sorular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sorular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Temmuz 23, 2010

biRi kıRmızı biRi mavi

Taa haziran-mış, kitapçı da sayfalardan fal tuttuğumda...



Ben 26 dedim kendime, 25 bitmeden yapılacakları bana yaşatan yaşım olduğu için. Aşık olduğum için;

de ki işte


Sevgilime sordum "bir sayı söyle bana"
"35" dedi kendisi için:

de ki işte



Peki dedim "benim için kaç olsun?", "17" dedi;



17 uzuun dedim,
















"Şaşırmadım! Kısa,sade, net bi'şey çıksa şaşardım" dedi.






Mavi kitabı aldım bu kez elime. "Peki" dedim, "hayır mıdır şer midir bu gidiş, söyle bana kitap!" Dedi ki;





















Kitapları almadan çıktım öylece...



PS: Bu yazıya facebooktan bir link verilmiş galiba. ben facebook kullanıcısı olmadığım için bulamadım. bir zahmet bana da verseniz o linki süper olur =)

Read more...

Cumartesi, Mayıs 29, 2010

soRaR mavi, susaR laci

House der ki;

-if you talk about nothing, nothing will change
+ it might
- how?
+ time. time changes everything.
- that’s what people say, it’s not true. doing things changes things. not doing things leaves things exactly as they were.

Bir de dünyada böyle bir yer var mesela. Avustralya'da.

Ve böyle yerler var... Uzaklarda hiç bilmediğimiz diyarlarda...

Hacca gitmek bu yüzden mi farz?
İnsan doğduğu büyüdüğü köyden başka bir dünya olduğunu görsün, dünyanın kendi çemberinden ibaret olmadığını anlasın ve iman etsin diye mi?


Which one is true? time or doing things change situations?

EVERY THING? CHANGE? WHEN?

Read more...

Cuma, Kasım 20, 2009

şizofRen maviye karışık, koyu laci

Yazmak her zaman rahatlattı beni. Hatta öyle bir hale geldi ki artık konuşarak anlatamaz, habire yazar oldum. İnsanlara onları ne kadar çok sevdiğimi, özlediğimi, onlara ne kadar çok kızdığımı anlatmak için maile boğar oldum.

Hatta öyle bir hale geldi ki yazmak, hep göz yaşlarımı dindiren oldu. Evet kahkahalara boğulmuşken yazmadım hiç ama bunu en baştan söylemiştim zaten, “Mutluysam yazmam, niye bırakıp yazayım, tadını çıkarırım.”

Hatta öyle bir hale geldi ki bu günceyi yazmak; kendini doğrulayan kehanet gibi yazdığım her şeyi, tüm hayallerimi ve tüm kurgularımı yaşar oldum.

Hatta öyle bir hale geldi ki yazmak, tek kaçış yolu oldu. Kaçıp saklanabileceğim en güvenilir kale oldu. Ne babanın, ne sevgilinin koynunda ağlarken (aslında tam oalrak ağlayamazken) dilimin ucuna kadar gelipte söyleyemediklerimi söylemenin yegane yolu oldu...

İşte tüm bu sebeplerden yazmak gerek. Yazmak gerek ki, hem söz olup uçsun hafızamdan, hem yazı olup kalsın sonsuza. Google olan bu güvenim de ayrıca takdire şayan! Sonsuza kadar saklayacak google bu yazdıklarımı, 2012de hepimiz buharlaşmazsak tabi. Google sen bizim her şeyimizsin, öpüyoruz kocaman kib mucks...

Biz olmuşuz bak yine. Diğerlerim de çıkmışlar saklandıkları yerlerden. Hoş, yeni değil ortaya çıkışları. Tatilden döndüğümden beri birer ikişer görünmeye başlamışlardı. Az evvel sevgiliyle yapılan tartışma akabinde çıkanlarda ekibi tamamlamış oldular.

—hiii! Bak sevgiliyle tartıştım dedin, okuyor çocuk burayı, buna da bozulacak şimdi. Bu kadarcık şeye niye tartışma diyorsun, ‘konuştuk sadece, hem ben beğenmediğim yanlarını söyleyemeyecek miyim, niye bu kadar küt'sün sen’ diyecek sana.

Başladılar işte. Şimdi ben hangi birini susturup, anlatacağım olan biteni?

Bugün beni yine aynı konuda azarlayan hukuk profesörünün dediğini yapmaya çalışalım en iyisi. Sistematik bir şekilde sıralayalım ifade etmek istediklerimizi.

İnsan hayatında “ilk”ler hep güzel, hep özel, hep unutulmaz ya buna güvenip hiçbir ilkimi yazmamışım ben. ilk uçağa bindiğimde yazdıklarım vardı onu hatırlıyorum ama o kısa seyahat için aldığım not defterini kaybetmişim sanırım. Onu bile bulamıyorum. O ilk uçuş deneyimim dahil bir sürü “ilk”im hayal meyal gözümün önünde. Bazıları ise hiç yok.

Geçen hafta bugün hem de bu saatlerde sevgilimle ilk tatilimizi yapıyorduk. İlk kez bir odada, yapayalnız baş başa kalmıştık. İlk kez tadıyorduk tenimizin tadını, ilk kez uyuyorduk birbirimizin koynunda. Saatlerce konuşmalarımız baki zaten, ilk kez susuyorduk göz göze.

Neden bu kadar acele etmiştim onunla birlikte olmak için ve neden bu uzun süre beklemiştim onun gelişini, bilmiyordum. Küçücük bir banyoya kısılmış kendimi babamı aldatıyormuş gibi hissederken sormuştum bu soruyu. Neden tam da şimdi, şu anda, sene 2009, aylardan kasım günlerden perşembeyken onunla olduğumu bilmeyişim gibi cevapsızdı.

Sorularım hiç bitmedi bugüne kadar. Bundan sonra da bitmez zaten. Cevapsızlığa da aşinayım bu sebepten. Yormuyor en azından eskisi kadar. Ama şimdi bir de “gerçek mi hayal mi tüm bu olanlar?” paranoyası başladı. 1 hafta önce birlikteyken, yan yana nefes nefese, son yılların “en huzurlu” 3 gününü geçirmişken, O’nu hayatımda asla unutmayacağın bir yere koymuşken ve O’na yazdığım mektuplardan birini, yazıldığı sayfadan bizzat okuyup "hoş geldin" demişken... 1 hafta sonra, 1 haftadır ilk okul çocukları gibi sadece mesajlaştığımızı üstelik bu mesajların yüzünden, yaptığımız günlük konuşmanın tartışmaya döndüğünü, üstelik bu tartışma içinde bana nefes alma payı bile bırakmadan sağlı sollu geçirdiğini fark edince kapattım telefonu. “Hey dostum” dedim kendime, “what’s up” yahu?

Diğerlerim bile cevaplayamadılar bir süre. Nasıl bir ilişki bu yaşadığım, neler oluyor böyle; bir o uçta bir en tezat diğer uçta, neden şimdi oluyor bunlar diye atağa geçtim tabi. Kimse çıkıp tek laf edememişti ki, bilgisayar ekranında açık olan senetleri gördüm ve saklandıkları deliklerden bir bir çıktı diğerlerim:

—sen aşk meşkle uğraşacağına kendi işlerini hallet önce
—hadi senetleri halletin diyelim; 2010 fall dönemine kadar nasıl yetişecek o acceptance
—nereye hallediyosun senetleri ya, F kişisi hayır dedi, E amca’da yanaşmadı olaya, nereden bulacaksın 3 kefili

Hakkaten ha. Hayatta benim için 100.000 YTL’lik senede imza atacak 3 kişi bile tanımamışım bugüne kadar meğersem.

—peki sen böyle bir senedi kaç kişi için imzalarsın, hiç düşündün mü?
—Konuyu dağıtmayalım hanımlar. Her şey yolunda derken, şu son 2 günde hem tüm yol haritası saptı hem de 1 hafta zaman kaybetmiş olduk. Bu kızın her şeyden önce sağlim bir kafayla ders çalışması gerekiyor.
—Evet evet bir de buradaki yüksek lisansı için hazırlayacağı ödevler ve her hafta azar işittiği bir hukukçu var
—İşyerinden önümüzdeki hafta için izin almadığını hatırlattınız mı biriniz kendisine. Noter işlerini hangi ara halledecek?
—En azından yarın gidip şu sağlık raporunu alsan. Güzelim perşembeyi piç ettin, koskoca cumayı da harcama bari. Sonra 2 ayağın bir pabuca girecek.

Offf kesin! Biliyordum günlerdir böyle olacağını. O yüzden yazmak gelmiyordu içimden işte. İçimden onlarca başka Zeynep çıkıyor böyle zamanlarda. Her biri diğerinden beter, huzursuz, huysuz, aksi, plancı, detaycı ve pesimist. Ama hepsi haklı, hepsi doğru.

Günlerdir, onlar konuşmasınlar diye aptal çocukların bile oynamadığı internet oyunları oynuyorum, bir saniye bile zaman kaybetmeden GRE-GMAT zıkkımlarına çalışmam, hatta TOEFL skorumu yükseltmem için pratik yapmam lazımken, eski türk filmlerinden kareler izliyorum youtube’da. Aşk-ı memnu’da neler oluyor onu bile çözdüm. Şirkette işleri iyice savsakladım zaten ama garip bir sadakatle hala fazladan izin almamak için çırpınıyorum. ABD’deki okullarla yazışma işlerine bir an önce başlamam lazımken, daha okuldan İngilizce transkriptlerimi bile istetmedim diye, başvuru takvimlerini bile takip etmiyorum. Beynimin içindeki ben’ler, beni kemirirken kimseyle konuşmuyorum, konuşamıyorum. Tüm bunlar hakkında konuşabileceğim herkes hakkında “ama süreç hakkında hiç bi’şey bilmiyorlar, evet samimiyetle dinlerler belki ama en sonunda “sen halledersin bir şekilde nasıl olsa” diyecekler zaten, ihale gene bana kalacak, hiç anlatmayayım daha iyi diye” düşünüyorum. Bu işi, süreci bilen birileriyle biraz laflayayım diyorum, adamın ikinci lafı evlenip gitmek en güzeli aslında oluyor. Peki, deyip koşarak uzaklaşıyorum oradan da. Şirkette, A.yla karşılaşıyorum “benim New York’ta çok sevdiğim, çok efendi bir arkadaşım var, onunla tanıştırırım seni, ahaha evlenirsiniz belki orada” deyip gülüyor. Cevap veriyorum tabi, verdiğim cevaba ben bile şaşırıyorum. Bambaşka bir iklimde, tek başıma olacağımı bir türlü tahayyül edemiyorum. Bunları düşünürken ve düşünememeye çalışırken birisi geliyor L.A diyor, bir diğeri Washington.

Luter, diyor kız Machiavelli
Şampiyon biziz diyor ali, attığımız gollerden belli...



Inının ınının ınınınıııınn


Saat oluyor 00:42. 22:05 te yazılmaya başlanan yazılar nasıl 00:42de hala bitmemiş olabiliyor?

“Ben bunu istiyorum” diye konulmuş noktalar, nasıl gelip acabalarla ünlemleniyor?

Kabartma tozu pastayı ne kadar kabartır? Peki krema nasıl böyle güzel kokar?

Read more...

Cumartesi, Ağustos 22, 2009

hevesli moR

Bir şeyler yapıyorum. Bir şeyler oluyor. Oluyor yani!
Sınavlardan geçiyorum. Sınavları geçiyorum yani!

Öğrenciyim tekrar. Tam 4 yıldan sonra. Cüzdanımda onunla nasıl başa çıkabileceğim hakkında hiçbir fikrimin olmadığı mavi bir öğrenci kartı var artık. Ve eskimez devrik cümlelerim hala dilimde.
Üzerinde “İstanbul” yazan bir kimlik benim taşımak istediğim. Nicedir kaçmak isterken, içinde olmak için yanıp tutuştuğum bir şehir var bugün karşımda. Gireceğim en az 3 mülakat ve en az 2 sınav daha var. Akabinde verilmesi gereken zor kararlar, silinmesi gereken öğrenci kayıtları var.
Dualar var. Sevinçten ağlatacak güçte dualar onlar. Duaların gücü var.

Bir şeyler oluyor. Daha neler olduğunu tam olarak anlayamasam da oluyor. Aslında saatlerce konuşup anlatmak isterken olup biteni, lal olup susuyorum. Geçen sefer “olana kadar kimseye anlatmayacağım” demiştim. Olmamıştı.
Bu kez bir şeyler oluyor hissediyorum. Biliyorum. Görüyorum. Tutuyorum ellerimde.
Bir “kimliğim” var artık beni “öğrenen” yapan. Beni daha iyilerini yapabileceğime inandıran.

Nereden aklıma geldiğini bilmediğim eski şarkılar söylüyorum. Sevdiğim o şarkılar mı, o zamanlar mı merak ediyorum...
Ezbere biliyorum şarkının bütün sözlerini. Kim bilir daha orada olduğunu bilmediğim neler var beynimin içinde merak ediyorum...


http://www.youtube.com/watch?v=CFvYrFxFu30



Read more...

Perşembe, Temmuz 16, 2009

kancalı mavi

Bugüne dek kim bilir kaç yüz bin soru sordum.
Ve kim bilir kaç yüz bin yanlış cevap duydum.
Ve kim bilir kaç yüz bin sessizliğin içinde boğuldu sorularım.

Hepsi böyle bir yanıtı duymak içindi oysa...
Soranda mı acaba marifet, yanıt verenin yüreğinde mi bilemedim.
Bir cevapsız soru daha ekledim keseme, geçtim.




http://www.youtube.com/watch?v=pzbJUffY6Gk

Read more...

Salı, Mart 24, 2009

Rahatsız mavi, huzuRsuz gRi

sonunda bitti!

kendine güvenin insanı rahatlatan bi'şi olması lazım aslında. peki ben neden böyle rahatsız hissediyorum.

bitti işte!

eksiklerim var mı? var, olabilir.
ben sonuç olarak elimden gelin her şeyi yapmadım mı? yaptım.

şimdi oh bitti diye iç çekmem gerekirken bu huzusursuzluk neden hala?
dahası ne peki?

yeter artık ya, cevap istiyorum!
ne olacaksa olsun!

Read more...

Cuma, Ocak 30, 2009

mavi benekli koyu gRi


Pazar günü bir mail yazdım. Cevap alamamaktan ölesiye korktuğum, basit bir mail. Pazartesi geçti, Salı ve dahi Çarşamba… Korkarak açtım mail kutusunu boştu. Beni umutlandıracak bir FW: Can Dündar bile yoktu. Bugün gittim. Bir form doldurdum. Bir belge imzaladım. Beni bekleten fotoğrafçıya kızdım kapısını çarptım. Saat 12:00ye yetiştiremedim evrakları. Sahilde, yağmurda yürüdüm. Bir gemi geçti. Dalgalar vurdu ayağımın dibindeki kayalara, beni ıslatmadılar. Yarın gel, dediler. Eve döndüm. Üşümüştüm, uyudum. Her uyanışımda bir şarkı çalar zihnim bana. Bu kez piyano çalıyordu. Dün akşam “İklimler”i izlerken kaydedilmiş olmalıydı notalar harddiske. Canım kakaolu kek istedi. Onun için tarif ararken, zihnimde çalanın “domenico scarlatti’nin fa minör piyano sonatı k 466” olduğunu öğrendim sözlükten. Bu bir cevaptı.

Sinema 1000 puan
İklimler filminin senaristi ve yönetmeni ve başrol oyuncusudur.
Nuri Bilge Ceylan kimdir?

Nuri Bilge Ceylan’da bir cevaptı. Bir zamanlar bana sorulmuş bir sorunun, veremediğim cevabıydı. Cevap vermiş olsaydım ne değişirdi hayatımda?

O sorunun bana ne zaman sorulduğunu hatırlayabilmek için mail kutusunda bir arama yaptım. Google diyor ki bana "7289 MB kotanızın şu anda 591 MB (%8) kadarını kullanıyorsunuz." O yüzde sekiz bile benim ağzıma sıçıyor, daha fazlasını kaldıramam zaten. 29.10.2005 ten beri kullanıyormuşum bu hesabı. Yazıldığını, yaşandığını unuttuğum yüzlerce günlük olay, bir zamanlar var olduğunu çoktan unuttuğum adamlar-kadınlar var o yüzde sekizde. Bir de g-talk kayıtları tabi!

Tipik bir örnek mesela: varlığı unutulmuş bir kadınla, 'aa sahi böyle bi’adam vardı lan' dediğim bir adamın dedikodusu,

ben: yok aslında belli etmedim de, zaten yeni tanıştık ve 2–3 gün içinde olupbitti her şey
O: rengi belli oldu diyorsun!
ben: benim bi'başka evli arkadaşımın iş arkadaşıydı
O: hımmm
ben: onların evinde güzel-zevkli eğlenceli bi'akşam yemeği yedik
O: olur mu dedin! ama...
ben: ya hani her yöne çekilebilecek laflar edersin de, olumluysa "ben senden hoşlanıyorum" mealine çekersin lafı
O: evet bilirim :)
ben: olumsuzsa “ben zaten öyle demek istemedim” der çıkarsın işin içinden
öyle oldu benimki de
ama zekice cevaplar verdi sahiden
ucunu açık bıraksa fena kaptırabilirdim kendimi
o yüzden bi'kez daha takdirimi kazandı
yol yakınken rengini belli ettiği için
O: kapatabilmesi de bir erdem! seni oyalamamıssa :)
ben: evet evet, sahiden öyle oldu. efendice, ikimizde kırılmadan hallettik mevzuyu. şimdi efendi efendi arkadaşlık ediyoruz benim beklentim yok, onun içi rahat böyle adamlardan çok yok işte piyasada =))
O: oyle :)


Gözlerime inanamadım okudukça.

Mektuplar yazmışım sonra uzun uzun. Kadın bir erkeğin hayata açılan penceresidir, demişim sadece bir yazıya gönderme yapmak için, adam bana; peki sen nasıl bir pencere açıyorsun, senin açtığın pencereden nasıl bir dünyaya bakıyorlar demiş mesela, anlamamışım o zaman....

Daha yakın zamanda üşenmemişim sıladan mektuplar demişim. Hemen her gün yazdığımı sanıyordum ben onları ama 13 taneymiş sadece. Yine de 30 günde 13 mektup oldukça başarılı. Bana "hoşça kal" bile demeden giden biri için üstelik.

Onlar gibi cevapsız başka mektuplarda buldum.
İyi yolculuklar demek istedim sadece. Dilerim yolun seni götürdüğü yerde güneşin turuncu ışıklarıyla deri değiştiren bedenin gibi yenilenir, huzur veren kuş seslerine ev sahipliği yapan yemyeşil ağaçlar gibi güçlenir, denizin mavi beyaz köpükleriyle coşması gibi eğlenirsin.
Ba ba ba, laflara bak. Sonra da "bu adamlar şişip şişip içimde patlatıyor" Normal! Üstelik onca cevapsız soruya rağmen, senden cevap istiyorum diye yazmışım uzun uzun. E, yuh bana!

"Ne olursa olsun, ben hep söyledim, yine söyleyeceğim. Yerin özel bende. Umarsızca çekip gitsen de öyle olacak hasta olman ya da olmaman aşık olman ya da olmaman değiştirmeyecek bunu. Olan ve olamayan her şeye rağmen “şansım”dın sen benim, değişmez, geçmez sandığım şeyleri değiştirdin bende.
Bu yüzden kapıyı bir kez daha çalmanı bekledim sadece, gerçekten içeri girmek istediğine inanmak istedim. Bu yüzden sustum, bu yüzden önemsemezmiş gibi göründüm, bu yüzden bekledim.
Ve bu yüzden, kendisi gerçekten var olmasa da cümle içinde kullanılmış “aşk”ın hatırı için bir açıklama istiyorum senden. Facebookta dünyaya ilan ettiğin relationshipin ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Bir açıklamayı hak ediyorum bence...
Sonra düşeceğim yakandan merak etme. Sevgilisi olan adamlara yapışmam ben alacaklı gibi. Ama bilmek hakkım. Ben geleceğini sanarken, umarken, sen hangi arada başka kalplere misafir oldun öğrenmek istiyorum..."

Sahipleri artık var olmamayı seçtiği için kilitlerini kalırdım bu cümlelerin. Hem zaten bunlar benim cümlelerim. Onların cevap vermeye bile tenezzül etmediği tüm bu mektuplar, halen benim arşivimde.

Ama bi’dakka. Ben bunu bugüne dek nasıl fark etmedim! Evet ya…
İroni falan mı bu? Bu adam eline kâğıdı kalemi alıp, günün en sevdiği saatinde, kafasını dinlemek için kendine ayırabildiği tek kısacık zamanında, oturup Merhaba Zeynep diye başlayan mektubu yazan tek adam! Sevgilim bile yapmamış ulan bunu. Ben bunca zamandır, yazdığım tüm bu mektuplara yanıt aldığımı düşünürken aslında hiç biri, hiç kimse oturup yazmamış bana. Biri telefon etmiş “bu hafta sonu da gelsene” demiş, biri sms atmış, biri görünce teşekkür etmiş. Ama bir tek G. yazmış! Tüm var olamayışına rağmen, hakkaten yeri başkaymış bu adamın, helal olsun! Bi’dakka ya, sadece mektup da değil ki…

Niye saatlerdir oturmuş bunları okuyorum peki ben? Niye yapıyorum bunu biliyor musun? Giderken fonda valizim dolu yine aşklarla anılarla yola çıktım sonsuz yalnızlıklarlaçalsın istemiyorum da ondan. Gerçi eğri oturup doğru konuşalım bunların hiç biri aşk değil. En çok G. yaklaşmasına rağmen o bile değil… O yüzden valizimi dolduramazlar aslında. Olsa olsa kadehimi doldururlar bu gece.

Yine de “acılar pişmanlıklar ve ben yollarda” demek istemiyorum işte. Pişman olmadığımı ispatlıyorum kendime; hiç gocunmadan hatta hafiften gülümseyerek okuyarak, tek damla akıtmadan yazarak. O yüzden kurcalıyorum eski defterleri. 4 saat olmuş bak. Yazıyla dört. Oturup iki film daha seyredebilirdim ben o 4 saatte. Ve böylece yeni yıl listemin içerisinden bir maddeyi silmiş olurdum. Başarmış olurdum. Veremediğim cevabı öğrenmiş olurdum. Sahi bir cevaptı beklediğim diğ mi?

Cuma günü aldım yanıtımı. Perşembe attığım imzalara inat “Sana söz veriyorum” diyordu. İçi dopdolu cümlelerle umut veriyordu. Şaşırdım, şapşallaştım ve karıştım. Karıştırdım yine her şeyi birbirine. Aslında hiçbir sorumun cevapsız kalmadığını öğrendim bu arada.
Bir de o sorunun bana 2 yıl 1 ay 2 hafta önce sorulmuş olduğunu…


Read more...

Pazar, Kasım 02, 2008

sulu mavi

Bir Afrika atasözü, “Yalnızca bir deli, suyun derinliğini iki ayağıyla anlamaya kalkar.” der.

Bu sözden aşağıdakilerden hangisi çıkartılamaz?

a) Deliler sudan korkmaz.
b) Suyun ne kadar derin olduğunu anlamak için yalnızca bir deli yeter.
c) Deliler iki ayaklı canlılardır.
d) Afrikalılar delileri sever.
e) Herhangi biri



2005 Mayıs ALES sorusu idi.

Read more...

Pazar, Ekim 12, 2008

şüpheci moR

Ben senin söylediğinin doğru olduğuna inanıyorum ama gerçek olduğuna inanmıyorum.

Bu cümleyi ben kurmadım ama benim oldu. Kendi cümlelerimi kaybetmişken o kadar iyi geliyor ki bu hediyeler. Müsebbibi E. yine bu sevindirik halimin. Bence ilkine çok sevindiğim için “al senin olsun” dedi ama “hayır canım içimden geldi” dediği için inanıyorum öyle olmadığına.

İçinde bulunduğum durumu karşılık gelmese, aynada son rötuşları yaparken kendi gerçekliğim -amma ağır bi'lafmış bu da- dank etmese kafama giderayak yazmayacaktım aslında.

“Doğru ama gerçek değil” Nasıl olabilir ki aynı anda? Doğru olduğuna inanıyorsan onun gerçekliğini sorgular mısın ki? Bilim adamı olunca sorguluyor demek insan “bilimsel şüphecilik” diyorlarmış bir de buna, peh! Küçümsediğimden değil aslında. “wouw!” daha doğru bir ünlem olur belki.

Benim “inanıyorum” dediğim her şey gerçek bence. Ya da senin “inanıyorum” dediğin her şey. Hatta yazmış olmalıyım bunu bi’yerlere ama şimdi acelem var bulamam ki. “İnanıyorum” dedikten sonra tartışmanın kimseye bir faydası var mı ki?

Tam burada bir adım geri çekilip düşünmek lazım demek ki. Doğru olabilir ama ya gerçek değilse… Somut durumlarda, ispatlanabilir olduğu sürece sorun yok da soyut “haller” işin içine girince... İspatlanamaz ama gerçekse? Etimolojisine bakmak lazım gerçeğin belki de. Belki de “bir şeye inanmak onu gerçek kılar mı?” yı yanıtlamak lazım önce.
Peki ya “gerçek olan inanmaktan vazgeçtiğinde bile yerinde durandır.”

Of kafam karıştı gerçekten. Açtığımda ‘kapıda bekliyoruz hadi insene’ demek için inatla çalan telefon karıştırdı aklımı. Yoksa tüm bu yaşadıklarımın hem doğru hem de gerçek olduğunu ispatlayabilirim sana, diğ mi?


Read more...

Pazar, Temmuz 20, 2008

cevapsız saRı

“Onunla yattın mı?”

Evet’i duymak için sorulmamış mıdır zaten bu soru?

İnsan neden kendi kendini acıtmak ister? Eliyle deşer kurcalar yaraları, kanatır, acıtır daha çok.

Hayır’sa cevap inanır mı? Hayırsa cevap, sorulan nasıl tamir eder kırılan parçalarını? Kumdan kalelere dalga vurunca tamiri olur mu sanki? Baştan başlamaya var mıdır mecali?

Cevabı önemli mi? Aklına düşmüşse bu soru yetmez mi, bitmez mi zaten?





dibine not: Soruları arka arkaya dizince ne hikâye oluyor, ne deneyim, sadece soru oluyor, sadece merak oluyor. Yaşamadıklarını bilmediklerini merak etmiş oluyor. Fazlasını aramamak lazım, kurcalamamak ve hatta fazla soru sormamak lazım.

Ne kadar çok soru varsa o kadar çok yalan oluyor. Çünkü sorular sordukça yalanlar dinliyorsun karşılığında, cevaplar artık nadir antika parçalar gibi.
O yüzden işte; “sana yalan söylenmesini istemiyorsan fazla soru sormamalısın.”
O yüzden işte; “gel cevap ol sorularıma” dedikçe kaybediyorsun, üzülüyorsun, acıyorsun, acınıyorsun.

Read more...

Çarşamba, Haziran 11, 2008

soRunsal moR

Hani kağıt keser elini, yanar, bir bakarsın kan damlamış sayfana. Acır.
Sonra bir şarkı başlar. Acıtır.



Hangisi acıdır?

Read more...

Çarşamba, Mayıs 28, 2008

kaRmaşık mavi

Ben demiştim!

Kolay kolay kaybetmem bi’şeyi demiştim!

Nitekim buldum. Kaybettiğim kalemimi buldum.

Ne demeli ne yazmalı nasıl yorumlamalıyım bu durumu bilmiyorum. Dönüp dönüp bakıyorum yazdıklarıma. Kaleme. Benim olmayan fotoğraflara. Tesadüflere. Nihayet bu gece kurabildiğim msn’e… Habire başlamadan biten gel-git yumağına. Bir vazgeçemeyiş mi bu? Ego mu? Görünmez ve kopmaz bir bağ mı? Hiç bağlanamayan bir yumak mı?

Bilmiyorum.

Bildiğim kalemi bulduğum.

Bildiğim, "Seninle bağlantılı olabilecek tek nesne oydu ve sen gitmeden önce o gitti.Şimdi de biliyorum ki, sen geleceksen eğer bi’şekilde kalemde ancak o zaman çıkacak ortaya. Yani muhtemelen hiç çıkmayacak" dediğim halde kalemin ortaya çıktığı…

Bildiğim, yorgun olduğum. Olup bitenleri kimseye enikonu anlatamamaktan dolayı yorulduğum. İçimde birike birike taştığım.

Bildiğim baharın geldiği. Baharın yorgunluk getirdiği.

Bildiğim… Kalemi bulduğum.

Bildiğim... Bu cümleyi ancak bu kadar toplayabildiğim

Read more...

Pazar, Mayıs 18, 2008

cevapsız laciveRt

Yine sabah oldu. Uyku alınan onca kararı alıp nereye götürüyor? Yerine şişmiş gözleri, ağrıdan çatlayan bir kafatasını nereden bulup getiriyor?

Neden konuşarak anlaşamıyoruz biz?
Ve neden “Ben böyleyim işte…” deyince akan sular duruyor?
Nasıl büyük bir kaçış bu aslında…

“Ben böyleyim, huyum bu.”
Lanet olsun, biliyorum ve anlıyorum!

Gregor yazmış ya hani kocaman, demiş yaTolstoyher şeyi anlamak her şeyi affetmektirdiye.

Anlıyorum, affediyorum ve en korkuncu acıyorum… Üzülüyorum.
Kendi hayallerimi bırakıp onlarınkiler için üzülüyorum. Boşa geçen yılları, kaçırdıkları fırsatlar için üzülüyorum. “Onlara bunu nasıl yaparım?” diye kendimi kemirip duruyorum.

Ben 2 haftadır hazırlandığım projenin lansmanı ertelenince sinirden çıldırıyorum, istifa dilekçeleri yazmaya başlıyorum, 25 yıllık bir projeyi bir gece de paramparça edebilir miyim hiç? Cesur muyum o kadar?

Falan filan işte.
Şimdi yine uzuuuun vadeli planlar yapmak icap ediyor...


Read more...

Perşembe, Mart 13, 2008

çalışkan mavi

Sevgili günnük,

Yorgunum. Yorgun olunca mutlu oluyorum ben. Oradan oraya gereksizce ve de amaçsızca koşturmaktan, kendime hababam yeni bir iş icat etmekten, iş çıkışı gece yarılarına kadar sürtüp duş alıp fön çekmem gereken saatlerde alık alık bilgisayara bakmaktan büyük bir haz alıyorum sanıyorsun di mi? değilim aslında. Tüm bunlar düşünmeme engel oluyor. Aynaya bakıp bakıp “neden?” diye soracak vaktim kalmıyor en azından.

Ben bu filmi daha önce görmüştüm sanki. 2002-2005 arası süren uzun metraj bir filmdi. Finale doğru çok zorlanmıştı esas kız, “yeter artık hiçbir şey istemiyorum, bitse de gitsek” demişti ağlayarak. Esas oğlan “sen herkesten farklısın ve pes etmeyeceksin, şimdi biraz uyumak iyi gelecek sana” diye telkin etmişti kızı. Film güzel mi bitmişti acaba? Kız çok az kişinin başarabildiği “çift” şeritli yolu aştığında çok mutlu olmuştu da, sonrasında epey çıkmıştı otomobil raydan...

Şimdi tam da filmin başında ki gibi, “beni çalışmak kurtaracak” deyip sarılmış durumdayım işime. Bugün mesela sistem çöktü, herkes açtı dx ball oynuyor, ben tuttum IT’den ne kadar adam bulduysam getirdim. Oturttum benim pc.nin başına. Bir ara kalabalığı gören 2.kademe yöneticim (üstümün üstü) geldi, “hayrola” dedi “nedir sorun?” Dedim “sistemlerin hiç biri çalışmıyor saat 11den beri boş oturuyoruz -saat 13.50- sorunu çözebilmek için arkadaşlardan yardım almaya çalışıyorum sadece”. Dedim ama artık nasıl bir ifadeyle söylediysem kadın garip bir şaşkınlıkla bana baktı ve “benim bazı raporlarla ilgili bir sunum hazırlamam gerekiyor power pointten anlıyorsan sorun çözülene kadar benimle çalışabilirsin” dedi. İşte o an gözümün önünden geçmeye başladı sahneler... Gecelerce sabahlamalar, yorgunluktan süründüğü halde sabahın 8inde proje sunumu yapmalar, 5 günde 7 il gezip konferanslara katılmalar... “dejavu” demişim sırıtarak. Hiç farkında değildim. “Parlez-vous français?” dedi kadın. Ah dedim içimden google translete olacaktı şimdi, ben sana Fransızca cevap vermeyi de bilirdim. “Hayır Fransızca bilmiyorum ama power point konusunda elimden geleni yapabilirim.”

Tüm bu diyalogu duyan mesai arkadaşlarım neler neler düşündü, ben kadının odasına girip laptopun başına geçince jaluzinin aralığından bana bakıp yanındakilerle ne dedikodular yaptı kim bilir. Zerre umurumda mı, değil. Ben kafamı kurcalayan bir iş olmadığında kendimi yiyip bitiriyorum arkadaş. 15 sn.de bir mailbox’a send-receive yaparak gelmeyecek bir maili beklemek beni 15 saat çalışmaktan 15 kat fazla yoruyor. Onlar aynaya bakıp rujunu tazelerken, ben aynaya baktığımda soru işaretleri dolu bir çift karaltı görüyorum. Onlar masalarına sevgilileriyle çekilmiş en sevimli fotoğraflarını dizerken ben kalemlerime sarılıp sayfalarca iş yerinde kaleme alınmayacak arsız cümleler yazmak istiyorum günnük’cüm. Biliyorum normal değilim ben, “oh oh 3 saattir boş oturuyoruz negzel” deyip gezemiyorum ortalıkta. DiğerleriMi susturmanın tek yolu bi’şeylerle uğraşmak çünkü. Onlar çalışınca her ay para alıyor ya, bana biraz daha yetki versinler, riski üstlenebileceğimi ortam yaratsınlar, ben veririm o parayı her ay üstüne. Valla bak... Deli işi işte, Allah akıl fikir versin diye dua etsek kabul eder mi dersin günnük’cüm. Denemek lazım: “Allah bana akıl, fikir, huzur versin” “veleddalin-âmin”

O değil de benim aklım şu filme takıldı. Orada esas kızın sığınıp saklandığı, herkesten gizli omzunda ağladığı bir esas oğlan vardı hani. Hakkını yemeyelim şimdi çok emeği geçti kıza. Yoksa bitiremezdi kız o “çift” şeritli yoldaki yarışı.

Şimdi ben başrolde tek başıma olunca da mutlu bitirebilir miyim acep senaryoyu dersin? Bitmezse de alırım lale’yi otururum aşağı.
İzleyip göreceğiz bakalım.

Şimdi çekime yetişmem lazım günnük’cüm
Haydi selametle...



ps: çok güzel di mi? bence de =) kimse bilmeyecek gerçek hikayesini. sen bile...

Read more...

Pazartesi, Mart 03, 2008

çaresiz mavi

Yardımınıza ihtiyacım var!

Evi terke ederken insan yanına neler almalı? Yani en elzem, hayatta kalmak için olmaz olmazlar neler ki?

Ben öyle bir valize hayatta sığamam. Bi’kere kitaplarımı ve anılarla dolu ayakkabı kutularımı bırakamam ama bi’şeylerden vazgeçemem gerek artık. Yetti, bittim, tükendim, içim kurudu. Bu gece bu saatte evdeysem, gittiğim yerden apar topar döndürüldüysem, hem de bir hiç uğruna…

Gelip eve hala incir kabuğunu doldurmayan şeyler için bangır bangır kavga ediyorsam babamla. Ve annem sanki sesler alt komşudan geliyormuş gibi dergi karıştırıyorsa ve kardeşim telefona yapışmış sevgilisiyle konuşuyorsa ve ben… Neyse…

Nedir yani evi terk ederken ne almalı insan yanına? Aslında babam “çık git o zaman kızım” dediğinde basıp gitmek vardı ya. Nerde bende o yürek? Ve lanet olsun yürek meselesi de değil bu sadece! Neyse konu bu değil artık.

2 kot, iş günleri için 2 kumaş pantolon, 2 elbise yaz geldi şimdi bodyler katlayınca küçücük oluyor zaten sığdırabildiğim kadar body, iç çamaşırı, çorap, havlu, bir-iki mont, eşofman, pijama, 2 çift ayakkabı hayatta yetmez ama fazla yerimiz yok bir spor bir klasik 2 çift pabuç. Makyaj malzemeleri. Hımm, epilatörü unutmamalı.

Bilgisayarda buraya yazılmış/yazılmamış tüm yazılarımın yedekleri var, onları imha etmek lazım. İpod’un notes klasörüne aktarabilir miyim acaba onları. Off yine bir sürü teknik iş. Bu günceyi de toptan imha etmek lazım. Kardeşim biliyor sanırım adresi, çaktırmıyor bana.
Haa sahi firefox’a tanımlı şifreler vardı onları silmek lazım. Hatta firefox’u tümden kaldırmak lazım bilgisayardan history falan da silinsin.

Emektar günlükleri almalı. Ya da son bir iki tanesini almalı sadece, eski okurlarsa anlarlar belki. Hah! çok iyimser gördüm kendimi! Hepsini almak lazım tabi ki… Off sadece günlükler yetmez ki o ayakkabı kutularının içi top secret neler neler dolu! Demek ki onları önceden bi’yerlere göndermek lazım.

Başka nedir yani acil ihtiyaç? 3–5 ay izimi kaybettirene kadar ortadan kaybolmak için olmazsa olmaz ne var yani? Paran varsa her şeyi elde edebiliyorsun zaten. Gerçi ilk etapta tanıdık kimselere sığınamayacağımı ve kendimi bir otele atacağımı düşünürsek ilerleyen zamanlarda kıyafete ruja para harcayabileceğimi hiç sanmıyorum. Haa sahi, temiz, küçük mümkünse Anadolu yakasında bir otel bulmak lazım. Var mı bildiğiniz bi’yer? Ya da bana evinin bir odasını kiralayabilecek birileri? Ciddiyim. Çok ciddiyim.

Ben bunca zamandır bi’şeyleri değiştirmek için azar azar, minik minik adımlar atayım, farkında olunmadan yoluna koyarız belki, anlaşırız diyordum ama nafile. Zaten beceremiyormuşum demek ki bu güne kadar. En iyisi çat diye kestirip atmak. Kapıyı çarpıp çıkmak.

Bugüne kadar tanıdığım herkesin kayıtlı olduğu telefon defterini almak lazım. Telefonu değiştirmek lazım. Hadi o hazır. Şirketin verdiği hattın numarasını evdekilere hiç söylememiştim zaten. İz bırakmamak için başka yapılması gereken bi’şey var mı benim şimdi aklıma gelmeyen?

İş yerinin kapısına dayanırlar o kesin. Hadi güvenlik her sabah beni bile öttüm diye 2 kez x-ray’dan geçirmeye utanmıyor, binanın içine giremeyeceklerini umuyorum. Ben nasıl çıkacağım iş çıkışı dışarı? Peşime adam takmadıklarından nasıl emin olacağım sığınağıma giderken. Neler yaşanabilir en kötü?! Ve bunlarla baş etmek için n’apılır? Neyse bu artık ikinci adım. Ben önce bir basıp çıkayım da, sonrasını sonra düşünürüz.

Eee başka bu kadar mı yani? Bu kadar kolay mı?

Hah buldum nüfus cüzdanıyla diplomayı bi’de sağlık karnesini almak lazım. Başka resmi evrak var mı unutulmaması gereken?

Yani gayet tek bir valizle hatta biraz daha kıssak sırt çantası kıvamında bir çantayla kapıyı çarpmak mümkün öyle mi?

Peki zamanlama? Kalacak yeri ayarlamadan hemen bu gece çıkamayacağım aşikâr. (gerçi içimden bir ses bu kadar hesap kitap yaparsan hiç olmaz, zaten uyuyup uyandıktan sonra sinirin azalacak, gözünü karartıp çık git bu gece sessizce, diyor. Haklı olma ihtimali yüksek ama hem bu kadar büyük ve aptalca bir risk alamam hem de herkesin evde olduğu bir sabah çıkıp gitmek akıllıca değil, herkes bir arada olacağı için çok kolay organize olup aramaya başlarlar, benim de çok fazla seçeneğim olmadığı için fare gibi kısılır kalırım) Galiba en makulü bir sabah işe gitmek ve dönmemek.

Yani bu işin planı bir dosya kâğıdına sığacak kadar kısaysa ben niye hala burada oturuyorum? Lütfen eksik kalan ne varsa söyleyin. Anasını satayım bu böyle eşe dosta akıl danışılabilecek bir konu da değil ki? İz bırakmadan ortadan kaybolacaksam kimselere de anlatmamam lazım değil mi?


17 mayıs cumartesi:23:59

Read more...

Salı, Ekim 23, 2007

meRaklı mavi

Sadece cümlelerle bir insanın hayatında var olabilmek mümkün mü dersiniz?

Sesini, kokusunu duymadan, eline, tenine dokunmadan, kızmadan, kavga etmeden, birlikte gülüşmeden, 40 yıl olmasa da hatırı bir ithal kahve olsun içmeden... Sadece yazdıklarından ötürü sevebilir misiniz birini, özler misiniz onu? Hiç böyle sevdiniz mi? Hiç böyle sevildiniz mi? Böyle bir sevgi mümkün mü?

Dibi kendinden uzun not: Sadece blog olarak düşünmeyiniz lütfen, mektuplarını 4 gözle beklediğiniz ama bir türlü tanımadığınız, tanışmadığınız mektup arkadaşlarınız oldu mu sizin hiç? Hani doğan kardeş’e falan yazardık "13 yaşındayım bıkbıkbık okuluna gidiyorum, kitap okumaktan özellikle Gülten Dayıoğlu hikâyelerinden hoşlanıyorum, benimle mektuplaşmak isteyenlerin mektuplarını bekliyorum" diye ilan verirdik...
Ya da mesela bir yazara tutkuyla bağlandınız mı hiç, yazıları yayınlanacak diye gün saydınız mı mahalledeki gazetecinin önünde... Ne bileyim öyle işte...

Read more...

Pazar, Ekim 14, 2007

bol buzlu+limonlu kola Rengi

“İşte geldim buradayım, ben bu işte ustayım”

Diye bir dönüş yapmak isterdim lakin bir cif likit jel kadar bile olamıyorum.

Döndüm işte yine buradayım. Evde, şehirde, İstanbul’da. Maaşlı bir işte çalışmamanın en (tek) güzel tarafı bu olsa gerek, ‘Eee heytere be’ deyip bırakıp gidebiliyorsun. Yarın üç beş soruya cevap vermem gerekecek belki ama neredeyse tüm ramazanı da yollarda, tatillerde geçirdim. Olacak o kadar.

Köklerimi bulurum belki diye ummuştum giderken, kök salacak topraklar bulurum sanmıştım. Şimdi çok iyi anladım ki ben hiçbir yere ait değilim aslında. Ne oralara ne buralara. Plaza insanı olmaktan vazgeçmeden önce fark etseydim bu durumu, acaba yine vazgeçer miydim? Yol boyunca bunu sordum kendime. Host bey tüm güler yüzüyle “içecek olarak ne alırdınız?” dediğinde ise uzun zamandır yapmadığım bi’şey yaptım: karar verdim. Hayır, portakal mı vişne mi kararı değil, ben zaten sevmem vişne. Her şeyi bırakıp, hostes olmaya karar verdim. Madem hiçbir yere ait değilim ben, madem bulamadım bu yaşa kadar köklerimi ve madem dallarımı besleyecek insanlar, topraklar yok hayatımda sürekli uçmaktan daha güzel ne olabilir ki? O uçuşla bu uçuş arasında otel odalarında yaşasam, bir valiz olsa bütün mal varlığım, hırs yapsam 8-10 dil öğrensem, dünyanın her yerine uçsam...

Üstelik sürekli güler yüzlü, sürekli sakin, sürekli kontrollü, sürekli bakımlı, sürekli şık, sürekli nazik olmamı gerektirecek bir hayat bu. Öfkelenme, kendini salıp haftalarca kuaföre uğramama, türbülansta kontrolünü kaybedip korkma lüksüne sahip değilsin. Her zaman neşeli her zaman güler yüzlü! İnsan bundan da sıkılır elbet bir gün ama madem ait değilim ben hiçbir yere, başka ne seçeneğim var ki?


Of amma kötümser oldum ben de ya! Vallahi ben bile sıkıldım bu “tutunamadım” hallerimden. Bugün Y.cim aradı, utandırdı beni, asker adam ben arayıp soracağıma o beni arıyor. Konuştuk biraz (35.dk ya biraz mı denir epey mi?) "N’olmuş sana böyle ya?" dedi. "N’olmuş be?!" dedim. "Ne bileyim yani şey, eskisi gibi değilsin". "Nasıldım ki eskiden, şimdi öyle değilim?" "Ya böyle çalışkan, aynı anda 88 yere birden yetişen, enerji dolu, neşe saçan kız gitmiş yerine karamsar amaçsız biri gelmiş. Gazı kaçmış kola gibisin be!" "Yok" dedim "o söylediklerininin hiç biri değil(d)im de son söylediğin doğru"

İşte son 2 yılın beni getirdiği nokta bu: gazı kaçmış kola gibiyim. Üstelik kolanın gazı kaçınca şekeri kalır ben şekeri kaçmış da asidi kalmış bir acı kolayım! Dolapta günlerce kimsenin yüzüne bakmadığı, en sonunda birinin gelip çöpe attığı.

Hayır, biri gelip olduğu gibi çöpe atmasa bari şişeyi kurtarsam en azından. Ne bileyim şişe bu işe yarar elbet; su şişesi olur, rezervuarın içine koyarsın tasarruf yapar, ağzını kesersin vazo olur, içine turşu bilem kurulur!

İşin kötüsü iki arada bir derede söz aldı adam benden, toparlanacağıma o’nun tanıdığı ve sevdiği hatun olacağıma dair, yoksa men edecekmiş beni arkadaşlıktan sivil hayata dönünce! Kaybettiğim zaman yetmedi bir de adam gibi adamdan, güvenilir arkadaştan olacağım iyi mi?

Neyse ki kararımı vermiştim ben. Var mı hava yollarında tanıdığı olan? N’apmak lazım kabin memuresi olmak için? Tanıdık falan yoksa bari kopya verin bana. Şu “biz seni bunca yıl bunun için mi okuttuk?” “neden kendi işini yapmıyorsun sen?” “bunu mu layık görüyorsun kendine?” sorularına vereceğim cevaplar için.

Read more...

Perşembe, Eylül 20, 2007

şizofRen mavi

—Sen şimdi valizini toplasan, eline tek gidiş biletini alsan, hatta o bilet vizesiz pasaportsuz hiçbir işe yaramayacak bir bilet olsa, pasaportunu da alsan, tanıdıkları, arkadaşları, aileyi hayatındakileri işte her kimse bir araya toplasan, hepsinin karşısına geçip “ben gidiyorum ahali, hoşça kalın” desen, 1 kişi bile çıkıp “gitme” demeyecek farkında mısın?
—Hayır!
—Ama gerçek bu, sana “gitme” diyecek bir kişi bile yok hayatında şu anda. “gitmesen olmaz mı” diyecek birini bul, sonsuza dek susacağım ben.
—Annem var bi’kere!
—O mutfağın yolunu tutup “ben sana yolluk hazırlayayım bari kaç saat sürüyor yol?” der çıkar kameranın kadrajından.
—Anneannem var, kardeşim var?
—Güldürme beni E. mi sana gitme diyecek, “Havaş kaçta kalkıyor?” der o, arabayla bile bırakmaz seni. Anneanne en iyi ihtimalle “orada oruç tutabilecek misin bari iftar-sahur nasıl olacak bak zor gelirse tutma istersen hiç” der gitme demeye dili varmaz.
—Tamam, biraz çemberi genişletelim J. var mesela ah, ama o daha geçen gün dedi “kızım bas git ne bekliyorsun” diye, eee Ö. var?
"Geç bile kaldın 2 yıldır neredeydi kızım aklın, benim yapabileceğim bi’şey var mı sen onu söyle”
—S.cim var?
—Hımm. Sahi o gitme der mi acaba? .... Düşündüm de demez şekerim. “başarmadan gelme” ya da “âşık olmadan gelme” der ama “gitme” demez.
—Y? Y. Bırakmaz beni, “seni özlerim ben, gitmesen olmaz mı” der?
—Sor bakalım akşama öyle mi diyor, “yer ayarla orada bana, tezkereyi alır almaz yanında olacağım ben de” mi diyor?
—Of çemberler genişledikçe şansım azalıyor galiba. Merkeze doğru dönelim madem, teyzoş var, aaa boş ver teyzoş’u, minik kuşum var, benim masal kuşum, evine dönerken bile "gitme" diye pazarlık yapıyor bebeğim, o duyarsa der işte!!!!
—Hımım... teyzoş gitme demeyeceğine göre, onu da ikna eder, “gelirken sana yeni bir kitapla birlikte yeni boyalar getirecekmiş, kimsede olmayanlarından hem de” dedi mi, o da “gitme” demez sana. Belki en çok özleyen o olur ama ifade edemez özlemini de...
—Beni buraya bağlayacak, bunca zamandır bağlayan, harekete geçmemi engelleyen güçlü bir bağım yok mu yani benim!? Beni yolumdan döndüremeyeceğini bilse bile “gitme, ben seni özlerim o zaman” diyecek biri?
—Yok şekerim. 1 kişi bile yok. Seni kimse özlemez demiyorum ki, dökme incilerini hemen. Bu saydıklarının hepsi özlerler elbette hatta daha da fazlası ama kimse “gitme” demez, demeyecek. Kalk artık!
—Babam! Babacım ne yapacak bensiz?
—Ne yapar bilemiyorum, bakar elbet başının çaresine de gitme der mi sana, sen cevap versene.
—Ben her şeyi ayarlayıp, olay budur, işte eylem planı dedikten sonra DEMEZ! Diyemez bile değil, de-mez! “Git ve ne yapılması gerekiyorsa yap” der. Öğüt verir, kaygılanır, uykusu kaçar belki ama demez!
—Peki, sen ne halt etmeye çırpınıyorsun bu sığ sularda öyleyse?
—Sus artık sen, konuşma!
—Sen ne halt etmeye çırpınıyorsun bu sığ sularda dedim?
—Sus dedim!
—Peki.
—Bi’dakka susma, sen biliyor musun cevabı?
—Evet!
—Ben neden bilmiyorum peki?
—Görmek istemiyorsun, yüzleşmek istemiyorsun.
—Sus dedim sana, hala ne konuşuyorsun?!?!!!

Read more...

Cuma, Haziran 29, 2007

gül kuRusu

Yazın rehavetinden mi, sıkıcı sıcaklığından mı, yenilenme ihtiyacını körüklemesinden mi bilinmez pek çok kişi ara verdi bloguna. Sadece bugün 4 tane veda yazısı vardı benim readerımda, bir de readerdan görünmeyen ayarlar yapanlar tabi. Bazılarına yazmak istedim, “buralarda seni, yazdıklarını özleyecek birileri olacak” demek istedim. Yapmadım, yapamadım mı demeli. Ne bileyim işte. Ama aslolan takdir ettim hepsini.
Ben “eyvallah ahali bir zaman yokum” demeyi bile beceremiyorum şu günlerde. Mesela bir önceki cümleyi bile şu günlerde diye bitiriyorum ki, açık kapı bırakayım kendime.

Bir de yeni bir sorum oldu bugünlerde, sancılıydım zaten ne zamandır, buna gebeymişim meğer. Eğer hala adam gibi bir karar verip harekete geçemediysem bu kimin hayatının neresinde olduğumu, ne kadar yer işgal ettiğimi bilmediğimden. Öyle olsa gerek yani. Ya da bu yeni bahanem, fark etmez. Bilmek istiyorum yahu, bunu (da) bilmek istiyorum. İşletmelerde marka konumlandırması diye bi’şey vardı ya, onun gibi aslında... Kimin hayatında nerede duruyorum, ben orada durmasam o’na ne olur, ne ifade ediyorum senin için, o’nun için, onlar için?

İnsan bi’şeyin kıymetini en iyi o şey olmayınca anlar değil mi? Neden bu kadar tantana yaratıyorum ki?!

Read more...

Cumartesi, Haziran 09, 2007

şizofRen mavi

—Sen iyice saçmalıyorsun artık farkında mısın?
—Nedenmiş o?
—Bu saatten sonra ateşle barut yan yana durmaz kızım, niye kendini kandırıyorsun?
—Kendimi kandırmıyorum ben. Neden olmazmış, yeni arkadaşlar edinmeyeyim mi yani ne var bunda?
—Hayır efendim, 2 yalnız karşı cinsten öyle samimi arkadaşlıklar çıkmaz, çıkamaz, doğaya aykırı bu birincisi.
—Dur dur geçme ikincisine niye aykırı olsun x var, y var, q var, w var, j var.
—X evlendi bi’kere, Y'yi çocukluğundan beri tanıyorsun, ayrıca birlikte olamayacağınızı itiraf ettiniz birbirinize yıllar önce, Q evet yalnız ve arkadaşsınız ama eğer seninle ilgili hisleri yoksa yakın zamanda bir sevgili bulur sizin arkadaşlıkta damdaki pabuç olur, W'yle hiç bi'zaman o kadar yakın olmadınız ayrıca uzun zamandır görüşmüyorsunuz, J'de eşcinsel falan olsa gerek, o kadar güzel kadınla birlikte çalışırken yalnız olması manidar yani...
—Eeee haddini aştın ama, saçma sapan tespitler bunlar, etrafında ki herkesin sana asıldığını düşünecek kadar hastasın artık demek.
—Bana sana ne farkı var ha ha ha. Böyle düşünecek kadar zavallı değiliz ayrıca. Ha ha aha
—Gülme!
—İyi gülmeyeceğim. Söyle o zaman bugün kızların ayarladığı buluşmanın bir çöpçatan işi olduğunu bile bile neden gittin?
—Çünkü adam son 6 ayı Kanada’da geçirmiş, gökte ararken yerde buldum, niye gitmeyeyim?
—Hıh, bahaneni sevsinler. İçten içe merak eden, 2 saat kıyafet seçen bendim değil mi?
—Sendin tabi! Hem bi’kere gerçekten içten içe merakım olsa bugün değil, dün olurdu!
—O da ayrı dava zaten, ayrıca bu söylediklerimin hepsi dün içinde geçerli biliyorsun değil mi?
—Ya neden bu kadar kötüsün, ben hiç yeni insan tanımayayım mı yani, önce ben kendimi eve kapatayım, sonra profesyoneller gelsin beni hastaneye kapatsın bunu mu istiyorsun?
—Hayır şekerim, elbette bunu istemiyorum. Sadece olan biteni görmen lazım, ateşle barut yan yana durmaz. Sen “sevgili olmayacağım” diyorsan ve böyle hissediyorsan hiç gerek yok bu yaptıklarına. Denedin gördün zaten bi’kez ne olduğunu. Eğer bile bile, “ben beklentisizce yeni insanlar tanımak istiyorum” deyip, tüm iyi niyetinle bu insanlara zaman ve emek harcarsan, 2 gün sonra onlar başka birini bulduklarında seni o buldukları kızlara bile doğru dürüst tanıtmazlar.
—Haklısın galiba.
—Evet haklıyım, bu yüzden uzak dur ondan, onlardan.
—Uzak durmasam...
—Uzak durmasan ama yakınlaşmadan öyle takılsan değil mi, tipik balık davranışı bu işte!
—Ben balık değilim!
—Madem Kova’sın aklını kullan o zaman, beni dinle. Daha yeni iyileşiyor yaraların, yakın yerlerde başka yaralar açmaya ne kadar meraklısın. Hem bu seni başladığın noktaya götürür ki, bunu ikimizde istemeyiz değil mi?
—Asla!
—O zaman romantik balıklar gibi davranmaktan vazgeç, bu saçmalıkları bir kez daha tekrarlama. Daha yeni yaşadın, olmayacağını anladın merakını giderdin işte. Hem sen değil misin, “gitmeme engel olacak yeni bağlar istemiyorum bu şehirde, var olan bağlarım fazlasıyla güçlü zaten” diyen.
—Evet. Ayrıca beni burcumla sınırlayıp durmaktan vazgeç!
—Yeniden yaralanırsan bu kez toparlanacak gücümüz olamayabilir. Bunu bize yapmana izin veremem.
—Ama yeniden duvarlar arkasına saklayamam kendimi.
—Yeni bir yola çıkmak istiyorsun madem, en azından eski sınırlarını çizmelisin. Her şeye rağmen bizi koruyor o sınırlar ve çemberler...


—Ben bi’kahve koyayım en iyisi.
—Evet, en koyusundan bitterimiz de var, 20 gr. keser mi dersin?
—Tüm bu söylediklerinden sonra, bütün paketi al derim... Zulada baileys var mıydı?

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP