zâta mahsus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zâta mahsus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pazar, Haziran 03, 2012

bitmez yeşil

Amma da uzun bir gündü bu....

Annem iyiye gidiyor. Ama geçen hafta bugün soran olsa, ambulansla acile gittiğimiz gecenin sonunda olduğumuz için, oturur ağlardım herhalde. Neyse ki en son MR'larını doktora gösterdik ve korkulacak bir durum olmadığını söylemesiyle rahatladık. Verdiği ağrı kesici yeterince tesir etmedi ama onu da hafta içi tekrar gidip konuşacağım artık.
Yalnız annemin MR'larını gören uzman doktorun, "LP (belden sıvı alınması) yapmamız gerekiyor, eğer beyindeki sıvı yoğunluk fazlaysa şant takmamız gerekebilir" deyip yüreğimi ağzıma getirdikten sonra, muayenehanesine gittiğimiz profesörün, "her şey normal, korkulacak hiçbir şey yok, tümörü çıkardığımız yerdeki dokular büzüştüğü için bu ağrılar olabilir" demesi o kadar sinir bozucu ki... Hatta şant fikrini profesöre söylediğim zaman hafif gergin bir tavırla "bakın onların yanıldığı nokta..." diye başlayıp bütün konuyu ders anlatır gibi anlatınca anladım ki, bu ülkede öksürük ve burun akıntısı için bile iki farklı uzmandan fikir almadan ilaç almamak lazım. Beyin tümörü gibi bir konuda, nörolojik bilimler enstitisü denilen yerdeki uzman doktorun fikri bile, deneysel bir yaklaşım oluyorsa (biz belden bir sıvı alalım bakalım, sonra gerekirse şant, gerekmezse "yok bi'şey der" yollarız geri) kimseye güvenmemek lazım.

Neyse, ne diyordum. Bugün çook uzun bi'gündü hakkaten...

Önce annemin fizik tedavisi için tavsiye üzerine Ataşehir'de bir doktora gittik. Annemin keyfi yerindeydi. Dönüşte iş yerinden babamı da alalım öyle eve gidelim dedik. Kardiş'le "oradan mı girelim, bu yoldan mı çıkalım" derken bir baktım O'nun sokağının başına gelmişiz. Nabzım bir anda 300 falan atmıştır herhalde. Sanki köşedeki marketten gülerek çıkıp gelecekmiş gibi... Bir anda bütün ayarım bozuldu.
Neyse sonra babamı aldık. Annemi iyi gören kardiş, Ali Usta'da döner ısmarladı. Annem gayet neşeli eve dönüş yoluna koyuldu. Eve gelince, en yakın komşumuzun kızının düğünü olduğunu hatırladık. Yani unutmamıştık aslında, annem dün akşam kına gecesine bile gitti yarım saatliğine. Eve gelince tutturdu bana "giyin sen de git" diye. İtiraz etmedim. Kaç aydır gün yüzü gördüğüm yok, bir kahve içip iki satır sohbet etmeye hasretim zaten, dedim "zeynep süslen çık şekerim, lorke'yle kara üzüm habbesi çalar, iki göbek atar, bir halay çekersin, havan dağılır." kalktım hazırlandım. Taa geçen yıl alıp hiç giymediğim bir elbisem vardı, ütüledim, saçlarımı yıkadım, kuruttum şekil verdim. Ve topuklu ayakkabılarımı çıkardım. Sanki asırlar olmuş giymeyeli. O'nunlayken yazılmamış, gizli bir kural gibiydi, topuklu ayakkabı giymemek. Oysa kendimi ne kadar da seksi hissederdim, onun yanında topukluyla olunca. Okan Bayülgen'in yanındaki manken sevgililerinden biri gibi :D Tam bunları düşünürken, davul zurna sesi geldi dışarıdan. Baktım ki, damat tarafı, gelin almaya gelmiş. Davul zurnayla sokak ortasında oynayan bir grup insan var ortalıkta. Komşuların hepsi camlarda falan. Nasıl da güzel bir manzara.
Giyindim, makyajımı yaptım, hazırlandım, annem uzun zamandır beni öyle görmediği için, çok heyecanlandı. Bir anda bir sürü şey söylemek isteyip, hiçbirini söyleyemedi. "güzel kızım, güzel kızım" diye yolladı beni.
Salona gittiğimizde önce tesadüfen gelin odasına girdim, taze çifti tebrik ettim, o arada laf olsun diye damat beye, "davul zurnayla geldiniz ama uzun uzun çaldılar, kolay kolay alamadın herhalde kızı evinden?" dedim. Gelinin annesiyle ablası yanlarındaydı, onlara dönerek "bu evin en değerlisini, en kıymetlisini aldım ben, tabi kolay olmadı ama sabaha kadar olsa yine beklerdim" dedi. "Oooo, aaaa" falan güldük geçtik içeri.

İnsanın hafızasını tetikleyen bazı cümleler var ya, işte o cümlelere kafam girsin. Var olduğunu bile hatırlamadığım şeyleri tetikledi çıkardı yerinden. O'nun en yakın arkadaşı ve babası beni istemeye geldikten kısa bir süre sonra ikna turları kapsamında babamın iş yerine ziyarete gitmişler. Arkadaşı, babamla yaptıkları konuşmayı anlatırken sevgilimi alıp karşısına demiş ki, "siz evlendiğinizde sen bu adamın bütün hayallerini, hayatı boyunca umut ettiklerini, her şeyini almış olacaksın." (ya da işte bu mealde bir şeyler.) O'nun anlatmasına göre arkadaşı, babamın bu laflarından etkilenmişti. Ama O bana bunları anlatırken, babamın bu sözleri O'na hiçbir şey ifade etmiyordu. O'nun için, "nedir yani, kız gelmiş 30 yaşına, tabi evlenip gidecek, ne gerek var bu ajitasyona" durumu vardı. Belki eskiden, yani ilk zamanlar böyle düşünmüyordu, son zamanlara geldikçe sıkıldı yaşananlardan, o yüzden öyle dedi. Belki de aslında hep böyle düşünüyordu da ben görmek istemedim bunu. Babamla benim aramdaki bağ, O'nun için hiç bi'zaman bir şey ifade etmedi belki de... Bilmiyorum. Ama şu bir gerçek O'nun böyle bir hissiyatı, böyle bir düşüncesi varken evlenmediğimiz isabet olmuş. Beni bu kadar değersiz hissettiren bir adamla, nasıl da... Offf.......

Bütün gece hiç bi'şey yokmuş gibi halay çekip, göbek attım be günnük. Biraz nefes almaya ihtiyacım varmış hakkaten. Şöyle kimseleri tanımadığım bir New York City club'ında olsam da sabaha kadar dans etsem bu gece... Kimseyi düşünmeden, aklımda "oysa"lar, "keşke"ler, "peki ya?"lar, "ya sonra"lar olmadan, günün ilk ışıklarına kadar dans etsem...

Bugün bitmedi gitti be günnük, saat gecenin 3ü olmuş, ben hala sayıklamalarda....





Read more...

Perşembe, Mayıs 10, 2012

çilekli beyaz

Pazartesi gününden beri, bir ferahlık, bir hafiflik, bir beyazlık var üzerimde ve beraberinde garip bir ruhsuzluk. Hani bu ferahlık, beraberinde bir neşe de getirir ya insana, o yok içimde. Bakışlarım donuk hala. Arada anneme gülüyorum kahkahalarla. Normalde kahkaha atmayacağım şeyler ama ben öyle büyük gülüşler saçınca annem de gülümseyiveriyor bana, dünyalar benim oluyor. Bugün mesela "aklını başına al" dedi. Öyle çok hoşuma gitti ve öylesine güldüm ki. Normalde "Perdeyi çek", "sesini kıs" gibi günlük rutinde en çok söylediği cümleleri bile "şeyi kapat şeyi", "küçük yap onu, küçük" diye ifade ediyorken; "aklını başına al" diye 3 kelimelik bir cümleyi bir nefeste, hiç yardım almadan, tam da duruma uygun şekilde söyleyince zevkten dört köşe oldum tabi. Duruma uygun olması da bana kızması. Laf nereden geldi hatırlamıyorum, anneanneme "kuşkonmaz alalım, hiç yemiyoruz" falan diyordum. Organik beslenmeyle kafayı bozduğum için, annem böyle soya filizi, maş fasülyesi, avakado, zerdeçal gibi abidik, gubidik sebze meyveleri duydukça önce bir "amaaaan zeynep" çekiyor, sonra da "yapma onu yapma yapma" diye tepkisini dile getiriyor. Ben kuşkonmazdan bahsedince de aynı şey oldu, önce yine uzun bir "aman kızııım" patlattı, ben de dönüp, "kuşkonmaz alıcam sana anne, ben amerika'da çok yiyiyordum ondan lezzetli bi'şey" deyince "aklını başına al ya, o ne öyle, yapma bana yapma" diye söylenmeye başladı. Canım benim ya.

Kemoterapinin 2. kürü başladı salı günü. Şu hastalığın en kötü tarafı, bizim için aynı zamanda tek iyi tarafı oldu. GBM kötü huylu bir tümör türü. Yani kanser. Hadi adını koyalım işte basbayağı "beyin kanseri" bu. Ama "beyin tümörü" lafı bile tek başına o kadar korkunç ki, hiçbir yerde, (literatürde bile) "beyin kanseri" dahası "kanser" sözcüğü geçmiyor. O yüzden annem ve anneannem dahil kimseye böyle bir açıklama yapmadık. Kemoterapi ilaçlarını alması da yaygın olarak bilinen serum yönteminden ziyade, küçük beyaz hapları yutması şeklinde olduğu için, ne kanser ne de kemoterapi sözcüğü literatürümüze hiç girmedi. Ve bu kelimelerin beraberinde getirdiği o pis, acıklı "negatif enerji" de evimize hiç uğramadı. Annemin, sadece "güç kaybı" olan sağ tarafı için bile "felç inmiş, felçli kalmış" diye birbirini dolduran komşuların ağzına "kanser olmuş, beyin kanseri ayyyy o nasıl şey kimbilir" laflarını vermediğim, komşuları siktir et; zaten kelimeleri hatırlayamadığı, kendini ifade edemediği için umudu kırılan ve  hareketleri kısıtlandığı için "ben yapamıyorum" diye üzülüp ağlayan anneme bir de "sen kansersin" hissiyatı yaşatmadığım için çok huzurluyum.

Yarın annemin doğum günü. Yani bugün. Büyük bir hediyem yok ona. Çünkü değil dışarı çıkmak, başka odaya geçip biraz ortadan kaybolsam, "nerede bu kız" diye söylenmeye başlıyor. Yarın ona yapacağım pasta dışında bir şeyim yok. Bir de "ben annemi sevmiyorum aslında" laflarıyla ortada dolaştığım günlerime inat, içime sığmayan, nasıl göstereceğimi bilemediğim kocaman SEVGİm.

Pasta ve sevgi...Bunların ikisinin bir araya geldiği bir başka doğum günü daha vardı-dı. -di 'li geçmiş zamanın hikayesi'ydi diğ mi bu? var-dı... Geçmiş bütün o zamanlar, hikaye mi değil mi, meçhul.

Olsun, bir tek ANNEM olsun, Bana bi'şey olmaz;



Read more...

Cuma, Ekim 15, 2010

blue ending

Bu son yazı olsun artık…
Şikâyet eden, sızlanan, halinden memnun olmayıp habire bir şeyleri değiştirmeye çalışan bu aptal şişko kızı gömelim buraya... Görmeyelim bir daha!

Madem “ne zaman geliyorsun” sorusuna bile bir cevabım yok benim, susayım artık…
Ama son bir kez sızlanayım istiyorum ağız tadıyla…

Part I
Geçen Cuma’ydı. Çarşambadan beri üzerimde bir halsizlik vardı zaten. Cuma günü okuldan erken çıkıyorum ya bütün gün yatarım geçer diye düşünmüştüm. Hava günlük güneşlik olmasına rağmen üşüyordum. Oda arkadaşıma sordum önce “ateşimi var mı” dedim. “ay ben anlamam ki” falan dedi kaynattı konuyu. Üzerime en kalın kazaklarımı giyip yatağın içine girdim ve sevgilime mesaj yazmaya başladım. O cevap verdikçe üşümem artıyordu sanki, çoraplarımı ve patiklerimi üst üste giydim ama dişlerim birbirine vuruyordu. Ateşim vardı ama ateş düşürücü hiçbir şeyim yoktu. Muhtemelen terli terli spordan dönerken yediğim rüzgar hasta etmişti beni ama bunları düşünmüyordum o anda.
Sevgilime anlatmam gereken şeyler vardı ve ben daha konuyu oraya bile getiremeden, “sen beni Amerikan rüyasına sattın”, “ben artık çıkardım seni hayatımdan” lar başlamıştı. Öyle çok üşüyordum ki yorganın altından çıkmaya üşenmesen eldivenlerimi bile takacaktım. Sonra oda arkadaşımın bana seslendiğini duydum, sesi çok uzaktan geliyordu sanki. Yorganı açtığını hissettiğimde 'kapat şunu' diye bağırmak istemiştim ama sesim çıkmadı. Birkaç yıl önce de böyle ateşlenmiştim, onu da yazdım sanırım buralara, babamın elinde buzlarla çaresiz bana baktığını ve annemin, benim 'çok üşüyorum n’olur yapmayın'larıma aldırmadan o buzlarla benim ateşimi düşürmeye çalıştığını hatırlıyorum hayal meyal. Ama Cuma gecesi hastanede uyanana kadar neler olduğunu hayal meyal bile hatırlamıyorum. Volkan ağbi’nin beni kucakladığı bir sahne var. Sonra oda arkadaşımın arabanın içinde beni soymaya çalıştığı başka bir sahne var. Hastaneye girerken bir yere bacağımı çarptım onun acısı var ama nasıl olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Ha bir de cevap veremediğim son bir soru var “sen ne zaman döneceksin?” Volkan ağbi’nin söylediğine göre hastaneye gelirken ve oradayken sürekli sayıklıyormuşum. Birkaç gün sonra “ne sayıkladım ben o akşam?” diye sorduğumda “bir ara bir şeylere cevap vermeye uğraşıyordun, erkek arkadaşındı herhalde ama anlamadım” diyor, “bir arada babanla konuşuyordun galiba” diyor. “Nerden anladın babamla sevgilim olduğunu” diyorum. “Ya o değilde senin insuarance card amma iş açacaktı başımıza ha” diye gülerek konuyu değiştiriyor. O ruh haliyle kim bilir neler sayıkladım adamın yanında… O beni utandıracak hiçbir şey söylemeden konuyu değiştiriyor…

Birkaç saat sonra üzerimde aptal bir pijamayla uyandıp volkan agbi’yi ve bizim diğer evdeki kızlardan s. yi baş ucumda gördüğümde önce hastanede olduğumu idrak edemiyorum. Sonra yanımdaki perdeyi görünce bir an oradan Foreman ya da Chase çıkacakmış gibi geliyor, kendi kendime gülüyorum… uyandığım halde hiçbir şey söylemeden güldüğümü gören herkesin yüzüne rahatlamayla karışık bir merak oturuyor. “Kaç saattir buradayız?” diye sormaya çalışırken benim olmayan bir sesle homurduyorum. Ve nihayet o rahatlamış ifadeyi görüyorum . "Ateşim vardı sadece niye getirdiniz ki beni buraya" diyorum. "Sirkeli su yapsaydınız geçerdi" diyorum. Onlarda habire beni nasıl hastaneye neredeyse zorla soktuklarını anlatıyorlar. Burada sağlık sigortası her şeyden önemliymiş bir kez daha anlıyoruz böylece. Mümkünse sağlık sigortası kartlarını vucudumuza dövme yaptırıyormuşuz, falan-mış filan-mış…

Eve gelip telefonumu açınca son bir mesaj görüyorum. Ağlamaya mecalim kalmamış. Bir de annem mesaj atmış bana, kızım seni özledik seni kamera aç görelim demiş. Aptal aptal sırıtıyorum telefona…

2 gün evden çıkmıyorum. Kimseyle konuşmuyorum. “Ne zaman geleceksin?”in cevabını düşünüyorum yatıp kalkıp. Martta döneceğim eylüle kadar evlenir beraber döneriz desem bir anlamı olacak mı O’nun için acaba. Bilmiyorum.
Burada okul mu seçeceğim, yaşamak için eyalet mi seçeceğim, bilmiyorum… zaten buradaki okulların beni alacağına dair zerre kadar umudum da yok ya… niye buradayım onu bile bilmiyorum. Basit bir hayatım olsaydı diye düşünüyorum. Bankada 5. yılım olsaydı bu sene ve 20.10.2010da evleniyor olsaydım mesela… ya da çoktan evlenmiş.
Şimdi eğer buradaysam bu hayalden tamamen vazgeçmem gerekiyor sanırım. Amerika’ya gelmekle, gelmeyi istemekle, basitçe yaşayıp giden biri olmayacağımı ilan etmiştim aslında. Bunun arkasında durmalıyım belkide. Ama bu arkasında durduğum/duracağım şeyin beni köksüz bırakmasını hazmedemiyorum hala.
Biz O’nunla birlikte bu topraklara kök salabilirdik biliyorum…

Pazartesi kontrole gittiğimde “evli misiniz?” diyor doktor. "Olmalı mıyım?" diyesim geliyor ama “No I'm not” çok daha kontrol edilebilir bir cevap. Cümlelerimi kontrol edemediğim bu dili sevmiyorum ben…

Sarılmayı özlüyorum. O’na, babama, kardeşime…

Orada olmayı diyemem ama O’nunla olmayı özlüyorum…

Part II
Saat 00.01oluyor burada. Orada sabahın 7siyken. Takvim 15 ekimi gösteriyor. 1 yıl önce bugün biliyordum Amerika’ya geleceğimi. Omzuna yaslanmış gözyaşlarımı saklamaya çalışıyordum. Galata köprüsünde güneş batıyordu. Ve “bu sabah yine her sabah ki gibi sıkıldım İstanbul’dan” diyordu gitar çalan çocuk.
“Moralim bozuk, cerayan kesik hele bir de sen yoksun ya çok yazık...”

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Bir kadeh şarabım bile yok 1.yılımızda. Ne zaman döneceğimi söyleyemediğim bir adama nasıl derim “beni bekle gelip seni alacağım” diye.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. “Evet” dediğim gece çekilmiş. “Keşke ‘hayır’ deseydin, ‘gitmem gerek’ deseydin” diyor diğerlerimden biri ama biliyorum ki bugün sorsa yine evet derim ben O’na.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine bir antibiyotik daha içiyorum. Son kez birlikte uyuduğumuz akşam, ay ışığında izlediğim uyuyan yüzü geliyor gözümün önüne… Dokunamıyorum… O tatili bile zehir etmiştim O’na inanamıyorum!

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine dinliyorum “sensiz olmazları”… O klibi izlerken ki yüzü geliyor gözümün önüne… Dokunamıyorum…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine ağlıyorum. “Yok iyiyim ben, ateş yaptı yine herhalde” diyorum yanımdaki meraklı surata. Bu ateş beni öldürmez ama içimde ki bu yangın çürütür biliyorum. O’na mutluluk dahil hiçbir şey veremediğim geliyor aklıma. Huzur vermedim. Rahat vermedim. Cevap vermedim. Umut vermedim. Eline alıp tutabileceğim bir hediye bile vermedim.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. “Evet” dediğim gece çekilmiş. O geceyi hatırlıyorum. Ve sabahını, içtiğimiz adaçayını. Ve İstanbul’a dönüşünü. Minibüsten inerken bana bakan ışıl pırıl gözlerini. Çektiği mesajı: “yuppy ben evleniyorum!” ve ertesi gün olan o aptal kazayı…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Sarhoşuz belli. O’nunla ilk rakı içişimizi hatırlıyorum. İlk “seni seviyorum”u. Beni taksiye bırakıp dönüşünü. Çektiği mesajı: “bundan sonra sana rakı seek”

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Mutluyuz. Ama yalan yok, içimde bir “şey” eksik o gece. Ne olduğunu bilmediğim ve “nedir acaba bu” diye kurcalamadığım. Aslında bana evlenme teklif edeceğini ilk hissettiğim anda düşünmem gereken ama hiç düşünmediğim… haklıydı belki de. Belki de değildi. O kaza olmasaydı olmazdı belki de bunlar… o “eksik” şey neyse batmazdı içime bu kadar…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Doğru adamla yanlış zamanda çekilmiş bir fotoğrafa. Gülüşünü özlüyorum en çok. Ellerini, konuşurken nasıl da güzel kullanır onları... Nasıl da yumuşacık dokunur yüzüme…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. …


Read more...

Cuma, Ağustos 20, 2010

latte mavi

Çok gereksiz bir sıklıkta ağlak zırlak yazılar yazıyor olabilirim. Hiç yazmamaktan iyidir bence. Ve ağlamak içime atmaktan iyidir. 18:00e kadar bilet rezervasyonumu onaylatmam gerekiyor. Ama aynı yere gideceğim kızlardan birinin salaklığı yüzünden pasaportu hala eline geçmedi. Ve biz hanımefendinin keyfini bekliyoruz. Ben bu insanlarla birlikte gidiyorum ya… yazıklar olsun bana! Sırf yalnız kalmamak için takıldım peşlerine. Ki hayatımda bu kadar yalnız kalmışken, hiç gerek yok buna.

Şimdi iki seçeneğim var. Ya turizm firmasını arayıp kendi rezervasyonumu okeyleyeceğim, çünkü ben henüz görmesem de vizesi basılmış pasaportum eve ulaştırılmış ya da son dakikaya kadar o aptal kızın pasaportunun teslim edilip edilmeyeceğine dair haber bekleyeceğim.

Saat 15.40.
Yer Ankara Kızılay starbucks.
Yanımda liseli iki çift. O gizli saklı sandıkları sevişmeler kim bilir nasılda tatlı…
Sevgilimle konuştuk. Galiba bir saat kadar oluyor. Sanırım sesini son duyuşumdu. Çantamda peçete yok, ışığın tam altında oturuyorum, sakin sakin ağlayamıyorum…

Babam dün akşam otobüse bindirirken, “hadi artık git mealinde” öyle bir cümle söyledi ki…
Gerçekten gidince aramazsam ne olur acaba?

Bugün tam yurtdışı avansını almak için verilen merkez bankası çekini imzalarken, annem aradı. Yukarda bahsi geçen salak arkadaşım ve sevgilisi, paranın miktarı ve çek almak vs durumları hakkında gülüşüyorlardı. Görevli kadın güzel temennilerini sayıp döküyordu. Mutlulardı. Ben de mutlu olmak istedim o an. Anneme “bak tam imza atarken aradın, x lira paraya imza atıyorum şu anda” gibi bir şeyler zırvaladım. Hani futbolcuların imza seremonisi gibi hissedeyim istedim. Annemde hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde “hadi bakalım, ehehehe” gibi ne diyeceğini bilmez tepkiler verdi. “Hadi işlerim var şimdi ben seni sonra ararım” deyip kapattım. Kadın çeki elime verdi, “git bunu müdür beye imzalat” dedi. Kalktım. Müdür odası kuytu bir yerdeydi ve müdür odasında değildi. Dudaklarımı ısıra ısıra, kafamı tavana çevirip içime içime ağladım.

Atmak istediğim imza o değildi…
Ve ben mutsuzdum.

Mutsuzluğu şiddetlendirecek bir sıfat yok üstelik. MUTSUZ,dum MUTSUZ,um MUTSUZ!

Atmak istediğim imza o değildi...

Read more...

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

yosunlu mavi

Ağırım.
Nasıl bir ağırlık bu?
Elim, kolum, bacağım benim değil sanki. Yüzer kiloluk birer külçe taşıyorum.
Oruçlu da değildim bugün üstelik.

Ağırım.
Nasıl bir ağırlık bu?
Beynim benim değil sanki. İçi gözyaşı dolu bir koca sünger var kafamın içinde.
Bu yeni bir şey değil üstelik.

Ağırım:
Nasıl bir ağırlık bu?
Akıntıya karşı nefes nefese yüzmüşüm gibi.
Ya da sevgiliyle çıkılan 4 günlük bir tatil motelinin havuzuna ilk kez atlamış gibi.

Çekilen fotoğrafları yüklemeli bilgisayara.
Sevgiliyi arayıp ne güzel çıkmışız demeli. Açar mı telefonunu?
Benden “gidene kadar” görmemeyi isteyecek ve “gittikten sonra” maziye gömecek kadar nefret mi ediyor gerçekten? Yoksa “ben artık sana inanmıyorum” mu kilit cümle?

Ve ben yine yazamıyorum işte.

Ve ne kadar da çok seviyorum!

Ve bu ne kadar liseli bir cümle.

Ve be ne kadar güzel bir fotoğraf!



Ve ne kadar güzel sevgiliyle olan fotoğraflarla oynamak, onları zumlayıp sevgilinin taaa gözlerinin içine bakmak.
Ve ışık görmek o gözlerde, ve neşe, ve muzurluk.
Ve kendiminkilerde bir koyu hüzün, babamdakine benzer.
Ve ben bu şarkıda ağlıyorum.



Röyksopp-Only This Moment

“stay or forever go
play or you’ll never know”


Sevgilim beni görmek istemiyor artık.
Babama ne kadar bir zaman içinde gideceğimi söyledim.
Rolleri değiştiler şimdi…

deep down inside i know our love will die

Diğerlerim mırıldanmaya başladılar yine. Cumaya kadar Çevirisini yapmam gereken 2 transkript ve diploma var. Şu anda bu işi birine devredebilmek ne kadar güzel olurdu. Bir word belgesini açıp sağ girintisi, sol boşluğu diye bakınmak nasıl da sinir bozucu.
Kardeşim ilk “turne”sine çıktı. Otelde geçirdiği ilk gecesinde “evde kalmak gibisi yok” dedi.
Yarın tüberküloz testinin sonuçlarını almam ve emniyete gidip “kayıp ehliyetimi yeniden çıkarın lan” demem gerek. Lan dememek hakkımda daha hayırlı olur muhtemelen.

Bir de aklıma geldi de bana "kendini bize 3 kelimeyle nasıl tarif edersin" deseler:

“siktir olup gidiyorum” derdim.

Hakkımızda hayırlısı!

Read more...

Cuma, Ağustos 06, 2010

gRi biR sabah

Uyudum mu ben şimdi?
Yeni bir güne mi uyandım yani?
Bu içimdeki sıkıntı, bu yüreğimde ki ağırlık, bu aynada inleye inleye ağlayan, şişko surat kimin?

“bu gece kal” dedi sevgilim. Film izliyorduk, yalnızdık. Kucağında uyukluyordum. Kalamazdım. Kalamadım.
Korkağın tekiyim çünkü ben.
Ve korkağın önde gideni olduğum için gidiyorum dünyanın öbür ucuna da. Korkularımın üstüne gidemediğim için kaçıyorum.

O “kal” dediği için ve ben kalamayacağımı bildiğim için, erkenden “hadi beni eve bırak” dedim. Burada daha fazla ısrar etmesin ve ben de daha fazla reddetmek zorunda kalmayayım diye, yanından ayrılıverdiğim bu 1-2 saatleri orada yana yana özlemeyecek miyim? Yanında olma fırsatım varken, bırakıp gittiğim için yemeyecek miyim kendi kendimi?

Allah’ım al bu kalbi içimden. İkisini de sevmek istemiyorum ben bu adamların artık. Ne Sevgilimi ne de Babamı. İkisine de yalan söylemek istemiyorum, ikisini de üzmek istemiyorum ve ikisinden de vazgeçmek istemediğim halde, ikisini de terk ediyorum.

Ne kadar zaman kaldı sahi?

Bir de sala okunuyor sabahın bu vakti.
Ölüm’de var diye hatırlatıyor.



Acıdan, kederden ölemediği zaman
Ağlar da ağlarmış insan…

Read more...

Pazartesi, Temmuz 19, 2010

havuz mavisi

Hayat özetlenebilir bi’şey değil.


Bu cümleyi ben söylediğim için mutlu oluyorum bazen. Mesela şu an.! Gerçi biraz kurcalasam eski lahitlerde bilemedin Dostoyevski romanlarında falan kesin söylenmiştir ya, olsun ben kimseden duymadan kendim keşfettim bunu.

Hayat özetlenebilir bi’şey değil. Ancak yaşanabilen (becerebilene) bir de belki yazılabilen bir şey. (okuyabilene) Ama özetlenebilir bi’şey değil

Pasaportum geldi. (almak için yaşadığım stres, kendime not: yeşil pasaport diye tutturup, bütün gününü piç eden ve sonra seve seve gidip bordo pasaport alan, aptal insanlardan, ne kadar uzak durursan o kadar iyi. Kendime not 2: her horoz kendi çöplüğünde öter, başkasının çöplüğünde eşelenme)

Sonuçlar açıklandı. RUTGERTS. New Yorker olmak benim neyime, karşı kasabadan Manhattan manzaralarını izleyip duracağım artık. Chinatown, soho… vb. vs. ancak günü birlik turların “hadi şuraya da gidelim” parçası olacak. Ayaklarım şişene kadar caddelerde yürüme şansım olmayacak, yürüsem bile akşama New Jersey’e dönemek zorunda olacağım ve zaten ertesi sabah yine ders olacak!

Zaten hayatta neyim tam ki, her şey biraz eksik, her şeye tam dibimde elimi atsam tutacağım belki ama ben ancak karşıda. Her şeye uzaktan baktığım gibi işte…

Ders demişken TOEFL’dan 110 almışım gibi bir rahatlıkla geziyorum ki ortada akıllara zarar. Sanki ben gerçekten tatile gideceğim amerika’ya….

Pasaportumu anneme teslim etmişler, zarfın üzerinde de kocaman pasaport yazıyor. Türkiye’de bu tip işlerin kişisel mahremiyet alanına girmesi, 1 asır falan herhalde. Pasaport gibi bir evrak, bir kimlik, nasıl oldur da benden başka birine teslim edilebilir aklım almıyor.
Kadın “sana bi’şey geldi” dedi. “Gördüm” dedim. “Ne o” dedi. “Önemli değil” dedim. Sormadı bile. Ulan benim kızıma üzerinde kocaman pasaport yazan zarf gelecek, hoş üzerinde yazmasa bile postacı kesin söylemiştir ya, ve ben kapıyı kapatıp çıkacağım. İki dakka sonra odaya tekrar gelince de “senin telefon neden kapalı iki kere aradım” muhabbeti yapacağım… Hey gidi annem hey! Seni sevmemek gibi bir şansım tercih hakkım olsaydı keşke…


Çok sıkılıyorum, ki bu yeni bi’şey değil. Bugün 17 yaşında çocuklar gibi, havuzda ne kadar yandığımı anlamaması için, evin içinde babamla köşe kapmaca oynadığımı fark ettim. Yazık bana! Eskiden çekip gitmek diyordum, yakında gideceğim ama mutlu, heyecanlı, umutlu falan değilim. Tek hissettiğim korku! İt gibi korkuyorum ve düşündükçe tir tir titriyorum. Kalacak yer falan ayarlamak için araştırmalara başlamam lazım ama craigslist’i açmamla korkudan kapatmam arasında geçen süre 20 saniyeden fazla değil. Aslında aile yanı istiyorum galiba ama bilmiyorum… ÇOK KORKUYORUM!

Evlenemeye karar verdiğimi söylediğim ilk zamanlarda teyzem belki de yalnız gitmekten bu kadar korktuğun için evlenmek istiyorsun, demişti. O zamanlar sadece evlenip gitmenin ne kadar doğru bir karar olduğunu ispatlamak için, herkese “kız başıma oralarda yapayalnız mı kalayım” ayağı yapıyordum. Şu an hissettiğim ödlekliğin yarısı bile yoktu içimde… Ama şimdi, it gibi korkuyorum ve bunu anlatacak kimsem yok. Oraya gidip tek başıma ayakta dursam bile….

Hayat özetlenebilir bi’şey değil.

Sevgilim benimle gelmeyecek, “gel” dememin bir faydası yok. Ben “yüzüğü çıkaran”ım, “satıcı”yım, “onu orada da satarım.”
Niye hala yanındayım? Madem bunları en başından beri planlıyordum, niye tuttum evlenme teklifini kabul ettim, neden onunla 'birlikte oldum' ? Bunlara bir cevabı yok. Önemsemiyor da zaten. Sonuca bakıyor. “O’na herkes söylemiş-miş, bu kız seninle evlenmez, gidene kadar takılırsınız sonra o çeker gider-miş, herkes bunu gördüğü halde o bunu nasıl görememiş-miş”
O’nun kitabında “kız isterse olur.” Babaların vermemesi gibi bir ihtimal yok! Her şeyi ben planladım. Ben kurguladım ve zaten onu hiç istemedim. Yangında ilk kurtarılacaklar listesinde adını en başa yazdım ve attım. Böyle düşünüyor ve başka hiçbir ihtimal yok kafasında. Bazen “belki de gerçekten doğru değildi bu ilişki, birbirimize göre değildik, hakkımızda en hayırlısı ayrılmak olmasa Allah bana bunları yaşatmazdı” diye düşünmeye çalışıyorum… Düşmüyor aklıma böyle şeyler. Geçmiyor içimden, savuşturuyorum bütün fikirleri.

Şu an sadece onunla uymak istiyorum…
Ve hep o’nunla uyanmak…

Read more...

Pazar, Temmuz 04, 2010

gece mavi, camel saRı, şaRap kıRmızı


Yorgunum.
Çok yorgunum beni bekleme kaptan mı diyordu şair…
Yoksa bunu ölüm döşeğindeyken mi söylemişti Nazım? Öyle değil benim ki…

Diye başlamıştım bir saat kadar önce, sonra açtım youtube’u cem karaca’yı dinleyeyim diye.

Önce “Çok Yorgunum”, sonra “Herkes Gibisin
Burada mı sözlükte mi yazmıştım hatırlamıyorum. En ağır küfürdür, küfürden beterdir cem karaca’nın “herkes gibisin”i demiştim. Şarkıyı dinlemeye gerek bile kalmaz, öyle bir der ki “bence artık sen de herkes gibisin” diye…. Allah duymak nasip etmesin diyeceğim ama yine de allah duymak nasip etmesin!

1 haftadır “o artık yok”çuluk oynuyoruz sevgilimle. Ne arayan ne soran… Elim her telefona gittiğinde “bırak” diyorum “Alışmak istiyorsa sensizliğe, alışsın. Varlığını hatırlatarak daha da zorlaştırma O’nun işini” hatta yazıpta yollamadığım mesajlardan birinde demişim ki;

“Ben deli gibi özlerken, beni özlemediğini (hadi diyelim) özlememeye çalıştığını düşünmek ve bensizliğe alışmaya çalışmana hak verip sessizce susmak”

Susmak fiilini görünce bunun gönderilmemesi gereken bir mesaj olduğunu fark edip öylece bırakmışım.

Sonra Zeki Müren “Sende Başını Alıp Gitme
“Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar, ve hiçbir şeyi özlemedim seni özlediğim kadar”
"herkes gibisin"le açılmış yarama tuzla doluyor sanki bir anda. Halbuki benim hiçbir yarama tuz basılmadı bugüne kadar. Yaşadığım en büyük fiziksel acı neydi? Ben bisikletten bile düşmedim ki hayatımda. Ve acı eşiğim yüksektir üstelik. Bilmiyorum nasıl acıttığını ama oluk oluk kanıyor şimdi yaram…
Daha da kanatmak istiyorum. “Şimdi Uzaklardasın” a uzanmışken elim... nasıl olduysa,

Suavi “Haydi Dön” başlıyor çalmaya .

“Hatırla!” diyor Suavi… Bir şişe şarabım vardı zulada, ama bu sıcak gecede kırmızı şarap gitmezdi ki…
“Hatırla! O gidiş yakışır mı hiç bizim sevdamıza?”

Eyvah şimdi yine ağlamaya başlayacağım derken, Murathan Mungan dile geldi, beynimin var olduğunu bile hatırlamadığım odacıklarından birinden.

“Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı, değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi?” dedi bana…

Bu güncede verdiğim en (tek) tutarlı yanıtlardı,
En sevdiğin şiir; Yalnız Bir Opera
En sevdiğin renk; mavi
En sevdiğin meyve; karpuz
En büyük hayalin; new york’ta yaşamak

Söyledikleri/ sandıkları gibi hayalimin peşinden mi gidiyorum ben?

Hayır,Ha-YIR,HA-YIR desem de ne fayda?
Benim babamla olan derdimi bir ben biliyorum. Bir de ben! Babam bile anlamazken bunu O’na nasıl anlatayım, O’nu nasıl ikna edeyim, asıl sorunun hayallerimin peşinde koşmak olmadığına…

Suavi’nin “yazık bana” larının arasında okuyorum “Yalnız Bir Operayı”.


“Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.”


Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.”

Okuyamıyorum.

Hızla iniyorum satırlardan aşağı,
İster istemez takılıyor gözlerim tanıdık cümlelere;

“Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca”
.
.
.
.
.
.


“Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz”
.
.
.
.

.

“kış başlıyor sevgilim”
.
.
.
.


“Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saatin tiktakları”
.
.
.

“denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar”
.
.
.
.
.


“Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından”
.
.
.
.
.
.


“O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir”
.
.
.
.
.
.
.

“Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan”
.
.
.


“şimdi nerdeyim?”
.
.
.
.

“giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
Duyarlığın gece mekteplerinden geldim”
.
.
.
.

“sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım”
.

.
.
.

“Buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim”
.
.
.


“acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.”
.
.
.
.
.


“bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim.”
.
.

“şimdi her şey yeniden”
.
.
.
.
.
“Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren”


Ve nihayet bitiyor!

“Yoksun Sen”le bitityormuş opera. Bir zamanlar 'beni anlatan hiç bir tarafı yok bu şiirin' dermişim.

5 yıl sonra buraya, bu sayfaya, bu renge, tekrar bakmak istiyorum.
Çünkü ben hep geriye gidiyorum sanki. Bugünümü arar bir halde olmam umarım.

“Yoksun Sen”le bitityormuş opera.
Mungan yazdıkça eksilmiş, yazdıkça bitmiş aşkı.
Yazdıkça?! Yaşadıkça?!


Daralıyorum.
Nefes alamıyorum. Cama koşuyorum. Perdeleri açıyorum.
Kalbim sıkışmış göğüs kafesimin içinde…Nefes alamıyorum.

Bu kez Nazan Öncel’in sesi geliyor, yüzyıllar öncesinden sanki, “ağla erkeğim ağla

“meğer benim harcım değilmiş
yokluğuna bir an alışmak
ya da böyle sensiz olmak
farzet ki unutmak
ölüm demekmiş”



Sensiz olamıyorum!
"Sensiz olmaz" demiştim sana.





Şimdi nasıl baş edeceğim bununla bilmiyorum.
Gideceğim doğru. Sensiz gideceğim de doğru.

Son bir atım kurşunum var cebimde. Bu gidiş'le asıl gidiş'im arasındaki zamanda namluya sürülebilecek tek bir kurşun...

Keşke başka türlü olabilseydi.
Keşke ben, sen gelmeden görebilmiş olsaydım babamla hesabımı.
Keşke...

Keşke daha az sigara içsen yokluğumda :'(

Read more...

Cumartesi, Haziran 26, 2010

huzuRsuz gRi


Her şeyi kabul edebilirim sanırdım. Bu iki adam ne derse desin, onların tüm dediklerine katlanırım sanırdım... ama buraya kadarmış. Benim de sınırlarım varmış, O’nlara bile 'dur' demek gelebilirmiş içimden.
Çünkü bu anlayışsızlığı hak edecek hiç bi’şey yapmadım ben! Bu kadar da değil artık!

Ben bir yerlere ait olacağım diye çırpınırken, bu adamlar sadece BANA SAHİP OLMAYA çalışıyormuş meğerse! Beni sevmek ve benimle mutlu bir hayat paylaşmak ya da beni sevmek ve benim mutlu olduğuma tanıklık etmek falan değilmiş ikisinin de derdi. Bu süregelen, beni ve özgüvenimi yakıp yok eden “güç savaşı” da bundanmış zaten.

Biri diğerini görmek istemiyor,
Diğeri birinin karşına çıkmak istemiyor.
Biri tutmuş bir kolumdan “seni gerçekten istiyorsa bekler”,
Diğeri tutmuş diğer kolumdan “sen beni gerçekten istiyorsan bekletmezsin” diyor.

Kalbim tam ortasından ikiye bölündü.
Kemik kırığı nasıl olur bilmem, kolum bacağım kırılmadı ömrümce, kalp kırılıyor zırt pırt ya, o da unutuluyor zamanla.
Ama bu yarılmış, bölünmüş, parçalanmış kalp iflah olmaz artık.

Bir yarısı birinde, diğer yarısı diğerindeyken, nasıl çalışır ki bir bütün olarak tekrar?
Kan pompalar beynime ama nasıl can pompalar ruhuma bundan sonra?!

Şu anda sadece defolup gitmek istiyorum.
Ne birine layık, ne diğerine ait olmadan, “benim yarın sabah uçağım var” demek ve basıp gitmek istiyorum.

İkisine de beni kaybetmenin acısını yaşatmak istiyorum.
Yokluğumda “keşke”leri yüreklerine batsın istiyorum.
“Beni dinlemiyorsun”larla soldurdukları zeynep’i, cümle cümle özlesinler istiyorum.

Hatta oraya gidip, House’un hastası olacak kadar sebepsiz hasta olmak istiyorum!
Ben orada ölümle pençeleşirken, onlar burada acıdan kavrulsunlar istiyorum. Yok yok apar topar kalkıp gelsinler ve yoğun bakımının camının önünde karşılaşsınlar istiyorum. House’un ekibindekiler beni lumbar puncture senin, liver biopsi benim, laboratuar laboratuar gezdirirken, onlar orada hiçbir şey yapamaz bir halde sadece izlesinler ve acı çeksinler istiyorum.

Manyakça evet, ama House bölümün bitmesine 4 dk kala bile olsa teşhisi koyar nasılsa....
Benim hissettiğim bu acıyı, onlarda yaşasın ve benim gibi çaresizce kalakalsınlar istiyorum. Bana inanmadıklarına pişman olsunlar istiyorum!

Ben ne birinden kötü, vefasız ve terbiyesiz evlat muamelesi görmeyi
ne de diğerinden onu aldatmışçasına acı verdiğimi anlatan hikayeler duymayı hak etmedim!

Bu kadar da değil artık!
Benim kök salacak toprağım yok artık, kayboldum, onlar da beni kaybettiğini hissetsin istiyorum!











dibine not: tüm bunlar pms’nin ağır tahriki altında, bir cuma gecesinin (cumartesi sabahının?) 03.20 sinde, bir hastane koridorunda, refakat edilen en iyi arkadaşın, eşinin nasılda telaş ve korku içinde beklediği gözlemlendikten hemen sonra yazılmıştır. Üzerinden 2 doz majezik, 12 saat uyku geçtikten sonra okunup gülünmüştür. Ama gülünç ve saçma ve manyakça olduğunun tarafımca bilinmesi, bunları hissetmiş ve hissetmekte olduğum gerçeğini değiştirmemektedir.
Velhasıl-ı kelam içimden çıkmıştır, içimde kalmasındır.


Read more...

Pazartesi, Haziran 21, 2010

kaRanlık mavi

Sinirden kuduruyorum. Sakinleşmek için 3 doz House aldım ama bana mısın demedi!

Birazdan kulaklarımdan duman falan fışkırabilir. Ya da beyim gözlerimi fırlatarak oradan dışarı taşmaya başlayabilir.

Ben bunları hak edecek ne yaptım?

Son günlerin, yok yok dur son günlerin olur mu, 2010’un en popüler sorusu bu?
Zaten benim hayatımda ne zaman açık, net, keskin bir cevap oldu ki? Sadece sorular!

Neyin bedelini ödüyorum acaba? Bugüne kadar yaptığım hatalardan biri mi, yoksa bundan sonra gelecek güzel günlerimin mi hazırlayıcısı bunlar?

Bir de son zamanlarda zırt pırt karşıma çıkan “Ooo tanrım çok mes’udum. Bunca mutluluğu hak edecek ne yaptım ki, sen beni nazarlardan koru, aman aman” tipler var ki... Hepsine ayrı ayrı, gün yüzü görmemiş küfürler ediyorum, haberleri yok.

Yüzüğümü çıkardım! Ben ve yüzük aynı cümle içinde. İDİ
Artık değil.

Bana “biz evlenemiyoruz, e sevgili de olamayız bu saatten sonra” dedi. Bunu dediğinde facebook’ta çoktan ilan etmişti ilişkisi olmadığını. Bir de şarkı ardından, bir de en afilisinden mesaj kaygılı video....

Duyduğum sözlere mi yanayım, beni sevdiğini ama beni sevmeyi sevmediğini, bizim ilişkimizde hiçbir varlığı olmayan feysbuktan öğrendiğime mi yanayım...
Bunları duüşünürken hazırladım paketi.... Bana aldığı 3 küçük parça “değerli” hediyeyi koydum bir kutuya. Aldım elime kağıdı kalemi. Sahi ya bir de mektup yazdım içine...

Sonra...
Sonra “yüzüğü çıkaran” oldum. Sonra “sen beni sattın” cümlesinin sen’i...


Sonra,
Sonra “Derdi gücü evlenmekmiş demek ki, bilseydim bu kadar heveslendi olduğunu geçen sefer evlendirirdim bu kızı” cümlesinin “bu kızı” oldum.

Babam bunu onca kavga gürültümüzün arasında yüzüme söyleseydi hiç koymazdı da, benim orada olduğumu fark etmeden arkamdan anneme söyledi ya...

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Bi’de ne manyak insanım anlamadım ki, çıkardın madem yüzüğü, o raddeye geldin en sonunda, madem ‘satan’ oldun, ‘yarı yolda bırakan’ oldun, bas yarana tuz, otur kıçının üstüne. Ne diye hala görüşüyorsun adamla? Yok ben seni seviyorum, ben senden vazgeçmedim, ben seni daha fazla üzmemek için çıkıyorum hayatından falan.
Ama manyaklık bununla kalsa öp başına koy. Bi’de hala babayla tartışmaca. Her fırsatta “bak beni kaybedeceksiniz, nedir bu inadınız, benim kararlarıma hiç mi saygınız yok” diye diye kendini tüketmece.

Hufff! biraz daha iyiyim evet, kulaklarımdan duman çıkma kıvamı geçti, ama her an beynim yerinden fırlayabilir. Hayır ağlamak istemiyorum artık yeter. İyisi mi biraz daha yazalım.

Hayır, düşünüyorum da bu işin ihalesi nasıl ve neden ve niçin her türlü bana kalıyor? Bir cevap bulamıyorum.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.


Yazmak gerçekten pek çok cevabı bulmamı sağlıyor evet. Son sorduğum sorunun cevabını hala bilmiyorum ama bugüne kadar nasıl bir hata yaptığımı buldum sanırım.

Ben bütün hayallerim gerçek olunca, masallardaki ki gibi bir mutlu bir hayat süreceğimi sandım. Sanki hayal ettiğimiz şeyler olunca başka bir boyuta geçiyormuşuz sandım.
Heyt heyt! Aynı sefil hayatı yaşayıp duruyorum halbuki. Bir masal sahnesi kurulmadı önüme, ne şuan baktığım kara ekranda “başarılı” yazısını görünce ne de muhteşem bir İstanbul manzarasında dudakları dudaklarıma değince...

Ben aynı ben, baba aynı baba, şehir aynı şehir, sevgili... Sevgili yeniydi oysa. Sevgili farklıydı. Sevgili özeldi. İlkti böylesine güvendiğim ve tekti sonrası olmayacak olan...

Oysa ben bir masalda değildim işte. Kral kızını vermeyince dağları delmeye giden keloğlanlar, kahramanlar, prensler hep masallarda olurmuş meğer.
Telli duvaklı gelinlikler, hava da uçuşan heyecanlı “evet”ler, “ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” ancak masallarda olurmuş meğer.

Sanırım bu durumdan öğrenmem gereken en önemli şey: Ait olduğumu sandığım, ait olmaya çalıştığım her şeye BEN tırnaklarımı geçirmiş tutunuyormuşum, tutunmaya çalışıyormuşum. Ben bırakınca ucunu kimse tutmuyormuş elimden.
Babam bile merak etmiyormuş beni “kızım sen en son vazgeçtim diyordun, aylardır ne yapıyorsun” demiyormuş.
Ben bırakınca elini, soluğu tatilde alıyormuş sevgililer, en sevilenler bile yeni rüzgârlara yelken açıyormuş.

Yani hala bana “gitme” diyen bir Allah’ın kulu yokmuş hayatımda...

O yüzden en iyisi gitmektir belki de.
Gitmek ve bana ait hiç bi’şeyin olmadığı, benim sahip olduğum hiçbir şeyin olmadığı topraklara kök salmaya çalışmaktır.

Botanikten anlamam, 25inden sonra kök tutar mı bir ağaç bilmem.
Marquez’in “insanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir” deyişi geliyor aklıma.
“Gitmem gerek bu şehirden” diyen bir şarkı geliyor aklıma,
Benden giden sevgilinin 2 güzel hatunla dans ederken çekilmiş fotoğrafındaki gülen yüzü geliyor.
Beni ancak sen öldürürsün diyen babanın “amma meraklıymış evlenmeye” deyişi geliyor.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Yazık bana.
3 yıldır burada gitmek diye ağlıyorum,
Meğer tek derdim gidebileceğimi ispat edip, “gitme” dedirtmekmiş...
Ve bir de asıl derinlerde gizli olan var tabi
.
.
.
.
.
.
.
.“Seninle gurur duyuyorum”u bir kez olsun duyabilmek.
.
.
.
.
.
.
.
.
“Gitme” vakti gelmeden öldürmek istemiyordum aslında mahallenin delisini. Ama öyle çok insan öldürdüm ki bu günlerde, deli’nin de vakti geldi artık galiba.


Ya da bilmiyorum.
Bir mavi kuş şakırdıyor sanki hala içimde, çoook uzaklardan bir yerden geliyor sesi ama biliyorum içimde o umut hala....


Read more...

Cumartesi, Mayıs 22, 2010

kötü mavi

Ve yağmur bastırdı nihayet.
"bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende" gibi

Yok öyle değil,

bardaktan boşalırcasına...

Ben KÖTÜ bir evlat, KÖTÜ bir sevgili, an itibariyle KÖTÜ bir öğrenci, hatta KÖTÜ bir çalış(may)an, KÖTÜ bir abla ve hatta KÖTÜ bir müşteriyim.

Demek ki ben KÖTÜ bir İNSANım!

Read more...

Cumartesi, Mayıs 08, 2010

Renk için ışık geRek...

Eur-Lex ve sciencedirect’in içinde kaybolunca taşıverdi artık içimdekiler. Ne haftaya yetişmesi gereken 3 ödev, ne dönem sonu olmasına rağmen hala irtibat kurulamamış bir hoca, ne bütün derslerimi vermek zorunda oluşum, ne haftaya görüşeceğim ABD üniversitesi yetkilisinin söyledikleri, ne de en az 100 almam gereken toefl boku umrumda değil şu anda...

Yaptığım her şey çevremdekileri üzmekten başka bir işe yaramıyor. Devrik mi bu cümle? Galiba. Düzeltmeye mecalim yok, kalsın öyle.

Bir sürü ağlak zırlak cümle zihnimde... “bilmiyorum”lar, “korkuyorum”lar cirit atıyor. Muhtemelen artık kendime gücenmiyorum. Klavyenin bir oyunu olsa gerek; kendime güCenmiyorum... Kendime karşı hissettiklerimi sorgulamıyorum bile. Çünkü şu an bir sonuca varmak üzere içine dahil olduğum hiçbir şeyi yapabileceğime inanmıyorum. Mezun olmak üzere başladığım okul, akademisyen olmak amacıyla imzaladığım ve beni “devlet malı” yapan senetler ve evlenmek vaadiyle taktığım yüzük...
Ability durumu hani. Bende yok. “I’m not able to succeed all off them” gibi bi’şey. (Writing hocası o them’in yerine çok advance bir kelime bulurdu eminim.) Böyle garip bir halde beynim. Yarısı inglizce çalışıyor, geri kalan yarısı hiç çalışmıyor. Otonom hareketlerle hayatta kalıyorum yalnızca. Beyincikle idare ediyorum yani.

İngilizce: 0,5
Türkçe 0,
beden eğitimi 0,
hayat bilgisi -1500,
insan ilişkileri -1500,
aşk ilişkisi -5000
aile ilişkileri -3500,

Var mı başka bi’şey? Varsa da ben görmüyorum geri kalanlarını. Bunca krediyi ödeyecek artı puanı nereden alırım hiç bilmiyorum. Alamam zaten, ben dâhil kimse bana verdiği kredilerin geri dönüşü olacağına inanmıyor artık.

25 yaşım hiç bitmeseydi olur muydu tüm bunlar acaba?
25’im bitti sahi, sol tarafı düzenlemem gerek tekrardan. “2009 itibariyle yaşadığım ikinci 25’im” demişim, son 25’immiş meğersem. Bundan sonrası ise (son günlerin en favori yüklemi) BİLİNMEZ. (burada bilmemek fiilini sıfat olarak kullanıp, advance bir yapı oluşturmuş olur muyuz hocam?)

Sevgilim evinde, yalnız yatağında uyuyor. Ben evde yalnızım. Ödev yapmak üzere açılmış bir bilgisayarda ödev yapmak dışında her şeyi yapıyorum.

Sadece yok olmak istiyorum artık. Ya da kardeşimin aylar önce söylediği gibi “yatıp 6 ay sonra uyanmak.”

Dayanabileceğim bir şeyler olsa, hani destek alabileceğim somut bazı adımlar atabilsem mesela, her attığım adımda daha da saplanmasam çamura, en dibine kadar yaşamak isterdim bugünleri. Çünkü sonrası çok güzel olacak biliyorum.
Sadece gördüğüm her uçağa “uçak beni de götür buradan uzaklara” diyerek kazandım bu bursu mesela. Çalışmak falan kısmı hikâye. İçimde çok derinlerde bir yerde biliyordum olacağını.
Bugünde aynı yerden biliyorum bu zor günlerin geçeceğini. Ama bugünler geçene kadar benim şarjım yetmeyecek muhtemelen. “Batery empty” deyip yığılıp kalacağım sanki.

Aylar önce bir yerlere “üzülmek bugünün sıkıntısını azaltmaz, yarının gücünü eksiltir” yazmışım. Kim söylemiş google’a sormak lazım. Buraya da yazalım dursun bakalım.



sormazsam çatlarım:
18 yaşında olması gereken bu hezeyanları neden 28'imde yaşıyorum ben?


Read more...

Cumartesi, Şubat 27, 2010

gRili pembe, pembeli mavi, mavisiz umut

Eski bir aşkımla konuştum biraz önce. “Eski”

1 yıl mı eskitir mi şeyleri ; yani ne bileyim insanları, kitapları, kıyafetleri, aşkları?

Dur ya da klişe olsun; “eski ama eskimeyen aşk” Peh!

Eski bir aşkımla konuştum az önce.

Kafam karmakarışıkken arayıp buldum onu. “Konuş” dedim benimle. “Bilmediğim bir şeyler söyle bana”. Belki de bir tek o biliyordu, bu soruya yanıt alamazsam arkamı dönüp gideceğimi. Başka hiçbir soruya değil ama bu soruya yanıt alamazsam vazgeçeceğimi.

Belki de sadece o bilmediğim bir şeyler söyleyebiliyordu bana.

“hala kapanmamış yaraların duruyor bende” der gibi baktı önce. Açtım gözlerimi kocaman.
“Uzatma” dedim “konuş benimle”
Parmaklarımı dudaklarında gezdirdim, aralandı yavaşça, nefesi geldi derinlerden bir yerden:

her hakiki aşk, umulamadık dönüşümlere yol açar. Aşk bir milad demektir. Şayet ‘aşktan önce’ ve ‘aşktan sonra’ aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlamlı şey değişmektir!

O kadar çok değişmelisin ki, sen sen olmaktan çıkmalısın.

Şaşırdım, şaşkınlığımın sebebini bilemeden...


“Nasıl iş bu?” dedim sen değil miydin aşık oldukları adamı sevgileriyle değiştirebileceklerini zannetmek kadınlara özgü bir gaflettir diyen...

“Hayır” dedi. aşk bir seferdir. Bu sefere çıkan her yolcu, istese de istemese de tepeden tırnağa değişir, bu yollara dalıp da değişmeyen yoktur.

Anlıyordum aynı şeylerden bahsetmediğimizi. Kaçırdım hemen gözlerimi. Gözlerim kapalı yüzüne dokundum.

Kapatmaya çalıştığım dudaklarından sızıverdi tekrar sözcükler:

cenneti ve cehennemi illa ki gelecekte arama. İkisi de şu an burada mevcut. Ne zaman birini çıkarsız, hesapsız ve pazarlıksız sevmeyi başarsak, cennetteyiz aslında. Ne vakit biriyle kav....

Cehennemi dinlemeden susturdum tamamen.

Cennetim...

Benim yeryüzündeki cennetim...

Sen benim içimdeki büyük yangınların adı,
Ben senin gecendeki mavi ya da günündeki sarı.... (?)
Sen benim şehrimdeki bütün sokakların adı,
Ben senin yüzündeki çizgi ya da dünündeki anı... (?)




hala uzaktan uzağa soru işaretleri var cümlelerin sonunda, hala...

Read more...

Çarşamba, Ocak 27, 2010

nicediR laci


Şu hayat dedikleri kesinlikle özetlenebilir bir şey değil. Ya da bana öyle geliyor. 'Hayatım film olur' derler ya benim hayatım olsa olsa kısa film. Başrolde şu üstünde oturduğum sandalye, şu içine bakıp durduğum siyah çerçeveli ekran. Başrolüne kendimi koyabildiğim bir hayatım bile yok demek ki benim.

O yüzden yazıyorum herhalde. Bir gün;

Vuruldu, kırıldı, duruldu birkaç kere
Yazılıdır hepsi hikâyede diyebilmek için.

Aynı şarkıyı dinliyorum hala hala hala. En mutlu olmam gereken günlerimde, bu sandalyeye oturmuş, ağlak hikâyeler yazıyorum hala.

Çünkü hayat özetlenebilir bir şey değil. Ya da ben o kadar kabiliyetli değilim.

Aslında kabiliyet meselesi de değil bu. Ankara’daki toplantıdan sonra, İstanbul’a Büyükada’ya döndüğümü. Orada sevgilimle 4 günlük bir tatil yaptığımızı ve evlenme teklifi aldığımı ve kabul ettiğimi ve O’na, üstelik O’nun en sarhoş haline bir kere daha âşık olduğumu anlatabilirdim belki. Eğer sevgilim döndükten bir gün sonra, lastiği patlayıp 2 takla atan bir servis aracından yola fırlamasaydı.



Hatta belki bunu bile anlatıp bir hikâye haline getirebilirdim. Bariyerin dibindeyken arayıp, “sakın merak etme beni, iyiyim ben ama araç kaza yaptı, ağabeyimle, orhan geliyor beni almaya şimdi” deyişini, O’nun “ben iyiyim” diyen sesi hayatımda duyduğum en acı içindeki seslerden biriyken ve arkadan birileri “lan olum bu haline iyi mi diyorsun sen” derken, içimden geçenleri, gece boyu hiç uyumadan O’ndan bir haber almayı çaresizce nasıl beklediğimi, nihayet tetkikleri bittikten sonra konuştuğumuzda “bu gece de ölmedim ya, seni almadan ölmem, merak etme” deyişini ve benim bunun üzerine dualarla ve şükürlerle nasıl saatlerce ağladığımı bile yazabilirdim belki. Hasta yatağında “bak kızım ben seni seviyorum, hayatımı seninle geçirmek istiyorum ve bunu herkese ilan ettim ama sen hala ailene bile söylemedin, nikâhın özü ilan etmektir” diye beni azarlayışını da anlatabilirdim, bir cumartesi sabahı yatağımın üzerinde oturmuş “sen hala iyileşmedin mi?” diyen babama “baba beni istemeye gelmek istiyorlar” deyişimi de yazabilirdim. Eğer Sevgilimin omurgasındaki L1 kemiğinin kırık olduğunu ve yaklaşık 1,5 - 2 ay çelik korse takması gerektiğini kazadan 10 gün sonra fark etmemiş olsaydık

Tüm bunları anlatsaydım o zaman, bu hikâyede bir eksik olduğunu da sezerdim mutlaka. Benim parmağımdaki tek taş göstere göstere kimseye ama hiç kimseye çığlık çığlığa “ben evleniyorum” demediği, diyemediğimi hatta telefonda bile söylemediğimi bugünden önce fark etmiş olurdum belki...

Aslında her şeye rağmen yazabilirdim, hani aylardan sonra defterime yazdığım gibi. “Yeni yıla yepyeni bir kararla girdim. Ve yepyeni ve musmutlu bir hayatım olacak artık. İnanıyorum ve biliyorum bunu” diyebilirdim. Eğer babam ve annem beni karşılarını alıp : “ biz bu evliliği onaylamıyoruz, çok istiyorsanız nişanlanın sen git gel Amerika’ya sonra evlenip yaşayacağınız şehre yerleşirsiniz ama gitmeden evlenmeyin, bunu otur iyice düşün” dememiş olsalardı... Onlar karşıma geçip yaşadıklarımı eski türk filmlerindeki “zengin kız-fakir oğlan” kıvamına getirmeselerdi eğer yaşadığım bütün mutlu anları, korkulu anları, heyecanları her şeyi yazabilirdim...

Devam ettiğim kursla ilgili aksilikler dizimin boyunu aşmışken, 2011 için beni alacak tek bir üniversite bile bulamamışken, başvuru süreçlerini nikah, evlilik ve soyadı değişikliği gibi bürokratik angaryalar nasıl etkileyecek hiçbir fikrim yokken, yol alabilmemiz tamamen benim okul takvimime bağlıyken ve ben tek bir adım bile ilerleyemezken ve sevdiğim adam ağrılar içinde hasta yatağında yatarken bile yazabilirdim olan biteni. Eğer babam karşıma geçip o söylediklerini söylememiş olsaydı...

Şimdiyse böyle boş boş ekrana bakıyorum. Tek istediğim bana objektif sorular sorulması iken karşımdaki hala “peki bu durum sana tam olarak ne hissettiriyor” diyor. Bana sorulan doğru bir soru değilken, doğru bir cevap buluyorum içimde. Üzülerek itiraf ediyorum kendime, “aslında gitmek istememdeki asıl amacın, gitmek olmadığını” sadece “burada kalmak istemediğimi”. Ve burada kalmak istemeyişimin asıl sebebini ararken bir başka gereksiz soru geliyor. Duymuyorum, dinlemiyorum. Eve doğru yürürken “vazgeçebileceğimi” fark ediyorum şaşkınla. Çünkü gerçekten istediğim şeyin aslında “bu” değil “o” olduğunu anlıyorum. Yine de hala doğru sorulara ihtiyacım var benim. Kafamdaki soru işaretlerinin doğru yanıtları içimde biliyorum. Birilerinin kafamdakileri yanıtlayacak doğru sorular sorması gerekiyor sadece. S. cim arıyorum teli kapalı. Ö. yü arıyorum en son yılbaşında görüşmüştük, ona da ulaşılamıyor. Kızlar hala evleneceğimi bilmiyor. Babam hala düşündüğümü sanıyor. Ve ben sevgilime nerede olduğum konusunda doğruyu söylemiyorum. Bugün de yalnız bırakıyorum O’nu. Bana iyi gelen, en iyi gelen tek kişi o’yken üstelik. O’nu yormamak, O’nu üzmemek ve dahası O’nu şüphelendirmemek için... Bana “doğru yerdesin” demişti belki kendi bile hatırlamaz. Doğru yerde olduğumu biliyorum. Bunu birilerine, bunu babama ispat edecek zorunda kalmak üzüyor beni.


“Bu yalnızlığı hak edecek ne yaptım ben?” diye sormuştum aynaya, Pazar gecesi ağlarken. Yazmak yeni bir cevabı bulmamı sağladı şimdi, tam da şu anda. Daha önce de sormuştum bu soruyu hatırlıyorum, eski ajandaları çıkarıp bakıyorum.

İlk soruşum, sobası yanmayan soğuk bir odada, yalnız başıma bir çizgi filme bakarak, karşı komşunun getirdiği tek tas çorbayla oruç açtığım yağmurlu bir gündü. Bunu takip eden dönem çift anadala başlamıştım. İkinci soruşum şirketteki terfiyi alamadığımı öğrendiğim yani mezuniyetimden bu yana hiçbir baltaya sap olamadığımın tescillendiği gündü. Hemen ardından canımı dişime takıp ales’e çalıştığımı, bursa başvurduğumu ve yüksek lisansa kabul edildiğimi ve bursu kazandığımı fark ediyorum bugün.
Pazar gecesi bu soruyu kendime sorduğumda, daha önce de sormuş olduğumu bile hatırlamıyordum. Şimdi bu sorunun bana yepyeni bir kapı açacağını, beni yepyeni bir başlangıca götüreceğini biliyorum. Üstelik bu kez yalnız değilim!

Bir adam var artık; En az kendim kadar inandığım, en az babama güvendiğim kadar güvendiğim... Bir adam var artık; “İyi ki” dedirten. “İyi ki geldin” “İyi ki sen geldin” “Hoşgeldin” dedirten...

Hayat özetlenebilir bir şey değil...
Akışına bıraktım yaşıyorum O'nu.


Read more...

Pazar, Aralık 27, 2009

biR gaRip mavi


Yapacak bir sürü bir sürü şey varken , hiçbir şey yapmadan nasıl vakit geçirebiliyorum?
Şu anda bile yazmamak için, o dizi senin bu oyun benim gezinip duruyorum. Yazmıyorum çünkü yazmaya başlayınca yapmam gereken şeyleri de listelemeye başlıyorum. Bu da canımı sıkıyor doğal olarak. Bi’kere;

Yüksek lisans GERÇEKTEN zormuş, hadi zor deyip moralimizi bozmayalım, emek istiyormuş. Ben nasılsa buradaki masterı bitiremeyeceğim diyerek ( ki 2011 fall döneminden önce hiçbir yere gidemeyeceğim neredeyse kesinleşti, istesem bal gibi bitiririm o tarihe kadar masterı) hiçbir ödevimi yapmadım. Hatta sınavlarımdan birinde de girmedim.
5 ocakta bir başka sınavım var ve ben 6 ocakta Ankara’da olacağım için o sınava da girmeyeceğim muhtemelen. Böylece aldığım bütün derslerden kalmış olacağım. Şimdi “ya salak kız, şimdiye kadar istifanı etseydin de derslerini yapsaydın güzel güzel” hayıflanmasını bir yana bırakayım. Ben Türkiye’deyken ve anadilimde okuyup yazarken, bu makaleleri okumak bu ödevleri yazmak bana bu kadar zor geliyorsa Amerika’ya gittiğimde ne bok yiyeceğim? Hadi okuma anlama kısmını hallettik diyelim. Yazmak konusunda nasıl kendimi geliştireceğim?
Daha bu işin başka bir ülkeye, bambaşka yemeklere, mekanlara, insanlara alışma faslı, uyum süreci falan var bi’de... tüm bunların arasında “ya başarısız olursam” düşüncesi şimdiden tüylerimi diken diken ediyor. “Ha, en kötü ne olur, beceremedim der dönerim, orada geçirdiğim zaman yanıma kar kalır “diye düşünmeye çalışıyorum ama boyumdan büyük bir borcun altına girdim çoktan... Başarısız olma lüksüm yok benim artık!

Off ne kadar geç kaldım hayata.
2009dan 1983’ü çıkartıyorum 26 yazıyor hesap makinesinin ekranında. Yani 2 ay sonra 27 yaşıma mı başlayacağım ben. Yuh!

Yani 28. yaşımın ortalarında yüksek lisans yapmak için, (doktora bile değil) (yok yok hala vakit varken benim buradaki master’ı bitirmem lazım) ABD’ye gideceğim. Neyse doktora hayalini hiç karıştırmayalım. 2 yıl dolu dolu master. Hiçbir anormallik olmazsa 30. yaşımın tam ortasında master bitecek. Gerçekten başarılı bir master yaptım ve doktoraya orada kabul aldım diyelim (ki yola çıkış amacım buydu zaten) en iyi ihtimalle 2 sene de doktora, etti mi sana 32!

Oha! Yuh! Çüş!

Haaa dur daha....Bi’de 32 yaşımda, Amerika’da geçirdiğim 4-4,5 senenin ardından dönüp Türkiye’ye geleceğim veeeeeeeee Adıyaman’a yerleşeceğim! Vay anasını sayın seyirciler. Vay anasını....

Sorması ayıp ben ne zaman evleneceğim? Hadi evlilik sıkıştırılır bir araya dereye. Ben ne zaman çocuk doğuracağım!?!??!?
9 ay 10 gün insan hayatının neresine sıkıştırılır? hadi sıkıştırıldı diyelim, nasıl bakacağım, nasıl büyüteceğim bebeğimi? Oysa ben The Cosby Show’daki gibi 5 çocuklu büyük bir ailem olsun istiyordum küçükken. Dr. Bill Cosby gibi bir babaları olacaktı falan...


Off daha 2 ay öncesine kadar Amerika’ya gidip, her fırsatta seyahat etmenin, bir yandan İspanyolca öğrenirken bir yandan kütüphanede oturup saatlerce makale taramanın, bir sürü yeni ve eski sevgili edinip, bir sürü yeni insan tanımanın hayallerini kurarken, şimdi nasıl oldu da, evlenmenin ve çocuk sahibi olmanın hayalini bile kuramayacak kadar geç kaldığımı düşünür hale geldim ben.



Piç olmuş bir Pazar günün ardından, pms’nin son kalıntıları yazdırıyor bana bunları biliyorum. Aslında her şey çok daha güzel olacak. Çünkü hayatta her şeyin bir zamanı var! Ben bu güne dek kurduğum en büyük hayali gerçekleştireceğim. Her şey yoluna girecek ve evet her şey güzel olacak.

Şimdi sakin olmalıyım sadece. 6 ocakta Ankara’da toplantı var. Orada her şey netleşmiş olacak. ve dönüşte kesin olarak işten ayrılabileceğim. 7'sinde sevgilimle Bolu’da olacağız. Abant’ta tatil yapalım dedik 2-3 gün. Daha doğrusu, fikir benimdi, O da itiraz etmedi. Fikri ortaya attım ama elle tutulur bir plan yapamadım hala. Çünkü bütün oteller yılbaşı için müşteri kapmanın derdindeler. Attığım maillere cevap veren bir Allah’ın kulu yok ortada. Boş bir pazarda hepsini arayıp tek tek tarih ve fiyat bilgisi alabilir, bilet rezervasyonlarını da ona göre yaptırabilirdim halbuki. Neyse bugün geçti...
Bolu’da, abant’ta önereceğiniz bir otel, motel, pansiyon olan varsa söyleyin bari. Zaten kardeşim kendisini terk eden sevgilisi için ağlayıp duruyor yanımda. Çocuğu sakinleştiricem derken benim sinirlerim heba oldu 1 haftadır. Etraftaki herkes ayrılmaları gerektiğini düşünüyor ama bizim oğlan hala, kızı ikna etmek için yerlerde sürünmekte. En sonunda arayacağım kızı, “bi’daha bu çocuğun karşısına çıkma bak, bacaklarını kırarım” diyeceğim o olacak! Benden kötü bir görümce olacağını söylemiştim diğ mi? Benden iyi bir anne çıkacağını da sanmıyorum zaten... Kuralcı, katı, disiplinli, her dakikası planlı, saçma sapan bir ebeveyn olurum muhtemelen. Tabi tüm bu özelliklerime katlanacak kişiyle evlenip, çocuk yapacak zamanım olursa...
Off Off... Başa döndüm diğ mi?

Yarın sabah iş, Salı iş, Çarşamba yılbaşı izni. Alışveriş mi yapacağım, ödev mi yapacağım, teyzemlere mi uğrayacağım... ha bi’de teyzemin nükseden hastalığı var sahi...

Off tamam! Sakin olmalıyım. Sakin olmalıyım. Sakin olmalıyım!
Yeni bir hafta, hatta yeni bir yıl başlayacak. Ve yepyeni bir hayat başlayacak sakin olmalıtım!

Yatayım bari. Koskoca youtube’da da Cosby Ailesi'nin Türkçe dublajlı tek bir sahnesini bulabildim. Vay be....




dibine not: Bolu’da, Abant’ta diyorum, nerede kalınır, ne yenir, ne içilir diyorum?

Read more...

Salı, Aralık 15, 2009

kızıl mavi


http://www.youtube.com/watch?v=i5mrOn4NOPg

Birkaç gündür kafamın içinde sadece bu şarkı çalıyor. Böyle bir 90lar havası falan diyeceğim, değil... bugün hiçbir şey yapmayışın müsebbibi de bu şarkı muhtemelen. Oysa ne kadar güzel bir mesaj almıştım sevgilimden, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle kızartmıştım ekmeklerimi. Pazartesi sabahı koştura koştura işe gidenlere inat, saat 11:00de terliklerimi sürüye sürüye kahvaltı tepsimi tv.nin karşısına götürmüştüm. Zeytinlerimi kekikleyip yağlamış, balın içine birkaç tane de ceviz atmıştım. Kumandaya kayıtlı ilk 5 kanalda sedasayan’ı göremeyince, müzik kanallarını açmıştım hemen, numberone’da reklam vardı, kral’da tanıtım. Powerturk’te Sertap anons ediliyordu. Üstündeki yağı henüz erimiş ekmeğimden bir ısırık, bir çatal peynir, bir yudum çay almıştım ki;

“Sorma bu ara şu halimi, bu acıların hepsi mi daimi,
yazık oldu her iki tarafa da şimdi sence daha iyi mi” dedi Sertap.

Bi’yutkundum.

Geçen hafta kahvaltıya uğradığımda teyzoş fark etti:
—o nedir senin kolundaki?
—basket potası canım, yakışmış mı?
—off bizde görüyoruz herhalde bileklik olduğunu, sen sarı altın takmazsın ki?

O ana kadar kolumdakinin altın olduğunu fark etmeyişim mi, sarı altın olduğunu yadırgamayışım mı, daha takalı 12 gün olmasına rağmen yerinde olmadığında rahatsız edişi miydi beni en çok şaşırtan bilemedim.
“Aa bu altın diğ mi?” şaşkınlığıma, “e bu yaştada hala deri bileklikler takmayacaksın herhalde” diye başladığı takılması benim sersemliğimi fark ettikçe derin bir sorguya dönüştü.

Cevaplarımı duydukça bu kez onun gözlerindeki şaşkınlık büyüdü. Oysa ben olanı biteni anlatırken “ama”lı cümleler kurmuyordum. “Ama boyu biraz benden kısa” değildim ya da “ama lise mezunu yani şimdilik” demiyordum. “Rağmen”li cümlelerim önce biraz kulaklarımı tırmalasa da “ama”larımdan daha samimi olduğumu fark ettim anlattıkça. O ise sordukça soruyor, kurcaldıkça kurcalıyordu. Bir ara Umay’ı “kızım kardeşini de al oynayın odanızda, bak ablanla bi’şey konuşuyoruz rahat bırakın” diye azarladı hafiften. Bugüne dek bir sürü şeyi, çocuklarla boğuşurken konuşmuştuk halbuki...
En son “eee” dedi.
“ee’si aşığım” dedim.
“ah tabi ya aşk!” diye başladı. Bir an durdu. Eminim ilk aşkını, evlilikten döndüğü ve hayatında muhtemelen ilk kez birlikte olduğu H. kişisini hatırlamıştı. Ve o’na yaşattığı acıları. Gencecik bir kızken onunla birlikte olmak için tüm aileye karşı verdiği mücadeleyi ve buna rağmen yediği kazığı...
“bak” dedi “aşk...” karın doyurmuyor diye vurgulanmış bir "aşk"tı bu. Umay içeri girmeseydi muhtemelen böyle devam edecekti.
“anne bize biraz ıslak mendil verir misin, banyodakiler bitti de”
“ne ıslak mendili, ne bitmesi, n’apıyorsunuz siz içerde” diye söylene söylene kalktık ayağa.
Çocukların odalarına doğru yaklaştığımızda banyonun karşısındaki koridor duvarında pastel boyalarla abla kardeş yaptıkları sürrealist çalışmayı gördük. Bir kaç ufak çığlıktan sonra başarılı bir tablo olduğuna ama biraz daha geliştirilmesi gerektiğine karar verdik ve ıslak mendillerle duvarı temizlemek yerine, hafta sonu marketten alınacak duvar kalemleriyle o resmi biraz daha şekillendirmek için anlaştık.

Bense hafta sonu sözümü tutmadım. Tek izin gününde sevgilimleydim. Rakı içtik birlikte. Bir 35liği biraz meze, çokça muhabbetle bitirdik.
Sarhoştum kollarında. Sonra eve döndüm ve ayıldım. En çokta bu koydu zaten.
İlk öpüşme, ilk sevişme, ilk hediye, ilk seni seviyorum gibi yer etti o gece “ilk ayrılık”. Kollarında sarhoştum, taksiye bindim ve bitti. Eve döndüm ve hiçbir şey yokmuş gibi salona girdim. 1 haftadır görmediğim babamın, “nerde kaldın”ına cevap verdim önce, sonra annemin “aç mısın”ına. Sonra gelip bu koltuğa oturdum yine. Bilgisayarın düğmesine basıp yine aynı ekranı açtım. Üzüldüm ve kızdım. Kızgınlığım kendimeydi yine. Üzgünlükse birine yöneltilemiyor. “Sana üzgünüm” olmuyor, mesela. Üzüldün mü zaten hep kendine.

Yatağa uzanıp, O’nu hayal ettim, iyi gelir diye. Korktum yine. Yine sorular üşüştü zihnime. En baskını bir acabaydı bu kez; “acaba birbirimizi bu kadar çok arzuluyoruz ve bu kadar çok özlüyoruz diye mi bu kadar çok sevdiğimizi sanıyoruz?” Olabilir mi bu?
Hani neredeyse Nazım’ın Pirayesi, Dali’nin Gala’sı gibi hissettiriyorken bana, bu soru O’na yapılan bir saygısızlık biliyorum. Ama aklımı kaçırmak üzereyim aşk’tan.
Tarihimde olmayan kıskançlıklar yapıyorum. Benden önce yattığı kadınları kıskanıyorum delice. Hayır hayır seviştiği kadınlar değil onlar, sadece yattıkları!
Olmaz’ım yok O’na karşı. Ada’dayken yaptığım “ya hayatta her şeyi yaparım ama bunlar olmaz” listemin ilk 10unda değil miydi? Ya da rakı içerken söylediğim? Ki fark etmiş O’da bugün gelmiş “böyle bir şey yapacağımı neden düşündün anlamadım” diyor. Korkuyorum çünkü, tüm duvarlarımı aşıp girdi hayatıma, şimdi bütün olmaz’larımı tek tek yıkıyor...
Korkuyorum çünkü O’nu alıp hayatımın merkezine koyamıyorum bir türlü. Çünkü ben bile yokum o merkezde bugün. Bir evet bekliyorum, son bir tamam daha alınca devlet baba’dan, tüm hayatımı değiştirmek için start vermiş olacağım. Ve merkezinin neresi olduğunu benim bile bilmediğim bir hayat için çalışmaya başlayacağım. Ve merkezinin neresi olduğunu bilmediğim bir dünyaya yerleşmiş olacağım.

O yüzden bugün hiçbir şey yapmıyorum. Ne okula gidiyorum, ne de işe. Hala istifa etmediysem, gün içinde O’nunla terasta baş başa kalabildiğim birkaç dakika için bu.
Hala tek satır ödev yazmadıysam, O’nunla olmak varken zaten bitirmeyeceğim bir okula vakit harcamamak için...

Ben Z.G. en çok övündüğüm yetimi kaybettim.
İşle aşkı, okulla özel hayatı, sınavlarla aşk acılarını, toplantılarla sevgili kavgalarını ayıran mekanizmamı kaybettim. Hiçbir şey yapmıyorum!

Ben Z.G maskelerimi bırakıyorum yavaş yavaş. Beni en çok koruyan maskelerimi takmıyorum O varken. O’nunlayken sadece ben oluyorum. İçimdeki tüm karanlıklarım aydınlanıyor gözlerindeki ışıkla. Bütün boşluklarım doluyor varlığıyla.

Ben Z.G. tarihimde görülmemiş duygular yaşıyorum.

Sabah ne diyordu Sertap;

"yoruldu, duruldu, kırıldı, vuruldu birkaç kere...
yazılıdır hepsi hikayede."

Read more...

Salı, Kasım 24, 2009

kıRmızılı mavi


Kullandığım ilaç 15 gündür bütün hormonlarımın ağzına sıçtı. Demek ki neymiş; 2 küçük pembe hapın koskoca bir metabolizmaya böyle bir etki yapabilmesine farmakoloji deniyormuş. Hayır ben ruhen, bedenen, kalben, zikren ve de fikren yeterince savrulmuş bir haldeyim zaten. Medikal müdahalelere hiç gerek yoktu. Ama tabi akılsız başın cezasını hormonlu bünyeler çekiyor böyle. Bütün vücudum kasılmış bir halde. Eve geleli daha yarım saat oldu. Ve benim şu anda hayatımda yapmak istediğim en son şey yarın sabah kalkıp işe gitmek. Ve benim şu anda yapmak istediğim tek şey sıcak bir duş alıp sevgilimin koynuna sokulmak. O biraz masaj yapar belki bana, yapmasa bile varlığı yeter ki...
Ve bu bir hayal değil, ne garip, ne acayip! Bir yüzü var artık sevgilimin. Bir sesi var özlediğim, adımı her söyleyişinde yüreğimi ısıtan, serinleten, hoplatan. Gözleri var, ışığında kendi ışığımı görebildiğim. Elleri var, her dokunuşuyla yakan...

Ve imzalamam ve imzalatmam gereken evraklar var, yazışmam gereken üniversiteler, haberleşmem gereken hocalar, öğrenmem gerek yepyeni İngilizce kelimeler var. O, tüm bunların ortasında gülümsüyor bana, sıcacık.

“Seni bir ahtapot gibi sımsıkı sarıp boğarak öldürmekten korkuyorum” diyorum,
“Ben ölmekten korkmuyorum” diyor.

“Öyle çok ki soru işaretlerim benim, ya sorularımla boğarsam seni” diyorum
“Sen cevaplarımla boğulmayasın” diyor.

“Sen kapılarını kimsenin açmadığı gizli bir odaya girdin şimdi, ancak gözlerin alışınca görebileceksin oradakileri” diyorum
“İçinde sen varsan ben beklerim sultanım, yeter ki benimle kal” diyor.

Şimdi ben bile korkuyorum o odaya girmeye sanki. Aldım onu içime, yapyalnız bıraktım orada. Ve hiç yardımcı olmuyorum el yordamıyla tanımaya çalışıyor etrafındakileri. Ve karanlıkta dolanırken eline çarpan her sivri çıkıntıyı törpülenmesi gereken bir sert bir kaya sanıyor.

Ben 1 yıl içinde “gitmek” üzere planlar yapmış ve de eyleme geçmişken elimden tutuyor.
“Taş koymam lazım senin işine ama kıymetini bil bebek, ben imzalarım senin evrakları” diyor.

Sonra ansızın “Kız mı?” deyip gülüyor. Dünyayı unutturan en sevimli, en sıcak gülüşüyle gülüyor bana. Bir de göz kırpıyor üstüne. İçimde fırtınalar kopuyor....

Üstelik tüm bunları düşünürken, bık bık diye ötüyor telefon, yine dile geliyor: “o zaman ben de güzel geçen günlerimle mutlu olayım” diyor. Cevap veremiyorum, öylece kalakalıyorum.

Ve sonra ağzına sıçılmış hormonlarıma, bana güvenmeyen eniştelerime amcalarıma, hala istifayı basamayıp ağız kokusunu çektiğim yönetici bozuntularına ve o iki kelimeyi bir araya getirip söyleyemeyişime küfrede ede ağlıyorum.

Hayatımda her şey “hayal ettiğim gibi” olmaya başlamışken ben oturmuş “Ama”larıma ağlıyorum.

Allah’ım sen her şeyin en doğrusunu, en hayırlısını bilensin. Hakkımda hayırlısını diliyorum senden!



http://www.youtube.com/watch?v=xXgo7imn2hg

Read more...

Cuma, Kasım 20, 2009

şizofRen maviye karışık, koyu laci

Yazmak her zaman rahatlattı beni. Hatta öyle bir hale geldi ki artık konuşarak anlatamaz, habire yazar oldum. İnsanlara onları ne kadar çok sevdiğimi, özlediğimi, onlara ne kadar çok kızdığımı anlatmak için maile boğar oldum.

Hatta öyle bir hale geldi ki yazmak, hep göz yaşlarımı dindiren oldu. Evet kahkahalara boğulmuşken yazmadım hiç ama bunu en baştan söylemiştim zaten, “Mutluysam yazmam, niye bırakıp yazayım, tadını çıkarırım.”

Hatta öyle bir hale geldi ki bu günceyi yazmak; kendini doğrulayan kehanet gibi yazdığım her şeyi, tüm hayallerimi ve tüm kurgularımı yaşar oldum.

Hatta öyle bir hale geldi ki yazmak, tek kaçış yolu oldu. Kaçıp saklanabileceğim en güvenilir kale oldu. Ne babanın, ne sevgilinin koynunda ağlarken (aslında tam oalrak ağlayamazken) dilimin ucuna kadar gelipte söyleyemediklerimi söylemenin yegane yolu oldu...

İşte tüm bu sebeplerden yazmak gerek. Yazmak gerek ki, hem söz olup uçsun hafızamdan, hem yazı olup kalsın sonsuza. Google olan bu güvenim de ayrıca takdire şayan! Sonsuza kadar saklayacak google bu yazdıklarımı, 2012de hepimiz buharlaşmazsak tabi. Google sen bizim her şeyimizsin, öpüyoruz kocaman kib mucks...

Biz olmuşuz bak yine. Diğerlerim de çıkmışlar saklandıkları yerlerden. Hoş, yeni değil ortaya çıkışları. Tatilden döndüğümden beri birer ikişer görünmeye başlamışlardı. Az evvel sevgiliyle yapılan tartışma akabinde çıkanlarda ekibi tamamlamış oldular.

—hiii! Bak sevgiliyle tartıştım dedin, okuyor çocuk burayı, buna da bozulacak şimdi. Bu kadarcık şeye niye tartışma diyorsun, ‘konuştuk sadece, hem ben beğenmediğim yanlarını söyleyemeyecek miyim, niye bu kadar küt'sün sen’ diyecek sana.

Başladılar işte. Şimdi ben hangi birini susturup, anlatacağım olan biteni?

Bugün beni yine aynı konuda azarlayan hukuk profesörünün dediğini yapmaya çalışalım en iyisi. Sistematik bir şekilde sıralayalım ifade etmek istediklerimizi.

İnsan hayatında “ilk”ler hep güzel, hep özel, hep unutulmaz ya buna güvenip hiçbir ilkimi yazmamışım ben. ilk uçağa bindiğimde yazdıklarım vardı onu hatırlıyorum ama o kısa seyahat için aldığım not defterini kaybetmişim sanırım. Onu bile bulamıyorum. O ilk uçuş deneyimim dahil bir sürü “ilk”im hayal meyal gözümün önünde. Bazıları ise hiç yok.

Geçen hafta bugün hem de bu saatlerde sevgilimle ilk tatilimizi yapıyorduk. İlk kez bir odada, yapayalnız baş başa kalmıştık. İlk kez tadıyorduk tenimizin tadını, ilk kez uyuyorduk birbirimizin koynunda. Saatlerce konuşmalarımız baki zaten, ilk kez susuyorduk göz göze.

Neden bu kadar acele etmiştim onunla birlikte olmak için ve neden bu uzun süre beklemiştim onun gelişini, bilmiyordum. Küçücük bir banyoya kısılmış kendimi babamı aldatıyormuş gibi hissederken sormuştum bu soruyu. Neden tam da şimdi, şu anda, sene 2009, aylardan kasım günlerden perşembeyken onunla olduğumu bilmeyişim gibi cevapsızdı.

Sorularım hiç bitmedi bugüne kadar. Bundan sonra da bitmez zaten. Cevapsızlığa da aşinayım bu sebepten. Yormuyor en azından eskisi kadar. Ama şimdi bir de “gerçek mi hayal mi tüm bu olanlar?” paranoyası başladı. 1 hafta önce birlikteyken, yan yana nefes nefese, son yılların “en huzurlu” 3 gününü geçirmişken, O’nu hayatımda asla unutmayacağın bir yere koymuşken ve O’na yazdığım mektuplardan birini, yazıldığı sayfadan bizzat okuyup "hoş geldin" demişken... 1 hafta sonra, 1 haftadır ilk okul çocukları gibi sadece mesajlaştığımızı üstelik bu mesajların yüzünden, yaptığımız günlük konuşmanın tartışmaya döndüğünü, üstelik bu tartışma içinde bana nefes alma payı bile bırakmadan sağlı sollu geçirdiğini fark edince kapattım telefonu. “Hey dostum” dedim kendime, “what’s up” yahu?

Diğerlerim bile cevaplayamadılar bir süre. Nasıl bir ilişki bu yaşadığım, neler oluyor böyle; bir o uçta bir en tezat diğer uçta, neden şimdi oluyor bunlar diye atağa geçtim tabi. Kimse çıkıp tek laf edememişti ki, bilgisayar ekranında açık olan senetleri gördüm ve saklandıkları deliklerden bir bir çıktı diğerlerim:

—sen aşk meşkle uğraşacağına kendi işlerini hallet önce
—hadi senetleri halletin diyelim; 2010 fall dönemine kadar nasıl yetişecek o acceptance
—nereye hallediyosun senetleri ya, F kişisi hayır dedi, E amca’da yanaşmadı olaya, nereden bulacaksın 3 kefili

Hakkaten ha. Hayatta benim için 100.000 YTL’lik senede imza atacak 3 kişi bile tanımamışım bugüne kadar meğersem.

—peki sen böyle bir senedi kaç kişi için imzalarsın, hiç düşündün mü?
—Konuyu dağıtmayalım hanımlar. Her şey yolunda derken, şu son 2 günde hem tüm yol haritası saptı hem de 1 hafta zaman kaybetmiş olduk. Bu kızın her şeyden önce sağlim bir kafayla ders çalışması gerekiyor.
—Evet evet bir de buradaki yüksek lisansı için hazırlayacağı ödevler ve her hafta azar işittiği bir hukukçu var
—İşyerinden önümüzdeki hafta için izin almadığını hatırlattınız mı biriniz kendisine. Noter işlerini hangi ara halledecek?
—En azından yarın gidip şu sağlık raporunu alsan. Güzelim perşembeyi piç ettin, koskoca cumayı da harcama bari. Sonra 2 ayağın bir pabuca girecek.

Offf kesin! Biliyordum günlerdir böyle olacağını. O yüzden yazmak gelmiyordu içimden işte. İçimden onlarca başka Zeynep çıkıyor böyle zamanlarda. Her biri diğerinden beter, huzursuz, huysuz, aksi, plancı, detaycı ve pesimist. Ama hepsi haklı, hepsi doğru.

Günlerdir, onlar konuşmasınlar diye aptal çocukların bile oynamadığı internet oyunları oynuyorum, bir saniye bile zaman kaybetmeden GRE-GMAT zıkkımlarına çalışmam, hatta TOEFL skorumu yükseltmem için pratik yapmam lazımken, eski türk filmlerinden kareler izliyorum youtube’da. Aşk-ı memnu’da neler oluyor onu bile çözdüm. Şirkette işleri iyice savsakladım zaten ama garip bir sadakatle hala fazladan izin almamak için çırpınıyorum. ABD’deki okullarla yazışma işlerine bir an önce başlamam lazımken, daha okuldan İngilizce transkriptlerimi bile istetmedim diye, başvuru takvimlerini bile takip etmiyorum. Beynimin içindeki ben’ler, beni kemirirken kimseyle konuşmuyorum, konuşamıyorum. Tüm bunlar hakkında konuşabileceğim herkes hakkında “ama süreç hakkında hiç bi’şey bilmiyorlar, evet samimiyetle dinlerler belki ama en sonunda “sen halledersin bir şekilde nasıl olsa” diyecekler zaten, ihale gene bana kalacak, hiç anlatmayayım daha iyi diye” düşünüyorum. Bu işi, süreci bilen birileriyle biraz laflayayım diyorum, adamın ikinci lafı evlenip gitmek en güzeli aslında oluyor. Peki, deyip koşarak uzaklaşıyorum oradan da. Şirkette, A.yla karşılaşıyorum “benim New York’ta çok sevdiğim, çok efendi bir arkadaşım var, onunla tanıştırırım seni, ahaha evlenirsiniz belki orada” deyip gülüyor. Cevap veriyorum tabi, verdiğim cevaba ben bile şaşırıyorum. Bambaşka bir iklimde, tek başıma olacağımı bir türlü tahayyül edemiyorum. Bunları düşünürken ve düşünememeye çalışırken birisi geliyor L.A diyor, bir diğeri Washington.

Luter, diyor kız Machiavelli
Şampiyon biziz diyor ali, attığımız gollerden belli...



Inının ınının ınınınıııınn


Saat oluyor 00:42. 22:05 te yazılmaya başlanan yazılar nasıl 00:42de hala bitmemiş olabiliyor?

“Ben bunu istiyorum” diye konulmuş noktalar, nasıl gelip acabalarla ünlemleniyor?

Kabartma tozu pastayı ne kadar kabartır? Peki krema nasıl böyle güzel kokar?

Read more...

Cumartesi, Ekim 24, 2009

nihayet, ama bu niye kıRmızı değil ?!

tarih: 24 ekim 2009

10 gündür yaşadıklarımı tek tek yazsaydım keşke. Keşke değil aslında yazabilseydim yazardım zaten. Daha neler yaşadığımı bile anlamamışken onları yazmak fikri şu an bile çok ütopik geliyor. Ama deneyeceğim. Çünkü bunlar yazılmalı, hatırlanmalı.

Dün beni azarlayan hukuk profesörünün söyledikleri bir işe yarasın bari. Sistematik bir şekilde ifade edeyim yaşadıklarımı. Bakalım neye benzeyecek:

Önce babam. Konuştuk tabi. Bir cumartesi sabahı kahvaltı sonrası:
-sen niye gitmeden annenlerle?
-yok baba ben öğleden sonra işe gideceğim yine.
-senin bu esnek çalışma saatleri iyice esnedi bakıyorum. benim bildiğim cumartesi öğlene kadar çalışılır, sen öğleden sonra gidiyorsun.
-e baba böyle olmasa okulu idare edemem.
-olsun çıksaydın annenlerle, kardeşin işe bırakırdı seni.
-gerek yok baba. hem ben seninle bi'şey konuşmak istiyorum.

bunu söylediğimde, gazetesini almış, gözlüğünü takmış, kanepeye henüz oturmuştu. nasıl bir tonla söylediysem artık önce yüzünden bir sarı yeşil dalga geçti. döndü baktı. suratımda nasıl bir ifade vardı kimbilir, gözlerinden bir acayip hüzün, heyecan, korku geçti... televizyonu kapatmak için kumandaya uzandı. kapattığı sadece uyduydu, tv.den cazur cuzur bir ses yükseldi. gayri ihtiyarı yeniden açtı uyduyu, ekrana çizgi film geri geldi. televizyonun kumandasına bakındı, göremedi. iyice rahatsız oldu. 'ee söyle bakalım' gibi bi'şeyler geveledi, tv.nin sesini kısmaya çalışırken.

o kadar hazırlanmama rağmen yine başlayamadım konuşmaya. babam iyice gerildi. bu gerginlik sayesinde babama evleneceğimi söyleyeceğim günün provasını da yapmış olduk.
sonrasında iki lafı bir araya getirip derdimi anlattım.

-ee ne istiyorsun peki benden?

bi'sürü şey söylemesini bekliyordum da, böyle bir soru beklemiyordum işte. apıştım.

-desteğini baba! derken sesim titriyordu.

uzandı, koynuna çekti beni. duymayı beklediğim her şeyi söyledi. gözleri doldu galiba, çaktırmadı. "dağıldık" dedi. "geç kaldın" dedi. dedi... dedi...

annemi çekiştirdik yine beraber. kızdı... kızdı... aklına geldikçe daha çok kızdı.

kızım ben hayatta olduğum sürece, ben hayatta olmasam bile senin her konuda desteğin olacağım diye başladı. "peki sen ne yapmak istiyorsun?" diye bitirdi. bu milli piyango gibi bi'şey dedim, çok büyük ve önemli bir fırsat dedim... daha diyecektim de, tamam ne gerekiyorsa yap dedi.

yapılacak öyle çok iş var ki. dün evraklarımı gönderdim Ankara'ya. 2 kasıma kadar evraklar incelenecek ve bize kesin sonuçlarla ilgili borçlanma senetleri gönderilmeye başlanacak. peki ben evrak gönderirken ne yaptım? eksik evrak gönderdim!

böyle bir konuda, nasıl böyle bir dikkatsizlik yaptım, aklım almıyor. neden aklım almıyor, çünkü aklım bir karış havada? neden aklım bir karış havada?
çünkü galiba bir ilişkim var bugünlerde.
çünkü galiba bir ilişkim var artık.

cık cümleyi nasıl evirirsem evireyim, duygularımdan bahsedemiyorum. ancak bir durum tespiti yapabiliyorum. ilişki yaşama durumu.

peki şimdi nereden çıktı bu adam? ne işi var aklımda, ne arar elleri saçlarımda, dudakları dudaklarımda? 2 yıldır canım gülümken, şimdi mi geldi aklına, aklıma, aklımıza sevgili olmak?

onunla olduğum anlar dışında, her şey bir garip. kimselere anlatamadım daha. yazayım diyorum, nerede başladığını ben bile bilmiyorum ki bir başlangıç bulayım. onu tanıdığım günden bugüne hakkında 6 yazı yazmışım, hepsi taslakta kalmış. hepsi de eğlenceli anlar...

2 yıldır tanışıyoruz, tanıştığımızda bir sevgilisi vardı, o yüzden kafadan kategori dışıydı kendisi. biraz birlikte çalıştık, biraz farklı birimlerde ama irtibatı hiç koparmadık. birlikte yedik, eğlendik, içtik, sevişircesine dans ettik, hep şirket partilerinin en eğlenceli grubunun en eğlenen 2 kişisi olduk. başbaşa da çok çıktık. daha birkaç ay önce beni aldatan adamların ortak özelliklerini sıralıyorduk, 1 ay öncesine kadar, eski sevgilisinin tekrar kendisiyle yatmak için yaptığı oyunları konuşuyorduk. 1 hafta bir gece yarısı kahkalar içinde evlenip amerikaya birlikte gitmeye karar verdik ve 4 gün önce istanbul'un en güzel manzaralarından birine karşı yine bir bira patates keyfinin ortasında, ben "ya ben nasıl bırakıp gidereceğim bu şehri" diye şapşal şapşal sızlanırken...

işten erkek kaçmıştık, derse gitmemiştim, boğaza karşı, vızır vızır vapurları ve koşturan insanları ve gün batımını izliyorduk, üçüncü biralara "her şey olacağına varır" diyerek başlamıştık. bir gitar, bir de yan flütle 90ların en güzel aşk şarkılarını çalıyordu 2 genç adam. birden "gittiğin yerler nasıl bilinmez güzelim" diye başladı solist. "aa" dedim "çok severim ben bu şarkıyı". güldü, benimle birlikte ezbere söyledi. "bu sabah yine her sabahki gibi sıkıldım istanbul'dan" deyince akıverdi gözüme dolan yaşlar. yan yana oturuyorduk. kolunu arkamdaki koltuğa uzatmıştı. peçeteyle gözlerimi temizleyince "ağlıyor musun?" dedi şaşkınca. döndüm, gülmeye çalıştım, beceremedim. "omzuna yaslanabilir miyim dedim?" (ki bu sorunun bir gün başıma iş açacağı belliydi) güldü. ne cevap verdi hatırlamıyorum, omzuna yaslandım. gün batıyordu, gökyüzü rengarenkti, birazdan köprünün ışıkları yanacaktı, kocaman gemiler, bisikletler gibi hızlı manevralar yapıyordu. şarkı bitmişti. serin bir rüzgar esti. saçlarım gözüme girdi. elleriyle saçlarımı düzeltti. hafifçe alnıma değdi parmakları. "hayır" dedim içimden "sakın yüzüme dokunmasın." rüzgar yeniden esti. yine dağıldı saçlarım. kapattım gözlerimi. sadece saçlarımı düzeltmedi bu kez, yanaklarımı okşadı, gözyaşlarımı yokladı, çenemden tutup hafifçe çekti başımı, burnumun üstüne küçücük bir öpücük kondurdu. daha önce de böyle öpmüştü, tehlikesiz olabilirdi eğer gözlerim hala kapalı olmasaydı. rüzgarın sesini duydum hafiften, bir melodi vardı ama çok uzaktı sanki, seçemedim. derin bir nefes alıp kalkacaktım omzundan. o derin nefeste, o'nun nefesi vardı. kalkamadım. kalkmadım.

sıcacık bir öpüştü dudağımdaki...
ansız, zamansız, plansız yepyeni bir başlangıçtı hayatımdaki...

tarih: 3 kasım 2009
to be continued

Read more...

Çarşamba, Ekim 14, 2009

hazımsız mavi


Midem bulanıyor. Midemde değil aslında. Karnım ağrıyor. Ya da gazım var gibi sanki. İçime hava kaçmışta olabilir. Alt batında bir sorun var işte. İçtiğim antibiyotiklerle ilgili olabilir. Olmayadabilir. Stres. Muhtemelen, belki, evet.
Arayan herkes sesin hiç hasta gibi gelmiyor diyor. Dün önce okula sonra bienal’a gittim ve evet ben de hiç hasta gibi hissetmiyordum. Ama bugün başımı kafamın üstünde tutamıyorum.
Uykusuzluk. Evet geceler giderek uzuyor. Düşünmeye vakti oluyor insanın.

İstifa ederken yazacağım mailde neler diyeceğimi, gitmeden önce arkadaşlarla çıktığımızda nereye gideceğimi ve hangi şarkıyı bangır şangır söyleyeceğimi, kimlere ne mektuplar yazacağımı, kimleri son dakika arayacağımı, neler diyeceğimi şimdiden biliyorum da babama ne diyeceğimi hala bilmiyorum. Artık bu gece konuşmam lazım, ne kadar erteleyebilirim ki? Bu kadar belirsizliği ona nasıl açıklayacağım ve ikna edeceğim başlı başına bir sorunken, annem; “hiç konuşma babanla benim rızam yok seni göndermeye hasretine dayanamam” demeye başladı.

Okunması gereken bir sürü yönetmelik, öğrenilmesi gereken bir sürü detay var. Deneyimli bir akıl hocasına ya da iyi bir psikologa ya da ikisine birden ihtiyacım olacak.

Yarın işe gitmem gerek. Sabah 11 deki dersin paperı için konu seçmem gerek. Karar vermem gerek.

Hiç birini yapmak istemiyorum.
Çünkü yanlış yapmaktan ilk kez bu kadar çok korkuyorum.
Uyusam ve uyandığımda orada olsam...

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP