Annem doğum gününden bu yana, gözle görülür bir iyileşme gösteriyor. Ve ben paranoyak olduğum için konduramıyordum bu iyileşmeyi. Yeni başladığımız melatonin'in etkisiyle uykuları düzene girdiği/derinleştiği için, kendini daha iyi hissettiğini düşünüyordum. Ya da ameliyatın hemen sonrasındaki -yalancı- iyileşme gibi bir hayal kırıklığına uğramamak için böyle düşünüyordum, bilmiyorum. Oysa uzun zamandır hiç kullanmadığı sağ elini, göğüs hizasına kadar kaldırması, sağ adımını atarken dizini kırıp yukarıya çekmesi göz ardı edilebilecek gelişmeler değil. En son bugün, çift görme problemi konusunda biraz daha rahat etmesini sağlamak için diktiğimiz tek gözünü kapatan lastikli göz bandını da takmak istemeyince ikna oldum artık. Annem bu kez
gerçek bir iyileşme gösteriyor. Bacağındaki derin ven trembozu iyiye gidiyor. Clexane 0.6'lık iğneleri bir 10 gün daha yaptıktan sonra kontrol doppleri çekilecek. O doppler'de temiz çıkarsa artık gerçek bir fizik tedavi için izin çıkmış olacak. Şimdi benim işim İstanbul'daki en iyi fizik tedavi hastanesi'ni ve/veya doktorunu tespit etmek. Bir de konuşma terapisi süreci ile ilgilenmem lazım. İnternette bile bu konuyla ilgili tatmin edici bir bilgi yok, bu işle ilgilenen uzmanlara nasıl ulaşacağım tam bir muamma kafamda.
Oysa Amerika'daki GBM hastaları için konuşma terapisi standart tedavi protokolünün içinde. Zaten orada kokteyl tarzı kemoterapi'de deneysel tedavilerin haricinde de kullanılmaya başlanmış. O deneysel tedaviler ise başlı başına efsane. Yahoo'daki mail grubundan gelenleri okudukça, Türkiye'de bu hastalığın sadece beyin cerrahlarının eline bırakılmış olması insanı daha da delirtiyor. Hani nöro-onkoloji diye bir uzmanlık dalı olmamasını belki kabullenebilirim ama bu hastalık için (zaten egosu 1500olan) beyin cerrahlarının, "valla ben tümoru çıkardım, bundan sonra günde 1 aspirin, 2 keppra, ayda 1 kemoterapiyle gittiği yere kadar takılın" tavrında olması ve eğer siz, soran, sorgulayan araştıran biri değilseniz, her hangi bir açıklama yapmaması fazlasıyla sinir bozucu. Biz mesela sadece cerrahın sözünü dinlemiş olsaydık, -ki babama kalsa tek yapılması gereken buydu- annemin trembozunu fark etmeden fizik tedaviye başlamış olacaktık ve belki de bacaktaki o pıhtının başka yerlere gidip, daha büyük sorunlar çıkarmasına sebep olacaktık. Ve hatta belki de ben, annemin ağrısını ve bacağındaki şişliği inceleyip, acile gidene kadar geçen sürede araştırma yapmamış olsaydım, acildeki pratisyen doktorun aklına DVT hiç gelmeyecekti. Ki ben "ya DVT diye bir şey oluyormuş bu hastalıkta, onunla alakası olablir mi?" diye sorduğumda gözündeki o "evraka" bakışını gördüm ya, o yeter.
Bir de radyoterapi sonrasında beyin omurilik sıvısındaki artış dolayısıyla "şant takılması" mevzuu var ki, evlere şenlik. Annem daha RT+KT'nin etkilerinden kurtulamamışken bir de yeniden ameliyata alıp şant takmak istediler. Offf geçti gitti bunların hepsi. Annem şu tremboz denilen pıhtıdan kurtulur kurtulmaz, çok kapsamlı bir fizik tedavi süreci geçirecek ve kendi işlerini kendisi yapar duruma gelecek. Ve bundan 10 yıl sonra, Türkiye'de bu hastalığı yenen sayılı insanlardan biri olarak annemin adı (da) anılıyor olacak. Ben bunları o zaman gülerek anlatıyor olacağım.
Geçen hafta sonu S.cim İstanbul'daydı. Son 5 aylık süreçte sanırım ilk kez
sadece kendim için hazırlanıp, dışarı çıktım. Makyaj yapmayı unutmuşum. Yüzmek gibi değilmiş makyaj yapmak onu anladım mesela. Yani aslında yüzmek gibi de, önce ürünleri hangi sırayla uygulayacağını falan hatırlamak gerekiyor. Rimel sürdükten sonra far sürülmez mesela ben bunu lise yıllarımda öğrenmiştim. Tabi bizim yıllar sonra buluşmamızın, benim aylar sonra sokağa çıkışımın FB-GS şampiyonluk maçına denk gelmesi, fanatik GS'li S.cim'in balıkçılar çarşısından geçerken gördüğü yakılan aslanlar, benim Kadıköy'den Bakırköy'e giden bir deniz otobüsü olduğunu unutup(!) onu deniz otobüsü için taa Bostancı'ya bırakmam, Bağdat Caddesi'nden giden dolmuşun stadın önünde holiganlar tarafından zıplatılması.... Yine her zamankinden, fıkra gibi bir buluşmaydı bizimki. Geçen gelişlerinden birinde de gelinlikçi gezmiştik S.cimle. Ortada fol yok yumurta yokken, tutup gelinlik giymişti burada. Bu seferde kuyumcu gezdik. Asıl maksat anneanneme kolye almaktı güya. Ay hala gülüyorum hatırladıkça. Gerçek bir
DOST bana nasılda iyi geliyor, unutmuşum doğrusu. Bi'de 1kadın ve 1erkek açık televizyonda, Zeynep ve Ozan'ın ilişkisini gördükçe gerçek bir ilişkinin de neye benzediğini unuttuğumu fark ettim şimdi. Zeynep'in saçmalıklarına birlikte gülmeleri, Ozan'ın sazanlıklarına Zeynep'in kızamayışı. Ve hatta Ozan'ın Zeynep'in kaprislerini çekmesi... Meğer ne kadar yorucu bir şeymiş bizim yaşadığımız. Benim sürekli "özür dileyen", "açıklama yapmaya, kendini affetirmeye çalışan" hallerim. Üstelik bunu kabullenişim. Kendime artık onun gözünden, onu beni gördüğü gibi "suçlu" görüşüm. Yaptığım bir sürü saçmalığı anlatırken S.cim öyle güzel söyledi ki aslında, "biz böyleyiz işte" dedi. "bu kadar körkütük, bu kadar delice sevmekten başka yol bilmiyoruz." Bu da erkeklerin birbirine söylediği "sana kız mı yok olum" gibi bir klişe belki de, ama bana iyi geldi işte. Kimseyi yargılamadan, sadece beni değil O'nu bile suçlamadan her şeyi dinlemesi, benim lafı döndürüp dolaştırıp annem-doktorlar-ben üçgeninde geçen maceralarına getirmeme rağmen "getir hayatım getir, ben de tam olarak bunu istiyorum zaten" deyip kendimi rahat hissettirmesi... İnsanın hayatında dost biriktirmesi lazım-mış, bunu bir kez daha anladım.
Neee saat 3 olmuş! Ne çok şey yazıp sildim ben bu akşam. Artık kapatayım şu ekranı, annemi uyandırmadan yanına süzüleyim şimdi. Böylece kalsın burası dağınık dağınık. Sonra toparlarım bir ara.
Dibine not: vazgeçtim yazmıcam. gönder gitsin.
Read more...