edebiyat/alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
edebiyat/alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Mayıs 31, 2012

tekRaR tekRaR mavi, solgun kıRmızı

Eskiden yani twitter falan yokken bu saatlerde oturup yazardım. Şimdi yazmadan önce 5 dakika twitter'a bakayım dedim. Şu çıktı karşıma. Ayıp, insaf. Hiç yazılır mı böyle şeyler? Tam "geçiyor galiba" derken, akla düşürülür mü hiç?




Dibine not: bir adama bunları yazdıran ya da "yeniden şarkılar söyleten" kadın olmak. Olamamak? Olmamak? İşte bütün mesele... Dön dolaş aynı mesele.....

Read more...

Cuma, Temmuz 23, 2010

biRi kıRmızı biRi mavi

Taa haziran-mış, kitapçı da sayfalardan fal tuttuğumda...



Ben 26 dedim kendime, 25 bitmeden yapılacakları bana yaşatan yaşım olduğu için. Aşık olduğum için;

de ki işte


Sevgilime sordum "bir sayı söyle bana"
"35" dedi kendisi için:

de ki işte



Peki dedim "benim için kaç olsun?", "17" dedi;



17 uzuun dedim,
















"Şaşırmadım! Kısa,sade, net bi'şey çıksa şaşardım" dedi.






Mavi kitabı aldım bu kez elime. "Peki" dedim, "hayır mıdır şer midir bu gidiş, söyle bana kitap!" Dedi ki;





















Kitapları almadan çıktım öylece...



PS: Bu yazıya facebooktan bir link verilmiş galiba. ben facebook kullanıcısı olmadığım için bulamadım. bir zahmet bana da verseniz o linki süper olur =)

Read more...

Cumartesi, Şubat 27, 2010

gRili pembe, pembeli mavi, mavisiz umut

Eski bir aşkımla konuştum biraz önce. “Eski”

1 yıl mı eskitir mi şeyleri ; yani ne bileyim insanları, kitapları, kıyafetleri, aşkları?

Dur ya da klişe olsun; “eski ama eskimeyen aşk” Peh!

Eski bir aşkımla konuştum az önce.

Kafam karmakarışıkken arayıp buldum onu. “Konuş” dedim benimle. “Bilmediğim bir şeyler söyle bana”. Belki de bir tek o biliyordu, bu soruya yanıt alamazsam arkamı dönüp gideceğimi. Başka hiçbir soruya değil ama bu soruya yanıt alamazsam vazgeçeceğimi.

Belki de sadece o bilmediğim bir şeyler söyleyebiliyordu bana.

“hala kapanmamış yaraların duruyor bende” der gibi baktı önce. Açtım gözlerimi kocaman.
“Uzatma” dedim “konuş benimle”
Parmaklarımı dudaklarında gezdirdim, aralandı yavaşça, nefesi geldi derinlerden bir yerden:

her hakiki aşk, umulamadık dönüşümlere yol açar. Aşk bir milad demektir. Şayet ‘aşktan önce’ ve ‘aşktan sonra’ aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlamlı şey değişmektir!

O kadar çok değişmelisin ki, sen sen olmaktan çıkmalısın.

Şaşırdım, şaşkınlığımın sebebini bilemeden...


“Nasıl iş bu?” dedim sen değil miydin aşık oldukları adamı sevgileriyle değiştirebileceklerini zannetmek kadınlara özgü bir gaflettir diyen...

“Hayır” dedi. aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir, bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

Anlıyordum aynı şeylerden bahsetmediğimizi. Kaçırdım hemen gözlerimi. Gözlerim kapalı yüzüne dokundum.

Kapatmaya çalıştığım dudaklarından sızıverdi tekrar sözcükler:

cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit biriyle kav....

Cehennemi dinlemeden susturdum tamamen.

Cennetim...

Benim yeryüzündeki cennetim...

Sen benim içimdeki büyük yangınların adı,
Ben senin gecendeki mavi ya da günündeki sarı.... (?)
Sen benim şehrimdeki bütün sokakların adı,
Ben senin yüzündeki çizgi ya da dünündeki anı... (?)




hala uzaktan uzağa soru işaretleri var cümlelerin sonunda, hala...

Read more...

Cumartesi, Nisan 11, 2009

bahçede



Damla kendini tamamlayınca damlar.
Günlerin gecelere bağlanışında bir,
gecelerin günlere uzanışında iki,
birikmemi tamamlanmaktan koruyorum şöyle ki:

Önce bir şeyler yitiriyorum, somut şeyler,
çakmak, tarak, kalem, çanta, saat, para gibi
önemsiz şeyler.
Alışkanlığım tükenmiyor
biriktirmeyi sürdürüyorum gene,
usanmıyorum.
Biçimler, renkler, şişeler eskiler.
Unuttuklarımı saymıyorum çünkü unutmuyorum.
Azala azala yitmekten
bir de bütünlenmekten ötede
hüzünlü bir gecikme içine dalıyorum
yalnız başıma
özel yoluma sapıyorum,
seziyorum,
birileri özenle bana bakıyor.

Uykum kaçıyor, ne iyi diyorum,
somut şeyler karışıyor yaşantıma.
Elimi kesiyorum, kan akıyor,
gizliden gizliye seviniyorum.
Öyle yalanlar saklanıyor ki gözlerime
canım acıyor,
deliriyorum;
seviyorum neden sonra anlıyorlar
acı acı seviniyorum.

Gözüme ilişiyor, kulağıma ilişiyor,
görmemezliğe geliyorum,
duymamazlığa geliyorum,
düşünmüyorum, öteye itiyorum
damlamıyorum.


Özdemir ASAF

Read more...

Perşembe, Nisan 02, 2009

hayat diye biR şey vaR


Hayat diye bir şey var!


Nedir, ne oluyor, unuttunuz mu yoksa yaşadığınızı, günler, kızgın küller gibi bütün duygularınızı kavurup öldürerek mi geçiyor üzerinizden, arzuyla dudağınızı ısırdığınız olmuyor mu hiç, bir müzik sesiyle şöyle bir koltuğunuzda doğrulduğunuz, aniden bir yaz yağmuru gibi boşanıveren sebepsiz sevinçlere inanmıyor musunuz? Bir ağaç gölgesinde bir an durmak, bir akşamüstü denize baktığınızda bu sonsuz suların kıpırtısına şaşmak yok mu artık, elele tutuşmak, bir avucun bir başka avuca dokunmasının yarattığı ürperti de hayal hanesinde kendine bir yer bulmuyor mu? Bitti mi bu macera, çekildiniz mi hayattan, hayatın sizin bulunmadığınız yerlerde yaşandığına mı inanıyorsunuz, daha bitmeden bitirdiniz mi her şeyi, yorgun ruhunuz yeni coşkular için hazır hissetmiyor mu kendini.

Delirdiniz mi siz?

Şu köşe başında karşınıza ne çıkacağını ne biliyorsunuz, biliyorum genellikle köşe başlarından açlık, acı ve ölüm çıkıyor karşınıza ama kim bilir, belki eski bir dosta, belki güzel bir kadına, belki okunmuş kitaplar satan bir sahafa da rastlayabilirsiniz, bir piyano sesi duyabilirsiniz ya da bir Rumeli türküsü açık bir pencereden, bir söğüt ağacı görebilirsiniz çocukken kabuğundan düdük yaptığınız, dans adımlarıyla yürüyen bir çift bacak geçiverir önünüzden, bir oğlan bir ıslık çalabilir, hatta siz bile çalabilirsiniz.
Ne sevinci, ne hayatı, ne eğlencesi para yok ki diyorsanız eğer ve eğlenmek için paranın gerekliğine bu kadar inanıyorsanız, emin olun paranız olduğunda da eğlenemezsiniz, para eğlenmeyi çeşitlendirir sadece ama eğlenceyi yaratamaz, öpüşmek parayla değil, şarkı mırıldanmak parayla değil, acaba o şimdi ne yapıyor diye düşünmek parayla değil, TV'de iyi bir film seyretmek parayla değil, sizin için demlenmiş bir bardak çayı, bu benim için yapıldı diye neredeyse gururla alıp, bardağı ince belinden sıkıca kavrayıp içmek parayla değil. Bir tabak semizotunu sevinçle paylaşabilirsiniz ve hiçbir pahalı lokantada bulamayacağınız bir tat alırsınız, eğer bir tabak yemeği paylaştığınız, paylaşmak istediğiniz insansa.

Hayat diye bir şey var.

Sadece sizin olan, sadece size ait, içinde sadece sizin gördüğünüz çiçekler açan, yalnızca sizin müziklerinizin çaldığı bir bahçe var, sokmayın oraya öyle herkesi, çiçeklerinizi başkalarının çapalamasını beklemeyin, şarkılarınızı başkalarına söyletmeyin. Anladık ahmaklıklar oluyor, aptalca kararlar veriliyor, hepinizin hayatından bir şeyler çalınıyor, hayallerinizi teker teker buduyorlar, ümitlerinizi öldürüyorlar, çaresiz bırakıyorlar sizi, yenildiniz belki de, yenilginin ağır yaralarını taşıyorsunuz ruhunuzda ama gene de bir hayatınız var sizin, sadece size ait bir bahçeniz, durup soluklanacağınız, yaralarınızı yıkayacağınız, çiçeklerini seyredebileceğiniz bir bahçe.
Soğukta bir bira içebilirsiniz, bir ağacın gölgesinde durabilirsiniz bir an, sabaha karşı uyanıp her ay yeniden doğan hilale bir bakabilirsiniz, çok sevdiğiniz bir kitabı bir daha karıştırabilirsiniz, aşık olabilir ya da aşık olmayı düşünebilirsiniz. Sevdiklerinizi özleyebilir ve bir gün yeniden kavuşabileceğinizi hayal edebilirsiniz, geceleri ağaçların daha değişik koktuğunu fark edebilirsiniz, yeni bir salata icat edebilirsiniz, sevgilinizi çırılçıplak soyup evde öyle dolaştırabilirsiniz, saçlarınızı her zamankinden daha değişik kestirebilir, evinize bir gün de başka bir yoldan gidebilirsiniz, alışkanlıklarınızı değiştirmek için kendinize karşı müthiş bir savaş açabilirsiniz.

Hayat diye bir şey var.

Her zaman size keşfedilecek geniş alanlar bırakan, ne kadar yaşarsanız yaşayın daima bilmediğiniz, kuytularına sokulamadığınız bir hayat, sadece size ait bir hayat. Biliyorum dertler çok, ahmaklıklar yapılıyor, sıkıntılar bitmiyor, günler birbiri ardına buruşup eskiyor, yorgunsunuz, belki yeniksiniz. Teslim mi olacaksınız peki? Hayal kurmayacak mısınız, çılgınca sevişmeyecek misiniz, bir daha öpüşmeyecek misiniz, ağaçlara bakmayacak mısınız, denizlere şaşmayacak mısınız, ani ve sebepsiz sevinçlere inanmayacak mısınız, bir tabak semizotunun tahmin edemeyeceğiniz kadar lezzetli olabileceğini hiç düşünmeyecek misiniz, sizin için demlenmiş bir bardak çayı bardağı belinden kavrayıp içmeyecek misiniz?

Delirdiniz mi siz?
Hayat diye bir şey var, evet orada, elinizin hemen yanında duruyor.

Ahmet ALTAN






bu yazıyı teselli için en son okuduğumun ertesinde almıştık kanser haberini, kağıdı kalemi elime alıp en son yazdığım gece 1999 depremi olmuştu. bugün benim için demlenmiş bir bardak çayn sıcaklığında aklıma geldi varlığı... şimdi günlüğümün en başına/sonuna da koyuyorum işte. daha varsa gelmedik bir felaket buyursun gelsin bakalım!

ben nerede olduğunu bir türlü öğrenemesem, bulamasam da hayat diye bi'şey var, inanıyorum hala! buyursun gelsin bakalım!


Read more...

Cuma, Mart 27, 2009

uykusuz mavi

Uygun bir giriş cümlem yok. En iyisi konuya tam ortasından dalmak. Konu?
Belirsizlikler içinde yaptığım planlar mı? Bir yandan "evet artık olsun şu iş" diye heyecanlanıp, diğer yandan hala “ya yanlış bir karar verdiysem, ya 30 umda 2009da verdiğim o boktan karar yüzünden…” diye başlayan cümleler kuruyorsam kaygısı mı?
Kardeşimin nükseden nefreti mi?
Ebeveynlerimin aniden kaçan uykuları mı?
H. kişisinin “etkileyici” saçmalıkları mı?

Hakkaten konusu ne lan benim hayatımın? Hayatı siktir et. Şu son bir ayın konusu neydi?
Konusuna da ana fikrine de kafam girsin! Yeter artık ya! Birisi start desin, motor desin, action desin, oyun desin, AKSIN artık hayatım. Ben de marttan erken rezervasyonlu temmuz tatilleri için otel aramaya başlıyım mesela. 23 nisanı hafta sonuna birleştirip 4 günlüğüne akyaka’ya kaçayım arabamla mesela. Çarşamba akşamı tiyatroya biletim olsun ya da pazartesi akşamı konsere gideyim mesela, hafta sonunu beklemeyeyim nefes almak için.
—Hah! Salak, Çarşamba tiyatrosu, Perşembe konseriymiş. Nelerden vazgeçiyorsun sen, farkında mısın?
—Sus. Lütfen sus. Hiç halim yok buna bu gece.
—O yüzden mi gecenin ikisinde çıktın yatağından. O yüzden mi bininci kez dinliyorsun aynı şarkıyı?
—Şimdi bu riski almazsam, başka ne zaman yapacağım?
—Bu tam anlamıyla bir risk değil ataletin yüzünden varabildiğin tek çıkış kapısı. Açmaya korkuyorsun çünkü o kapıdan çıkarsan geri dönmek epey vaktini alacak.
—Sus n’olur?
—Daha iyilerini yapabileceğini çok çok iyi bildiğin halde bunu bulunmaz/kaçırılmaz bir fırsat gibi satıyorsun çevrendekilere. Annene. Babana.
-…
—Niye ağlıyorsun ki? Büyük resmi çok net görmene rağmen hala aynı koltukta oturup aynı ekrana bakıyorsun. 3 ay oldu bak. Tek bir
—Başa dönmeyelim artık. Olmuyor işte. Kapana kısıldım burada. Hem de senin yüzünden! Sen içimde bas bas konuştukça, ben dışımda düğüm düğüm karışıyorum. Sen ben değilsin, ben de sen değilim.
—Bu önemli değil i zaten. Önemli olan Zeynep. O kim?
—Sen değilsin. Sen olmazsın. Seni kimse tanımıyor. Annem en sevdiğin yemeği, babam nasıl araba kullandığını, kardeşim ilk aşkından ayrılınca ne çok ağladığını bilmiyor. Hiç kimse tanımıyor seni.
—Peki bakalım, neymiş senin en sevdiğin yemek? Kimden öğredin sen araba kullanmayı? Öğrendin mi? Kardeşine “üzgünüm ama kendini buna hazırlamalısın” dediğinde hatırladığın kimdi, ilk aşkın mı? Yeter ki içimden çıksın diye yazıyorsun akıtıyorsun zehrini de, benden başka kim anlayacak şu yazdıklarını? Kim tanıyor seni? Sen tanıyor musun kendini? Nasıl tanıtıyorsun insanlara BENi?
—Nefret ediyorum senden! Orada oluşundan. Her fırsatta “ben buradayım” diye ortaya çıkışından. Sorularından…

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Sustu.
Bir doğumun sancıları bunlar. Biraz daha terleyeceğim nefese nefese.
Sonra kendimi doğurup kendimden, bir büyük çığlıkla başlayacağım yepyeniden.





evet evet
doğrusu bilmiyorum
dalıp dalıp gidiyorum böyle
dalıp gidiyorum ve dalgınlığımda bir kent
bir duvar, bir de sen, duruşunda güz özellikleri
dostlar, bütün dostlar içerde.

bir kent mi, bir yüz mü, binlerce yüz mü, bir kent mi
beyaz mı, daha mı beyaz, o kadar çok mu beyaz
bütün bunları kendime bir adres gibi sorup
hüznüme, kalbime, soğuğuma
gelecekten arta kalan bir mutluyum.
.
.
.
.
.
maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi
bir renk değildir mavi huydur bende
ve benim yetinmezliğimdir
ve herkesin yetinmezliğidir belki
denecektir ki bir süre
ve denenecektir
bir akşamüstünü düşünmek bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki.

gelecekten utanarak dönen bir sevinçliyim
ya sizler
ey sırasını beklemeden gelen akşamüstleri.

Edip Cansever/GÜNLERDEN

Read more...

Pazar, Mart 08, 2009

şiiRli mim


Fakeangel beni mimledi. Dedi ki; en sevdiğiniz şiiri yazınız.
Ben “en sevdiğin renk” dışında bu ‘en sevdiğin’ sorularına mümkün değil şıp diye cevap veremem. Düşüneyim diye “hafta sonu yazacağım söz.” dedim. Bir haftadır düşündüm mü? Düşündüm.

İlk önce Kent geldi aklıma.
Sonra Zeynep Beni Bekle.

Kesin bunlardan biri diyordum ki, bu gece son kararımı verdim. Benim en sevdiğim şiir, kesinlikle “Yalnız Bir Opera”

Murathan Mungan bir ayrılık hikâyesi değil, sanki bir hayat hikâyesi anlatır Yalnız Bir Opera'da. Kopyala yapıştır olsa da buraya baştan sona yazmaya elim varmıyor. Gün yüzüne çıkmasın istiyorum sanki. İçimde bi’yerlerde kalsın öylece…

Ama topu alıp kaçmıyorum tabi ki, oyuna devam:

Ms. Parılda geçenlerde Cummings’ten çok güzel bir şiir seçmiştiniz ama EN sevdiğiniz şiir hangisidir acep?

Kaptanzade sizi de oyunumuza davet etsek, en sevdiğiniz, sizi en çok etkileyen şiir hangisidir diye sorsak söyler misiniz acep?



dibine not: Yazıp bitirince hatta bilgisayarı kapatıp yatınca aklıma geldi "daha önce de sanki böyle bir mim yazmıştım ben" dedim. Kalkıp baktım ki, hakkaten yazmışım; "beni anlatan dörtlük" adıyla sevdiğim dörtlüğü seçmeye çalışmışım. Ve aklıma ilk Murathan Mungan gelmiş. Yaşlandıkça tutarlı bir insan haline geliyorum galiba, aferin bana!

Read more...

beyaz biR cevap


Aylak adam C., sevgilisi verdiği kitabı okurken der ki: “o’na verdiğim hikâyeyi okurken o kadar mutluydum ki. Bu büyük zevki ona ben yaşatıyorum diye.
Kitabı ilk okuduğumda, bu cümlenin altını çizerken, bana bu zevki yaşatana teşekkür etmek istemiştim hemen. “Hani bak böyle bir cümle var ya kitapta, okurken öyle bir zevk aldım ben de” diyesim vardı. Hatta kitabı da birlikte mi almıştık sanki? Emin olamadım şimdi. Neyse işte, bunu yanlış anlayabileceğini (!) düşünerek vazgeçmiştim. Çünkü C. sevdiği kadının o'nun önerdiği kitabı okumasından mutluluk duymuştu, şimdi ben bu kitabı zevkle okudum diye, o da C gibi sevinmeyebilirdi. Sonra konuşurken “evet evet çok teşekkür ederim, çok beğendim.” tadında yusyuvarlak cümlelerle teşekkürler edildi, bitti.

Az önce Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısındayı bitirdim ve yine tam olarak böyle hissediyorum. Üzücü olan şu ki Murakami’yi bana birisi mi önerdi, kendim mi keşfettim kesinlikle anımsamıyorum. Gerçi bunun çokta önemi yok şu anda. Çünkü çok daha fazlasını yaptı bu kitap bana. Konuştu benimle. Bugüne dek bana “dokunan”, dokunabilen, dokunmuş olan herkes dile gelip konuştu sayfaların arasından benimle. Filmlerde mektup açılır, biz yazanın sesiyle dinleriz ya hani öyle işte.
Daha ikinci sayfada dile geldi. Önce kendi sesimden bir itiraf duydum. Çok geçmeden M geldi. O kadar yakındı ki sanki saçlarımı eliyle geriye atıp kulağımı açtı ve tane tane fısıldadı sözcüklerini. Sayfalar boyunca benimle en çok konuşanın o olacağını bilmeden defalarca okudum söylediklerini. Her seferinde kokusu daha da yakınlaştı sanki. E geçerken uğramış gibiydi. Tek seferde ne demek istediğini anlayamadığım upuzun bir cümle kurdu. Başımı kitaptan kaldırdığımda ardında bıraktığı gölgesi cama yansımış gibiydi. T karşımda oturmuş, elini dizime koymuş gözlerimin içine bakıyordu. Karşıma son gördüğüm haliyle çıkmıştı oysa söyledikleri öylesine “ilk”ti ki…


O kadar güzel bir tat ki bu damağımdaki… Birkaç eski anı, birkaç güzel adam, birçok güzel cümle, birçok güzel nota…

Dün öğle yemeğinde ikisi de yaza evlenecek olan B ile Z nin çeyiz muhabbetinin ortasında “ya kızlar sevdiğiniz adamlarla evleniyorsunuz, iki yastık bir kevgir eksik olsa n’olur ki” dedim. Gülüştük falan. Masadan kalkarken Z bana “sen nasıl bir adamla evleneceksin çok merak ediyorum” dedi. “ben de merak ediyorum” dedim. Şimdi Beethoven’ın 6. senfonisi çalarken kulağımda, kucağımda neredeyse yarısının altı çizilmiş bir kitapla oturmuşken ve yazarken ve “benim için seçilmiş” bir film izlenmek üzere hazır beklerken bu soruya yanıt verebilirim artık. Derim ki: “bana önerdiği filmi izlerken, aldığı kitabı okurken, seçtiği melodiyi dinlerken aldığım hazla böbürlenen ve böylesi hazlar yaşatabileceğim bir adamla.” Eğer bir gün evlenirsem, evleneceksem (ki bu konuda hiç hayali olmayan garip bir bünyeyim ben) ancak böyle bir adamla evlenirim herhalde. Yoksa bütün bir ömür nasıl geçer ki?

Read more...

Cumartesi, Ocak 31, 2009

delilik



22.08.2007


çok çok başlarda olmalıydı bu alıntı, neyi bekliyordu taslakta acaba?

Read more...

Çarşamba, Ocak 14, 2009

sevişmek biR keRe daha yüRüRlüğe giRiyoR*


Siyah bir otomobil. Hayır siyah bir otomobil değil. Siyah bir alfa romeo. O geceden ilk hatırladığı; direksiyondaki taç giymiş yılan. Arkada gülüşen kalabalık bir grup.
“Biz tamamız da şu kapıları kilitlesen diyorum” Klik!
“Ya bu yazdıkların çok komik ben bunları ayık kafayla okumak istiyorum mutlaka”
“Sensin komik, sen kendi yazdıklarına bak”
“Gülmeyin lan yeter, önce kimi bırakıyoruz, en yakında kim var?”
“Ben varım, benzinlikte at beni”
Kahkahalar, sataşmalar, fonda bangır bir müzik, bagajda çarpışan şişeler. Açılan kilitler, çarpan kapılar.
“Oh be! Bir an hiç bitmeyecek sandım.”
“Ben de”
Geri geri gitmek için kolunu sağ koltuğun arkasına atarken kesişen gözler. Parlak kocaman bir zeytin bir tanesi gibi. Işıl ışıl, kapkara.
“Sen?”
“Ben eve gitmeyeceğim bu gece.”
Soru işaretleri ? ?
Evet, bu bir davet! Hiçbir şey söylemene gerek yok. Gidelim.
Camlar buğulu. Klik!
Hayır, hayır. Bir şey söyle lütfen, böylece gitmeyelim…
Koltuğun arkasından omzuna geçen bir el. Yavaşça boynuna. Dudaklarında parmakları.
“Çok geç oldu sevgilim.”

sev

gi

lim

Siyah bir otomobil. Belki siyah bile değil, her yer karanlık. O geceden son hatırladığı; stop lambalarının kırmızı ışığı.




İlk kez öpüşmeden, son kez seviştiler o gece, ilk ve son kez...





*Cemal SÜREYYA- Üvercinka
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Read more...

Cumartesi, Ocak 03, 2009

hayalci pembe, geRçekçi mavi

Klasik iyidir.

  • En az 1 yerli 1 yabancı yazarın tüm kitaplarını okuyacağım. Yazarları daha seçmedim, kitap sayısı belli olmadan atıp tutmayalım en iyisi. 1 yazarı okusam tamamdır.
  • En az 1 yerli 1 yabancı yönetmenin tüm filmlerini izleyeceğim.
  • Yüzeceğim. Yok, yok tatilde değil. Tekrar tenis+havuz olayına girebilirsem extra bonus bana. Gerçekçi olalım, bunu yılın ikinci quarterından önce yapamam.
  • Daha çok fotoğraf çektireceğim/çekileceğim/çekineceğim. Önce fotoğraf hangi fiille kullanılıyor bunu öğreneceğim. Ayrıca güzel fotoğraf çekebilen birini de bulmak lazım ama onu bu seneye hiç karıştırmayacağım.
  • Gideceğim ama geleceğim. 3 ay: iyidir, bahar: gayet makul.
  • Eeeeeeee. Mmmmmm. Mavi kuş? Son quarterda olabilir. Aklımızda bulunsun.
  • Bir endokrin bir de psikiyatri uzmanından randevu alacağım. Bunu ilk 45 günde halletmek lazım.
  • “ama sen önemlisin”, “ama sen farklısın”ı bir kez daha duyacak olursam koşarak uzaklaşacağım. Aynı hatayı 3. kez yapana ne deniyordu? Ben o olmayacağım.
  • Cep telefonumu değiştireceğim. Neyle değiştireceğime karar vereceğim.
  • Çocuklarla ve yaşlılarla daha fazla vakit geçireceğim. Kuzenlerle en az 2 sinema, 2 tiyatro, 3 de lunapark turu yapacağım. İşim düşmeden de gidip anneannemle kalacağım.
  • İşi işte bırakacağım. O da olmazsa işi bırakacağım ama fevri hareket etmeyeceğim.
  • Daha az konuşacak, daha az soru soracak, daha büyük kahkahalar atacağım.
  • Tarif defterime, deftere bakmadan yapabileceğim en az 3 leziz tarif ekleyeceğim.
  • Daha çok yazacağım. El yazısı mahremdir, mahremimi koruyacağım.
...

Ölüm dediğin içindeki canı alırken kaftanına dokunmaz; yangın dediğin kundaktaki bebekleri kül ederken altın maşallahları tutuşturmazdı. Hal böyle iken, ölüm bu kadar yakındayken, illa bi’şey olacaksa, kaftan olmalıydı insan, kaftanı taşıyan değil; yahut altın olarak doğmalıydı insan, altını takan olmak için değil.


...

Ölümün anlamsızlaştığı yerde hayattı ilmek ilmek çözülen. Ve hayat şaşırtmaya bayılırdı.


Daha çok şaşıracağım, daha çok dua, daha çok şükredeceğim. Benim yıllarım 1 ocakta başlamaz hiç; varmaya değil, gitmeye gideceğim


*Elif Şafak - Mahrem


  • Bi'de bütçe toplantısından yeni fırlamış GMY gibi "quarter" demeyeceğim.
  • 2 tane de neşeli fıkra öğreceğim. Hatta belki güzel fıkra anlatmayı bile öğrenebilirim. Deneyeceğim.
  • Bu listeyi daha fazla uzatmayacak ve ikibinon'un ilk pazarında karşısına geçip "afferin bana" kahvesi içeceğim.

Read more...

Pazar, Aralık 14, 2008

bu da o değil*


















Hepimiz ‘o’nu ararken neden kimse kimseye ‘o’ olamıyor? “Bu da o değil” dedikçe, bir başka ‘o’ olma olasılığını kolaylıkla bulup onu da tüketebildiğimiz için mi? Hepimiz hepimize birbirimiz tüketme fırsatını kolayca verdiğimiz için mi? yenisini kolayca bulup kolayca aldığımız için hiç emek vermediğimiz bir eşya gibi ya da sadece kapağına bakıp hiç okumadığımız ama sırf bu yüzden içindeki olasılıkları görmediğimiz, göremediğimiz, -belki de yaşamın sırrını anlatan bir kelimeyi- gözden kaçırdığımız bir kitap gibi… Hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz ve sonsuza kadar akacağını düşündüğümüz bu su bizim dibi delik kovamızı doldurabilir mi?

Oysa seni bulmanın, senin “o” olmanın yolu sende durmayı sende beklemeyi, sende terlemeyi, sende uçmayı, sende boğulmayı istiyor. Seni benden başka kimse, beni de senden başka kimse ‘o’ kılamaz çünkü.

Sanıyorlar ki sende kalırsam, senle kalırsam ve sen de bende kalırsan, benle kalırsan geride kalan o sonsuz ihtimali kaybedeceğiz. Sanıyorlar ki sen benim ihtimallerimi, ben de seninkileri bitireceğiz. Oysa ben, senin ihtimaller arasındaki biricikliğini seviyorum. Gitme şansım varken sende kalmayı seviyorum. Sende kalmanın derinliğini, sende durmanın ihtimallerini, sana bir şey olacak diye korkmaları, seni görmek için uyanmaları, senin kolunu tutmaları seviyorum. Senin kolunu bırakmamdan korkmanı, senin kolunu tutamamaktan korkmamı seviyorum. İstersem gidebilme gücümü, istersen gidebilme gücünü ve bu güç bizdeyken gitmemelerimizi seviyorum. Israrla ve biteviye sende kalmayı seçişimi seni okuya okuya bitiremeyişimi, senin içindeki özgürlüğümü seviyorum. Anahtarı ikimizde de olan bu kelepçenin bizi bağlamasını isteyişimizi, kelepçenin şakırtısını duymayınca ikimizin de gözlerinde beliren korkuyu seviyorum.



*Cem Mumcu
Aşk, özgürlük ve 'ıssız' olmayan bir kedi üzerine
Tempo 11Aralık 2008

Read more...

evli olmak aynı insana faRklı zamanlaRda defalaRca aşık olmak - imiş


"Aşk, sizin için sonsuza kadar süren bir şey mi?
- Sonsuza kadar sürmesini umduğum bir şey. Aşk, benim için lunaparklardaki hız trenleri gibi. Bazen yavaşlıyor, bazen hızlanıyor, bazen yokuş aşağı iniyorsun, bazen çıkıyorsun ama gerçekse hep devam ediyor. Farklı yüzleri, farklı evreleri var. Biz karımla öyleyiz, bir sürü duyguyu aynı anda yaşıyoruz. Zaman zaman aramızdaki tutkunun yoğunluğu artıyor, zaman zaman da azalıyor ama aramızdaki arkadaşlık, en güçlü haliyle hep orada duruyor. Karım, şüphesiz şu dünyadaki en yakın arkadaşım.

Evlilikle ilgili kafanızda soru işaretleri var mı?

-Yok hayır. Evli olmak aynı insana farklı zamanlarda defalarca aşık olmak. Tek yapmayacağınız şey, bırakıp gitmek. Ama zaten gerçek aşksa, nereye gideceksiniz? Uğrunda çaba göstermeye değmez mi? Biz paylaştığımız bu aşkı korumaya, kollamaya çalışıyoruz, bir de biz ikimiz birlikteyken çok eğleniyoruz, bence bu da en önemli şeylerden biri.

...

Bütün röportajlarınızda karınızı acayip övüyorsunuz...
- Bir sakıncası mı var! O benim kalbimin deli gibi atmasına neden oluyor. Zaman zaman da beni öfkeden köpürtüyor. Ama iyi ki var.

En çok hangi özelliği vazgeçilmez?
- Her şeyi. Çünkü bütün o "her şey" onu bu kadın yapıyor ve vazgeçilmez kılıyor. Kötü ve sinir olduğum özellikleri dahil.

Kötüleri bırakın, en bayıldığınız özellikleri...
- Tutkulu bir kadın. Ve basiretli. Ve müthiş bir muhakeme yeteneği var. Bir de onurlu. Ve adaletli. Böyle söylemek tuhaf olacak ama onun sayesinde ben daha iyi bir insan oldum. Daha dürüst, daha onurlu bir adam..."

Hem yakışıklı, hem de aşık bir adam: Josh Holloway
Bu adama tüm bunları söyleten kadın: Yessica Kumala

Vay anasını sayın seyirciler...




05.10.08/ 21:26

Read more...

Cuma, Aralık 12, 2008

köpRü


...Kendini paylaşmanın aşkı büyütmesi, başka bir yoldan daha gerçekleşir: yumuşak karnını Öteki'ne gösteren kişi, yaralanmayı göze alıyor demektir – bu savunmasızlık kötüye kullanılmadığında- Öteki'nin yumuşak karnıyla karşılandığında, ciddi bir köprüdür kurulan.


Cem Akaş Aşk= f(karanlık)
Cogito Aşk
Sayı :4 Bahar 1995
İkinci baskı sf:70

Read more...

Cuma, Kasım 07, 2008

mavi biR telaş

Baştan söylüyorum, ISSIZ ADAM'ı izlemeden/izlemediysen okuma. Film keyfi diye bi'şey kalmaz/kalmayabilir. Savunmam da hazır: “Bak yukarıda günce yazıyor kabak gibi, karıştırmasana elalemin günnüğünü” derim, “bu saatte manyak mısın benim yazdıklarımı okuyorsun git puslu kıtalar atlası oku” derim ki bu cümle bile spoiler sayılabilir, bu sebepten tavsiyem acil alt+F4’tür.

*fotoğraflar resmi internet sitesinden araklanmıştır.



Altına imzamı attığım, atmak istediğim yüzlerce cümlenin benden önce yazılmış, imzalanmış olmasına alıştım da. O sahne… Ah “bir tek benim” dediğim, hiç benim olmamış o an…
Bir sinema filminde. Kendimi sinema perdesinde görmek istediğim belki de tek karede. Neyse ki bir Çağan Irmak filminde. Neyseki muhteşem bir masalın tam ortasında.

Alper:Adı ne bu hikâyenin
Ada:Bilmem mavili yeşilli bi’şeyler işte.

Ada:Mavi bir telaş.
Alper: Telaşı at, mavisi kalsın.


Ara verildiğinde ağlayan tek deli olmamamın müsebbibidir bu diyalog. Film biterken katıla katıla ağlayan tek deli olmamın sebebi ise tarifinin hiç veril(e)meyeceğini başından beri bildiğim o havuçlu-tarçınlı kek için Ada’nın son anda “biz yaptık yedik onu” demesidir.

Biz yaptık yedik onu. Biz yaptık, yedik onu. Sensiz yani. Sen yoktun ama oldu yani, yaptık yedik.
gerçi seninki gibi hafif olmadı ama…” seninki gibi olmazdı zaten, olamazdı. Biliyorum bunu, biliyordum, sende biliyorsun. Bilsek bile ne değişiyor ki? Biz yaptık yedik onu…

Ağlatacağı ya da benim ağlayacağım diyeyim hadi belliydi de, böyle olacağım aklımın ucundan geçmemişti. Bu kadar dokunacağı dokunmak ne ki, içimi 1 saat önce koltuğunda oturduğum dişçiden beter oyacağını nereden bilebilirdim.

Nedense Alper oldum ben filmde. Ada olmayı konduramadım belki de, belki de inanamadım Alper’in ayaklarını yerden kesebileceğime, bana kek yapıp gelmişken kahveyi üstüne boca edebileceğime. Alper oldum ben, annesiyle sevgilisi bir araya gelince hayatı işgal edilen oldum, “yok ben sık sık gidiyorum zaten kendi evime ” dediğinde direksiyonu parçalamak isteyen oldum, harem’de otobüse el salladıktan sonra sevgiliye anlamsızca gelen o sımsıkı kucaklamanın sahibi oldum… Alper’i anladım ben filmde. Gecenin bir körü yatağından kalkıp başka kadına giden ama fakat geri dönen Alper’i bile anladım. Anladım ve küfrettim.

O muhteşem aşkların hepsi korkak Alperler yüzünden bitiyor. Fragmanda da var ya hani “nedeeen?” diye ağlıyor Ada. Salaklığından be kızım, korkaklığından işte. Her boku yemesinden ama yüreğinden geçenleri yaşayacak kadar bağlanacak kadar güçlü olmamasından. Acizliğinden, zayıflığından. Sıfat kalabalığına gerek yok işte: KORKAKLIĞINDAN. Aylara yılara dair net bilgiler olmasa da filmin içinde (DVD çıkıp da kare kare izlesek buluruz belki, gazetede çıkan haber falan…) çekimlerin yazın yapılmasından, güzel güneşli günlerden, boyunda boncuk boncuk terlerle uyanılan sabahlardan ve hemen ayrılığın akabinde kutlanan doğum gününden anladığım Alper’de tipik bir aslan erkeği. Kibirli budala ve korkak. Küstahça, şımarıkça ve süper bir tatlılıkla Ada’nın peşinden koşması, annesini uğurladıktan hemen sonra ayrılması, işindeki ustalığı, detaycılığı, mükemmeliyetçiliği, kibri…


Nasıl masal bir hikaye, nasıl gerçek bir final, nasıl zeki diyaloglar, seslerin tonu, ifadeler, mimikler… Nasılda anlatasım var… Gidesim, dinleyesim, içesim, okuyasım var...

Karda donmak üzeresin uyumak tatlı geliyor oysa sen ölüyorsun.


Read more...

Pazartesi, Eylül 29, 2008

sessiz laciveRt


Hızlı hızlı okuyordu. Zıplaya zıplaya geçti kelimelerin üstünden çünkü önce bu son iki bölümü sonra kitabı baştan sona tekrar okuyacağını gayet iyi biliyordu. Kitap daha başlamadan düşülmüş olan “yazar ve yayıncı bu hikâyenin son bölümünde sayfa karışıklığı olmadığını önemle belirtirler.” notunun merakıyla son bölüme ulaşmaya çalışıyordu. Şimdiye kadar kitap 2 kere bitmişti aslında. Söylenene göre kitabın 3 resmi sonu vardı. Yazar ilk sonu yapmıştı. Ona göre yazarın “birinci finalimiz budur” dediği yere gelmeden önce bitmişti aslında kitap. Ona göre kahramanlar o odada öylece sonsuza kadar baş başa kalmalıydılar. Kendi finali oydu ama daha kitap bitene kadar 2 ayrı final olacağını biliyordu. Artık sonları merak etmiyordu aslında, kitabın en başına not düşülmesine sebep olan o ‘sayfa karışıklığını’ merak ediyordu sadece.

Hızla çevirdi sayfayı bir kez daha. İçerden bağıran sesi belli belirsiz duydu: “hadi ama geç kalacaksın” Artık neredeyse sadece diyalogları okuyordu. Son bölümden önceki son sayfaya geldi:

Sonunda ona bakabildi Sarah. Gözleri yaşlarla doluydu ve bakışı inanılmaz ölçüde çıplaktı. Böylesi bakışlarla hayatımızda sadece bir-iki kere karşılaşır ve onları paylaşırız; içlerinde kelimeler erir, geçmişler çözülür, öyle anlardır ki en derin gereksinimlerimizin kesinliğiyle, çağların beşiğinin sadece aşk olduğunu anlarız. Birleşen bu iki eldeki bir başın diğer başın altına sokulduğu bu kör sessizlikte var olan aşk; sıkıştırılmış bir sonsuzluktan sonra Charles bu sessizliği bozdu, ama sorusu bir sesten çok bir nefes gibi çıkmıştı.

Sorunun ne olduğu önemli değil kitap resmi olarak ikinci kez, onun gözünde 3. kez bitmişti. Artık son bölüme gelmişti. Hızla ilk 2 sayfayı okudu, çevirdi hakkaten garip bi’şekilde geriye gitmişti kitap. Bir iki satır okudu. Saatine baktı. Kapatıp masanın üzerine koydu kitabı.

Ceketini giydi, ayakkabılarını bağladı. Kapıyı çekti. Dışarıda yağmur çiseler gibiydi. Kapüşonunu kapatmadı. Okudukları kafasında dönüp duruyordu. Böyle çıplak bir bakışla kaç kere karşılaşmıştı hayatında? Karşılaşmış mıydı?

“2 tane lütfen”
“Teşekkür ederim”

Kelimelerin eriyip, geçmişin çözüldüğü bir bakış var mıydı gözlerinde?

“Aa size de iyi bayramlar.”

Alt bahçedeki merdivenlere varmadan ezan sesini duydu. Olduğu yerde durdu. Dinledi. Küçük bir parça kopardı sıcak pideden.

Hayır yoktu. Hiç olmamıştı öyle bir bakış. Kimseye çırılçıplak bakmamıştı bugüne kadar. O sahne geldi gözünün önüne. Bir otel odasında, aniden ve ansızın, şehvet ve günah dolu ve AŞK dolu o an.

Yağmur hızlanmıştı. Durduğu yerde kendini dışarıdan gördü bir an. “n’apıyorum ben?” kısacık saçlarında gezindi parmakları. Fark etti ki kaybedecek hiç bi’şeyi yoktu/kalmamıştı (yüklem önemsiz) Poyraz esiyordu ve yağmur toprağı besliyordu usul usul. Şimdi ekse tohumlarını, kışa filizlenirdi.

Ve her şeye baştan, en baştan başlayabilirdi.
Aşka bile.






Kitabın son bölümünü okumadı...






Read more...

Salı, Eylül 23, 2008

YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER


Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar,
Müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörmeyi barındırmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler,

İzzeti nefislerini yıkanlar,
Hiçbir zaman yardım
istemeyenler.

Yavaş yavaş ölürler

Alışkanlıklara esir olanlar,
Her gün aynı yolları
yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve
değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyen
veya bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler

İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan
kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar,
Yavaş yavaş ölürler.
Yavaş yavaş ölürler
Aşkta ve işte bedbaht olup istikamet
değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk
almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin
dışına çıkmamış olanlar.
Yavaş yavaş ölürler.

Pablo Neruda


Nobel edebiyat ödüllü, Şilili şairPablo Neruda'nın ölüm yıldönümü anısına...

Read more...

Cumartesi, Ağustos 09, 2008

hayıR hiç yadıRgamıyoRum


...
boşuna mıydı yoksa nedensiz gülmelerim
bir yandan yüreğim daraldıkça
tam dediğim gibi
bir daha karşılaşmamak
bize özgü bir çoğulluktu.

şimdi bu akşamüstlerini niye sevmiyorum
ne bileyim ben neden
üstelik bir sap menekşe iliştirmiş ağzına
gidip geliyor durmadan
sabahla akşam arasında
deniz ötemde
deniz içimde
hayır hiç yadırgamıyorum yokluğunu
sarılıp gövdesine sımsıkı
bir kadın kendini doğurabilir isterse.





Read more...

Salı, Temmuz 22, 2008

huzursuz yeşil

—Hayır!
—Sana inanmıyorum
—Gerçeği mi söylememi istiyorsun, senin duymak istediklerini mi?
—Elbette gerçeği duymak istiyorum
—Hayır, onunla yatmadım! Bunu yapmayı isterdim ama ona her bakışımda seni görüyordum. Ve sen olmadığını bile bile bunu yapamazdım. Yapmadım da.
—Ben…
—Sen kimsin? Nesin benim hayatımda söyler misin? Ne hakla soruyorsun bunları bana, ne sıfatla soruyorsun. Kimsin sen, neyim ben senin hayatında
—Sen benim…
—Ben senin hiçbir şeyin değilim, “aşığım, seviyorum” değil “seni istiyorum” dedim ben sana. Gel gir hayatıma, sorularıma cevap ol, benim ol, benimle ol dedim sana. Yolun açık olsun diyen sen değil miydin, hep böyle kal diyen sen değil miydin, daha büyük mutlulukları hak ediyorsun zırvalıklarını kusmadın mı bana… Şimdi karşıma geçmiş neyi sorguluyorsun.
—Ben seni…
—Sen beni sevmedin, istemedin, özlemedin, düşünmedin, arzulamadın. Ben seni diye başlayan bir cümleyi tamamlayacak hiçbir yüklemin yok senin. Şimdi çık-git buradan, evimden, hayatımdan, aklımdan, kalbimden, tenimden çek ellerini, dokunma bana.
—Haklıs…
—Haklıyım evet! Lanet olsun ki haklıyım. O yüzden hemen şimdi git buradan. Bir daha asla çıkma karşıma, ben senin hiçbir şeyin olamadım madem, bende daha fazla yer işgal etmeden git artık!

Boğazındaki düğümü yutmaya uğraşır, beceremez. Göz göze gelmeden kapıyı açar, diğer eliyle dışarıyı işaret eder. Tam kapıda; “Hiçlik bazen daha çok şeydir şu hayatta…” dediğini duyar. Bakmaz ondan yana. Hızla çarpar kapıyı. Duvarları inler evin. Sesleri dinler. Önce asansör kapısı açılıp kapanır. Zemine gelince belli belirsiz bir ikaz öter. Tekrar açılıp kapanır asansör kapısı. Apartmanın kapısı çarpmaz bir türlü. Bekler. Eli kapıya gider. Hızla döner arkasını. Arka odanın penceresine yaslanır, çarpışan bulutları, bir türlü yağamayan yağmurun gürültüsünü izler. Bir şiir gelir aklına nereden geldiğini bilmez, bilmek istemez…


pencereyi kapama
gök dolabilir içeri
sen neyi görebilirsin
ıslak bir bulutun ağışını mı

pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin
kırık bir dalın yükünü mü

Pencereyi aç
soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
Kokusu hayatı yıkasın diye

Pencereyi aç
sesin sarsın dünyayı
duyulur elbet ta ötelerden
Yürek kendini tanır


Arkadaş Zekai ÖZGER/
PENCERE

Read more...

Cuma, Haziran 27, 2008

dünyaya Renk veRen gRilik




Özlem, bütün dünyanın grileşmesidir :
her şeyin renksiz bir arka plan haline gelerek,
yalnızca o geçmiş rengin, bütün dünya içinde
tek renk olarak görülmesi -
bütün dünyaya ancak onun renk verebilmesi...

Özlem, dünyaya renk veren griliktir.


Oruç Aruoba/ UZAK II. BÖLÜM "ÖZLEM ÇEKENE KILAVUZ"


Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP