Cuma, Ekim 15, 2010

blue ending

Bu son yazı olsun artık…
Şikâyet eden, sızlanan, halinden memnun olmayıp habire bir şeyleri değiştirmeye çalışan bu aptal şişko kızı gömelim buraya... Görmeyelim bir daha!

Madem “ne zaman geliyorsun” sorusuna bile bir cevabım yok benim, susayım artık…
Ama son bir kez sızlanayım istiyorum ağız tadıyla…

Part I
Geçen Cuma’ydı. Çarşambadan beri üzerimde bir halsizlik vardı zaten. Cuma günü okuldan erken çıkıyorum ya bütün gün yatarım geçer diye düşünmüştüm. Hava günlük güneşlik olmasına rağmen üşüyordum. Oda arkadaşıma sordum önce “ateşimi var mı” dedim. “ay ben anlamam ki” falan dedi kaynattı konuyu. Üzerime en kalın kazaklarımı giyip yatağın içine girdim ve sevgilime mesaj yazmaya başladım. O cevap verdikçe üşümem artıyordu sanki, çoraplarımı ve patiklerimi üst üste giydim ama dişlerim birbirine vuruyordu. Ateşim vardı ama ateş düşürücü hiçbir şeyim yoktu. Muhtemelen terli terli spordan dönerken yediğim rüzgar hasta etmişti beni ama bunları düşünmüyordum o anda.
Sevgilime anlatmam gereken şeyler vardı ve ben daha konuyu oraya bile getiremeden, “sen beni Amerikan rüyasına sattın”, “ben artık çıkardım seni hayatımdan” lar başlamıştı. Öyle çok üşüyordum ki yorganın altından çıkmaya üşenmesen eldivenlerimi bile takacaktım. Sonra oda arkadaşımın bana seslendiğini duydum, sesi çok uzaktan geliyordu sanki. Yorganı açtığını hissettiğimde 'kapat şunu' diye bağırmak istemiştim ama sesim çıkmadı. Birkaç yıl önce de böyle ateşlenmiştim, onu da yazdım sanırım buralara, babamın elinde buzlarla çaresiz bana baktığını ve annemin, benim 'çok üşüyorum n’olur yapmayın'larıma aldırmadan o buzlarla benim ateşimi düşürmeye çalıştığını hatırlıyorum hayal meyal. Ama Cuma gecesi hastanede uyanana kadar neler olduğunu hayal meyal bile hatırlamıyorum. Volkan ağbi’nin beni kucakladığı bir sahne var. Sonra oda arkadaşımın arabanın içinde beni soymaya çalıştığı başka bir sahne var. Hastaneye girerken bir yere bacağımı çarptım onun acısı var ama nasıl olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Ha bir de cevap veremediğim son bir soru var “sen ne zaman döneceksin?” Volkan ağbi’nin söylediğine göre hastaneye gelirken ve oradayken sürekli sayıklıyormuşum. Birkaç gün sonra “ne sayıkladım ben o akşam?” diye sorduğumda “bir ara bir şeylere cevap vermeye uğraşıyordun, erkek arkadaşındı herhalde ama anlamadım” diyor, “bir arada babanla konuşuyordun galiba” diyor. “Nerden anladın babamla sevgilim olduğunu” diyorum. “Ya o değilde senin insuarance card amma iş açacaktı başımıza ha” diye gülerek konuyu değiştiriyor. O ruh haliyle kim bilir neler sayıkladım adamın yanında… O beni utandıracak hiçbir şey söylemeden konuyu değiştiriyor…

Birkaç saat sonra üzerimde aptal bir pijamayla uyandıp volkan agbi’yi ve bizim diğer evdeki kızlardan s. yi baş ucumda gördüğümde önce hastanede olduğumu idrak edemiyorum. Sonra yanımdaki perdeyi görünce bir an oradan Foreman ya da Chase çıkacakmış gibi geliyor, kendi kendime gülüyorum… uyandığım halde hiçbir şey söylemeden güldüğümü gören herkesin yüzüne rahatlamayla karışık bir merak oturuyor. “Kaç saattir buradayız?” diye sormaya çalışırken benim olmayan bir sesle homurduyorum. Ve nihayet o rahatlamış ifadeyi görüyorum . "Ateşim vardı sadece niye getirdiniz ki beni buraya" diyorum. "Sirkeli su yapsaydınız geçerdi" diyorum. Onlarda habire beni nasıl hastaneye neredeyse zorla soktuklarını anlatıyorlar. Burada sağlık sigortası her şeyden önemliymiş bir kez daha anlıyoruz böylece. Mümkünse sağlık sigortası kartlarını vucudumuza dövme yaptırıyormuşuz, falan-mış filan-mış…

Eve gelip telefonumu açınca son bir mesaj görüyorum. Ağlamaya mecalim kalmamış. Bir de annem mesaj atmış bana, kızım seni özledik seni kamera aç görelim demiş. Aptal aptal sırıtıyorum telefona…

2 gün evden çıkmıyorum. Kimseyle konuşmuyorum. “Ne zaman geleceksin?”in cevabını düşünüyorum yatıp kalkıp. Martta döneceğim eylüle kadar evlenir beraber döneriz desem bir anlamı olacak mı O’nun için acaba. Bilmiyorum.
Burada okul mu seçeceğim, yaşamak için eyalet mi seçeceğim, bilmiyorum… zaten buradaki okulların beni alacağına dair zerre kadar umudum da yok ya… niye buradayım onu bile bilmiyorum. Basit bir hayatım olsaydı diye düşünüyorum. Bankada 5. yılım olsaydı bu sene ve 20.10.2010da evleniyor olsaydım mesela… ya da çoktan evlenmiş.
Şimdi eğer buradaysam bu hayalden tamamen vazgeçmem gerekiyor sanırım. Amerika’ya gelmekle, gelmeyi istemekle, basitçe yaşayıp giden biri olmayacağımı ilan etmiştim aslında. Bunun arkasında durmalıyım belkide. Ama bu arkasında durduğum/duracağım şeyin beni köksüz bırakmasını hazmedemiyorum hala.
Biz O’nunla birlikte bu topraklara kök salabilirdik biliyorum…

Pazartesi kontrole gittiğimde “evli misiniz?” diyor doktor. "Olmalı mıyım?" diyesim geliyor ama “No I'm not” çok daha kontrol edilebilir bir cevap. Cümlelerimi kontrol edemediğim bu dili sevmiyorum ben…

Sarılmayı özlüyorum. O’na, babama, kardeşime…

Orada olmayı diyemem ama O’nunla olmayı özlüyorum…

Part II
Saat 00.01oluyor burada. Orada sabahın 7siyken. Takvim 15 ekimi gösteriyor. 1 yıl önce bugün biliyordum Amerika’ya geleceğimi. Omzuna yaslanmış gözyaşlarımı saklamaya çalışıyordum. Galata köprüsünde güneş batıyordu. Ve “bu sabah yine her sabah ki gibi sıkıldım İstanbul’dan” diyordu gitar çalan çocuk.
“Moralim bozuk, cerayan kesik hele bir de sen yoksun ya çok yazık...”

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Bir kadeh şarabım bile yok 1.yılımızda. Ne zaman döneceğimi söyleyemediğim bir adama nasıl derim “beni bekle gelip seni alacağım” diye.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. “Evet” dediğim gece çekilmiş. “Keşke ‘hayır’ deseydin, ‘gitmem gerek’ deseydin” diyor diğerlerimden biri ama biliyorum ki bugün sorsa yine evet derim ben O’na.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine bir antibiyotik daha içiyorum. Son kez birlikte uyuduğumuz akşam, ay ışığında izlediğim uyuyan yüzü geliyor gözümün önüne… Dokunamıyorum… O tatili bile zehir etmiştim O’na inanamıyorum!

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine dinliyorum “sensiz olmazları”… O klibi izlerken ki yüzü geliyor gözümün önüne… Dokunamıyorum…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. 1. yılımızın şerefine ağlıyorum. “Yok iyiyim ben, ateş yaptı yine herhalde” diyorum yanımdaki meraklı surata. Bu ateş beni öldürmez ama içimde ki bu yangın çürütür biliyorum. O’na mutluluk dahil hiçbir şey veremediğim geliyor aklıma. Huzur vermedim. Rahat vermedim. Cevap vermedim. Umut vermedim. Eline alıp tutabileceğim bir hediye bile vermedim.

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. “Evet” dediğim gece çekilmiş. O geceyi hatırlıyorum. Ve sabahını, içtiğimiz adaçayını. Ve İstanbul’a dönüşünü. Minibüsten inerken bana bakan ışıl pırıl gözlerini. Çektiği mesajı: “yuppy ben evleniyorum!” ve ertesi gün olan o aptal kazayı…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Sarhoşuz belli. O’nunla ilk rakı içişimizi hatırlıyorum. İlk “seni seviyorum”u. Beni taksiye bırakıp dönüşünü. Çektiği mesajı: “bundan sonra sana rakı seek”

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Mutluyuz. Ama yalan yok, içimde bir “şey” eksik o gece. Ne olduğunu bilmediğim ve “nedir acaba bu” diye kurcalamadığım. Aslında bana evlenme teklif edeceğini ilk hissettiğim anda düşünmem gereken ama hiç düşünmediğim… haklıydı belki de. Belki de değildi. O kaza olmasaydı olmazdı belki de bunlar… o “eksik” şey neyse batmazdı içime bu kadar…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. Doğru adamla yanlış zamanda çekilmiş bir fotoğrafa. Gülüşünü özlüyorum en çok. Ellerini, konuşurken nasıl da güzel kullanır onları... Nasıl da yumuşacık dokunur yüzüme…

Şimdi gülümseyen bir fotoğrafa bakıyorum. …


Read more...

Çarşamba, Ekim 06, 2010

gRey squiRRels

Amerika….
Bir derin boşlukta yüzer gibiyim burada. Ya da aslında ayaklarım yerde değilmiş gibi. Mutluluktan ya da şaşkınlıktan ya da burada olmanın anlamsızlığından ya da gereğinden fazla anlamı olmasından… Her neyse işte bunu tartışmayacağım şimdi. Birkaç komik hikayem var, ara ara onları yazayım bari dedim…

Ya aslında daha yazmaya başlamadan fark ettim ki, yaşarken komik ama anlatırken hiç de komik olmayan durumlar bunlar…
Amaaan olsun. Ben yazayım işte, unutulmasın…


Geldiğimizin ilk günleriydi ve harıl harıl ev arıyorduk. Arabamızın olmaması mı asıl problem, new brunswick denen bu şehircikte rutgers buses dışında transportation olmaması mı problem, toplu taşıma olmadığı için kampüse yakın ev bulmak mı problem yoksa İngilizce konuşamamak mı asıl problem daha çözememişiz. O sabah (Allah razı olsun) “abla”lardan biri bizi, 2 tane büyük sitenin olduğu, kampuse yakın bir yere (şu anda oturduğumuz yere) bıraktı, gitti.
Okları takip ede ede Leasing Office i bulduk. Bu arada tüm özneler çoğul çünkü ev arayan 6 kızız! Uçakta tanışmışız yani birbirimizi maksimum 5 gündür tanıyoruz ama birlikte eve çıkmaktan başka alternatifimiz de yok.

Neyse efendim, ofise bir geldik ki kapı duvar, sadece küçük bir not yazılmış, ‘ofis yarın açılacak, acil durumlar için Vinny’i arayın.’
Telefonda konuşmak o günlerde başımıza gelebilecek en kötü şeylerden biri. (hoş bence hala en kötüsü aslında) Bakkalda markette okulda şurada burada tarzancayla yok bilemedin beden diliyle anlatabiliyorsun derdini ama telefonda ı ıh, olmuyor! Bu yüzden de kimse yanaşmıyor Vinny’i arayıp ‘boş ev var mı yok mu’ diye sormaya.
“Sen ara”, “yok sen ara”, “yok ben konuşurum ama ne dediklerini anlamıyorum, sen ara” tantanasından sıkılıp “verin şu telefonu bana ya” diye alıyorum telefonu. Serde kova’lık var ya, kendi işimi kendim yaparım hesabı.

Aradım. Çalıyor. Ben nedense Vinny’i kadın diye beklerken, adamın biri açıyor telefonu “helloooo?” diye.
—Iıııı Hi! Iıııı Hello! I just call
diye başlıyorum ama aklıma gelen tek cümle “I just call to say i love you” gülücem gülemiyorum. Bu arada 2 sn önce “ay ben konuşamam” diyen kızların hepsi karşımda şakır şakır relative clause’lu, passive voice’lu cümleler kuruyorlar, güya ben onlardan duyup karşımdaki adama söyleyeyim diye. Derin bir nefes alıp tekrar deniyorum

—Iııı şey (Türkçe şey!) we want ask that do you have any free apartment?
İç ses: Free ne lan, Amerika'da beleşe ev mi verirler adama?

—ummm i mean, empty apartments for renting, yani (Türkçe yani ama amerikan aksanlı) to rent. (içses: gramer diye anamı ağlatan bütün İngilizce hocalarıma helal olsun)… Iıı we want to rent an apartment actually two apartments
İç ses: bir sus da adamı dinle. Bir şeyler söylüyor baksana

—homur humur well just hopur hupur homur humur
İç ses: hiç bi’şey anlamıyorum lan, bu adam İngilizce mi konuşuyor şimdi?

—Iııı excuse me. I’m stranger (foreigner demeye çalışıyorum herhalde) can you tell me umm could you tell me please (sanki her şeyi anladım da bir de kibar olmak kusur kaldı) just do you have free apartments or not? Yes or no?
İç ses: gene free mi dedim lan ben?

—no, but if you wanna homur humur hupur humur you can hopur hupur homur humur

artık etrafımda sürekli bana sufle vermeye çalışan kızlara ve adamın söylediklerinden hiçbir şey anlamamaya feci sinir olmuş bir halde

—eee başlıycam böyle işe ya, hiçbir bok anlamıyorum ben bu adamın dediklerinden, konuşacak olan varsa alsın telefonu konuşsun diye gürlüyorum. Kızların sesi jilet gibi kesiliyor, tekrar telefonu ağzıma yaklaştırıp

—ok. We’ll … diye tekrar cümle kurmaya yelteniyorum ki
— türk müsünüz siz kızlar? Diyor adam.
İç ses: sıçtık adam anladı ne dediğimi…

Telefonda İngilizce konuşmaya programlamışım ya kendimi, adam Türkçe konuşunca mavi ekran veriyorum. (bu durum bir çok kez başıma geldi bir ara onları da yazmak lazım)

—yeeess türküz!
İç ses: n’oluyor lan burada, ben nece konuşuyorum şimdi

—ofice’in önünde misiniz şimdi?

—yes we’re.
İç ses: yes’i anladık da we’re ne be?

—ok wait there. I’m coming.

Adamın söylediği hiçbir şeyi anlamayıp, son cümleyi neden ve nasıl anladığım hakkında bugün bile hiçbir fikrim yok. Yanımdaki kızlar zaten aptal olmuş durumda. Telefondaki adama “yes türküz” diyorum, ama İngilizce konuşmaya devam ediyorum. Ama dayanıp soruyorlar tabi, “ne oldu ne oldu” diye. “Bekleyin” dedi diyorum, “geliyormuş…”

2 dk içinde geliyor volkan ağabey’miz. İlk sorduğu soru “hanginizle konuştum ben telefonda?” oluyor. Bana verdiği ilk öğüt de, “new jersey’de tahmin ettiğinden çok çok fazla türk var, konuşurken aklında olsun” oluyor bir de arkasından Amerikan kahkahası patlatıyor ki evlere şenlik.
O gün bugündür, “volkan ağbi bulaşık makinesinin düğmesi bozuldu”, “volkan ağbi bizim zil çalışmıyor”, “volkan ağbi biz x yerden çalışma masasıyla sandalye aldık/alıcaz senin track’le getirebilir miyiz”, “volkan ağbi elektrik süpürgesi var mı sende”, “volkan ağbi sıcak su nasıl ayarlanıyor”, “volkan ağbi bizi wallmarta götürsene eve shopping lazım”, volkan ağbi aşağı, volkan ağbi yukarı…
Kendisi bizim için Hızır, her şeyimize o koşuyor… Ve bana ilk gün telefonda benim anlamadığım neler söylediğini hala anlatmıyor… bi’de nereden rakı alacağımızı biliyor ama söylemiyor. Bi’de ben rakı bulsam da içemem zaten…

Neyse ben şimdi gidip 'experiencing american culture' için Disneyworld’u anlatan bir presentation hazırlayayım bari.

Tek kelime İngilizce konuşamayan İspanyol bir taksicinin taksisine binen 4 bursiyerin kilisede(!) verilen bir iftar(!) yemeğine gitmeye çalışırken kaybolup, Çin’li bir adama yol sormaya çalışırken onun da Müslüman olduğunu öğrenip iftara davet etmesi ve gidecekleri yeri bulduklarında İngilizce konuşamayan İspanyol kadın taksiciyle, elementary seviyede İngilizce konuşan Kayserili Türk öğrencinin pazarlık yapma hikayesini de başka bir zaman anlatırım artık.

Cia…

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP