nikah-düğün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nikah-düğün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Haziran 03, 2012

bitmez yeşil

Amma da uzun bir gündü bu....

Annem iyiye gidiyor. Ama geçen hafta bugün soran olsa, ambulansla acile gittiğimiz gecenin sonunda olduğumuz için, oturur ağlardım herhalde. Neyse ki en son MR'larını doktora gösterdik ve korkulacak bir durum olmadığını söylemesiyle rahatladık. Verdiği ağrı kesici yeterince tesir etmedi ama onu da hafta içi tekrar gidip konuşacağım artık.
Yalnız annemin MR'larını gören uzman doktorun, "LP (belden sıvı alınması) yapmamız gerekiyor, eğer beyindeki sıvı yoğunluk fazlaysa şant takmamız gerekebilir" deyip yüreğimi ağzıma getirdikten sonra, muayenehanesine gittiğimiz profesörün, "her şey normal, korkulacak hiçbir şey yok, tümörü çıkardığımız yerdeki dokular büzüştüğü için bu ağrılar olabilir" demesi o kadar sinir bozucu ki... Hatta şant fikrini profesöre söylediğim zaman hafif gergin bir tavırla "bakın onların yanıldığı nokta..." diye başlayıp bütün konuyu ders anlatır gibi anlatınca anladım ki, bu ülkede öksürük ve burun akıntısı için bile iki farklı uzmandan fikir almadan ilaç almamak lazım. Beyin tümörü gibi bir konuda, nörolojik bilimler enstitisü denilen yerdeki uzman doktorun fikri bile, deneysel bir yaklaşım oluyorsa (biz belden bir sıvı alalım bakalım, sonra gerekirse şant, gerekmezse "yok bi'şey der" yollarız geri) kimseye güvenmemek lazım.

Neyse, ne diyordum. Bugün çook uzun bi'gündü hakkaten...

Önce annemin fizik tedavisi için tavsiye üzerine Ataşehir'de bir doktora gittik. Annemin keyfi yerindeydi. Dönüşte iş yerinden babamı da alalım öyle eve gidelim dedik. Kardiş'le "oradan mı girelim, bu yoldan mı çıkalım" derken bir baktım O'nun sokağının başına gelmişiz. Nabzım bir anda 300 falan atmıştır herhalde. Sanki köşedeki marketten gülerek çıkıp gelecekmiş gibi... Bir anda bütün ayarım bozuldu.
Neyse sonra babamı aldık. Annemi iyi gören kardiş, Ali Usta'da döner ısmarladı. Annem gayet neşeli eve dönüş yoluna koyuldu. Eve gelince, en yakın komşumuzun kızının düğünü olduğunu hatırladık. Yani unutmamıştık aslında, annem dün akşam kına gecesine bile gitti yarım saatliğine. Eve gelince tutturdu bana "giyin sen de git" diye. İtiraz etmedim. Kaç aydır gün yüzü gördüğüm yok, bir kahve içip iki satır sohbet etmeye hasretim zaten, dedim "zeynep süslen çık şekerim, lorke'yle kara üzüm habbesi çalar, iki göbek atar, bir halay çekersin, havan dağılır." kalktım hazırlandım. Taa geçen yıl alıp hiç giymediğim bir elbisem vardı, ütüledim, saçlarımı yıkadım, kuruttum şekil verdim. Ve topuklu ayakkabılarımı çıkardım. Sanki asırlar olmuş giymeyeli. O'nunlayken yazılmamış, gizli bir kural gibiydi, topuklu ayakkabı giymemek. Oysa kendimi ne kadar da seksi hissederdim, onun yanında topukluyla olunca. Okan Bayülgen'in yanındaki manken sevgililerinden biri gibi :D Tam bunları düşünürken, davul zurna sesi geldi dışarıdan. Baktım ki, damat tarafı, gelin almaya gelmiş. Davul zurnayla sokak ortasında oynayan bir grup insan var ortalıkta. Komşuların hepsi camlarda falan. Nasıl da güzel bir manzara.
Giyindim, makyajımı yaptım, hazırlandım, annem uzun zamandır beni öyle görmediği için, çok heyecanlandı. Bir anda bir sürü şey söylemek isteyip, hiçbirini söyleyemedi. "güzel kızım, güzel kızım" diye yolladı beni.
Salona gittiğimizde önce tesadüfen gelin odasına girdim, taze çifti tebrik ettim, o arada laf olsun diye damat beye, "davul zurnayla geldiniz ama uzun uzun çaldılar, kolay kolay alamadın herhalde kızı evinden?" dedim. Gelinin annesiyle ablası yanlarındaydı, onlara dönerek "bu evin en değerlisini, en kıymetlisini aldım ben, tabi kolay olmadı ama sabaha kadar olsa yine beklerdim" dedi. "Oooo, aaaa" falan güldük geçtik içeri.

İnsanın hafızasını tetikleyen bazı cümleler var ya, işte o cümlelere kafam girsin. Var olduğunu bile hatırlamadığım şeyleri tetikledi çıkardı yerinden. O'nun en yakın arkadaşı ve babası beni istemeye geldikten kısa bir süre sonra ikna turları kapsamında babamın iş yerine ziyarete gitmişler. Arkadaşı, babamla yaptıkları konuşmayı anlatırken sevgilimi alıp karşısına demiş ki, "siz evlendiğinizde sen bu adamın bütün hayallerini, hayatı boyunca umut ettiklerini, her şeyini almış olacaksın." (ya da işte bu mealde bir şeyler.) O'nun anlatmasına göre arkadaşı, babamın bu laflarından etkilenmişti. Ama O bana bunları anlatırken, babamın bu sözleri O'na hiçbir şey ifade etmiyordu. O'nun için, "nedir yani, kız gelmiş 30 yaşına, tabi evlenip gidecek, ne gerek var bu ajitasyona" durumu vardı. Belki eskiden, yani ilk zamanlar böyle düşünmüyordu, son zamanlara geldikçe sıkıldı yaşananlardan, o yüzden öyle dedi. Belki de aslında hep böyle düşünüyordu da ben görmek istemedim bunu. Babamla benim aramdaki bağ, O'nun için hiç bi'zaman bir şey ifade etmedi belki de... Bilmiyorum. Ama şu bir gerçek O'nun böyle bir hissiyatı, böyle bir düşüncesi varken evlenmediğimiz isabet olmuş. Beni bu kadar değersiz hissettiren bir adamla, nasıl da... Offf.......

Bütün gece hiç bi'şey yokmuş gibi halay çekip, göbek attım be günnük. Biraz nefes almaya ihtiyacım varmış hakkaten. Şöyle kimseleri tanımadığım bir New York City club'ında olsam da sabaha kadar dans etsem bu gece... Kimseyi düşünmeden, aklımda "oysa"lar, "keşke"ler, "peki ya?"lar, "ya sonra"lar olmadan, günün ilk ışıklarına kadar dans etsem...

Bugün bitmedi gitti be günnük, saat gecenin 3ü olmuş, ben hala sayıklamalarda....





Read more...

Pazartesi, Temmuz 30, 2007

boRdo

Hafta sonu yine bir düğündeydim. Yok yok kaçmayın hemen, evlilik hakkında ya da düğün-nikah organizasyonunun nasıl olması gerektiği hakkında ahkam kesmeyeceğim yine. Artık gına geldi bana hemen her hafta sonu, ne giyeceğim, kuaförde sıra var mıdır, of bu etekle bu ayakkabı olmaz, öbür ayakkabıya da çanta uymaz, ne yapacağım şimdi diye kara kara düşünmekten. (hemcinslerimin beni yürekten anladığını karşı cinse mensup sevgili okurlarında “of yine kızsal mevzular” diyerek çoktan sayfayı kapattıklarını tahmin ediyorum. Madem kız kıza kaldık iyice cıvıtabilirim bu dakikadan sonra. Hala okuyan erkek milleti mensupları ise tamamen kendileri kaşınıyor, benden söylemesi.)

Bu hafta sonu gardıroptaki tüm düğün/dernek kombinasyonlarımı tüketmiş olduğumdan ve alternatif kılık kıyafet alış-verişine çıkamadığımdan “ben gelmeyeceğim” diye rest çekmiştim evdekilere. Dedim ki; zaten yemekli düğün, davetiye babama ve eşine gelmiş, ne işim var benim orada. Annem önce bu durumu düğün sahibine söylemiş. (aslında çok yakın aile dostumuz ve komşumuz olurlar ama evlenen oğullarıyla benim, sadece bir yaz tatili yapmışlığımız var. Hatta o kadar uzun zamandır görüşmüyoruz ki yolda görsem tanımam belki o derece) Neyse gelmeyeceğimi duyan sevgili Emine teyze’de sağ olsun, küfrü basmış “kendine özel davetiye mi istiyor o...” diye. (Sizin de var mı böyle menopoz teyze komşularınız, hatta arkadaşlarınız. Bal gibi küfür eden ama o söylediğinde mümkün değil kızamadığınız.) Annem de eve gelip “senin yüzünden küfür işittim, kalk giyin geliyorsun” deyince, mecburen dolaptaki en nadide parçaya, sevgili kırmızı elbiseme kaldım. Bütün gece masadan kalkmayacak olduğum bir davet için giymeyi hiç istemezdim ama yapacak başka bir şey yoktu. Babamda “ben o elbiseyi görmedim hiç senin üstünde” deyince dayanamadım tabi. Eh hal böyle olunca mecburen kuaföre gittim, mecburen ojelerimi değiştirdim falan filan. Şimdi kızlar mutlaka biliyorsunuzdur ama söylemeden geçemeyeceğim bir şey var. En azından bana ders olsun, bi’daha yapmamak için not düşeyim tarihe. Göğüs dekolteli bir elbiseyi ne olursa olsun, ona uygun olmayan iç çamaşırıyla giymemek gerekiyor-MUŞ! Evden çıkarken ayna karşısında her türlü maymunluğu yapmış olmama rağmen kendini göstermeyen ve “tamam ya idare ederim” dedirten sutyen orada burnumdan getirdi resmen. Önce kollarımı kaldırdıkça koltuk altından kendini gösterdi meret, sonra direk dekolteyi sabote etmeye kalktı “ben buradayım ben buradayım” diyerek. Benim de yerimde oturmadığım, şıkıdık şıkıdık göbek attığım göz önüne alınırsa pek şaşırtıcı bir sonuç değil aslında bu. Ama ben bu sabotajlara pabuç bıraktım mı elbette hayır! Her 10 dakikadır bir tuvalete gidip ince ayar yapmak pahasına dans etmeye devam ettim =D

Hiçbir şey yokmuş, hayatımdaki her şey yolundaymış gibi eğlendim tüm gece. Sabahın köründe öten telefon alarmıyla dönebildim ancak gerçek dünyaya, akıp gitmekte olan hayata. Alarm çalalı daha bir saat olmasına rağmen ben kendimi hastanede bulmuştum bile. Kan vermem gerekiyordu, gerekli işlemleri yaptırdım ve tahlil odasına girdim. Ne kadar kaba olurlarsa olsunlar, özellikle devlet hastanelerinde ki sağlık personeline kızamıyorum ben. O kadar çok çeşit insanla uğraşıyorlar ki, işlerini yapmaya halleri kalmıyor. Fakat bugünkü gerçekten çileden çıkardı beni. Önce tahlillerle ilgili doktora sormayı unuttuğum bir şeyi sordum hemşireye. Sadece “Yoooooooo” diye cevap verdi. Evet, bu Türkçe de bir yanıt ama beni tatmin etmedi. “Emin misiniz bu durumun fark yaratmayacağına?” diye tekrarladım sorumu. Bu kez yanıtı daha uzundu “Hayır dedik ya!” Neyse dedim, daha fazla inatlaşmayım, şu kanı kolumu morartmadan bir alsın, sonra okurum bildiğimi (köprüye geçene kadar kime ne demek gerekiyordu =)) Kan alınan koltuk ve hemşirenin konumu hastanın sol kolunu uzatacağı şekilde ayarlanmıştı. Ben biraz yamuk oturdum ve sağ kolumu uzattım. Kolumu sıkacak hortumu bağlamak üzere bana doğru döndü, ilk kez yüzüme baktı ve “diğer kolunu aç” dedi. Bu tip durumlarda, zart diye “sen” denilmesine sinir olmak bir yana, bir de emir veriyor bana, “aç” diye. “Sakin ol” dedim kendi kendime, bu köprüyü geçmen gerek unutma. “Benim sol kolumda ki damarlar incedir, kolay bulamazsınız, bulsanız da çok kan gelmez”. “Ben bulurum damarı, böyle ters gelir bana” dedi bu sefer. Neyse dedim, fazla uzatma, damarın yerini kendin göster, artık bir testlik kan akar herhalde. Hortumu bağladı, steril pamukla sildi, “Şurası” dedim. Ters ters baktı ve gösterdiğim yerine soluna batırdı iğneyi. Kan man yok tabi. Çıkardı gösterdiğim yere daha yakın bi’yere batırdı. Bi’kaç damla geldi ama yeterli olmadığı belli. “Biraz daha aşağı doğru tut kolunu” dedi. İndirdik aşağı, 40-50 saniye falan bekledik öyle. Tüpün 2/5i dolmuştu ancak. “Elim uyuştu artık, yetmez mi bu kadarı” dedim. “İki tane örnek almam gerekiyor, bi’daha delik açmayalım diye tamamını bu tüpe alacağım, sonra bunun içinde ki diğer tüpe aktaracağım” dedi. Ölür müsün öldürür müsün?!
“Aah” diye inledim resmen ama aslında sinirden bağırmaya çalışıyordum “rica ederim sağ koluma takın şu tüpü, bundan o kadar kan çıkmaz!” “eh peki öyle yapalım madem” diye lütfetti. Hala bana kafa tutuyor aklı sıra. Yahu vücut benim damar benim, benden iyi mi bileceksin hangisinden ne kadar kan geleceğini. Hayır, madem sözüme güvenmiyorsun (olabilir normal) “nereden biliyorsunuz sağ kolunuzdaki damarların ince olduğunu” diye imalı ve bilmiş bir gülüşle sor bari. Biliyoruz ki söylüyoruz herhalde! Bunların hepsini içimden söyledim tabi =(
Sağ kolumda damarı hiç benim göstermeme gerek kalmadan şıp buldu ve 4-5 saniyede diğer tüpün 4/5ini doldurdu. Hiçbir şey söylemedi tabi, tüplere etiketleri yapıştırdı, elime tahlil raporunu verip, “Perşembe günü alırsınız” dedi. “Sağ kolum hala kanıyor, ayrıca morardı, küçük bir bant verir misin lütfen?” dedim. Sesim epeyce yüksek çıkmıştı bu kez. “Kusura bakmayın bant kalmadı, SİZ pamuğu arasına sıkıştırın öyle dursun kolunuz, geçer birazdan”

Tahlilin üstünden yaklaşık 6 saat geçti, ama ağrısı geçmedi hala. Kolumu üst raflara doğru ya da “aaa bak kuş geçiyor” diyecek şekilde uzatamıyorum, laptop neyim yani 2-3 kilodan fazla ağırlıkları taşıyamıyorum, yaz günü kocaman morarması da cabası. Üstelik o pamuklara nasıl bir antiseptik sürüyorlarsa artık, daha dün sürdüğüm ojelerinde neredeyse yarısı bozuldu. Bugün bunları anlattığım herkes, nedense beni “amaaan bu da dert mi geçer morluklar, sen Perşembe alacağın sonuçları düşün asıl” diyerek TESELLİ ETMEYE çalıştı. Yahu daha bugünden neden 3 gün sonraki sonuçları düşünüp canımı sıkayım ki. Ben değil miyim hayatı basitleştirmek, mümkün olduğunca günü-anı yaşamak derdinde olan. Şu anda en büyük sıkıntım, bozulanları mı düzeltsem, yoksa hepsini mi silsem acaba diye beni düşüncelere sevk eden ojelerim ve kolumda ki morluk. Ne giyeceğim ben yarın şimdi, hem dirseklere kadar kolu olan hem de bu sıcakta terletmeyecek bi’şeyler ayarlamam lazım. Ah evet buldum alış verişe çıkayım! Deliyim meliyim ama arada kafam çalışıyor böyle. Hem yeni alacağım kıyafetin rengine göre oje sorununu da çözmüş olurum. Heyt be aklımı seveyim. Alış-veriş için ne kadar harika bir bahane buldum yine =D

Read more...

Perşembe, Temmuz 26, 2007

kedeRli kıRmızı

“Nikah şahidi” takıldım kaldım bu tamlamaya. Zaten bu aralar “evlilik” mevzuunun her aşamasına takık durumdayım. Gün geçmiyor ki yeni bir evlenme, nişanlanma, kız isteme haberi duymayayım. Hayır önceki yazlarda da duyardım elbet ama 1 yılda insan arkadaş kitlesinin (hayran kitlesi gibi oldu bu da =) %60ını evlendirir mi yahu.
“Dünya evi”ne giriyorlar habire. Sorması ayıp benim yaşadığım ev ne evi? Çok mu hızlı akıyor zaman, ruhum mu çocuk kaldı hala bisikletle geziyor sahillerde... Anlayamadım, anlayamıyorum. Bu kadar karmaşanın arasına birde “nikah şahidi” takıldı aklıma. Niye dayı-teyze-babanın iş ortağı seçilir bu iş için illa. Yazdım daha önce, hukuki hiçbir olayı yok şahidin, öyle törene renk gelsin hesabı oturup imza atıyor o da sizinle birlikte. (Hoş imzanın da bi’olayı yok ya) Benim nikahıma şahit olacak olanın aşkımın, ilişkimin en azından bir dönemine, başlangıcına, bir hafta sonuna, bir konser gecesine bi’yerine işte şahadet etmesi lazım. Nasıl ki boşanırken gelen şahide “siz bunları kavga ederken gördünüz mü?” mealinden sorular yöneltiliyorsa, evlenmek için gelen şahidin de “evet bunlar artık evlensinler, çoluk çocuk yapsınlar yahu, çok yakışıyorlar birbirine” diyebilmesi lazım. Yamuluyor muyum yoksa gereksiz şeyler mi düşünüyorum?
Evet aslında biraz kızgınım şahit olmadığıma, daha doğrusu yerime geçenleri görünce üzüldüm. Hayatında belki de bir daha görmeyeceğin kadını niye sokarsın en mutlu gününün en güzel karesine. İlginç yaratıklar şu âdemoğulları...

Off, kafam bomboş, taktığım şeye bak. En dolu olması gereken zamanlarda boş bir saman çuvalı gibi hissediyorum. Anlamlı cümleler kurmaya yeter sayıda fikir bile yok içinde. Resmen sayıklıyorum.


Boşverin beni siz Attila İLHAN'ı okuyun en iyisi:


Zeynep beni bekle..

Zeynep beni bekle
Gece ağaçlarına yağmur çiseliyorum
Cam tozu su beyazı
Yalnızlığını mutlaka değiştireceğim
Bir yaprak halinde süzülüp saçlarına
Eski teşrinlerden
Kederli kırmızı
Zeynep beni bekle mutlaka döneceğim
Söyle kim önleyebilir buluşmamızı

Geceleyin ışıkları söndürdüğün zaman
Benim şiir kitaplarından sızan aydınlık
Elinde uyuyakaldığın heyecanlı roman
Pancurların çarpıldığı lodos geceleri
Rüzgârın değil benim

Pencerendeki ıslık
Her akşam koridordaki ayak sesleri
Yanlış çaldığını zannettiğin telefon
Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim

Hem bu ne ilk ayrılığımız ne de son

Pikapta Emin Ağa acemaşiran saz semaisi
Sokakta çocuklar saklambaç hırsız polis
Hayat akıp gidiyor olsam da olmasam da
Saati durmamalı ufak sorumlulukların
Resmi bırakmadın ya
Son çektiğin hangisi
Bak mektuplar birikmiş yine masamda
Fakülteler açılacak bak bugün yarın
Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
Başladığımız filmi birlikte bitireceğiz

Kim ne derse desin içimde delice bir his

Read more...

Pazartesi, Temmuz 16, 2007

kRem Rengi


Hafta sonu acayip yoğun bir nikah, düğün maratonun ardından ancak kendime gelebildim. Bana soran olsa 14 temmuz tarihinde yapılan düğünler dernekler 07/07 temmuz gününü 2 ye katlar derim. Katıldıklarım hariç 5 tane beni bağlayan evlilik töreni söz konusuydu. Gördüğüm gelin arabalarının, kuaförleri işgal eden gelin görümce yığınlarının ise haddi hesabı yok. (bu arada o süslü arabalara niye düğün arabası denmiyor da gelin arabası deniyor, kafama takılmadı değil)

Bu koşturmacanın sonunda kendimi festivale katılmış film eleştirmenleri gibi hissetmeye başlamıştım, organizasyonları eleştirmekten :D
Mesela, nikahlar bu işi zahmetsizce halletmek için biçilmiş kaftan lakin ben en başından memurun söylediği belediye başkanının bana verdiği yetkiye dayanarak cümlesinden nem kaptığım için tasvip etmiyorum. Ayrıca pek çok insan zaten nikâha alınan kırılan olamasın diye yakın uzak herkesi çağırıp, akabinde gerçekten eğlenmek birlikte olmak istediği insanlarla başka bir yemek/eğlence organizasyonu yapıyor. Bu yüzden yani asıl eğlence akşama olacağından ve nikâh anında genelde heyecanlı gergin olduklarından kimseyle doğru dürüst selamlaşıp, tebrik kabul edemediklerini düşünüyorum ben. Yani belediye salonu nikâhı tam bir adet yerini bulsun, töreni.

Nikah + yemek+ düğün deseniz, of of! Bu durumda belediye başkanın yetkisi cümlesinden kurtulmanız mümkün ki sadece bu yüzden bile o masrafa katlanmaya değer lakin bu organizasyonun en büyük handikapı masa düzenlemesi! Aileleri yerleştirmek kısmı hiç sorun değil, en iyi konumdaki masaları her iki tarafın ailesi arasında bölüştürmeniz yeterli. Ama iş arkadaşları, okul arkadaşları, asker arkadaşları girince işin içine önceden tanışmayan insanları aynı masada oturtmanız gerekiyor ki, kimin kiminle oturacağına karar verilmesi ciddi meşakkatli bir iş. Bu hafta sonu olmasa da öncesinde böyle bir masa düzenleme işinde yardımcı kadın oyuncu olduğum için yakinen biliyorum. Arayıp “ya canım bizi Mehmetlerle aynı masaya oturtsanız, şimdi Ayşelerle karşılaşmak istemiyorum” ya da “ya ağbii fırsat bu fırsat bana Sibel’le aynı masayı ayarlasana” diyen şımarık arkadaşlar da cabası üstelik. Nitekim ben, bu hafta sonu bulunduğum 2 yemekli düğünde de az tanıdığım insanlarla bir arada oturdum ve biz tanışıp sohbet edene kadar düğün bitti :) bir de tabi böyle ortamlarda yalnız olup, müzikten sorumlu şahsiyet evli çifti dans ettireceğim, fotoğrafçı şahsiyette fırsattan istifade acayip romantik fotoğraflar yakalayacağım diye kastığı için, sizin oturduğunuz masada stres katsayınız giderek artıyor. “Aman kimse dansa kaldırmadan şu şarkıları bir geçsek” ya da “off deminden beri bakışıyoruz işte neden hala dansa kaldırmıyor beni” diye düşünmekten :D

Salon düğünleri ise demode gibi görünse de en ideali aslında =) Masa derdi yok isteyen istediği yere geçer, nikâh stresi yok zaten önceden hallediliyor. Onunda tek kötü tarafı elinde mikrofonla takıları anons eden saftirik salon sunucuları =) ki neden düğün sahipleri susturamaz o adamları bir türlü anlam veremem. Ben bu kez "madem düğün sahibi susturmuyor ben sustururum" dedim ama yine de susturamadım tam olarak, o yine etti lafını “ve damadın okul arkadaşından ne olduğu açıklanmayan küçük zarflı bir takı ?!” “kimse takmamıştı böyle bir şey ben de ilk kez görüyorum ne acaba, aha aha aha” damat, gelin ve ben aynı anda: “KES!”

Zenginin malı züğürdün çenesini yordu anlayacağınız, bütün hafta sonunu, ya nikah salonunda, ya düğün salonunda ya da kuaförde geçirince insan yazacak başka bi’şey bulamıyor doğal olarak.
Gerçi o kuaför muhabbetleri başlı başına bir yazı konusu olabilir. Ama hemcinslerimin sırlarını, zaaflarını burada açık edecek değilim elbette =) Şimdilik sadece sendromlu bir pazartesiden bahsetmektense böyle dedikodulu bir nikah-düğün maratonundan bahsetmeyi tercih ettim. Hem bunları yazalım ki tarihe, yarın öbür gün kendi başımıza böyle işler geldiğinde dönüp bakabilelim hangi fikirler değişmiş hangileri değişmemiş diye.

Ne demişler söz uçar yazı kalır.

Read more...

Çarşamba, Haziran 13, 2007

gelin beyazı

Brunei sultanının kızı evlendi! Ben televizyonda gördüm kanallar arasında zıpzıp zıplarken, internet haberlerinde hiç dikkatimi çekmemişken tvde görünce hop diye geri dönmem görüntülerin ihtişamından olsa gerek. Altın kaplı Rolls Royce gezileri, altın tahta oturmalar, bilmem kaç milyon petrollük altın işlemeli kıyafetler ve bonus olarak pırlantalardan yapılmış gelin çiçeği!


fotoğraf
Ben en çok gelin çiçeğine takıldım zaten, yoksa arabayı altından yapsalar n’olur, benim ülkemde insanlar yemeğe sos yapıyor altın yapraklarını... "Peh" dedim geçtim. Ama gelin çiçeği öyle mi ya. Bir düğünde hadi bırakın düğünü gelindeki neredeyse en önemli aksesuar değil midir çiçek? Beyaz olması o kadar mühim değil, zaten saflığı (!) temsilen koskoca beyaz elbiseyi giyiyor gelin milleti, asıl yepyeni taptaze bir başlangıcı simgeleyen eldeki doğal, gerçek çiçekler değil midir? Yani bence öyledir. İddia ediyorum öyle olmalıdır. Yoksa bunca seremoni, bunca şatafat neden olsun ki,
—Benimle evlenir misin?
—Evet!

Akit dediğin bundan ibaret. Gerisi bu durumu insanlara ilan etme telaşı. Hatta biliyor musunuz, Medeni Kanunumuza göre evlenme tarafların olumlu sözlü cevaplarını verdikleri anda oluşuyor. Yani ilgili maddede ki (md:142) tek şekil şartı evlendirme memurunun evlenecek kişilere evlenmek isteyip istemediklerini sorması. Yani resmi memur huzurunda “evet” demek yeterli evlenmek için, tarafların imzası, şahitlerin beyanı ve imzası tamamen sembolik adetler. O yüzden ben mesela mart başında evlenen canım arkadaşıma “kızım bırak nasıl imza atacağım kalemi nasıl tutacağım diye düşünmeyi de, nasıl “evet” diyeceksin ayna karşısında ona çalış” diye akıl vermiştim. Sonra ayna karşısında kıkırdarken damada yakalanmıştık o ayrı tabi.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim bi’şey daha var bu evlendirme memuru diye bahsedilen kişi belediye başkanı veya bu işle görevlendireceği memur ya da köylerde muhtar. (md:134) Şimdi bunların arasında ufak bi’nüans var. Şehirlerdeki, ilçelerdeki evlendirme memurları, “belediye başkanının” onlara verdiği yetkiye dayanarak nikâh kıyarken, muhtarlar ya da belediye başkanları, “kanunun” onlara verdiği yetkiye dayanarak sizi karı koca ilan ediyorlar. Bu usulen söylenen bi’şey aslında, zire ne medeni kanunun kendisinde ne de evlendirme yönetmeliğinde evlendirme memurunun yetkisini kimden aldığını açıklayan bir fıkra yok. Bu yüzden usulen olduğunu düşünüyorum ve bu usul beni inanılmaz rahatsız ediyor.

Şöyle ki, faturaları paylaşmaya, çift kişilik yorgana nevresimi birlikte geçirmeye karar vermiş 2 kişinin bunun için devlet denen soyut kurumdan izin alması külliyen abesken, bir de bu izni veren kişi “belediye başkanın verdiği yetkiye dayanarak” diyor. Belediye başkanı kim yahu, yazın karpuz kabukları sinek yapmasın diye çöpleri düzenli toplamakla sorumlu kişi. Mahallede yanmayan sokak lambalarının müsebbibi kişi. O’nun yetkisine mi kalmış benim kiminle birlikte uyuyacağıma izin vermek. Elbette ki “aile” kavramına sonsuz saygım var, benim hayatta sahip olduğum en değerli kavramlardan biri o, hatta en değerlisi çünkü bugün “benim ilkelerim”, “benim doğrularım” dediğim bi'şeyler varsa bunların temeli, sahip olduğum sağlam aile bağları. Ama bu ülke de evlilik olayına bu pencereden bakıldığını söylemek o kadar zor ki. Babası, erkek kardeşi tarafından öldürülen gencecik kızları düşününce hele...

İşte tam da bu yüzden beni karı, yanımdaki yakışıklıyı koca ilan edecek memur, yetkisini çöp toplamaktan sorumlu birinden değil yasalardan almalı. Çünkü yasa yapma işi meclise ait, meclis dediğiniz 550 kişi beni yönetmekle değil, temsil etmekle ve hazırlayacağı yasalarla bana hizmet etmekle yükümlü. Ve o insanlar orada benim kullandığım oy sonucunda bulunuyor ve aslında benim onlara verdiğim yetkiyle yasa yapıyorlar! Bu yüzden görevli memur, yetkisinden yasalardan aldığını söylediği anda, aslında ona bu izni ben vermiş olacağım. Bu fikir, yaz düğünlerinin arttığı şu günlerde iyiden iyiye beynime yerleşti. Yani bir gün benimle aile ola(bile)cak bi’adamla tanışırsam, kendisine köy nikahı yapacağım =), muhtar amca yasaların ona verdiği yetkiye dayanarak, bizim birlikte çocuk yetiştirmemize izin verebilir, ama günde 195739 tane nikâh kıyan birinin hiç tanımadığım bi’adamdan aldığı yetkiyle benim ilişkimi meşru kılması fikrine tahammül edemiyorum.

Millet medeni hukuk derslerinde tapu sicilini, zilyetliğin naklini, rehinli taşınmazın kısmen devrini falan öğrendi, ben de bunları öğrendim işte: Evlenme için imza şart değil beyan yeterli, boşanma davası açmaya hakkı olan taraf, dilerse boşanma dilerse ayrılık kararı verilmesini isteyebilir, ayrılık kararı çıkarsa eşlerin ayrı oldukları zamanda zina hükümleri işlemeye devam eder vs. vb. Zaten o başta saydığım ıvır zıvırları öğrenmiş olsaydım, bu satırları yaz(a)mıyor olacaktım. Bu bir çelişki midir, bilemedim?

Ya ben Brunei sultanının kızının düğününden bahsediyordum değil mi, nereden geldim buralara şimdi? Şaşırmamak lazım, hayatımda kontrolüm altında olan bi’tek rüyalarım kaldı bu yüzden yazdıklarımın da kendi kaderini tayin etmesi hiç anormal değil.

Bari tek cümleyle özetleyeyim de anlam bütünlüğünü ucundan yakalayayım. Diyecektim ki bu böyle altınlar içinde evlenip, bir doğal çiçek taşımayı bile sıradan bulanlar, nasıl oluyor da mutlu olmayı becerebiliyor ben çözemiyorum, anlayamıyorum, yok böyle bir mekanizman. Üstelik evlenmenin mutluluğu zaten toplamda 54.000 sterlinmiş (ki günde 2 dedikodu yapsanız 80.000 sterlin kazanmış kadar mutlu oluyorsunuz). 54.000 sterlin için milyon sterlinler harcamaya ne hacet. Kimse size fayda maliyet analizi falan öğretmedi mi yahu?

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP