatta çabalama. Bırak duymak istediğinde arasın seni, birlikte vakit geçirmek için ayarlasın saatini. Sen daha bir saat bile beğenip alamadın koluna. Bir saatin bile yokken nasıl kuracaksın zamanı?

Yeniden yaralanacak kadar iyileştin mi sanıyorsun. Biraz daha sakın kendini. Bırak nazlı, kaprisli bilsin. Bırak tanımaya, anlamaya çalışsın, çabalasın biraz.

Hem nedir bu baygın hallerin. Yettin artık. Kendine gel! Tamam, kuyruğu dik tutmak zor. Bunu da yazmak lazım uzun uzun haklısın. Yoruluyorsun. Daha çok yorulacaksın. Ama sen 2 yıl önce de böyleydin. Sana “sen seçtin kızım, kendin kaşındın” diyenlere neler diyordun hatırlasana. Onlar koca dönemde 4 dersi veremezken sen bir günde 5 sınavı geçiyordun. Ne değişti? Yine sen seçtin. Yine zoru seçtin. Bu kez hem zoru hem en dibi seçtin. Süslü bahçelerin gülü olabilecekken yol kenarındaki çalı oldun. Ne dedin kendine? En gür en yeşil çalı olacağım demedin mi?

Niye şimdi bu ilk sıkıştığında istifa mektubu yazmalar. Bu sefer yağma yok. Kredi mi alırsın, tefeciye mi borçlanırsın ne bahane bulursun kendine bilmem. Bu iş bırakılmayacak.

—Ama...

—Hayır, yat uyu artık, yarın dünya kadar işin var.

—Ama saat daha erken.

—İyi biraz kitap oku madem, kapat şu bilgisayarı.

—Ama müzik! mp3 çalarım da kayboldu zaten.

—Seni "ama" demekten men ediyorum! Git n'apcaksan yap şimdi...

Read more...

Pazar, Aralık 30, 2007

güz yapRağı saRısı

Parçalandım ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım diyor ya Candan Erçetin. İşte aynen öyle. Ama ben giden parçalarım yerine yenisini doğuracak güce, azme, yüreğe, dayanıklılığa işte her ne gerekiyorsa ona sahip değilim ne yazık ki.

Öngörümü kaybettim bi’kere. Artık yok böyle bir mekanizmam. Sararmış bir çınar yaprağı gibi savrulup duruyorum rüzgârda. Yere düştüğüm an biri basacak üstüme “çıt” diye paramparça olacağım.

Sırf düşmemek için tutundum birine. Beni yakalamasına, elimi tutmasına izin verdim. “Çok hızlı gidiyorsun” dedim “hayır” dedim ama durduramadım, durdurmak istemedim ki. İşime geldi. Yarın öbür gün “nereye, ne oldu, neden gidiyorsun?” dediğinde (ki diyecek, çünkü ben onda kalmayacağım, onla kalmayacağım, biliyorum) “ben sana demiştim” diyeceğim, “çok hızlı gelişti her şey ben yetişemedim olanların hızına. Şimdi bana izin ver, gitmeliyim” diyeceğim. Bak cümlelerimi bile hazırlamışım, hiç düşünmeden bir çırpıda nasıl yazardım yoksa. Ne korkunç bu yaptığım değil mi, karaktersiz, adi insanın tekiyim ben değil mi? Hele biraz daha geleneksel olursak ne kadar güzel küfürler var bana söylenebilecek... Peh! Oysa ben sadece bir bitter çikolata ısmarlatmak için şımarıklık yapabileceğim birisi olsun istemiştim yanımda, ne bileyim oyuncak mağazasında birbirinden komik maskeleri denerken aniden fazlaca yakınlaşmak o anın neye benzediğini hatırlamak istemiştim. Sadece biraz bira, biraz patatesten sonra koluma girip beni taksiye bırakan, eve vardın mı diye merakla arayan birinin varlığını hatırlamak istemiştim. Sadece biraz kontrolü elden bırakmak istemiştim. Sadece birazcık... desem inanacak mısın, hak verecek misin bana. Boşverseneeeee.

Beceriksiz, küçük, aptal bir kız çocuğuyum ben, asla büyüyemeyeceğim.

Read more...

Pazartesi, Kasım 05, 2007

biR mektup

Seni bir kez daha görseydim; elini tutacaktım.

Avucumda atar benim yüreğim bilmezsin. Görseydim eğer seni, yüreğimi koyacaktım avucuna. Gelmedin, ona gittin. Kan ter içinde seviştiniz mi yaz gecelerinde, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; gözlerine bakacaktım.

Öfkem gözlerimden taşar benim bilmezsin. Görseydim eğer seni, ateşler fırlayacaktı gözlerimden, yakmaz oysa öfkemin ateşi. Gelmedin. Uzun cümleler kurup, zor sorular soruyor mu başkaları da sana, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; sarılacaktım boynuna.

Sarıldıysam bırakmam kolay kolay bilmezsin. Görseydim eğer bir kez daha, sımsıkı saracaktım seni. Saatlerce dinlerdim anlattıkların yalan da olsa. Gelmedin. Kendini kendinle hapsettin, gardiyanın da sendin belki de, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; bir buse çalacaktım, yanağının dudağına en yakın köşesinden. Arsızımdır ben bilmezsin, hiçbir şey olmamış gibi gülümseyecektim. Gelmedin. Kimlerle oynadın/oynuyorsun arsız oyunlarını, kim bilir...

Şimdi bir kez daha görsem seni, belki “bi’yerden tanışıyor muyuz bakışı”, belki de bir “merhaba?” tanışmak için. Çünkü yaktım sana yazdığım tüm mektupları.

Yazdıklarını baştan sona okudu kadın, “madem yaktın diğer tüm mektupları bunu niye yazıyorsun ki?” dedi kendi kendine. Kadehindeki son kırmızı yudumu içti. Elindeki siyah beyaz kaleme baktı, özenle imzasını attı, kâğıdı katladı, zarfı yapıştırdı. Sol üst köşeye kendi adını, sağ ortaya alıcı adını yazdı. Adresini ve kim olduğunu bilememişti hiçbir zaman. Çakmağı buldu, son zarfı da tutuşturdu.

Read more...

Salı, Eylül 04, 2007

vişne çüRüğü

Yenilendim tazelendim dedim ya bir de bahar temizliğine giriştim. Çok da iyi geldi epey toparlandım yalnız bir kalemimi bulamadım. Yokluğunun epeydir farkındaydım aslında, masada göremeyince çekmecededir diyordum, çekmece de bulamayınca çantama atmışımdır deyip geçiştiriyordum. Dün, kalemin bulunması muhtemel her yere baktım ve fakat yok. Kalem dediğin nedir alınır yenisi elbette, lakin nesnelerle insanlar arasında kurduğum abidik-gubidik bağlantılardan ötürü bu kalemin toptan yok olarak bana bi’şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Ve bunun üzerine senaryolar yazıyor dahası ilişkilerimle ilgili çıkarsamalar falan yapıyorum. (kimseye normal davranacağımı taahhüt etmemiştim değil mi, bir kalemin bana mesaj verdiğini düşünebilirim dilediğim gibi)

Zaten hatırlanacak başka bir şey yok ya, kahvaltı ettiğimiz gün almıştım kalemi. Bir de batman’li şeker almıştık yanında. Ben batman diye hatırlıyorum ama fişi de buldum temizlik sırasında, şeker-superman yazıyor, hangisini almıştık emin olamadım.13:48 de kesilmiş fiş, herhalde 13:20 de falan girmiş olmalıyız Nezih’e. İçerde epey oyalandığımızı sanıyorum ama o konuda da yanılıyor olabilirim elbette. Zaman göreceli bir kavram nihayetinde. Günlüğüm için kullandığım pilot bitmek üzere olduğundan fırsat bulmuşken bir yenisini almak istemiştim o gün. Onlarca deneme yaparak aldığım halde, eve gelip baktığımda defterin hamuruyla kalemin ucu uyuşmamıştı istediğim gibi. Yeterince akıcı değildi mürekkep, yazarken yoruyordu sanki. Zaten kısa zamanda defteri de yenileyeceğimden o kadar üzerinde durmadım uyumsuzluğun. Sonra o defteri bitmeden değiştirmeye karar verdiğim ve bugüne dek hala yenisini alamadığım için o kaleme de bir süredir ihtiyacım olmadı, diğerlerinin yanında durması gerekiyordu öylece. Ortalıkta görünmediğini ne zaman fark ettim bilmiyorum ama senin ortadan kaybolmaya karar vermenle aynı zamanlara denk geldiği şüphesiz. Bugüne dek aptalca bir temenniyle beni arayacağını sanıyordum. Bugünse biliyorum ki, aramayacaksın! Eğer bir gün beni aramaya karar verirsen senden önce kalem çıkacak ortaya. Çünkü kolay kolay bi’şeyler kaybetmem ben... Lisede kullandığım kalemi bugün kullanmıyorsam tek sebebi kurşun kalem kullanmıyor olmamdır, fakültede Fatih hoca’mın sınavlarına girerken kullandığım kalem de durur hala kalemlikte, ders notları da kitaplıkta elbette. O yüzden bu kalemi de kaybetmediğimi, bir yerlerde unutmadığımı vb. gayet iyi biliyorum. Seninle bağlantılı olabilecek tek nesne oydu ve sen gitmeden önce o gitti.Şimdi de biliyorum ki, sen geleceksen eğer bi’şekilde kalemde ancak o zaman çıkacak ortaya. Yani muhtemelen hiç çıkmayacak =(

Hayatım bir film olsa ve ben de yönetmen olsaydım mesela, bir sonraki kare de elinde bir başka dolma kalemle çıkar gelirdin. Bu kadar! Replikler falan hiç önemli değil ya da dekor ve figüranlar. Çünkü benim repliklerim belli, sen ne söylersen söyle değişmeyecekler. Seninkilerse bugüne dek söylediğin her şey gibi dikkatle dinlenecek sadece. Varsa anlatmak istediğin bi’şeyler dinlerim yine seni, bu kez üstüne tek bir söz söyleyecek değilim, bir sorum var sadece, tek bir basit soru, yanıtlamak istersen onu yanıtlarsın, sonra ben başlarım tiradıma. Verdiğin ya da vermediğin yanıta göre değişecek birkaç yer var tiradın içinde ama ana fikri değişmeyecek cümlelerimin. Sonra da sahne değişecek zaten, film başka bir mekânda devam edecek. Benim filmimde böylesi olurdu, senin filmini bilemem elbette.

Kolay kolay bi’şeyler kaybetmem ben” gibi iddialı bir laf ettim ya, nesnelerden ziyade kaybolan insanları düşündüm de; hangilerini ben kaybettim, hangileri beni kaybetti, hangileri kayboluverdi sessizce, hangileri yaygaralar kopardığı halde çıkıp gidemedi bir türlü diye... Bir kez daha gönül rahatlığıyla söyleyebilirim aynı cümleyi.
Güçlü bağlarla, ağlarla bağlanırım onlara, koruyup saklar, gerekirse savunurum cümle âleme. Gösterilmesi gereken ilgiyi gösterir, (varsa) yapmam gereken her şeyi yaparım hiç erinmeden/gocunmadan. Hayatımın neresinde durduklarını bilirim hepsinin tek tek, bu yüzden işte kolay kolay kaybetmem ben hiçbir şeyi, hiç kimseyi...

Read more...

Pazartesi, Ağustos 06, 2007

yeşil mevta

Bir deneyelim bakalım:

İçim yanıyor. Canım acıyor. Kocaman bir kerpetenle kalbimi kanatıyorlar, tam ortasından sıkmışlar. Kim onlar anlatamam size. Karşı koyamıyorum. Karşı koyacak gücüm yok, benden kat kat kuvvetli bunu yapan. Midem bulanıyor, kusmak istiyorum. Sanki damarlarımdan bütün kanım çekildi, içimi oyuyorlar sanki kör bir bıçakla. Her nefes aldığımda sıkışıyor kalbim, bu son nefesim herhalde diyorum hepsinde. Her nefesim keskin bir kılıç sanki bir samuray kılıcı gibi (ne ironi ama) dudaklarımı, dilimi, damağımı, nefes borumu, akciğerlerimi,kalbimi parçalıyor. Nefes verirken açılan yaralara kolonya, alkol, tuz döküyor sanki...
Foucault Hapishanenin doğuşu’nda, idam cezası alan bir mahkûma yapılanları anlatır hani. Cellât, önce kızgın kerpetenle kollarından, memelerinden, kalçalarından, baldırlarından et parçaları koparır mahkûmun, diğer cellât, kerpetenin vücutta açtığı deliklere, kızgın yağ, kurşun karışımı döker. Yetmez, mahkûmun eklemeleri kopsun diye kol ve bacaklarına 4 at koşulur ve bunlar ayrı yönlere doğru kırbaçlanır. Eklemler kopmayınca atlar 6'ya çıkarılır. Kollar ve bacaklar kopar ama mahkûm hala hayattadır. Finalde mahkûmdan kalan parçalar meydanda yakılır ve küller rüzgâra savrulur hani. O işkenceyi bana, benim hislerime yapıyorlar. Canım yanıyor! İçim acıyor!

Ne yazabiliyorum olan biteni ne de anlatabiliyorum kimseye. En kötüsü de bu galiba. Hayatımın pek çok döneminde yalnız oldum, yalnız kaldım ama hiç bu kadar yapayalnız ve çaresiz hissetmemiştim kendimi bugüne dek. Bu nasıl bir deneyim Allah’ım? Bunu ben nasıl yaparım kendi kendime. Arabaya atlayıp, delice amaçsızca basmak istiyorum gaza. Fonda çalan bir şarkı bile yok. Rüzgârı hissetmek istiyorum yüzümde, saçlarımda ve motorun sadece benim elimde/bana bağlı olan gücünü. Bu kadar basit bir şeyi yapamıyor olmamın bile tek sorumlusu benim üstelik. Çektiğim acının yegâne sorumlusu olduğum gibi...

Küfür falan bir yana, en nefret ettiğim sözcüktür şerefsiz. Benim için içi çok dolu bir kavram olduğundan değil ya, yine de tecavüzcü pisliklerden başka kimseye söylediğim duyulmamıştır. Şimdi ağız dolusu söylüyorum. “ŞŞEREFSİZ PİSLİK” diye. Bela okumam hiç kimseye. Şimdi “LANET OLSUN” diyorum. “LANET OLSUN sana da, verdiğin selama da” Nasıl pis, nasıl şişmiş, nasıl domuz gibi bir Egon varmış meğer. Hiç utanmadan, dünyanın öbür ucundan ve daha ilk günden! Sen nasıl bir adamsın! Şerefsiz! Nasıl bir pişkinlik bu, nasıl bir mide, utanmadan beni nasıl davet ediyorsun oraya! LANET OLSUN SANA! SENİN OLMAYA ÇALIŞTIĞIN YÜREKLİ ADAMA! Dilerim kendi egonda boğulursun bir gün, yapayalnız!

Lütfen birileri gelip hafızamı silsin. Allah’ım şimdi yatayım ve uyandığımda onunla ilgili bildiğim her şeyi, onunla öğrendiğim her şeyi, yaşadığım her şeyi, yaşattığı acıları, mutlulukları ne varsa işte her şeyi tüm deneyimlerimi sil aklımdan, zihnimden, yüreğimden. Başka türlü nasıl dayanacağım ben bu sancıya. 48 saat bile olmadı olan biteni öğreneli, daha fazla acı vermekten korkuyorum kendime. Ya da bu acıyı dindirecek bir aptallık yapmaktan! Kabul ediyorum, evet yapmamalıydım. Bana ait olmayan şeyleri karıştırmamalıydım, ama yapmasaydım hiç bi’zaman bilemeyecektim ne kadar aşağılık ve Egosu tatminsiz bir ŞEREFSİZ olduğunu.
Ah yaptım da ne oldu! Neden zamanında yapmadım tüm bunları, aptal durumuna düştüm bir de karşısında. Şerefsiz, bana “vah yazık” demiştir muhtemelen o konuşmadan sonra. Yazıklar olsun bana, bunu çok daha önce öğrenebilecekken olgunluk göstermek uğruna yapmayışıma...

Ve bir de hayatta herkesten ayrı tuttuğum “dostum” dediğim S. var tabi. Eğer biliyorsan ki bilmediğine hiç ihtimal vermiyorum ben, bu PİS ŞEREFSİZ daha dün bana “hiç arkadaşım kalmadı” diye ağlıyordu, en yakınında bir tek sen varsın, söylememiş olması imkânsız. Bana bile ilk günden selam verdiğine göre... Offf offf nasıl aptal durumuna düştüm böyle.

Allah’ım aklıma mukayyet ol. Hatta olma vazgeçtim, sadece bir kısmını al geri, sil, yok et. Hatta bazı yetilerimi kaybedebilirim buna karşılık sorun değil, koku alma duyumu da silebilirsin mesela. Pazarlık yok mu diyorsun? Öyleyse çok daha güçlü, çok daha yürekli bir genç kadın olarak çıkmama yardım edeceksin, daha batacak olamam değil mi, dip burasıydı?






iki satırlık adamları musallat ettik ömrümüze
bundandır böyle dibe vuruşumuz...

Read more...

Cuma, Mayıs 04, 2007

gün batımı mavisi

Yayınlanacak bir sürü taslak var aslında, çok ciddi çok mühim memleket meseleleri var, yapılacak bir sürü medya dedikodusu var, lig bitiyor şampiyonluk yarışı, kupa heyecanı var, yolculukta tanışılan ilginç insanların ilginç hikayeleri var. Var oğlu var...

ben.....
"ben sensiz istanbul'a düşmanım"

Albümü aldığım ilk 2-3 gün bu şarkıdan ilerisini dinleyememiştim (oysa ki panzehiri 4. şarkı "Olduğu Kadar"mış, nereden bileyim) bugün ilk kez klibinide izledim tam oldu. "Oh be iyi geldi bu yol bana, sakinleştim, İstanbul’a da bahar gelmiş insanlar şenlenmiş oh ne alâ ne alâ" derken bir vitrin camından içeri baktığımda aynı anda bi'sürü plazmada birden başlayan klibi gördüm. Hızla içeri girdim, oldukça hoş bi'bey "Buyurun" dedi, "Şu televizyonların sesini açmanız mümkün mü acaba?" dedim, "Tabii, olabilir" dedi şaşkınca. Ve 4 dakika 41 saniye süren bir şölen başladı benim için. Müzik şöleni, zevk şöleni, acı şöleni, ne derseniz deyin... Piyano, vokaller, kemanlar, davullar, vokaller, sözler.

"Muhteşem bi'şarkı" deyince dünyaya döndüm.
"Kesinlikle öyle, te..." (teşekkür edip çıkmak niyetindeyken)
"Çok yeni bi'şarkı değil sanırım."
"Hayır, aslında eski denemez, yani şarkı kasımdan beri biliniyor ama şubatta çıkardılar bu albümü?"


Muzip bir gülümsemeyle
"Baştan sona ezbere söylediniz de"

O an fark ettim nasıl göründüğümü, siyah takım elbise, topuklu pabuçlar, minik bir çanta, daha düzgün toplanmak üzere açılmış ve klibi görünce açık kalmış (muhtemelen şarkıya playback yaparken hafiften sağa sola savrulmuş) fönlü saçlar. Ne davranışım, ne dinlediğim şarkı kılığıma hiç uygun düşmüyordu, şaşırmakta çokta haksız değildi.

----------------------------------------

13 gün sonra bir yıl olacak seni görmeyeli, hayır hala günleri saymıyorum takvime bakınca fark ettim geçen zamanı. Dün, bugün, 2 ay önce ya da daha önce yaptığım gibi "kelimelerden alacaklı bir sağır gibi içimi döktüm bugün, yokluğunla konuştum" benim yelkenlilerim kestiğim ümitlerden değildi ama "yokluğunda ne gidebildim ne de kaldım", "gerçek miydi tutunmaya çalıştıklarım" bilemedim, hiç bi'zaman öğrenemeyeceğim ama yine de "gel, gel, gel, gel ben sensiz İstanbul’a düşmanım" diyordum bağıra bağıra. Oysa biz hiç İstanbul’da yaşamadık seninle, İstanbul’u hiç yaşamadık beraberce ve bu yüzden bulaştırmayacağım hayalini İstanbul’uma. Ve bu yüzden işte bugün en sevdiğiN gülüşümle, her fotoğrafta "işte bu dediğin" bakışlarımla flört ettim o hoş beyle, oturdum bi'kahve içtim, müzikten İstanbul’dan Kadıköy’den vapurlardan konuştum onunla. Zannettiğim kadar acımadı içim biliyor musun, hatta hiç acımadı. Evet aklıma geldin, karşımda ki sen ol istedim bi'an ama sonra geçti. Geçiyor yani, geçecek.

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP