vasat yeşil
Cuma gecesi yok yok cumartesi. Tipik bir mojo gecesi. Müzik yüksek. O kadar yüksek ki ne çaldığını hatırlamıyorum bile. Gözlerim tek bir noktaya kilit. Gömlek beyaz, burun hokka. Uzun, oldukça uzun zamandır bir adamı böyle beğenmemişim. Beğenmek mi? Adamla göz göze gelsek üstüne atlayacağım. O, benim farkımda değil. Kolumdan çeviriyor biri, ‘ne bu samimiyet dostum’ bakışını takınacağım ama alkolün etkisi yüksek, maskelerimi istediğim hızla değiştiremiyorum.
“dışarıda konuşalım mı biraz”
“hala konuşacak yüzün var yani”
“sen! sen beni çok yanlış anladın”
“bırak kolumu”
Kalabalık, sıcak, ter, duman, gürültü, çok kalabalık.
“bana bir mojito versene”
Alkol fazla evet, misinler soru işaretleri gideli çok olmuş. Nasıl bu kadar emin olabiliyorlar kendilerinden. Ben mi bu kadar gazlıyorum bu adamları gerçekten. Daha neler! Arkanda bakmadan basıp gittin işte, artistik bir patinajla savurdun dumanını giderken. Ben iki satır laf sokunca mı geldi aklına insan gibi konuşmak.
“mojitooo hazııır”
Serin, ılık, ferah, taze. Fondip.
O da benim farkımda. Şerefe.
“biliyor musun hepiniz aynısınız. Önce kaçıp saklanıyorsunuz, sonra da ben gelip saklandığınız deliği kurcalayınca küstahça saldırıyorsunuz.”
“Oovv! Kızdırmışlar seni”
‘Hadi lan ordan aptal’ bakışımı hızla yerleştiriyorum yerine.
Koridor, uzun, motosikletler, temiz hava, soğuk hava, deri ceket, baş dönmesi, halka küpe, kırmızı cüzdan.
Köprüden geçerken mavi ışıklar görüyorum. Bir kıtayı arkamda bırakıyorum. Köprüden atlayıp kurtulan 21. kişi olmak istiyorum. “arabayı durdursana moruk” demiyorum, hayır.
“müziği biraz açar mısınız?” Ayılmaya başlamışım, evet.
“kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”
Pazar akşamı yok yok pazartesi. Vasat bir gün bitimi. Yeşil görmekten sulanmış gözler. Zıp zıp toplar, raket tutmayı unutmuş parmaklar, koşmayı unutmuş kaslar. Yorgun öyle yorgun ki zihni boş, mutlu. Arabasını tamirden almış, evraklarını tamamlamış, bütün taslaklarını temize çekmiş, ardındaki tüm yarımları tamamlamış ya da silmiş atmış, saçları bile uzamaya başlamış. Bildiğin mutlu işte. Bir mesaj sesi, bir de telefonu değiştirse değmeyin keyfine.
“arayabilir miyim?”
Saçmasapan bir soru. Tuşlara basma kabiliyetin varsa ararsın. Söyleyeceklerin varsa da ararsın. Konuşmak istersem açarım. Ki açarım yani, küstahça saldırmayı sana yakıştırmam çünkü. Ve çuvallarım yine. Hepiniz aynısınız diyen ben değilmişim gibi, bunu ilk kez keşfediyormuşum gibi çuvallarım yine.
“ben döndüm işte… bitti falan”
“e güzel, hani giderken diyordun ki bık bık bık”
“ohooo unuttum bile onları çoktan”
Yuh! Lafımı bari ağzıma tıkamasaydın. “Seninle işim bitti bebek, hadi yoluna” demek için bu kadar acele etmeseydin keşke. Ben onu sana yine söyletirdim koçum, kurcaladım çünkü girdiğin deliği, biliyorum, içinde kalmazdı küstahlığın. Ama lafımın ortasına dalmasaydın keşke.
Bir korna sesi. Çok yakından. Kaldır kafanı direksiyondan. Dur bakma aynaya. Son bir şarkı falı tutalım radyodan. Ama bende kabahat “sesini duymak için bık bık bık” dediğinde çirkefleşecektim “hadi lan ordan hala ‘sesini duymak istedim’ diye maval okuma bana” diye başlasaydım eğer göt isterdi o cümleyi ortasından kesip lafları boğazıma dizmek.
Amaaan yavrum sen de!!! Bak aynaya bak. Yüzleş. Kim bu adamlar? “Pixelman” her biri. Benim kamera 7.2 megapixel. Yani yedi nokta iki MİLYON tane pixel bir araya geliyor ancak bir kare fotoğraf ediyor. Ölürken pixel pixel uğraştırmaz herhalde Allah baba beni, bir slayt gösterisi hazırlar. Diye umuyorum en azından.
Yeşil yeşil ışıklardan geçiyorum hızla. Daha hızla. Daha hızla. Bir şehri arkamda bırakıyorum. Hızlanmalıyım daha. Daha. Ama dur, dur, dur! Ardımda bıraktığım şehir doğru da ben ters yöne gidiyorum. Nefes nefese kalmışım. Nereye gidiyorum?
Son bir şarkı tutuyorum radyodan
“bencil, ruhsuz ve boş gözlerle karşımdasın yabancı halinle”
Pazartesi gecesi yok yok Salı. 3 tane yaşlı, gri uzun sakallı adam var. Küçük sarı bir odada beni sınıyorlar. İngilizce biliyorum diyorum inanmıyorlar. Deneyimim var diyorum bakmıyorlar. Biri kolumu tutup “Ne zamandır inanıyorsun?” diyor. Gözleri bembeyaz. Korkuyorum. Bunların huyuna gitmek lazım diye düşünüyorum, bu sorunun bir doğru cevabı vardı ama neydi? “ezelden beri” diyorum. Balkonun kapısını açıyor bana. Sarı mermerli, uzun, ince, dar bir balkona çıkıyorum. İzmir’deyim. Kendime dışarıdan bakıyorum. Saçlarım uzun rüzgarda savruluyor. Bir televizyon haberi gibi ‘Köprüden atlayıp kurtulan…’ diye başlıyor dış ses. Balkondan atlıyorum. Düşmeden kan ter içinde uyanıyorum. Üşümüşüm. Saç diplerim ıslak. Midem fena.
Kusuyorum. Kusuyorum. Kusuyorum. İçimde büyümüş sustuklarımdan kurtuluyorum…
dibine not: Acemi bir yazarın kötü bir hikâyesi bu. Hangi zamanda, hangi mekânda yaşandığı belirsiz. Kaçı uydurma o cümlelerin, kaçı gerçekten gözüne baka baka söylenmiş, bilmiyoruz. Hepsi bi’yana kim yaşamış bunları? Kim o adam? Adamlar? Bir isimleri vardır elbet. Peki ya sıfatları? Birinci tekil şahıstan dinliyoruz olanları da, kim o kadın?
Acemi bir yazarın nane-limon kokulu ekşi bir hikâyesi bu. Yaşanması için harcadığı zamana acıyıp yazdığı. Yazan artık kurtaramaz sermayeyi de belki yapımcı kotarır maliyeti diye yayınladığı.
5 akıllı çıkaramadı:
hangimizin yok ki böylesi naneli ekşili yaşanması için harcanan zamana bir pişman olup bir de ben bana düşeni fazlasıyla yaptım kandırmacasıyla yoluna devam ettiği hikayeler...ve ne kadar geride kalırsa klasın ağzımızdaki o ekşilik taı hiç bir zaman tam olarak geçmiyor....
ilk kisim. cuma gecesi.. yok yok cumartesi..
daha once bu kadar sarhos bir yazi okumamistim.
cok ama cok guzel vermissin o tadi.
beenmaya; "ben üstüme düşeni yaptım" demek nasıl süper bir kaçıştır. hooop çıkıverirsin işin içinden de kendinden kaçamazsın bi'türlü, kalakalırsın.
fakeangel; adsız alkolikler toplanırsa yine belki orada anlatırım hikayeyi arkadaşlara =))
:) anlastik
fakeangel; fazla kalabalık olmayalım ama utanırım ;)
Yorum Gönder