Salı, Ocak 06, 2009

kaRanlık mavi


Her kapıdan bir başkası fırlıyor. Bir odada kuran okuyanlar, namaz kılanlar, bir odada erkekler. Mutfak sürekli kalabalık. Sofralar kuruluyor, sofralar kaldırılıyor, çaylar gidiyor, meyveler geliyor. Bulaşık makinesi hep dolu, hep çalışıyor. Ama çatal, kaşık, bıçak, bardak yetiştirmek ne mümkün. Salondaki vitrinler böyle günler içinmiş meğer. Yatılı misafirlerin yatakları hazırlanırken anne lafı sokuyor: “onca yastık, yorgan, havlu, başörtü ne işime yarayacak deyip duruyordun, çeyiz bu yüzden yapılıyor işte. Günde kaç havlu kirleniyor banyoda tuvalette haberin var mı senin?” İkna olur gibi yapıyorum ama herkes yatınca “bu kadar misafiri otelde ağırlamak lazım aslında” diyorum “hem size hem onlara eziyet.” Anneannem bana marstan gelmiş, “merhaba dünyalı” demişim gibi bakıyor. Gülecek oluyorum gülemiyorum. Gülüyorum da ne biliyim işte… “Yani kraliyet ailesi böyle yapıyordur herhalde o bakımdan, şettim” diyorum. Anneannem gelip sarılıyor sımsıkı.

Ateş düştüğü yeri yakıyor her zaman. Matchmaker teyzeler cenaze evinde bile iş başında. Aynanın önündeki fotoğrafı gösterip “aa bu fotoğraftaki sen misin? Maşallah, maşallah Allah nazarlardan korusun tu, tu, tu! Ne güzel saçların varmış niye kestin?”, “eee işte uzun zamandır uzun saçlıydım kem küm biraz daha börek alır mısınız?” “Yok yavrum, sağ ol. Ay o dans ettiğin çocuk kim?” Gözler ellerimde, yüzük arıyor. Bir başka tanıdık giriyor araya, “ağabeysi ayol, oğlan işte, görmedin mi az evvel buradaydı hoş geldiniz dedi.” “Maşallah maşallah! Pek hamarat kızımız maşallah, kaç yaş var aranızda bakıyım?” Birisi çayını bitirse bardağı kaptığım gibi mutfağa kaçacağım dönmemek üzere. Herkesin bardakları dolu! “Yok, o benim küçüğüm aslında, 2 yaş var aramızda.” Suratta belli belirsiz bir gülümse; şimdi sıçtık işte, sıradaki soru benim yaşım ve medeni durumum olacak. Matchmaker teyze çay bardağını elinden bırakamadan kapı çalıyor. Ok gibi fırlıyorum yerimden. “Müsaadenizle”

Kapıda kalabalık bir grup daha. Erkek terliği bitmiş. “kızım koş Hatice teyzenden kap gel” “anne üstteki ve alttaki 2 katın bütün erkek terliklerini aldık” “laf yetiştirme bana, en alta kata M. ablana git o zaman” Bu kalabalıkta organizasyon hakkaten mühim. Her iş için birini tayin etmezsen bütün işler sana kalıyor. Kimler yemek yemedi, kimler çay içmedi, kimler yeni geldi, kimler kalkmak üzere, kapıdaki ayakkabıları düzenlemek, kimin atkısı kimin montunun cebinde takip etmek bile başlı başına bir iş.

Tam çıkmak üzere kapıda bir amca beni esiyor alıyor. “Sen beni tanımazsın, biz senin fotoğraflarını gördük, köye gel benim kızlarla da tanıştırayım sizi, çok merak ediyorlar görmek istiyorlar onlarda…” diye başlıyor, cebimde telefonum çalıyor. Çıkarıp sessize alamıyorum bir türlü. Amca konuşuyor, telefon giderek yükselen bir sesle çalıyor. Baba tarafımdakiler beni garip bir şekilde seviyor. Sevmenin garibi mi olur, oluyor işte. Hayatımda ilk kez gördüğüm ve elimi bırakmak istemeyen, bana sarılmaya koklamaya doyamayan teyzelerle dolu evin içi. Çoğu bebekliğimi biliyor. Beni özlediğini söylüyor. Annem “kan çekiyor işte” diyor “babasının kızı”. Hakkaten de öyle, kardeşime kimse bu kadar yanaşmıyor.

Kuzenlerden (ki ben onarla kuzen demem aslında) biri oflayarak giriyor mutfağa, “gelinlik” kızlar bir aradayız. “Salondaki bordolu teyze esir aldı beni ya, sor sor bitmedi soruları.” 3–4 kişi bakışıyoruz. “Gelin avcısı o teyze, hepimize uygun koca bulcak, o yüzden bi’sürü soru soruyor” gülüşmeler ama hemen toparlanmalar. “valla beni yollamayın da yanına, kim servis yaparsa yapsın.” Kikirdemeler. Komşunun 11 yaşındaki kızı içeri girince rahatlıyoruz. Bordolu teyzeye çayını o götürüyor. 2 dakkaya kalmıyor geri geliyor mutfağa. “Zeynep abla işin yoksa seni çağırıyor, ‘gelsin yanıma hiç konuşamadık’ diyor.” “E be teyze güne mi geldin, taziyeye mi?” diyemiyorsun tabi. Hemen koltuğunun yanında bi’tabure ayarlamış bana. Kurbanlık koyun gibi oturup cevap veriyorum sorularına. İşe kaçta gidip eve kaçta döndüğüme kadar soruyor. Her cevabım artı puan teyze için. Ama araya bir “o kadar okul okudun öğretmen olsaymışsın” keşke sıkıştırmadan duramıyor. Öğretmen gelin ekolü, evet böyle bi’şey var hala. Odadaki herkes durumun farkında eğlence oluyor onlara da kimse sesini çıkarmıyor. Ben de niye bu kadar ciddiye alıyorsam sanki. 'Rahat bırak kendini' diyorum, 'çek ayağını frenden biraz, iki gülüp geçeriz.' Aniden bilmem kimin torunu anlatmaya başlıyor. Mühendismişte, yurtdışına gidip geliyomuşta, burada bilmem ne sitelerinde evi varmış, arabasını bile almışda çok efendi, çok namuslu, eli yüzü düzgün temiz bir çocukmuşta. Teyze çok profesyonel öyle uzun uzun dolandırmıyor hiç lafı, tüm bu bağlamayı 5–6 dakikada yapıveriyor. Aklımdan geçen; çok konuştu kadıncağız, bir laf edeyim de soluklansın azıcık. Ağzımdan çıkan; “askerliğini yapmış mı peki?” Artık nasıl bıraktıysam frenlerimi! Güleceğim, gülmek ne kelime kahkaha atacağım, acayip bir ses çıkarıyorum kendimi tutmak için. Bu nasıl bir bilinçaltı yarabbim! Allah’tan bizimkilerden kimse yok odada, daha fena aslında, beni doğru dürüst tanımayan insanların arasında, nasıl sazan gibi atlarım ben bu oltaya!
Teyze bıyık altından gülüyor bana. Tek sorun oymuş işte, erteleyip duruyormuş, evlenip yurtdışına yerleşecekmiş askerlikten tümden yırtmak için, hayırlı bir kısmet olsaymış. Hayır gülmemem lazım, yutkunuyorum, öksürüyorum yine acayip acayip sesler çıkarıyorum. “Eh tabi hayırlısı” falan deyip kaçıyorum odadan dayanamayacağım yoksa. Mutfağa kendimi attığım gibi gülmeye başlıyorum. Aptalca bir kahkaha suratımda. Kızlar bi’şey anlamıyor. Anlamalarını da beklemiyorum zaten ama bunu birilerine anlatmam lazım. Annem geliyor tesadüfen “n’oluyor sana?”. Hakkaten n’oluyo bana? “Yok bi’şey” diyemeden ağlamaya başlıyorum. Ağlamıyorum da işte öyle süzülüveriyor yaşlar sicim sicim. “meyve hazırlayın halanlara hadi, mandalinalar küçük balkonda…”

Kapılar açılıyor, kapılar kapanıyor. İnsanlar geliyor, insanlar gidiyor, anneler ölüyor, babalar üzülüyor, eriyor koca kayalar hüzünden.

Bir ara nasıl oluyorsa oturma odasında yalnız kalıyoruz babamla. Duruyor. Gözlerime bakıyor. Dilinin ucunda belli. Ve dökülüyor. 1 hafta sonra ilk kez duygularından bahsediyor. Başucundaki o son anı anlatıyor. Bunca yıldan sonra hakkını son anda helal edişini… İnsanların vicdan azabı duymadan ebeveynlerini sevmeme hakkı olabilse keşke. Olamıyor. Anneannem geliyor içeri. Benim sessizce dinleyişimi onaylamıyor olacak ki bir milyonuncu kez dedemin son nefesini veriş anını anlatıyor. Babama destek olmak sadece niyeti. Babamsa anlatıp kurtulmak istediklerini tekrar içine atıyor sessizce. Hiç ağlamadı, ağlamıyor. Kim bilir neler birikiyor bu kış babamın yüreğinde. İçindeki karları küremezsek kalbi tüm bunlara dayanamaz diye korkuyorum, çok korkuyorum hem de…

6 akıllı çıkaramadı:

ABİ 6 Ocak 2009 10:33  

babalar yüreklerinde neler biriktirdiklerini pek kolay paylaşmaz..

gözlerimi dolduran bir yazıydı bu..

Selim Isik 6 Ocak 2009 12:50  

Ölüevleri yaşamevleridir.

Bir Anadolu şehrinin ölüevindeki kadar hissedilmez yaşam neredeyse hiçbir yerde. O kadar çok gelen olur ki en küçüğünden en büyüğüne, o kadar kozmopolit bir kitle gelir ki eve en köylüsünden en şehirlisine, en fakirinden en zenginine, o kadar birleştirici bir yerdir ki; ölüm karşısında her canlının eşit olduğunu anlatan ve o kadar yaşar ki; bu kadar hayat ancak bir ölümden sağlanabilir.

Bir Anadolu şehrinin ölüevinde yenen yemeğin, tatlının, içilen meyve sularının haddi hesabı yoktur. Herşey o kadar abartısız ve bol, o kadar doğaldır ki, düğünlerin tam aksine. O kadar rekabetsiz bir ortamdır ki ölüevleri, en “beyaz Türk”ü, en “öteki Türk”, en “öteki Türk”ü, en “beyaz Türk” ile buluşturur. Bir hoca herkese amin dedirtir, kimse ne söylendiğini anlamasa bile.

Bir Anadolu şehrinin ölüevinde, yaşam ölümden çok daha fazla konuşulur. Hatta bazen ölü sahibini kızdıracak kadar çok. Piyasanın durumundan, çoluğun çocuğun okuluna, hatta ikramların kritiğine kadar. Bilmemkimin getirdiği tatlı bariz daha güzelse, herkes nereden alındığını öğrenmek ister. Bir Anadolu ölüevinde daha önce hiç görmediğin ilginç meyve suyu markaları ile karşılaşırsın. Genelde kötü olurlar ama bir tanesi de iyi çıkar mesela neden o markanın marketlerde satılmadığını tartışırken yakalayabilirsin kendini.

Bir Anadolu şehrinin ölüevinde ikram tedarik zincirini kusursuzca işleten adamlar olur. Çoğunlukla durumdan vazife çıkaran bu becerikli adamlar 25-30 yaşlarında bir şekilde birinci dereceden ölü yakınının yakın arkadaşları olurlar. Saat başı mutfaktan rapor alırlar, asgari stok seviyelerine bakarlar ve bütün tedarik zincirini şahane yönetirler.

Bir Anadolu şehrini ölüevinde en asosyal aile ferdi sosyal adam olur. O kadar çok el sıkar, o kadar çok hoşgeldiniz der, o kadar çok başın sağolsun lafı duyarki. Kuşak çatışmasının, sebebi hatırlanmayan küskünlüklerin kalmadığı, hatta derin ayrılıkların bile sona erebildiği yerlerdir ölüevleri. İnatların kırıldığı, hırsların törpülendiği, her canlının bir gün mutlaka ölümü tadacağının anlaşıldığı yerlerdir.

Bir Anadolu şehrinin ölüevindeki kadar hissedilmez yaşam neredeyse hiçbir yerde. Ölümü kabul eden, yaşamı da kabul eder çünkü.

mahallenin delisi 6 Ocak 2009 23:23  

abi; kolay olmadığını tahmin edebiliyorum ama biraz olsun konuşsa keşke...

selim ışık; ben... ne diyeceğimi bilemedim... teşekkür ederim!

Öz 7 Ocak 2009 21:21  

Basin sagolsun Zeynep, kaybedisinizden beri okuyorum ama ancak cikti bunlar agzimdan. Ne olursa olsun olumu kolay kolay sindiremiyorum ben ne kadar uzak ne kadar yakin olursa olsun. Baban sana sahip oldugu icin sansli, gozunun icine bakiyorsun biliyorum. Eminim yakalayacaksin sana ihtiyaci oldugu anlari.

miracsaral 8 Ocak 2009 16:44  

Müthiş özenli, yaratıcı ve dibine kadar ayrıksı bir yazı olmuş. Tebrik ediyorum, böyle kaliteli yazınlar okumaya bayılıyorum...

mahallenin delisi 8 Ocak 2009 21:30  

öz; canım benim eksik olma! hakkaten zor ölümü hazmetmek. umarım, "zaman" saracak yaralarımızı.

hiçkimse; hay allah öyle mi olmuş hakkaten =) teşekkür ederim...

doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP