Perşembe, Mayıs 31, 2012

tekRaR tekRaR mavi, solgun kıRmızı

Eskiden yani twitter falan yokken bu saatlerde oturup yazardım. Şimdi yazmadan önce 5 dakika twitter'a bakayım dedim. Şu çıktı karşıma. Ayıp, insaf. Hiç yazılır mı böyle şeyler? Tam "geçiyor galiba" derken, akla düşürülür mü hiç?




Dibine not: bir adama bunları yazdıran ya da "yeniden şarkılar söyleten" kadın olmak. Olamamak? Olmamak? İşte bütün mesele... Dön dolaş aynı mesele.....

Read more...

Pazartesi, Mayıs 21, 2012

coloRful bReaking up

Aklımda derli toplu bi'sürü bi'şeyler vardı yazmak için. Hatta bunca zaman sonra bir hikayeMsi çıkacaktı sanki. Sonra bi'yerlerden bi'şekilde bu şarkı çıktı. Kaç oldu üstüste dinliyorum saymadım. Yeni bir şarkı değil, tee geçen yıl bu zamanlardan. Millet yemiş yutmuş, youtube'da 218 milyon kez izlenmiş, onyüzbin milyon coverı yapılmış, sözlükte 200 entry yazılmış, facebook'larda paylaşılmaktan eskimiş, hatta overrated olmuş falan.

Ben ilk kez dinledim ve birazdan yatıp uyumazsam sonsuza kadar (dur tamam abartmayalım) annem uyanana kadar oturup, klibi izleyeceğim ve bağıra bağıra söylüyormuş gibi ağzımı oynatacağım sanırım:


but you didn't have to cut me off
make out like it never happened and that we were nothing





Bir ayrılık şarkısı nasıl bu kadar güzel olur yahu? nasıl bu kadar neşeli olur?
İnsanı, içini oymadan, kanatmadan, inceden sızlatır ve çığlık çığlığa söyletir?

but i don't wanna live that way
reading into every word you say
you said that you could let it go
and i wouldn't carch you hung up on somebody that you used to knooooooowwwwwwwww





Allah yazandan, çizenden, düzenleyenden, klip çekip dünyaya yayandan razı olsun yahu. Artık Someone Like You'yu, O'nun evlendiğini öğrendiğim zamanda, son bir kez dinlemek üzere rafa kaldırabilirim.


but you treat me like a stranger
and that feels so rough!






dibine not: "daha dün annemizin" diye neşelenmeye çalışsam da, birazdan kafamı yastığa koyduğumda
"you're just somebody that i used to know" değil
"you're the one that i'll always love" diyeceğimi biliyorum.
Olsun "that was love and it's an ache i still remember" diyebilmek de bir başarı şu an için.

-Oldu canım aferim, büyük yol kat ettin gerçekten. Artık yatsak diyorum.
-Haklısın yatalım hadi. somebooooooodyy, somebodddyy
-Hayret uzatmadı.
-told my self that you were right for me. "doğru yerdesin" demişti bana :'(
-Şşşş sakin! Geçti onlar. Bitti. Şimdi o bilgisayarı yavaşça kapat ve yere bırak. Annen sabah 7.30da uyanmış olacak. Ve senin "5 dk daha anne yaaa" şımarıklığın olmayacak.
-Yine haklısın. Yatalım bari. Someboooodyyyy... Someboddyy somebooddyyy, that i'll always love.
-Bak gene,
-Tamam sakinim. Somebooddyyyy, someboddyyy that i used to love.
-O öyle değildi ama neyse, kalk hadi kalk.

Read more...

Cumartesi, Mayıs 19, 2012

çikolatalı yeşil, kahveli mavi

Annem doğum gününden bu yana, gözle görülür bir iyileşme gösteriyor. Ve ben paranoyak olduğum için konduramıyordum bu iyileşmeyi. Yeni başladığımız melatonin'in etkisiyle uykuları düzene girdiği/derinleştiği için, kendini daha iyi hissettiğini düşünüyordum. Ya da ameliyatın hemen sonrasındaki -yalancı- iyileşme gibi bir hayal kırıklığına uğramamak için böyle düşünüyordum, bilmiyorum. Oysa uzun zamandır hiç kullanmadığı sağ elini, göğüs hizasına kadar kaldırması, sağ adımını atarken dizini kırıp yukarıya çekmesi göz ardı edilebilecek gelişmeler değil. En son bugün, çift görme problemi konusunda biraz daha rahat etmesini sağlamak için diktiğimiz tek gözünü kapatan lastikli göz bandını da takmak istemeyince ikna oldum artık. Annem bu kez gerçek bir iyileşme gösteriyor. Bacağındaki derin ven trembozu iyiye gidiyor. Clexane 0.6'lık iğneleri bir 10 gün daha yaptıktan sonra kontrol doppleri çekilecek. O doppler'de temiz çıkarsa artık gerçek bir fizik tedavi için izin çıkmış olacak. Şimdi benim işim İstanbul'daki en iyi fizik tedavi hastanesi'ni ve/veya doktorunu tespit etmek. Bir de konuşma terapisi süreci ile ilgilenmem lazım. İnternette bile bu konuyla ilgili tatmin edici bir bilgi yok, bu işle ilgilenen uzmanlara nasıl ulaşacağım tam bir muamma kafamda.

Oysa Amerika'daki GBM hastaları için konuşma terapisi standart tedavi protokolünün içinde. Zaten orada kokteyl tarzı kemoterapi'de deneysel tedavilerin haricinde de kullanılmaya başlanmış. O deneysel tedaviler ise başlı başına efsane. Yahoo'daki mail grubundan gelenleri okudukça, Türkiye'de bu hastalığın sadece beyin cerrahlarının eline bırakılmış olması insanı daha da delirtiyor. Hani nöro-onkoloji diye bir uzmanlık dalı olmamasını belki kabullenebilirim ama bu hastalık için (zaten egosu 1500olan) beyin cerrahlarının, "valla ben tümoru çıkardım, bundan sonra günde 1 aspirin, 2 keppra, ayda 1 kemoterapiyle gittiği yere kadar takılın"  tavrında olması ve eğer siz, soran, sorgulayan araştıran biri değilseniz, her hangi bir açıklama yapmaması fazlasıyla sinir bozucu. Biz mesela sadece cerrahın sözünü dinlemiş olsaydık, -ki babama kalsa tek yapılması gereken buydu- annemin trembozunu fark etmeden fizik tedaviye başlamış olacaktık ve belki de bacaktaki o pıhtının başka yerlere gidip, daha büyük sorunlar çıkarmasına sebep olacaktık. Ve hatta belki de ben, annemin ağrısını ve bacağındaki şişliği inceleyip, acile gidene kadar geçen sürede araştırma yapmamış olsaydım, acildeki pratisyen doktorun aklına DVT  hiç gelmeyecekti. Ki ben "ya DVT diye bir şey oluyormuş bu hastalıkta, onunla alakası olablir mi?" diye sorduğumda gözündeki o "evraka" bakışını gördüm ya, o yeter.

Bir de radyoterapi sonrasında beyin omurilik sıvısındaki artış dolayısıyla "şant takılması" mevzuu var ki, evlere şenlik. Annem daha RT+KT'nin etkilerinden kurtulamamışken bir de yeniden ameliyata alıp şant takmak istediler. Offf geçti gitti bunların hepsi. Annem şu tremboz denilen pıhtıdan kurtulur kurtulmaz, çok kapsamlı bir fizik tedavi süreci geçirecek ve kendi işlerini kendisi yapar duruma gelecek. Ve bundan 10 yıl sonra, Türkiye'de bu hastalığı yenen sayılı insanlardan biri olarak annemin adı (da) anılıyor olacak. Ben bunları o zaman gülerek anlatıyor olacağım.

Geçen hafta sonu S.cim İstanbul'daydı. Son 5 aylık süreçte sanırım ilk kez sadece kendim için hazırlanıp, dışarı çıktım. Makyaj yapmayı unutmuşum. Yüzmek gibi değilmiş makyaj yapmak onu anladım mesela. Yani aslında yüzmek gibi de, önce ürünleri hangi sırayla uygulayacağını falan hatırlamak gerekiyor. Rimel sürdükten sonra far sürülmez mesela ben bunu lise yıllarımda öğrenmiştim. Tabi bizim yıllar sonra buluşmamızın, benim aylar sonra sokağa çıkışımın FB-GS şampiyonluk maçına denk gelmesi, fanatik GS'li S.cim'in balıkçılar çarşısından geçerken gördüğü yakılan aslanlar, benim Kadıköy'den Bakırköy'e giden bir deniz otobüsü olduğunu unutup(!) onu deniz otobüsü için taa Bostancı'ya bırakmam, Bağdat Caddesi'nden giden dolmuşun stadın önünde holiganlar tarafından zıplatılması.... Yine her zamankinden, fıkra gibi bir buluşmaydı bizimki. Geçen gelişlerinden birinde de gelinlikçi gezmiştik S.cimle. Ortada fol yok yumurta yokken, tutup gelinlik giymişti burada. Bu seferde kuyumcu gezdik. Asıl maksat anneanneme kolye almaktı güya. Ay hala gülüyorum hatırladıkça. Gerçek bir DOST bana nasılda iyi geliyor, unutmuşum doğrusu. Bi'de 1kadın ve 1erkek açık televizyonda, Zeynep ve Ozan'ın ilişkisini gördükçe gerçek bir ilişkinin de neye benzediğini unuttuğumu fark ettim şimdi. Zeynep'in saçmalıklarına  birlikte gülmeleri, Ozan'ın sazanlıklarına Zeynep'in kızamayışı. Ve hatta Ozan'ın Zeynep'in kaprislerini çekmesi... Meğer ne kadar yorucu bir şeymiş bizim yaşadığımız. Benim sürekli "özür dileyen", "açıklama yapmaya, kendini affetirmeye çalışan" hallerim. Üstelik bunu kabullenişim. Kendime artık onun gözünden, onu beni gördüğü gibi "suçlu" görüşüm. Yaptığım bir sürü saçmalığı anlatırken S.cim öyle güzel söyledi ki aslında, "biz böyleyiz işte" dedi. "bu kadar körkütük, bu kadar delice sevmekten başka yol bilmiyoruz." Bu da erkeklerin birbirine söylediği "sana kız mı yok olum" gibi bir klişe belki de, ama bana iyi geldi işte. Kimseyi yargılamadan, sadece beni değil O'nu bile suçlamadan her şeyi dinlemesi, benim lafı döndürüp dolaştırıp annem-doktorlar-ben üçgeninde geçen maceralarına getirmeme rağmen "getir hayatım getir, ben de tam olarak bunu istiyorum zaten" deyip kendimi rahat hissettirmesi... İnsanın hayatında dost biriktirmesi lazım-mış, bunu bir kez daha anladım.

Neee saat 3 olmuş! Ne çok şey yazıp sildim ben bu akşam. Artık kapatayım şu ekranı, annemi uyandırmadan yanına süzüleyim şimdi. Böylece kalsın burası dağınık dağınık. Sonra toparlarım bir ara.

Dibine not:  vazgeçtim yazmıcam. gönder gitsin.

Read more...

Perşembe, Mayıs 10, 2012

çilekli beyaz

Pazartesi gününden beri, bir ferahlık, bir hafiflik, bir beyazlık var üzerimde ve beraberinde garip bir ruhsuzluk. Hani bu ferahlık, beraberinde bir neşe de getirir ya insana, o yok içimde. Bakışlarım donuk hala. Arada anneme gülüyorum kahkahalarla. Normalde kahkaha atmayacağım şeyler ama ben öyle büyük gülüşler saçınca annem de gülümseyiveriyor bana, dünyalar benim oluyor. Bugün mesela "aklını başına al" dedi. Öyle çok hoşuma gitti ve öylesine güldüm ki. Normalde "Perdeyi çek", "sesini kıs" gibi günlük rutinde en çok söylediği cümleleri bile "şeyi kapat şeyi", "küçük yap onu, küçük" diye ifade ediyorken; "aklını başına al" diye 3 kelimelik bir cümleyi bir nefeste, hiç yardım almadan, tam da duruma uygun şekilde söyleyince zevkten dört köşe oldum tabi. Duruma uygun olması da bana kızması. Laf nereden geldi hatırlamıyorum, anneanneme "kuşkonmaz alalım, hiç yemiyoruz" falan diyordum. Organik beslenmeyle kafayı bozduğum için, annem böyle soya filizi, maş fasülyesi, avakado, zerdeçal gibi abidik, gubidik sebze meyveleri duydukça önce bir "amaaaan zeynep" çekiyor, sonra da "yapma onu yapma yapma" diye tepkisini dile getiriyor. Ben kuşkonmazdan bahsedince de aynı şey oldu, önce yine uzun bir "aman kızııım" patlattı, ben de dönüp, "kuşkonmaz alıcam sana anne, ben amerika'da çok yiyiyordum ondan lezzetli bi'şey" deyince "aklını başına al ya, o ne öyle, yapma bana yapma" diye söylenmeye başladı. Canım benim ya.

Kemoterapinin 2. kürü başladı salı günü. Şu hastalığın en kötü tarafı, bizim için aynı zamanda tek iyi tarafı oldu. GBM kötü huylu bir tümör türü. Yani kanser. Hadi adını koyalım işte basbayağı "beyin kanseri" bu. Ama "beyin tümörü" lafı bile tek başına o kadar korkunç ki, hiçbir yerde, (literatürde bile) "beyin kanseri" dahası "kanser" sözcüğü geçmiyor. O yüzden annem ve anneannem dahil kimseye böyle bir açıklama yapmadık. Kemoterapi ilaçlarını alması da yaygın olarak bilinen serum yönteminden ziyade, küçük beyaz hapları yutması şeklinde olduğu için, ne kanser ne de kemoterapi sözcüğü literatürümüze hiç girmedi. Ve bu kelimelerin beraberinde getirdiği o pis, acıklı "negatif enerji" de evimize hiç uğramadı. Annemin, sadece "güç kaybı" olan sağ tarafı için bile "felç inmiş, felçli kalmış" diye birbirini dolduran komşuların ağzına "kanser olmuş, beyin kanseri ayyyy o nasıl şey kimbilir" laflarını vermediğim, komşuları siktir et; zaten kelimeleri hatırlayamadığı, kendini ifade edemediği için umudu kırılan ve  hareketleri kısıtlandığı için "ben yapamıyorum" diye üzülüp ağlayan anneme bir de "sen kansersin" hissiyatı yaşatmadığım için çok huzurluyum.

Yarın annemin doğum günü. Yani bugün. Büyük bir hediyem yok ona. Çünkü değil dışarı çıkmak, başka odaya geçip biraz ortadan kaybolsam, "nerede bu kız" diye söylenmeye başlıyor. Yarın ona yapacağım pasta dışında bir şeyim yok. Bir de "ben annemi sevmiyorum aslında" laflarıyla ortada dolaştığım günlerime inat, içime sığmayan, nasıl göstereceğimi bilemediğim kocaman SEVGİm.

Pasta ve sevgi...Bunların ikisinin bir araya geldiği bir başka doğum günü daha vardı-dı. -di 'li geçmiş zamanın hikayesi'ydi diğ mi bu? var-dı... Geçmiş bütün o zamanlar, hikaye mi değil mi, meçhul.

Olsun, bir tek ANNEM olsun, Bana bi'şey olmaz;



Read more...

Pazar, Mayıs 06, 2012

dolunay moRu

Aaaa blogger'ın görünümü değişmiş. Zaten yazacak mecalim yok, bir de yeni yayın kutusunu bulana kadar hevesim kaçtı hepten.

Aslında şu temayı falan hepten değiştirmek lazım,etiketleri en baştan düzenlemek lazım, fotoğraflar linkler ölmüş, onlara el atmak lazım. Yenilenmek, toparlanmak, güneşlenmek lazım.
Bu gece çıkan tepsi gibi dolunay, astrolojik olarak: bitirmemiz gereken meseleler, vedalaşmamız gereken yerler-insanlar, artık canlılığını yitirmiş, yük haline gelmiş duygular ile yüzleşmeye çanak tutan bir dolunay'mış. Bir de zaten hıdırellez bu gece. Kış bitiyor artık, yaz geldi demek Hıdırellez. Hızır'la, İlyas'a hürmetim sonsuz da, dilek meselesine hiç girmeyeyim şimdi.  Tam 2 yıl olmuş ben gül ağacının dibine o dileği gömeli. Çok inanmıştım... Anlattırma bana tekrar günnük. Yüreğim kırgın hala, parçaları içimi kanatıyor. Ama bu sefer geçiyor. Artık "o'nu istemenin arsız, mantıksız ısrarını kaybettim. Şimdi olmayışının karşılığı; bir ölüyü özlemek misali, daha uslu bir hüzün"*

Bu gece dolunay alsın götürsün istiyorum bütün gitmesi gerekenleri; kötü huylu tümörleri, bir damarın içinde pusuya yatmış bekleyen kan pıhtılarını, evin bir kenarında yığılı duran ilaç kutularını, hasta bezlerini, kaygıları, korkuları ve bir de yüreğimdeki o küllenmeyen ateşi.
Hıdırellez'in müjdesiyle gelen yaz gibi, sıcacık, ışıl pırıl maviler, turuncular dolsun evimize, yüreğimize. Huzur, Bereket, Şifa girsin bu gece açık bırakılan camlardan, cüzdanımızın içi tıka basa dolmasa da olur, ruhumuz ferah olsun yeter.

Annemi özledim be günnük. yaptığım işi beğenmeyip arkamdan söylenen, korkulu rüya görüp koynuna girdiğimde, "korkma ben yanındayım" diyen. Konuşan. Konuşabilen. Saçlarımı ören, iki koluyla sımsıkı sarılan, gözlerini devire devire bakıp 1001 farklı mesaj veren. Olacak biliyorum. Her şey eskisi gibi olacak.
Bu günümüze şükür, annem tek gözüyle de olsa görüyor hala beni, sahte de olsa gülüşlerimi; saçımın bir tarafı  yamuksa tek eliyle de olsa düzeltiyor, onun elinin her dokunuşu güzelleştiriyor beni hala, "bir tanem" diyor, "canım kızım" diyor uyandırırken, onun nefesiyle uyanıyorum her sabah. Bu günümüze şükür.

*: Ceyhun Yılmaz


Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP