Cuma, Kasım 07, 2008

mavi biR telaş

Baştan söylüyorum, ISSIZ ADAM'ı izlemeden/izlemediysen okuma. Film keyfi diye bi'şey kalmaz/kalmayabilir. Savunmam da hazır: “Bak yukarıda günce yazıyor kabak gibi, karıştırmasana elalemin günnüğünü” derim, “bu saatte manyak mısın benim yazdıklarımı okuyorsun git puslu kıtalar atlası oku” derim ki bu cümle bile spoiler sayılabilir, bu sebepten tavsiyem acil alt+F4’tür.

*fotoğraflar resmi internet sitesinden araklanmıştır.



Altına imzamı attığım, atmak istediğim yüzlerce cümlenin benden önce yazılmış, imzalanmış olmasına alıştım da. O sahne… Ah “bir tek benim” dediğim, hiç benim olmamış o an…
Bir sinema filminde. Kendimi sinema perdesinde görmek istediğim belki de tek karede. Neyse ki bir Çağan Irmak filminde. Neyseki muhteşem bir masalın tam ortasında.

Alper:Adı ne bu hikâyenin
Ada:Bilmem mavili yeşilli bi’şeyler işte.

Ada:Mavi bir telaş.
Alper: Telaşı at, mavisi kalsın.


Ara verildiğinde ağlayan tek deli olmamamın müsebbibidir bu diyalog. Film biterken katıla katıla ağlayan tek deli olmamın sebebi ise tarifinin hiç veril(e)meyeceğini başından beri bildiğim o havuçlu-tarçınlı kek için Ada’nın son anda “biz yaptık yedik onu” demesidir.

Biz yaptık yedik onu. Biz yaptık, yedik onu. Sensiz yani. Sen yoktun ama oldu yani, yaptık yedik.
gerçi seninki gibi hafif olmadı ama…” seninki gibi olmazdı zaten, olamazdı. Biliyorum bunu, biliyordum, sende biliyorsun. Bilsek bile ne değişiyor ki? Biz yaptık yedik onu…

Ağlatacağı ya da benim ağlayacağım diyeyim hadi belliydi de, böyle olacağım aklımın ucundan geçmemişti. Bu kadar dokunacağı dokunmak ne ki, içimi 1 saat önce koltuğunda oturduğum dişçiden beter oyacağını nereden bilebilirdim.

Nedense Alper oldum ben filmde. Ada olmayı konduramadım belki de, belki de inanamadım Alper’in ayaklarını yerden kesebileceğime, bana kek yapıp gelmişken kahveyi üstüne boca edebileceğime. Alper oldum ben, annesiyle sevgilisi bir araya gelince hayatı işgal edilen oldum, “yok ben sık sık gidiyorum zaten kendi evime ” dediğinde direksiyonu parçalamak isteyen oldum, harem’de otobüse el salladıktan sonra sevgiliye anlamsızca gelen o sımsıkı kucaklamanın sahibi oldum… Alper’i anladım ben filmde. Gecenin bir körü yatağından kalkıp başka kadına giden ama fakat geri dönen Alper’i bile anladım. Anladım ve küfrettim.

O muhteşem aşkların hepsi korkak Alperler yüzünden bitiyor. Fragmanda da var ya hani “nedeeen?” diye ağlıyor Ada. Salaklığından be kızım, korkaklığından işte. Her boku yemesinden ama yüreğinden geçenleri yaşayacak kadar bağlanacak kadar güçlü olmamasından. Acizliğinden, zayıflığından. Sıfat kalabalığına gerek yok işte: KORKAKLIĞINDAN. Aylara yılara dair net bilgiler olmasa da filmin içinde (DVD çıkıp da kare kare izlesek buluruz belki, gazetede çıkan haber falan…) çekimlerin yazın yapılmasından, güzel güneşli günlerden, boyunda boncuk boncuk terlerle uyanılan sabahlardan ve hemen ayrılığın akabinde kutlanan doğum gününden anladığım Alper’de tipik bir aslan erkeği. Kibirli budala ve korkak. Küstahça, şımarıkça ve süper bir tatlılıkla Ada’nın peşinden koşması, annesini uğurladıktan hemen sonra ayrılması, işindeki ustalığı, detaycılığı, mükemmeliyetçiliği, kibri…


Nasıl masal bir hikaye, nasıl gerçek bir final, nasıl zeki diyaloglar, seslerin tonu, ifadeler, mimikler… Nasılda anlatasım var… Gidesim, dinleyesim, içesim, okuyasım var...

Karda donmak üzeresin uyumak tatlı geliyor oysa sen ölüyorsun.


12 akıllı çıkaramadı:

ABİ 8 Kasım 2008 10:37  

valla okumadım..
peki yazını da okumadan yorum gönderebilir miyim? :)))

mahallenin delisi 8 Kasım 2008 12:03  

tabi abi; her zaman yorum gönderebilirsin. ama seninle filmi tartışmak isterim valla. daha doğrusu filmdeki adamın aslan olup olmadığını... izlersen bi'de o gözle bak bakalım esas oğlan Alper aslan mı değil mi?

Buzcevheri 8 Kasım 2008 15:21  

İzlemediğimden uyarını dinleyip okumadım. Bu aralar kaç blogda bu filmi gördüm ben.

mahallenin delisi 8 Kasım 2008 15:28  

buzcevheri; o gördüğün bloglardan biri benimdi yine =) ben hala çalışıyorum bakamadım readera kimler ne yazmış diye ama merakla bekliyorum izleyici yorumlarını. hani beğenmeyen çıkmaz muhtemelen de, o kadar güzel detaylar vardı kim hangi detaya takılmış onları feci merak ediyorum bende.
sizde bir an önce izleyin, vakit kaybetmeyin efeem.

Selim Isik 9 Kasım 2008 00:11  

Bir şef aşçı... Aşçısı olduğu restoranın sahibi... Yemeyeceği yemekleri yapıp sadece tadan bir aşçı... Her aşçı biraz gurmedir. Mutfağından çıkan yemekleri tadar ama yemez ve onun için ilk tatlar çok önemlidir.

Bir kadın, Ada, kendi kendine yeten müstakil bir ada. Adaya gelenlere tepkisel yaklaşan bir kadın, hiçbir adamın kolay kolay sahip olamayacağı ada. Biraz yabani, biraz huysuz, biraz ıssız. Tipik bir ada işte. Sahibini arayan, sahiplenilmek isteyen, ama olmazsa da olmaz diyip müstakil varlığını devam ettiren.

Aşçı adaya çıkmak ve adadaki eşsiz sebzelerden baharatlardan toplamak ister. Ada tüm hırçınlığıyla buna karşı durur. Fakat aşçı yeni bir tat için ısrarlıdır. Ada‘nın ölçüsüz hırçınlığını sorgulamasından istifade edip sızar adaya. Ada’yı fetheder. Tam bu andan itibaren aşçının “Issız Adam” dediği ada Aşçının adası olmuştur. Ama aynı anda da Aşçı ada için “Issız Adam” olmuştur.

Çünkü adanın ilk tadını almıştır aşçı. Aşçı sürekli aynı yemeği yemek istese aşçı olmaz, gurme olmaz. Gider sevdiği yemeği yapmayı öğrenir, malzemelerini bulur, dahasını kurcalamaz. Lazım oldukça, yeri geldikçe, özledikçe adanın baharatlarını kullanmak ister hepsi o.

Oysa Ada, aşçının hep aynı baharatları kullanmasını, hep aynı yemeği yapmasını ister. Aşçı ile adayı birbirine ıssızlaştran derin çelişki budur. Aşçı adadan ayrılır, karaya döner. Ada ıssızlaşır tekrar. Aşçı zaten tüm dünyaya ıssızdır. Annesine bile...

Aşçının kendini ıssızlaştırmadığı tek insan restooranın şef garsonudur. O da o “İngiliz” tarafıyla zaten aşçı için risk içermez. Garson ile aşçı ayrı işler yapmakta ve birbirlerinin işine yaramaktadırlar. “Issız” aşçının “İngiliz” garsonu, aralarında kibar, kocaman ve işlevsel bir mesafe.

Aşçı adadan ayrıldığında ona sürpriz doğum günü partisi yapar restorandakiler. Aşçı dükkana girip kimseyi göremediğinde ödü kopar. Hemen inanmıştır herkesin onu ıssızlığına terkettiğine. Bununla nasıl halleşeceğini bilemez, korkar. Aşçı zaten ilişkide olduğu herkese para vermektedir. Restorandakilere, evdeki temizlikçisine, seviştiği fahişelere... Devamlı müşterisidir fahişelerin. Aşçı olmak ölçülü olmaktır. Tuzun, biberin, şekerin ölçüsünü bilmektir. Her sebzenin farklı ısıda piştiğini bilmektir. Ne zaman neyi koyacağını bilmektir. Özel hayatını da işi gibi yaşar aşçı. Mutfağın imparatoru, yatak odasının da imparatoru olmak ister. İhtiyaç duyduğu zaman ihtiyaç duyduğu malzemeyi bedelini ödeyerek satın almak ister. Aşçının arzuları yoktur, ihtiyaçları ve gereklilikleri vardır, geçici hevesleri vardır..

Aşçı doymak için değil, tatmak için yaşar. Bu nedenle hep açtır ve annesine dediği gibi, bu aslında çok zordur. Annesine neyin zor olduğunu anlatmaz, anlatamaz.

Ada’yı da, annesini de özler ama özlemini bastıramaz. Çünkü özlemdir aşçının yaşama sebebi. Aşçıya doya doya yemeyecektin madem, bu yemeği neden yaptın sorusunu sormak anlamsızdır.

Bu soruya aşçı cevap veremez. İyi aşçılar hep erkektir ve güzel adalar da hep kadın.

mahallenin delisi 9 Kasım 2008 13:35  

selim ışık; =)

İlla ki bir Aşçı çıkıp; “ama papaz bile her gün pilav yemez” diyecekti tabi. Ben sözlükten falan bekliyordum böyle bir yorum daha yakınlardan geldi ne güzel. Teşekkür ederim. Ama bunlar bile değiştirmiyor Alper’in korkaklığını. İkna etmiyor beni. Hala sorularım var bir sürü...

Selim Isik 9 Kasım 2008 14:26  

Tabii ki bilmiyoruz. Ama aşçı klişe adamı zaten. Bekar baba duyarlılığını kullanmasından, ayrılırken Ada'nın daha önce söylediği cümleyi kelimesi kelimesine tekrarlamasından belli değil mi? Klişe adam, klişe adalar görür.

Aşçının korkak olmadığını söylemiyorum ben. Aşçı tabii ki korkaktır. Korkak olmasa denerdi. Sonuna kadar giderdi ve olmuyorsa ondan sonra vazgeçerdi.

Aşçı muhtemelen ergenlik çağında annesinden kopuşunu anlamlandıramamıştır. Annemden bile kopuyorsam ben herkesden koparım duygusunu aşamamıştır.

Aşçı elbette bağlanmaktan korkar. O yüzden yaptığı yemeklere bile bağlanmaz. Sadece tadar, hep açtır, bu da çok zordur.

Ada, zaten aşçının bakışlarından anlamıştır tüm yaşanacakları. Aşçı derin bakmaktadır ve o yüzden kimseye uzun uzun bakamamaktadır. Ada o yüzden fesleğen saksılı kahvaltıyı görene kadar korkmuştur. Ada zaten bu sonu bilmekte ve beklemektedir. O nedenle şaşırmadım der.

Aşçı zırh gibi kabuğuyla koruduğu bir derin Alper'e sahiptir. Ona kimseyi yaklaştırmaz, onu kimseye göstermez. Derin Alper'i bilebilecek tek kişi annesidir, ondan da köşe bucak kaçar.

Aşçının gurmeliği de zaten bağlanma korkusundandır. Aşçı bağlanmamak için sadece tadar. Aşçıyı hayatta tutan tek şey açlığıdır çünkü. Aşçı yaşama sebebini yani açlığını kaybetmekten korktuğu için "ayrılmak istiyorum" yumruğunu vurur.

Aşçı gerçek anlamda sadece Ada ile sevişmiştir. Hatta gerçekten sevişmeyi Ada öğretmiştir aşçıya. Doymayı öğretmiştir. Aşçı doymaktan korkar.

Aşçınınki "papaz hergün pilav yemez" türünden bir ayrılış değildir. En azından benim söylediğim bu değildir. Aşçı, ne kadar zor olsa da aç gezmek zorundadır.

Aşçı aslan burcu da değildir bana kalırsa, kendisine yengeç çok daha fazla yakışır. Aslan olsa doymaya çalışır. Aşçı ise doymaktan korkar.

Son olarak ben de sorayım. Pekş nereden biliyoruz aşçı korkmasa bunun "bir masal", "muhteşem bir aşk" ile sonuçlanacağını.

mahallenin delisi 9 Kasım 2008 15:59  

selim ışık; “muhteşem bir aşk”ı tırnak içine alınca nedense bana da pek yabancı geldi. 'Bir masal'ı, 'son şansı' savunabilirim de 'muhteşem bir aşk' olacağını savunamam galiba. Aşkı savunamam çünkü. Aşk dediğin hep böyle sonlu zaten. Sonlu olduğu için muhteşem zaten.
Köşeye sıkıştım galiba bu yüzden kendi çöplüğümde ötmeyi tercih ediyorum. =)

Elbette aşçının ki papaz her gün pilav yemez ayrılığı değil. Olan biteni üstün körü açıklamak içim çok temiz bir bahane bu o kadar. “Bağlanmaktan korkuyorum ben, aşçıyım üstelik yepyeni tatlar arıyorum, her gün pilav bana göre değil”

Peki Aşçı, Alper’i kimden ve neden koruyor? Ada O’na bu kadar yaklaşmışken, elini avucuna alıp hissetmişken, varlığına karışıp yok olmuşken, tek olmuşken neden açlığına geri dönüyor? Doygunluğun damağında bıraktığı o tattan kaçıp niye açlığına saklanıyor?

Aç kalmadan da hayatta kalabileceğine inanmıyor çünkü Aşçı. Başından beri hiç inanmıyor buna. Belki de istemiyor bile bunu diğ mi? İnanmadığı için koşarak kaçıyor, arkasına bile bakmıyor.

Küçücük bir toka kendisiyle alay ettiğinde, gecenin bir körü, banyosunda kırık cam parçalarının arasında açlığına ağlıyor bu yüzden. Korkaklığına ağlıyor. Bir daha asla tam olamayacak çünkü. Hayatı boyunca parayla satın aldığı ilişkilerinden ödünç anlar dilenecek, geri vermek üzere. Bir adam bunu bile bile nasıl seçer işte bunu benim aklım almıyor, alamıyor…

Biraz daha içine kapanık olsa, yengeçtir derdim belki ben de. Ama işindeki titizliği, ilişkideki ısrarcılığı, şirin şebelek ikna halleri ve vazgeçmeyişi, çalışanların dilindeki “patron” havası. Yengeç bu kadar sert olmaz çalışanlarına sanki evcildir ya yengeç, annesine bu kadar terslenemez sanki. O yüzden aslandır diyorum inatla =) kibirli, bencil, korkak bir aslandır Alper…

Selim Isik 9 Kasım 2008 17:30  

Bence ne masal, ne son şans, ne muhteşem aşk... Hiçbirini bilemeyiz. Bunlar için umut olduğunu söyleyebiliriz sadece.

Aşçı derin Alper'i kendinden koruyor, hayattan koruyor, dünyadan koruyor. İzolasyon ne işe yarar ki zaten. Dışarının etkilerini içe geçirmez. Yengecin kabuğu :)

Aşçı dünyada güzel şeyler olabileceğine kısmen inanabilir belki, ama bunun süreklilik göstereceğine inanmaz. O sadece güzel tatlar olduğuna inanır, doyuracak kadar çok olduklarına inanmaz.

Aşçının içe kapanıklığı daha nasıl anlatılır bir filmde, inan bilemiyorum :) Annesi Ada'ya der ki, bu oğlan değişik bir oğlandır, sever sevdiğini belli etmez, sana değer verdiği ortada yılma der. Beni sevdiğini bilirim ama kaç senedir Tarsus'a bir kere gelmez der. O tokayı görünce içe dönüklüğünden oturur ağlar da, Ada'yı bulayım diye çabalamaz. Sadece uzaktan dükkana baka ve kendini avutur. Çünkü mesele dışarıda değildir, içeridedir.

Aşçı asosyaldir, tek bir arkadaşı yoktur. Ada ve şef garsonu dışında içinden birşeyler paylaştığı hiç kimse yoktur. Dışa dönük algıları zayıftır. Tek derdi düzenini bozmamaktır. Kibirlidir ama gösteriş yapmaz. Gurmelerin restoranda olduklarını bilir, ama onların karşısında çıkmaz. Muhtemelen annesine bile özel bir yemek yapmamıştır.

Aslan olsa şov yapar yemekleriyle. Övgüleri toplarken ağzı kulaklarına varır. Gurmeleri bizzat kendi davet eder, onlara en iyi yemeği yemek için taklalar atar. Arka planda olmaz. Pek çok restoran sahibi gibi müşterileriyle bizzat ilgilenir. Esasen bir sahnede ilgileniyor gibi yapar ama o sahnede de sayenizde çok şişmanlayan adama diyet yemekleri önerir. Çok naziksiniz teveccühünüz falan demez.

Aşçı evcildir. sadece bir amaç doğrultusunda evden çıkar ve hemen evine döner. Evine çağırdığı ilk fahişeyle dialogu hatırla. Sern yaşlanıyorsun der fahişe, eskiden seviştikten sonra ben muhabbete deyim biraz içelim diye çabalardım sen sadece gözümün içine bakardın gitse artık diye der. Issızdır, yalnızdır. Aslanlar gibi topluluk halinde gezmez.

Personele karşı serttir. Çünkü kimsenin kontrolü dışında hayatına sızmasını istemez. Mesela o rstoranda çalışan personeli bence çok rahat elde edebilecekken, yüzlerine bile bakmaz. Onların fonksiyonları farklıdır çünkü. Onlarla yüzgöz olması düzeni bozabilir. Bunu istemez.

Ben yengeçte ısrarlıyım :)

mahallenin delisi 9 Kasım 2008 23:40  

selim ışık; Böylesi de masal değilse, kırmızı başlıklı kıza kaldık demektir, fena!

Yengeç argümanları daha doğrusu aslan kıyaslamaları pek iddialı olmuş. Bu kafayla onları çürütebileceğimi hiç sanmıyorum. Ama şöyle diyebilirim. Belki de ben konduramadım yengeçin naifliğini Alper’e. yengeç erkeği malum, pek bir “evlenilecek adam”dır ya, evine ailesine düşkündür, yemeği mutfağı sever falan =)
Bu Alper bildiğin sapık yahu! Bulaşmasın hiç yengecin “ideal adam” ütopyasına. Her erkek korkar aşktan ya, böylesi aptalca korkaklık bırak aslan’a kalsın.

Selim Isik 10 Kasım 2008 09:38  

Tam da böylesi masal değil :)

"Muhteşem aşk", "masal", "hayatının fırsatı" Amelie'deki gibi olur. Çakma Notre Dame'ın Kamburu hikayeleriyle olmaz. Yani daha en baştan defolu kabul etmez taraflar birbirlerini. Bir tarafın yoğun ısrarından, hatta zorlamasından masal çıkmaz. Çünkü zorla güzellik olmaz.

Biri fotoğraf odasından çıkışta yırtılıp atılan fotoğrafları toplar. Diğeri fotoğrafların neden yırtıldığını ve bu adamın onları niye topladığını merak eder, araştırır. Yaptıkları eyleme ilgi duyarlar önce, sonra birbirlerine ilgi duyarlar. Aşçıdaki gibi elde edeceğim bu adayı hırsı da yoktur, Ada'daki gibi amaaaan bildiğin klişe erkek işte algısı da. Herşey kendiliğinden olur masallarda. Kız merakına engel olmaz araştrır. Oğlan yaptığı işi sürdürür. Sonunda yolları kesişir.

Aşçının bütün sahteliği budur zaten. O ihtiyacını gidermeye kitlenmiştir, hayatının aşkını bulmaya değil. Hareketin lideri ihtiyaç olunca, oradan iyi birşey çıkabilir en iyi ihtimalle ama güzel birşey çıkmaz. Çünkü lider ihtiyaçsa, konu bir hesap kitap işidir. O zaman maliyete bakılır, kar hesaplanır. Değer mi değmez mi denir. Değdiği yere kadar proje onaylanır, kız tavlanır. Sonra her aşamada projenin verimliliği değerlendirilir. Ne zamanki, maliyetler kazançlara yetişir, orada "ben ayrılmak istiyorum" yumruğu vurulur.

Hadi bu kadar rasyonel bakmayalım o zaman da kızı tavlayana kadar harcanan enerji sürdürülebilir bir enerji olmdığından, işler yine sarpa sarar. Taşıma suyla değirmenin uzun vadede dönmeyeceği açıktır.

Yani neresinden bakarsan bak, iki tarafın birden biribirlerine kendiliklerinden ilgisi yoksa orda güzellik olmaz. Ordan aşk evliliği çıkmaz, mantık evliliği çıkar.

Sonuçta hikayeyi masal haline getirmek isteseydi Çağan Irmak, sahaftaki ilk karşılaşmalarında Ada'ya Aşçı'nın aldığı plağı satın aldırırdı, ya da Aşçı'ya Thomas Hardy'nin kitabından bir alıntı yaptırırdı. Ama naptırdı. Alelacele rastgele bir kitapçıdan kitabı aldırıp içine telefon numarası yazdırdı. Aşçı'nın deplasmanda hiç şansı yoktu. Ama ne zamanki kendi evine Ada'yı getirmeyi başardı, o zaman artık kendi sahasındaydı.

Herneyse çok uzadı bu yazı gereksiz yere.

mahallenin delisi 11 Kasım 2008 22:31  

selim ışık; düşündüm taşındım, bu kadar simgelere, göndermelere, kar-zarar hesaplarına, fayda-maliyet analizlerine, satranç gibi her adımı bir hamle gibi görüp pozisyon almalara hiç mi hiç gerek olmadığına, hepsinin baştan başa zaman kaybı olduğuna ve bunlardan herhangi biri işin içine girdiği an o işin "aşk"tan başka her şey olabildiğine ama asla ve kat'a "aşk" olmadığına-olmayacağına kanaat getirdim.

ıssız adam, amelie, asmalı konak şu ve bu içinde gerçekler olsa da hepsi birer masal. ne kadar genellesek de, imrensek de, özlesek özensek de, başımıza gelince hepimiz her seferinde (farklı tepkiler verdiğimizi sanarak) aynı tepkileri veriyor, aynı adımları atıyoruz. aynı riskleri alıyor, aynı tip adamların/kadınların, aynı oyunlara kanıyoruz.

ben "lafı buraya nasıl getirdim, buunca cümleyi nasıl toparlayacağım" diye düşünürken radyodaki adam "sevgi anlaşmak değildir, nedensizde sevilir, bazen küçük bir an için ömür bile verilir" diyor.
o küçük anlar için yaşıyoruz aslında.
evet, böyle...

doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP