istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
istanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cumartesi, Eylül 12, 2009

biR ölüm, saRı siyah


Bu bir hikayeMsi olsun yine. Ne kadarını benim yaşadığımı, ne kadarını diğerlerimin uydurduğunu kimse bilmesin. Ben bile hatırlamayayım artık. Uykularım kaçmasın. Ne bir youtube karesi olsun, ne de tek bir link olsun gerçeğe uzanan. İsmini bile hatırlamayalım hatta “o kadın” olsun yine sadece. Yok bu kez “Genç bayan” olsun. Yağmurlu bir Salı sabahı olsun.

Ama yok bu bir hikayeMsi olsun demiştik değil mi, öyle olsun.

“19 yaşındaydı ve hayallerine diğerlerinden bir adım daha yakındı” diyordu televizyondaki ses onun için. Diğer 6sı zaten senelerdir işçiydi de, o hem 19 yaşındaydı, hem de stajyer modelistti. Konfeksiyoncu olmayacaktı yani büyüyünce, hayalleri vardı. Ama 19 yaşındaki her genç bayan gibi biraz kıskanç biraz dedikoducuydu o da.
O, işe 2 mahalle ötedeki evinden yürüyerek gelirken, her sabah klimalı, siyah camlı servis minibüslerinden inen diğerlerini görürdü. Servislerin siyah camından bakardı aynadaki aksine. “Benim neyim eksik” derdi muhtemelen içinden. Arkadaşlarıyla yan yana olunca laf bile atardı “mahallenin sosyeteleri geldi” diye.

Siyah camlı klimalı minibüslerle gelenler, onların fabrikanın önündeki simitçiden simit almak için servisi durdururdu. Tıkır tıkır topuklarının üzerinde 4-5 adım atar, ‘2 simit lütfen’ derlerdi. Simitçi Fatma abla 2 simidi poşede koyarken, iphone’undan iş arkadaşını arar “canım simit alıyorum aşağıdan, aa onlarda mı erken gelmiş, e terasta masa tutun o zaman geliyorum” deyip telefonu kapatırken, “Ay şey 5 olsun simitler” der, 20 lira verir paranın üstünü saymadan alır, yine servise binerdi. Fabrikayla kendi iş yerinin arasında 300 m. yoktu ama güvenlik şefinin talimatı vardı, bütün servisler kapıdan giriş yaptıktan sonra personeli bırakacaktı. Klimalı servisin şoförleri talimata harfiyen uyar, simit alanların servise binmesini bekler, 300 m. sonra yine indirirdi.

O, topukları tıkır tıkır giden kızın arkasında bakar, “1 simitte bana versene Fatma abla” der ve “75 kuruştu di mi?”, diye her sabah sorardı. Kim bilir belki de bir sabah indirim yapacağını düşünürdü Fatma ablanın, elindeki 2 yirmibeş, 2 on, 1 de beş kuruşu tek tek sayarken. Simitin ucundan ısırırken kızın elindeki telefonu akşamki dizi de Bihter’in elinde gördüğünü hatırlar, iç çekerdi. O daha 19 yaşındaydı ve hayalleri vardı.

O sabah 19 yaşındaki genç bayan evden çıkarken çok yağmur vardı. Fabrikadan aradılar. ‘Bugün yürüme çok yağmur var, servisle aldıracağız seni’ dediler. Annesinin televizyonda söylediğine göre kırık bir şemsiyeyle çıktı yola. Servisten sağ çıkan arkadaşının söylediğine göre “bahçeye geldiğimizde yerlerde 1 karış su vardı, terlikle çıkmışlardı, ayakları ıslanmasın diye yağmur dindikten sonra ineriz dediler ve kapıları kapadılar.”

Klimalı servistekiler her sabah şirket kavşağında radyonun sesini sonuna kadar açan şoförün bulduğu bir türküyle gözlerini açtılar. Evden çıkarken hiç birinin oralarda damla yağmur yoktu. “Göl olmuş buralar yaa” diye gözlerindeki çapakları silerken, arka koltuktan bir zeynep seslendi “aman İsmail ağbi, bizi arka kapıdan bırak beyaz converse’lerle çıktık evden, madara olmayalım” diğer Zeynep başını çevirip ters ters baktı. İsmail ağbi “bu işte bir bokluk var” deyip şirket yoluna girmeden sokağın başındaki benziciye çekti arabayı. Birkaç saat sonra zeynep’lerin yerinde özlem o benzcide olacaktı.

Şoför İsmail ağabey, servis sorumlularını aradı. Ulaşamadı. Biraz oyalandı. Bir sigara yaktı. 30 saniye dışarı çıktı. Bütün gömleği sırılsıklam geri geldi. Çalan telefonunu açtı. “Yok ağmirim çok şükür canımız sağ, personel sağlıklı, araçta sorun yok.” Neler oluyordu, anlayamadan bir dalga geldi. Klimalı servis savruldu.

Sonrası... Sonrası bütün değil. Çamurlu kareler, ıslak elbiseler, titreyen çeneler, ağlayan gözler, sürüklenen arabalar, çöp kutuları, suda savrulan ölü koyunlar, ‘hayır hayır fare değil onlar’ çığlıkları, akıntı, dalgalı güçlü bir akıntı. Ve soğuk. Ve baltalı bir adam ve beyaz bir servis ve kalabalık. Aa kameralar. N’olmuş. Serviste birileri mi boğulmuş. İstanbul’un orta yerinde adam mı boğulurmuş?

Özlem o benzincide beyaz bir örtünün altında yatıyordu. İstanbul’un orta yerinde bir servisin içinde boğulmuştu. Servisle gidip gelmezdi işe Özlem. En fazla klimalı servislerdeki diğer kızlara özenir, ben de bir gün derdi. Klimalı servistekiler beyaz converse’lerini düşünürken o canıyla boğuşuyordu. Ölümünün kalabalığı kendisini eve götürecek taksiyi bekleyen zeynep’in iphone’una bir fotoğraf karesi oldu. Bir başka Zeynep’in kabusu. Serviste ölen Zeynep’te olabilirdi. Değildi. Verilmiş sadakası mı vardı? Peki Özlem’in ne suçu vardı?

Bunu hikayeMsi yapan... bir video olsaydı keşke.
Keşke “bluetootunu açta şu kalabalığın fotoğrafını atayım sana” demeseydi hiç zeynep.
Keşke ben ertesi gün bir gazete manşetinde aynı karenin az biraz zoomlanmışını görmeseydim hiç.

Keşke ölmeseydi Özlem.
Keşke klimalı servislerde çizimlerinin son rötuşlarını yapıp sunuma/toplantıya yetişeceği sabahlara uyansaydı Özlem.

Keşke...

Read more...

Salı, Eylül 16, 2008

bulutlu mavi


Geçen hafta bugündü. Pazar sabahıydı. Uykusuzdum. Biraz hızlı hareket etsem 8.45’e yetişirdim. Ama “mutlaka 9.15’le gel bak.” demişti. Bir planı vardı belliydi. Kurcalamadım. İskelenin yanındaki banklara oturdum. Pazar sabahının sakinliğini izledim önce. İstanbul günün her saati yaşıyordu, akıyordu, durmuyordu, otomobiller vapurlar insanlar sürekli yer değiştiriyordu. Ben de değişiyor muydum, akıyor muydum hayata, değiştiriyor muydum mekânlarımı, zamanlarımı, anlarımı. Bunları düşünürken şöyle yazmışım:
Uçabilsem, uçuversem uzaklara. İçindeyken yapamadıklarıma hayıflanmasam da dışındayken eremediklerimi özlesem. Ben gitmeyi beklerken sen gelsen, uzatsan elini… Kimsin, neredesin, nedensin hiç sormasam.
Uçsam, uçuversem uzaklara. Hiç arkama bakmasam. Arkamda sen bile olmasan.”
Kime yazmışım belirsiz. O’na mı o’na mı ben bile bilememişim. Vazgeçmişim herkesten, uçup gitmişim.

Güneş gözlüğünü gözüme indirip İstanbul turisti 4 kıza baktım. Fonda Haydarpaşa’lı fotoğraflar çekiliyorlardı. Biri hep objektifin arkasında. Bir an “isterseniz hepinizi ben çekeyim” diyecektim. Kızlardan biri kötü kötü baktı bana. “ne var çok mu komik fotoğraf çekilmek sanki güneş gözlüğünün arkasına saklanmış ne gülüyorsun öyle” dedi bakışlarıyla. Fotoğraf makinesi hırsızı olduğumu düşünmesinler diye kafamı başka yöne çevirdim. Bunca yıllık Denizatı, Deniz yıldızı olmuş üzüldüm. Adalar vapurunu anons etti nazik ama duygusuz ses. 2–3 kişi indi vapurdan sadece. “çıkış kapısıdır, girilmez”den çıktılar.

İstanbul’a ilk gelişiydi. Askerden sonra mıydı? Bu oturduğum bankın tam arkasında ayakta duruyordum. Arkamı dönünce orada bekleyen bankacı beni gördüm. 2006 mayısıydı. İşten çıkmıştım. Pembeli bi’şeyler vardı üzerimde ama neydi, seçemedim. Evet, askerden sonraki ilk ve henüz bilmediğim son gelişiydi. Vapurdan indi. Sarıldım. Sarıldı. Sarıldık. Ne gözlerinin içindekileri, ne kalbimden geçenleri hatırlamıyordum. İçimde tek bir dal kımıldamıyordu. Oysa rüzgâr saçlarımı dağıtıyordu. El ele tutuştuk. Sımsıkı tutmuş muydu elimi? Tutardı. Ama o gün? Taksiye bindik. Moda teras’tı planım. Çin lokantasını görünce durdurdu arabayı. Çin yemeğini özlemişti. Boştu restoran. Hemen sipariş verdi. Yediği ördeğin menşeini öğrenmek için baş aşçıyı çağırttı. Elbette ki Pekin’den gelmiyordu ördekler ama aynı cinsti Antalya’da özel yetiştiriliyordu.

Bir vapur düdüğü çaldı. Ada vapuruydu herhalde kalkan. İnsan zihni ne kadar gereksiz ayrıntılarla doluydu. Aşçının o gece söylediklerini nasıl ve neden hatırlıyordum ben bu Pazar sabahı? Epey aksanlı olsa da aşçının konuşması anlaşmalarına engel değildi. Restoranda sevdiği (!) (sevgi? zaman? görece?) adamın aşçıyla muhabbetini dinleyen bana baktım uzaktan. Mekân karanlıktı. Masada mum ya da kandil gibi bi’şey yanıyordu sadece. Gözlerimi göremedim ama içimi gördüm, griydi. Aylardan sonra birlikteydik ve ilk işimiz ördeklerin memleketini öğrenmek olmuştu. Özlediği; çin yemeğiydi… Bunu o zaman fark etmemiştim belli ki. Ben o kendinden emin, kararlı, ukala hallerini seviyordum(!) Tipik aslandı. İçim buruktu. Hayır, o gün elimi sıkmamıştı. Taa o zaman bitmiş meğersem, ne kadar fazla süründürmüşüm. Tek damla bile süzülmedi. İçime bile akmadı yaşlar. Buharlaşıp uçmuştu çoktan.Yoktu artık. Çoktan bitmişti. Acaba o çin’li kızla da çin yemeği yemişler miydi? Bu kadar anlamsız sorulara alayla gülünürdü ancak. Dudağımın tek tarafı kıvrıldı. Ayağıma dolanan yavru kediyi gördüm. Kedi de olsa yavruydu, küçük ve savunmasızdı. Hangimiz daha küçük ve daha savunmasızdık?

“Alışır her insan alışır zamanla, kırılıp, incinmeye” dedi Sezen Aksu kulağıma. Bağıra bağıra hem de. Güzel güneşli bir Pazar sabahı, insan görmeyi hevesle beklediği birini beklerken ipod shuffleda yalnızlık senfonisi’ni seçmemeliydi, biri bunu apple’a söylemeliydi. Saat 9 olmuştu, rüzgâr giderek hızlanıyordu, biraz daha bu bankta oturursam korkunç cadılar gibi kabaracaktı saçlarım. Ve bir cadı gibi görünmeyi kesinlikle istemiyordum. İçerde 3lü koltukların birine oturdum. Boş boş bakındım bi’süre. Herkes bi’şeyler yapıyordu. Yandaki sırt çantalı kız kalınca bir kitap okuyordu. Karşımdaki anne-oğul yaşlarındaki ikili gazetenin Pazar ekine göz atıyordu. Çocuk kim olduğunu görmediğim bir kadının güzelliğini övdü. Kadının ne dedi anlayamadım. O sırada yanıma oturan iki zıpır kesinlikle anlamadığım bir Türkçeyle bir bilgisayar oyununun hilelerinden bahsediyorlardı bağıra çağıra.
Birden irkildim. Üzerimde bir çift yabancı göz varmış gibi. Bariz bir şekilde yerimde kıpırdanarak etrafa bakındım. Burada olabilir miydi? Hadi canım daha neler? Arkadaşları burada olabilir miydi? Kızım saçmalıyorsun kendi kendine. Dön önüne. Olsun yine de çantadan kitabı çıkarıp okumak lazım. Herkes bi’şeyler yaparken ben boş boş bakınmak istemem. 2 sayfa okudum. Kitabı kapatırken ayracı 2 sayfa geriye koydum. Hiç bi’şey anlamamıştım okuduklarımdan. Kitabı yerine koyarken mesaj sesi geldi. Sahi ya, banktan kalkmadan mesaj atmıştım. “hazırlanorum”. Typo sıfır, sırıttım kocaman. Tam cevap yazacakken vapur yanaştı. Telefonu cebime koyup kapıya doğru ilerledim. İskele verilmeden inenleri görünce, tabi ya neden olmasın? Neden illa 9.15ki? Kes saçmalamayı, vapurun ön tarafına geç bari poyraz çarpsın da suratına ayıl ve kendine gel. Uyanamadın hala belli! Off tamam, orası büfeye yakındır hem. Sıcak bi’çay içerim iyi gelir.
Rüzgâr hakkaten çarpıyordu. Mesaja tekrar yanıt yazana kadar ayılmakla kalmamış, üşümüştüm bile. İçeri geçtim. Ipod bu sefer tanımadığım bir sesle fısıldıyordu kulağıma. Ekrana baktım. Aa sahi tanıyor muydu acaba bu kadını? İnince sormalıydım mutlaka. Rüzgar aklımı başıma getirmişti getirmesine ama... Çok fazla kıpırdanmadan gözlerimle etrafı süzdüm yine. Kimse benim farkımda bile değildi. O da vapurda değildi, olamazdı zaten saçmaydı. Müziğin sesini açtım.
“avucumda buruşmuş hayaller, kuma döner
ki dökülsün binbir giz kucağına o koyu siyahtan”

Bi’zamanlar 'Kadıköy- Beşiktaş vapuruna anı bulaştıramam' demiştim. Vapuruma anı bulaşmış değil hala. Kadıköy iskelesine ait anılarım bunlar. İspatlanamaz, yanlışlanamaz veya doğrulanamaz ama ben bunları yaşadım. Bunlar benim anılarım. Bunlar benim kayda geçsin istediğim anlarım. Unutulmasın, mutlaka hatırlansınlarım…




Yayınlamak için gereksizce dürüst, bir sürü yanlış anlamaya, bir dolu doğru anlaşılıp “aaa yok yanlış anlamışsın sen”e fazlaca müsait bir yazı. Pazardan beri taslaktı. Taslak olmak için fazla gerçekti. Benden çıktı artık. Fiber optik kablolar arasında o da bir yer bulur kendine elbet…

Read more...

Perşembe, Kasım 01, 2007

29 Ekim

Cumhuriyet tarihinin en görkemli kutlamaları yapılırken, oradaydım! “Tarihe tanıklık ettim.” Böyle muhteşem bir gösteriyi ben de fotoğraflayabilmiş olmayı isterdim fakat “kısmet değilmiş.”

Web arşivleri arasında kaybolup gitmesine gönlüm elvermedi bu karelerin, güncemde de bulunsun istedim.

dibine not: Fotoğrafları tıklayınız, büyütünüz, tadını çıkarınız.

en dibine not: Bu fotoğrafları benim için bir arkadaşım derledi. Kime ait olduklarına dair fikrim yok. Flickr'da ise gerçek sahipleriyle birlikte çok daha fazlasını bulmak mümkün.













Read more...

Çarşamba, Eylül 12, 2007

kayıp laciveRt

Bizim mahallede deli avına çıktılar bugünlerde o yüzden saklanıyorum, güncemi de saklıyorum herkesten. Birkaç gün daha ortada görünmem muhtemelen. Gidişimin böyle suskun olduğuna bakmayın siz, her an dönebilirim birkaç yazıyla birden. Zira şiire gömülmüş durumdayım saklandığım inimde. “Bunu da yazmalıyım bunu da” diye onlarca işaret var kitapların arasında =) Bir de yeni oyuncağım var elime alıp kaçıyorum mahalleden, düşüyorum yollara. Kendi karelerimle süslerim bundan sonra güncemi belli mi olur? Tam da bu noktada beni görmekten, aramaktan, selamlaşmaktan imtina eden birilerine laf sokacağım müsaadenizle, siz buradan diğer paragrafa ışınlanabilirsiniz. Hey âdemoğlu, bu fotoğraf sevdasına Kadıköy-Kartal sahil yolunu ve de caddeyi mesken tutmuş bulunuyorum. Hatta geçen gün Bostancı deniz otobüslerinden Maltepe migrosa kadar yürümüşüm farkında değilim. Aklında bulunsun da karşılaşmayalım o güzergâhta. Kaçacak delik bulamazsın, selam vermek zorunda falan kalırsın bana, Allah korusun!

Bugün 12 Eylül’ün yıldönümüymüş, ben bilmem öyle şeyleri. Darbe sonrası yetiştirilen a-politik kuşağa mensubum ben. Benim Türk siyasal hayatı derslerim bile 12 Eylül 80de bitti. İnsanlar yok olmuş, vatandan atılmış, işkencelere uğramış, gazetecilerin, hâkimlerin, akademisyenlerin işine son verilmiş diyorlar. Güya bu ülke de başbakan bile asılmış bu darbe marbe şeysine daha da önceleri, daha neler!
Kenan Evren varmış biz Marmaris’te karşılaşmıştık o ressam amcayla, niye kötü şeyler söylüyorlar hakkında bilmiyorum. Bi’de Hasan Mutlucan diye bir adam varmış ben tanımıyorum, türkücü falan herhalde. Ben bilmem öyle şeyleri zaten. Bugün gazetelere bakayım öğreneyim dedim, küçücük haberler vardı kenarda köşede, demek ki önemsiz bi’şey bu darbe dedim, vazgeçtim. Aynı gazetelerin sür manşetinde ramazan promosyonları vardı. “Oh be” dedim, “pide kokacak yine sokaklar” sonra aç insanlar geldi aklıma dağıttım hemen koku bulutunu.

Okullarda açılacak birkaç güne zaten okul saatiydi, iftardı derken n’olcak bu İstanbul’un hali. Trafik mrafik? Belediye "bir projem var" diyene "getirin bakalım, dinleyelim" diyormuş. 5000YTL’ye varan ödül bile veriyormuş. Nasıl bir proje kurtarır bizi dersiniz?

Ah yine sirenler çalıyor işte, deli avcıları başladı gezmeye. Yağmurda başladı zaten. Ben inime kaçıyorum şimdi. Günceyi de okuyup kapatın ha, ortada bırakmayın sakın!

dibine not: gidenlere selam olsun, dönerseniz bir gün nerede bulacağınızı biliyorsunuz beni.

en dibine not: aaa nasıl unuttum söylemeyi, ayakkabılarım meşhur oldu, siz de yollasanıza ilginç oluyor =)

Read more...

Perşembe, Temmuz 19, 2007

saman saRısı

Bu sabah gözlerimi açtım, yataktan kalktım ve söylemeye başladım:

Bu sabah yine her sabahki gibi sıkıldım İstanbul’dan
Moralim bozuk cereyan kesik
Hele bir de sen yoksun ya, Çok yazık

Kimsenin yokluğuna değil bu şarkı. Anladım ki (karar verdim ki) ben kimseyle paylaşmadım bugüne dek İstanbul’umu madem paylaşmayacağım da bundan böyle. Eğer bu şehre de anı bulaştırırsam kalkamam bunun altından. Kız kulesi sadece benim hayallerimde ki ideal ilişkinin bir karesi olarak kalmalı, vapurlarında hep mutlu, hep âşık sevgililer oturmalı omuz omuza, hele Kadıköy Beşiktaş vapuruna “past tense” ler bulaşırsa bi’daha binemem ben o vapurlara. İstiklal’de ya da metroda çalan sokak çalgıcıları sadece benim için çalmalı en güzel, en akortsuz melodilerini ya da bilmediğim bir semtin daracık, yokuş sokaklarında bir tek kendimi kaybetmeliyim ben. Bundan başkaca bir kaybı sığdıramam bu şehre.

O yüzden efenim;
Hiç kimse için değildir, ne bu ne de içinde İstanbul geçen diğerleri...

dibine not: Bu şarkıyı bulup çıkardın ya bana, ne kadar teşekkür etsem az. Eksik olma emi!

Read more...

Pazar, Temmuz 08, 2007

kaçak mavi

Yazıyla içiçe geçmiş bir melodinin ardından yoksa
melodiyi bile unuturmuş o yazının ardından
mı demeliyim?
Yazana teşekkür etmeli en iyisi verdiği ilham için... Teşekkür ederim!

Evet herkes yalnız ve herkes hüzünlü bu şehirde. Herkes terk etmek istiyor ama gerçekten vazgeçebilenler, terk edebilenler asıl kahraman benim gözümde.
Bu şehri terk etmek demek, o gülen maskeyi ve zırhları çıkarıp çırılçıplak kalabilmek demek sanki. Alıştığımız hüzünleri, ezberlediğimiz mutlulukları, yalanları sahtelikleri tek kalemde çıkarıp atabilmek demek sanki.

Ve öyle inanılmaz bir şehir ki bu şehir, her seferinde ikna ediyor insanı kalmaya. Her seferinde "burada da açabilirsin ruhunu" diyor, "burada da çıkarabilirsin maskelerini zırhlarını" Yüzyılladır çözülemeyen, çözülmesi mümkün olmayan paradokslar gibi; her seferinde yine aynı savunmasız anında yaralıyor insanı. Yaranın acısıyla yine yola koyuluyorsun, yine ikna ediyor kalmaya, sonra yine yaralıyor...

Her şeye inat kocaman bir gülümse yerleştiriyorsun suratına, "bu içten bir gülümseme" diyorsun, "maske değil", pişmanlıklarını koyup cebine, göz kırpıyorsun aynada ki umutlarına ve yine şehirde akan hayata bırakıyorsun kendini.
Varsın ruhumu sattığım “mutluluk” olsun bu kez!

Read more...

Pazar, Mayıs 27, 2007

altın saRısı

Pazarlamada son nokta!

Şu haberi geçenlerde "Neler Oluyor Hayatta" ya eklemiştim, dikkatinizi çekti mi bilmem, çekmediyse şimdi çeksin istiyorum. Ben bir tek Hürriyet gazetesinde gördüm haberi aslında haber değerinden çok reklam değeri var ya, konumuz şimdilik bu değil. İstanbul bilmem nerde ki gaydiriguppak inşaat “konut almak isteyenlere sadece ev satmıyor, müşterilerine kendine uygun kişilerle komşu olma fırsatını da sunuyor.” muş efenim. “kendine uygun kişilerle komşu olma fırsatı” vay be, söylerken bile havaya giriyor insan.

Gidiyorsunuz Pazar günü erkenden emlakçıya, bu emlakçı gezmeleri son yılların hiper-über-siber market gezmelerinden sonra ailece gerçekleştirilen yeni Pazar günü etkinliğin(m)iz(miş). Gerçi emlakçılar bakkal amcalar gibi masum kalıyor ya; adı her neyse işte emlak ofisi gezmesi. Önce maketlere bakıyorsunuz, kat planları, statik incelemelerle ilgili sunumlar falan yapıyorlar size (herkes bir mimar, bir inşaat mühendisi) Sonra örnek dairelere götürüyorlar sizi başlıyorlar anlatmaya; "mutfak bilmem ne vadisinde özel olarak üretilen İtalyan mermerlerle kaplı" (İtalyan mermeri demek vay anasını), bu oda playstation odası olarak tasarlandı, (niye oturup kitap okuyamaz mıyız ya da ailece oturup monopoly, kızmabirader falan oynasak) yatak odasını ve ebeveyn banyosu ses geçirmez malzemelerle izole edildi (rahat rahat sevişebiliriz yani), kapı girişindeki ekranlardan apartman kapısını görebildiğiniz gibi çocuk parkını ve açık spor sahalarını da izleyebiliyorsunuz (hepimiz big brotherız, hepimiz gökdelen insanıyız yupiie)

Valla gidip gördüğümden değil, gidip gören eşe, dosta, arkadaşa sahip olduğumdan bu kadar detay veriyorum =) Bi’de bir ara ana haber bültenleri özellikle atv haber dadanmıştı buna, zırt pırt gösteriyorlardı, oradan yani.

Neyse efenim, topladınız çoluğu çocuğu, gittiniz ofise, işte şu kadar metrekare, güney cephe, orta kat istiyoruz dediniz, e belli bir fiyat aralığındasınız zaten, en başından biliyorsunuz 573 yıl ödeyeceğiniz parayı, "tamam" diyor Tuba hanım size (haberde adı geçtiğinden efenim, bi’alıp veremediğim yok Tubalarla, zaten hepsi başka onların, kimi Tuğba, Tuba, tubâ vb) (bi’de o muhtemelen "tamam" demez, İngiliz aksanlı Türkçesiyle OK der) (ay iyice dağıttım konuyu siz parantezleri atlayıp okuyun bence) "Bir bakalım sizin blokta kimler varmış; size uygun insanlar mı? Alt katta XYZ holding insan kaynakları müdürü, karşıda QC bankası operasyondan sorumlu genel müdür yardımcısı, üstte QUARIZMA tex.co sahibi."

-Bi’dakka bi’dakka o kim ya, ben öyle bir marka duymadım hiç Nişantaşı’nda,
-Yok efendim teleşlanmayın bu da size uygun bir komşu, babası bilmem ne müsteşarı, beyefendi de burada ticari işlere bakıyor.
-Haaa iyi o zaman.
-Bir de yine sizinle aynı katta, 2+1 stüdyo dairede Hüsnü Bey var.
-O kimmiş ya, bu devirde Hüsnü diye isim mi kalmış, neci o?
-Müteahhit efenim.
-Ay gitsin kendi yaptığı evlerde otursun o, ben beğenmedim, alt kat mıydı?
-Yok sizin katta
-Ay ay ay hiç hazzetmem, bana uygun bir komşu değil o, yok mu başka daire....

Kartvizitinizde ne yazıyorsa O’sunuz yani. Üstelik bir pazarlama unsurusunuz. Birileri sizin o siteden daire alıp almadığınıza bakarak kendi satın alma tercihini belirliyor. Ve bunu sadece kartvizitinize bakarak yapıyor. Bırakın sohbet edip, birlikte vakit geçirmeyi, ayak üstü bir çay içmeden, gözlerinize bakıp bir selam vermeden. 'Bu gaydiriguppak inşaat farklılaşacağım, ihtiyaç yaratacağım derken, gözünü çıkarmış yahu' diye düşünüyordum ki, bu kez bugünkü Sabah’ın Pazar ekinde bu haber dikkatimi celpetti. Bahsi geçen lokantadaki yemekler Hindistan'dan özel getirilen saf altın yapraklarıyla süsleniyormuş. Üstelik bu altın yaprakları yemeğin içine değil de dekorasyon olarak sosunda kullanılıyormuş. Mekanda altın ve ahşabın uyumuyla özel olarak dizayn edilmiş, bir de sayın İzzet Çapa, "Burası hazırlanırken, para har vurup harman savrulmadı. Masalarımızı altınla süsleyip, görgüsüzlük örneği yapmadık.” demiş. Tebrik etmek lazım değil mi?
Girişimcilikte son nokta, altın yiyiyoruz! Yani birileri yiyorlar =)
İnsanların kazandıkları parayı nasıl ve ne şekilde harcadıklarını eleştirecek değilim. Birileri nasıl kitaplara, seyahatlere harcamayı seçiyorsa parasını, birileri de altın yemeye harcayabilir. (Burada eleştirilmesi gereken bir nokta varsa zaten paranın nereye akıtıldığı değil, kaynağı)

Kim demiş şimdi hatırlayamıyorum ama “para kazanmak değil, harcamak bir sanattır” demiş. Her zaman kulağımın köşesinde duran bir deyiştir. O yüzden asıl merak ettiğim altın soslu sushi yiyince n’olduğu. Anladığım kadarıyla bir damak tadı mevzu bahis değil, altın yapraklar yemeğin içine konmuyor, süs amaçlı. Eee nedir yani, nasıl bir prestij bu, ertesi gün şirkete/ofise gidince ve “dün akşam adının yarısı Fransızca yarısı İngilizce olan bir lokantada, altın parçacıklı İtalyan pilavı yedim” deyince acayip popüler bi’insan mı oluyorsunuz, şefiniz/amiriniz/müdürünüz yanınızdan geçerken "nasılsınız beyefendi" diye mi selam veriyor, ya da mevkice üstünde olduklarınız size daha fazla mı saygı gösteriyor?

Ne çok sor sordum bugün değil mi, son bi’sorum daha daha var, çok afedersiniz altın yaprağı yiyip, altından yapılmış klozetlere altın sıçınca, daha mı anlamlı oluyor bu insanların hayatları?

Dibine not: Yakinen tanışmadığım okurlar için pek bi’şey ifade etmeyecektir ama sevgili arkadaşlarımdan bu haberi(reklamı) hazırlayan kişinin kim olduğuna dikkat etmelerini rica ediyorum. Bu kadar olur yani =))

Read more...

Pazartesi, Nisan 02, 2007

boğaz mavisi

Evde bilgisayar başında geçen yağmurlu bir cumartesinin ardından, özlenen bir arkadaşla geçen sıcacık bir pazar... Bu şehrin her iki yakasında da ansızın çalabileceğim kapıların olduğunu bilmek, tüm dünyada ansızın gidebileceğim yerler olduğunu bilmekle eş anlamlı benim için.Nasıl demeyin, açıklayamam bunu.

Aynı ülkede aynı şehirde ama farklı kıtalarda yaşayan birilerini özlüyorum mütemadiyen. Ama hep biliyorum oralarda bi’yerlerde, bıraktığım yerde bulacağım insanların olduğunu. Vapurdan indiğimde gördüğüm gülen yüzden bi’kez daha anlıyorum bunu. Sıkı sımsıkı sarılıyoruz.
-“Seni özledim” diyorum gözlerinin içine bakarken. Bıraktığım gibi ışıl ışıl pırıl pırıl gözleri. Kocaman bi’kahkaha patlıyor;
-“Sevgilin zaten sevmiyor beni, böyle söylediğini duyarsa iyice gıcık olur bana. Ayrıca bunu da duymasın sakın; ben de seni çok özledim”


Ne çok olmuş görüşmeyeli, haberi bile yok.

-“O da sevdiği insanlarla görüşür bundan böyle, ben seni seviyorum ve seni özledim var mı bi’sakıncası”
-“Heyt be! işte benim arkadaşım, 10 dakika sonra arayınca sorar ama 'kiminlesin' diye”
-“Aramaz, arayamaz, aramayacak, dolayısıyla soramaz”

Işıl ışıl gözlerine gri bir perde iniyor sanki oysa ben gülüyorum hala.

-“Üzülmemekle en iyisini yapıyorsun, hiç bi’ilişki 800 km.ye karşı gelemezdi.”
-“Ya anneyle çocuğunun ilişkisi?”
-“Anne ile çocuğunun arasında ki bir ilişki türü değil, kutsal bir bağ, ama çocuklar annelerinden vazgeçebilir 800km sonra.”

Bunu seviyorum işte, O’nu da bu yüzden seviyorum. Bıraktığım yerde bulabildiğim için, diyolaglarımız “ee daha neler yaptın bakalım”la tıkanmadığı için, ilişkimizi sıraya koymak zorunda kalmadığım için, 'en son o beni yemeğe davet etmişti şimdi benim onu çağırmam lazım' ya da 'en son ben mesaj atmıştım şimdi onun araması lazım' dedirtmediği için.

Dünyada görülebilecek en güzel manzaralara karşı oturuyor, kahvaltı ediyor, kahve içiyor, sohbet ediyoruz. Akan suyu kocaman bir nehir sanan turistlere inat, iki kıtayı birleştiren köprünün hikayesini anlatıyoruz birbirimize, bilmediğimiz ne çok şey var yeryüzünde.

“Bi’gün piramitleride göreceğim” deyince “biliyorum” diyor “kart atacaksın oradan bana.”

Yıllar sonrasına verilmiş ne çok sözüm var, 10. evlilik yıldönümlerinde sürpriz yapacağım mesela çocukluk arkadaşıma, 40. yaşını kutlayan bir sms için sözüm var bir değerine, o bile unutmuştur ısmarladığı mesajı, 10 yıl sonra bir telefon konuşması yapacağım, Newyork’ta sosisli yiyecek, Soho’da jazz dinleyeceğim ve Mısır’dan atılacak bir kartım var... Ama sonunda yine bu iki yakası biraraya gelmeyen şehre döneceğim. Kızkulesinde bir kadah şarap içecek ve “iyi ki...” diyeceğim “iyi ki...”

Haydi bakalım,

işim çok yolum uzun, müsadenizle =)

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP