beklenti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
beklenti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Mart 30, 2008

3 keRe a,a,a 3 keRe b,b,b 3 keRe a 3 keRe b . . .

Aslında tek istediği koşulsuzca sevmekti.
Bulutlara bakıp hayal kurmak istiyordu, saçma sapan.
Can sıkıntısı nedir bilmeden coşkuyla sevmek istiyordu.
Çiçeklerden en çok neyi severdi çoktan unutmuştu, hatırlamak istiyordu.
Denizin mavisinde kaybolurdu belki sevince.
Eskileri hatırlamadan, kıyaslamadan sadece sevebilir miydi, bilmiyordu?
Farklı ve özel hissederdi belki sevince.
Güvenince koşulsuz, her şeyin üstesinden gelinirdi belki.
Hayata bir çizik atardı belki sevince
Işıldardı gözleri sevilince
İhtimaller dâhilinde miydi mutluluk yoksa
Jelibon gibi eriyip gider miydi tadını alamadan.

Kalbini açabilmek ne zamandır böyle zordu, ne zamandır
Labirentlerinde debelenip duruyordu,
Mayınlara basmadan çıkabilecek miydi içinden,
“Neden ben?”in var mıydı bir yanıtı.
Oyunlardan sıkılmıştı çoktan ve
Özlüyordu huzuru öylesine çok.


Parçalarını kendi elleriyle toplayıp
Ruhunu tazelemeliydi.
Sandıklardan çıkarıp umutlarını
Şarkılar söylemeliydi neşeyle
Toparlanıp yola çıkmalıydı
Uzun uzun yollarda gecelerce yol alıp
Üzüntülerini bilmediği bir limanda fırlatıp atmalıydı.
Vardığında tek duymak istediği
Yosun kokusu, yaprak hışırtısı ve günaydın diyen bir sevgili fısıltısıydı…

Read more...

Pazar, Ocak 27, 2008

şizofRen mavi

Bütün gün elinde telefonla bekleyince telefon çalmıyor. Hiçbir zaman çalmadı, bundan sonra da çalmayacak. Sen ne zaman ki unutacaksın o telefonu ancak o zaman çalacak. Bunu yıllar önce algılamış ve de aylar önce kelimelere dökmüş bir bünye olarak hala böyle davranmanı tamamen pms ye bağlıyorum. Asabiyet, alınganlık neyse de aynı zamanda salaklık yaşatan tek pms’de seninki herhalde yeryüzünde.

Hayır aramayacaksın, üstelik adın kadar iyi biliyorsun aramayacağını, derdin ne o zaman? Niye yine kendi kendine bu gel-gitler. Minik yeşil tuşa basıp basıp kapamalar. Sen arasan “kalk hadi ada’ya gidelim, fotoğraf çekelim, sana bisiklet ısmarlarım bisiklete bineriz biraz” desen ne diyecek? Patlamış balonları şişiremezsin kuzum, hep bir yerlerden hava kaçırır o...

—Ama...

Biliyorum, çok yaklaşmıştın. Böyle hissedebileceğini hiç ummuyordun, tazelendin, ümitlendin, umutlandın. Ama bak yükleme “geçmiş zamanın” hatta “geçmiş zamanın hikâyesi”. Bırak lütfen! Olacağı varsa olur, olacaktır zaten. Yeter ki sen kurma, kurgulama ve hatta çabalama. Bırak duymak istediğinde arasın seni, birlikte vakit geçirmek için ayarlasın saatini. Sen daha bir saat bile beğenip alamadın koluna. Bir saatin bile yokken nasıl kuracaksın zamanı?

Yeniden yaralanacak kadar iyileştin mi sanıyorsun. Biraz daha sakın kendini. Bırak nazlı, kaprisli bilsin. Bırak tanımaya, anlamaya çalışsın, çabalasın biraz.

Hem nedir bu baygın hallerin. Yettin artık. Kendine gel! Tamam, kuyruğu dik tutmak zor. Bunu da yazmak lazım uzun uzun haklısın. Yoruluyorsun. Daha çok yorulacaksın. Ama sen 2 yıl önce de böyleydin. Sana “sen seçtin kızım, kendin kaşındın” diyenlere neler diyordun hatırlasana. Onlar koca dönemde 4 dersi veremezken sen bir günde 5 sınavı geçiyordun. Ne değişti? Yine sen seçtin. Yine zoru seçtin. Bu kez hem zoru hem en dibi seçtin. Süslü bahçelerin gülü olabilecekken yol kenarındaki çalı oldun. Ne dedin kendine? En gür en yeşil çalı olacağım demedin mi?

Niye şimdi bu ilk sıkıştığında istifa mektubu yazmalar. Bu sefer yağma yok. Kredi mi alırsın, tefeciye mi borçlanırsın ne bahane bulursun kendine bilmem. Bu iş bırakılmayacak.

—Ama...

—Hayır, yat uyu artık, yarın dünya kadar işin var.

—Ama saat daha erken.

—İyi biraz kitap oku madem, kapat şu bilgisayarı.

—Ama müzik! mp3 çalarım da kayboldu zaten.

—Seni "ama" demekten men ediyorum! Git n'apcaksan yap şimdi...

Read more...

Salı, Kasım 06, 2007

masmavi

Hissediyorum, çok güzel bir gün olacak bugün.

Serin ama güneşli ve keyifli bir pazarın ardından, bol yağmurlu sakin bir pazartesi bitti. Tesadüfler ve rüyalar bitmek bilmiyor.

Güne DOSTUM dediğim nadir insanlardan birinin sesiyle başladım. “Ne uyuyorsun kızım, kalksana teyze oluyorsun” diye çığlık atıyordu. Çığlık attım, kahkaha attım ve sevinçten ağladım konuşurken. Daha fasülye kadar bile olmayan bi’şeyin insana bu denli mutluluk vermesi ne garip!

Son anda metroya yetiştim, içerde M.yle karşılaştım, güle konuşa inerken C.yi gördüm. Sadece kalabalıkta kaybetmemek için koluna girdiğim M.yi sevgilim sandı. M.de fark etti bunu, bozmadı hatta devam etti. C. “hayatının yoluna girdiğine sevindim” gibi abuk ötesi bir cümle kurdu. ‘Hayatımın rayından çıktığını kim söyledi ki sana?’ deyince şapşallaştı. “Yok, öyle değil de siz ayrıl..” diye başlayacak oldu, yanımdakini sevgilim sandığı için devam edemedi. “Merak etme, çok mutluyum” dedim. Söylediklerine bir nebze olsun aldırmadım. M, “kimdi bu?” diye çıkıştı. Onun en yakın arkadaşlarından biri dedim. “iyi yapmışım o zaman, ne işi varmış İstanbul’da” diye sırıttı. Ben de sırıttım.


Dönerken otobüste zınk diye bu şarkı çalmaya başladı kulağımda.
Ben yeni şarkıyı yüklemedim ki bu alete, adım gibi biliyorum. Hem ondan haber almışken, onu düşünmem gerektiği halde düşünmediğimi fark etmişken. 1 yıl önce bugün dinlesem bu şarkıyı ağlamaktan şişerdim herhalde. Ayrılık sebebimiz, memleketi ve hatta adı, ne ararsan var sözlerinde. Şimdiyse gülümseyen yüzümü görüyorum yansıyan camdan. Gülümsüyorum. Ben yüklemedim bu şarkıyı müzik çalara, biliyorum. Kurcalamıyorum hiç.

Yağmurda bi’güzel ıslanıp eve geldim. İ. benim için çok güzel şarkılar çaldı. Yani bana çalmadı aslında bütün sourberry dinleyenlere çaldı ama ben çok keyifle dinledim, diğerleri umurumda bile değildi =) Kâh eğlendim, kâh içlendim, güzeldi.

Oturup bi’şeyler okudum. Çok hoşuma gitti. Bir kahve yaptım bol köpüklü, çikolatamda vardı keyfim tamamdı. Yalnız magnum çikolata üretmiş kimse bana haber vermemiş, bana haber vermedikleri gibi bizim civardaki tüm marketlerde stokları tüketmişler. Aşk olsun efenim, teessüfler hepinize yani.

Aşk olsun demekle, aşk oluyor muydu sahi?

Umrumda değil, bugün çok güzel bir gün olacak biliyorum, hissediyorum.
Senin günün de güzel geçer umarım.

Read more...

Salı, Temmuz 31, 2007

moR-mavi-laciveRt


Etrafımdaki herkes kaygılı, üstelik aynı herkes ben bu kadar iyi ve mutlu [göründüğüm] [olduğum] (ben bile bilmiyorum doğru yüklemin hangisi olduğunu) için neredeyse bana kızgın. Oysa iyi [olmam] [görünmem] kaygısız olduğum anlamına gelmiyor. Elif’in geçenlerde dediği gibi oturağımın olmaması oturaksız bir insan olduğumu mu gösterir ki?
Bu “iyi” halime eşlik etmekte olan vurdumduymazlık halinden kelli birkaç gündür, doğru dürüst okumuyordum readerda biriken yazıları. Sadece şöyle bir göz atıyordum kim nerede ne yazıyor diye, Türkiye’de neler olmakta diye. Dün gece geçtim başına hepsini okudum uzun uzun. Yorum yazmak istediklerim vardı ama mecalim yoktu aklımdakileri sıralı cümleler haline getirmeye. (Son bi'kaç yazıdan da fazlasıyla anlaşılıyor olsa gerek bu durum) Ama bir tanesine kayıtsız kalmam mümkün değildi. Ne zamandır özlemiştim zaten yazılarını. Üstelik bu kez renksiz için yazdığını görünce iki misli bir keyifle okudum yazdıklarını. Durum tespiti ve eleştirisi yapmakla kalmamış, yine çağrışımların peşinden sürüklenmiş yine kapağı kapalı dolaplarından üzerine düşünmeye değer bir sürü fikir çıkarmış Turuncu’cum. Bir kısmına orada söyledim zaten de, aklımda kalan bir kaçını daha belki sıralı cümleler haline getirebilirim burada, bir denemek istiyorum.

Bunu anlatmak güç demiş ama öyle güzel anlatmış ki: "Hiç kimse bir diğerini kurtarmakla yükümlü değil. Belki elimi tutabilirsin ama beni sırtlayıp içinde bulunduğum 'şey'den kurtarabilmen mümkün değil. Belki sana güvenip arkandan gelirsem mesafe katedebilirim ama bunun seninle alakası yok inan."
Evet bunun seninle alakası yok tam olarak. Kimseyle yok hatta. Tek derdim doğrularımla ve inandıklarımla bir bütün halinde yaşayabilmek. Herhangi bir şey için hırsa kapılmadan, sadece mutlu ve huzurlu olmak için atabilmek attığım her adımı. Hayatı kolaylaştırabilmek, basitleştirebilmek, bir bardak çayı bu benim için demlendi gururuyla içebilmek...

Hani “Atlas Vazgeçti” de denir ya; "Hiç kimse size hayatınızın kendinize ait olduğunu, iyinin de onu yaşamak olduğunu söylemedi", diye. Aynen öyle. Herkes kendi hayatını yaşasa basitçe, kendine yeten kadarıyla, mutlu bir dünyamız olacak aslında. Kapımızın önünü süpürsek her gün, sokaklarımızda temiz olacak aslında. Evet bencilce kendi hayatımı yaşamak istiyorum ben de, kimseden sorumlu olmadan, kimseye hesap vermek zorunda olmadan bana huzur verenlerle birlikte, mutlu olmak için çabalayarak. Bu demek değil ki gamsız ve vefasız insanın tekiyim...

Sadece “hiçbir şey yapmadan” yaşayabileceğimi bilmek istemiyorum, birileri ben bu şekilde var olabileyim diye çabalayıp dursun istemiyorum ya da birilerine miras (isim, para, şöhret) bırakabilmek için harcamak istemiyorum tüm hayatımı. Kendi hayatımı kendi bildiğimce yaşamak istiyorum. Bu yüzden kimse sırtlanıp kurtaramaz beni içinde bulunduğum bu “şey”den. En iyi ihtimalle cesareti ve sabrı olan(lar)la yürürüm bu yolda.

Gibi bi’şeyler işte...

Read more...

Çarşamba, Temmuz 04, 2007

gök mavisi


“Gitme” diyemem sana, “beni de al” hiç diyemem. Ya yerinde olmak isteyebilirim şu anda ya da yanında olmak. Gerisi teferruat...

Read more...

Pazar, Haziran 03, 2007

topRak Rengi

Hafta sonlarını sevmiyorum. Yazı sevmediğimi söylemiştim değil mi, artık hafta sonlarını da sevmiyorum.

Herkes tüm hafta boyu müthiş bir beklenti ve umutla hafta sonu planları yapıyor. Pazartesi sendrom var, zorla 1-2 rapor hazırlanıyor, Salı pazartesinden yarım yamalak bırakılmış işler yoluna konuyor ancak, Çarşamba ‘artık biraz çalışmak lazım hem haftanın ortasına geldik yupie’ nidaları ve perşembeden itibaren hafta sonu planları. "Cuma yemeği şurada yesek, oradan bilmem kimin konseri varmış oraya geçeriz, cumartesi kahvaltıyı Moda’da mı yapsak, karşıya mı geçsek şöyle Ortaköy’e doğru, sonra biraz sahilde geziniriz, akşamda bilmem kimin filmi varmış onu izleriz sinemada..." Bunlar genellikle şehir insanlarının planları tabi. Tam olarak böyle olmasa da 3 aşağı 5 yukarı herkes benzer bir koşturmaca içinde haftayı bitirip hafta sonunun gelmesini bekliyor. Tabi bütün büyük beklentiler gibi hafta sonları beklentilerinde de çuvallıyorlar. (bunlar çok genel geçer yargılarmış gibi kurdum cümlelerimi idare edin, elbette istisnaları vardır)

Ben de bu çuvallayan beklentiler yüzünden sevmiyorum hafta sonlarını. Alış-veriş merkezleri, şık lokantalar, sahil kenarı çay bahçeleri, otoparklar, İstiklal, Nişantaşı, Cadde, bütün şehir “bugün hafta sonu haydi eğlenelim” bakışlı insanlarla dolu sanki! “Bi’durun yahu ruhlarınız geride kaldı onları bekleyin iki dakika” diyesim geliyor her birine. O yüzden bugün karar verdim hafta sonlarını sevmediğime. Aslında zamanı parçalara ayıran ve sonrasında hep mutlu olmak için daha ileriki zaman parçalarını bekleyen insanoğlundan farklı bir tutum beklemek hata belki de. Şimdi sorsam bi’sürü insan yaz tatilinin hayaliyle yanıp tutuşuyor, oysa yazı hiç aratmayan bir kış geçirdi yaşlı dünya. Neden yaza bu özlem anlamam mümkün değil (evet evet ben yaz mevsimine gıcığım ondan oluyor tüm bunlar =))


Bir de Haliç’teki Redbull hava yarışlarına gidemeyecek olmama sıkıldım galiba o yüzden miskin bir gün geçirmeye karar verdim. Geç kalktım, kahvaltı sonrası gazete keyfini uzatımda uzattım, gazeteler bitti dergilere gömüldüm. Sonra baktım güzel bir esinti beni davet ediyor sokağa, rüzgarın kokusuna kapılıp, 7 tepeden birine attım kendimi, taze demlenmiş birkaç bardak çayla elimdeki romanın akışına bıraktım tüm zihnimi. Serinde bastıran uykuya dayanamayıp geri döndüm eve ve şurada tasvir edildiği gibi bir derin uykuya düştüm gündüz vakti. Kalktığımda kimseler yoktu. “Bizimkiler de beklentilerinin peşinden şehre atmışlar kendilerini anlaşılan, bi'de şu televizyonu kumandadan kapatmasalar” diye söylenirken yattığım yerden, kumandanın başucumda olduğunu fark edip bu seferlik unuttum küresel ısınmayı, israf ettiğimiz tonlarca enerjiyi. Minicik bir kırmızı düğme beni en sevdiğim Türk filmlerinden birinin en sevdiğim sahnesine ışınlamıştı çünkü. Azize, Türkan Şoray, palyaço kostümleri içinde, “gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar yeryüzünde sizin kadar yalnızım” diye şakımaktaydı. (Belkıs Özener farkıyla elbette) Huzurla ağladım! Var mı literatürde böyle bi’şey bilemiyorum ama ben huzur içinde ağladım şarkıyı dinlerken, filmi izlerken.
Herhalde dün Hatırla Sevgiliyi izlerken boğazıma düğümlenen yumruk da bu gözyaşlarıyla akmış gitmiş oldu. Sahi o nasıl harika bir bölümdü yine öyle. Necdet’in “sevilmek bu kadar güzel bi’şeyse, Yasemin’in beni sevmesi...” deyişi. Var mı Necdet gibi birileri yeryüzünde hala, varsa ben talibim! Tam bunlar geçerken aklımdan telefonuma gelen mesaj güldürdü beni, “kızım bu Necdet kesin yengeç burcu bak söylemedi deme” kedileri hiç sevmediğimden kelli “kedi burcu olsa kabulüm” yazıp yolladım ben de.


Çoktan yatmış olmalıydım bu saatte, uyuyamayacağımı bildiğimden yazıyorum bu lakırtıları aslında. Bir ılık süt getirir mi uykumu dersiniz, yoksa zuladaki birkaç şişe yakuttan mı medet ummalı? Ama hayır yarın dedemi ziyareti gideceğim. Hayatı boyunca bize içkinin ve sigaranın zararlarını öğretmiş dedeciğimin yanına alkollü gitmemeliyim. Karşısında el pençe divan duracağım üstü yazılı bir beyaz mermer taş da olsa, bu ona saygısızlık yapmamı gerektirmez değil mi?
Aldırmayın hiç, sayıklıyorum ben yine ve bir de şarkı mırıldanıyorum beceriksiz ıslığımla...

bir gün daha yaşandı ve bitti,
bütün hüzünleri ve bütün kederleriyle
herhangi bir gündü, çok önemli değildi....

dibine not: bir kez okudum ama muhtemelen vardır yine yazım hataları, anlam kaymaları, özne-yüklem çekişmeleri. ben onları salim bir kafayla düzeltene kadar siz çoktan okumuş olabilirsiniz, readerlar 3 vakte kalmaz haber verir zaten. şimdiden affola!


Read more...

Salı, Mart 27, 2007

masmavi

ne gerek var bu kadar kısıtlamaya acaba. son bi'kaç aydır O'nunla ilgili yazmamak konuşmamak düşünmemek için her şeyi yapıyorum. ayık ya da değil fark etmez, sarhoşken bile bilinçaltımı, alt beynimi kontrol etmeye çalışıyorum. ne gerek var halbuki, daha fazla bastırıyorum böyle yaparak. O'nu geriye ite ite daha büyük bir patlamaya zemin hazırlıyorum sadece, başka bir işe yaramıyor yaptıklarım.

şimdi nereden çıktı bu? geçen geceden. nicedir yazamadığım roman(ımsı) tıkır tıkır dökülünce klavyeden -ki normalde bilgisayarda yazmam- ve ilham kaynağımın, tetikleyenimin O olduğunu fark edince/kendime itiraf edince anladım ki, gizlemeye çalışmanın kimseye bir faydası yok. hele bana hiç yok. sonuçta O da, çocukluğum gibi, okul yıllarım gibi bir parçası hayatımın. en az diğer parçalar kadar mühim yer kaplıyor beynimde ve yüreğimde. bugün büyüdüm diyorsam, payı o kadar büyük ki... evet bitmemeliydi en azından bu şekilde bitmemeliydi ama gidişi bile hiç yaşamadığım bir deneyim oldu. bir ilki daha onunla yaşamış oldum. giderken bile bir başka yaşanmışlık (ne biçim bi'kelime bu ya) bıraktı bana. terk edilmek böyle oluyormuş demek, bunu da sayesinde öğrendim.

bu kadar basit işte. niye abartıyorum ki? yorgunluğumun ve O'nun canını acıtmak için duyduğum hırsın asıl sebeplerini de bildiğime göre, neden bu kadar fazla kontrol ediyorum kendimi. rahatla, düşüneceksen düşün, yazacaksan yaz, ağlayacaksan ağla, her şey nasılsa olacağına varıyor hayatta.

en basit hayat kanunu değil mi bu (yoksa bu da mı murphy'nin marifeti): iş ararken bulamazsın, bir işe “evet” dersin 99 tane teklif gelir, aylarca “ben yalnızım çok yalnızım” diye gezersin, tam birine "galiba bu o" dersin, aynı günlerde 3 tane daha adam çıkar "yoksa bu o mu?" dedirten, günlerce beklersin telefonun çalmasını, alo dediğin anda sesinin nasıl çıkacağının bile denemelerini yaparsın defalarca, telefonla yatar telefonla kalkarsın, ne zaman ki unutursun öyle bir telefon beklediğini, kalabalık bi'yerde neşe içinde arayan numaraya bile bakmadan açarsın telefonu, beklediğin sestir alo diyen...

tam da bu yüzden beklentileri minimumda tutmak lazım, her türlü ilişkide. beklentisiz ilişkilerin insanı olmak lazım. en azından beklemek ama o beklentiyi arzın merkezine yerleştirmemek lazım. geçen gece işte, beklediğim en son şey bile değildi bana "merhaba" demesi, öyle olsa kasadan gelen o harıl hurul sesleri duyduğum an, "kesin bana selam verdi" der açardım ekranı, ve eğer heyecanla böyle yapsaydım kesin bambaşka birinin selamıyla ya da alakasız bir virüs uyarısıyla karşılaşırdım....diyeceğim o ki, bu kadar kontrol delisi olmamak lazım, akışına bırakmak lazım unutmak için ve de inanmak lazım masal olmak için...

diğerleriM size söylüyorum, zeynebim sen anla...

Read more...

Pazartesi, Mart 26, 2007

yosunlu deniz mavisi

Çok küçüktüm "aşktan meşkten en iyi ben anlıyorum bre ahali, savulun" diyecek kadar küçüktüm daha ya da belki de o zaman gerçekten güçlü, kocaman bir kadındım. Bilemedim şimdi...
O zamanlarda 40'lı yaşlarındaki bakkalımız Erol ağabey söylemişti bu sözü, şimdi şimdi galiba haklıymış diye anlıyorum onu zaman zaman. Demişti ki : "senin sevdiğin bi'adamla değil, seni seven bir adamla mutlu olabilirsin ancak ömür boyu."
Küçücük çocuğa söylenmeyecek kadar iddialı bi'laf bence. Ama iyi ki söylemiş anlamasam da tam olarak ne dediğini, anlamaya çalışmış düşünmüşüm üzerine ki bunca yıl sonra bile oturup yazıyorum hakkında.
Mesele tam olarak Selvi Boylum Al Yazmalım sendromu, Asya'nın ikilemi aslında. son bölümünde(17.bölüm/23 mart) Hatırla Sevgili'de de böyle bi'burukluk yaşandı ya ordan geldi tüm bunlar aklıma. (göz atmak isteyenler için şurada var o kısmı )
Neden acaba?
Neden hep aynı beklenti?
Bi'çeşit beklenti mi bu?
Yoksa hatunların efendi adam yerine piç tercih etmesi mi duruma denk düşen açıklama. Böyle olsa Asya, Cemşit'i bırakıp İlyas gitmez miydi? peki ya Yasemin ne yapacak şimdi? tüm bunlar soru işaretiyken kafalarımızda (sizlerin değil canım, ben ve diğerleriMin) nasıl evlenebiliriz biz?
Bu bulutlar dağılmadan, nasıl birlikte olunur hastalıkta sağlıkta, iyi günde...
Sevgi, emektir evet kabul ama her şeye rağmen yüreğimizi hoplatan ne o zaman?
Bilemedim işte,
Sayıklamışım yine.
Ayıldım şimdi, dağılın sizde.
Posted by Picasa

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP