Çarşamba, Temmuz 29, 2009

Rutin laci


Alışıyorum. Nasılda “tembel” bir duyguymuş bu alışkanlık. Bir o kadar da güzelmiş meğer. Hala çabalamam gerekirken ben nasılda kaygısız gezip, tozup alışveriş yapabiliyormuşum alışınca. Şimdi baktım da mayısta başlamış bu vaziyet. Giderek artıyor, kaplıyor içimi. Yani evet hala manevi olarak tatmin etmiyor beni yaptığım iş. Ve hatta maddi olarak da. Ama... Aması ne bilmiyorum. Alışıyorum işte. Yaptığım işe. Aileme. Başını sonunu, gidişini değiştirmeden ve değiştirmeye çalışmadan yaşamaya, alışıyorum.

Bir hafta sonu akşamı mesela. Cuma mı? Değil herhalde cumartesi akşamı. Akşamın geç saatleri. Birlikte yeni çalışmaya başladığım bir adam. Kafamızı bilgisayarlara gömmüşüz. Ben yeni bir raporlama mantığını çözmeye uğraşıyorum. Saat onda mail geliyor. İçinde kocaman kocaman excel dosyaları, o dosyalar bize diyor ki, daha gece onikiye kadar buradasınız gençler, hafta sonu diye erkenden kaçmak yok. Aynı mailin üzerinden bir mail daha “hadi kalk bi’şeyler atıştıralım bu gece uzun olacak.” Hiç cevap yazmadan “kalktım” diyorum yanına gidip, omzuna dokunarak. 3 gündür değil 3 yıldır birlikte çalışıyoruz sanki. Öyle bir alışmak, öyle bir benimsemek, kabullenmek hali ki üstümde ki tarifi yok.

Tost hamburger bi’şeyler atıştırıyoruz, havadan sudan şeylere gülüşerek. Yemekler bitiyor, terasa çıkacağız, o sigara içecek ben kahve. Masada iki tane küçük tepsi, 2 tane yaka kartı, 1 sigara paketi, 1 çakmak, 4 tane telefon var. Mümkün değil hem tepsileri hem ıvır zıvırları alamayız elimize. Tepsileri bırakıp geri gelsek, en 3 dakika zaman kaybı. Ki işimiz zaman artık 0:01:01 sn.nin hesabını veriyoruz o koca koca excellerde. O da bunları düşünmüş olacak, bir masadaki ıvırzıvırlara bir de bana bakıyor, tepsileri alıp “ben tabakları bırakırım” derken göz kırpıyor. Arkasından bakakalıyorum. Kalakaldığım epi-topu 3-sndir herhalde. Ben elinde tabaklarla mutfağa doğru giden muzur bakışlı genç bir adam görüyorum. Bu gördüğüm eski bir anı mı, gerçek olmasını istediğim yepyeni bir hayal mi acaba diye düşünemeden, arkasını dönüyor, “sen de masayı sil dermişim” diyerek gülüyor, güldürüyor beni, kontrolsüz bir kahkaha atıyorum. Etrafta kimseler yok. Olsalar da göremezler herhalde kafamın üstündeki düşünce balonunu. Görseler de bilemezler ki A.nın o balondaki noktalı boşlukları doldurduğunu. Terasta elimizdeki akıllı telefonların hangisi daha akıllı, tartışıp duruyoruz. “Blackberry bold’un trackballu Iphone’un dokunmatik ekranını döver ama Iphone’un internet deneyimi hepsine onbasar” diyerek anlaşıyoruz. “İnternet deneyimi ne biçim ifade lan” diye gülüşürken fazla oyalandığımıza kanaat getiriyoruz. Tekrar işe dönüyoruz. Asansörde beyaz gömleğinin düğmelerini incelerken fark ediyorum ki o, “tabakları” değil, “tepsileri bırakıyorum” dese olmayacaktı bunların hiç biri. Ve fark ediyorum ki, onunda böyle bir “eski anısı” olmasa tamamlamayacaktı o cümleyi “sen de masayı sil” diye.

Tekrar işin başına dönüyoruz. Exceller o kadar kocaman ki dahasını düşünecek halim yok. Unutuveriyorum. Yalnız 1 saat kadar sonra kafama bi’şeyler takılıyor. Sanki büyük bir hata var raporların birinde. Arkamdaki arkadaşa soruyorum, “hımm haklısın galiba, A.ya bir sorsana en iyi o bilir” diyor. A. da su almaya kalkmış. “Biri beni mi çağırdı?” diye damlıyor masaya. “baksana” diye başlıyorum. Bir elimde mouse hızlı hızlı geziyor sayfalar arasında, diğer elim ekranda bi’takım sayılar gösterip duruyor. Ve çenem hiç durmuyor. Önce öğrencisinin ne sormak istediğini çoktan anlamış, hevesini kırmamak için sözünün bitmesini bekleyen bir öğretmen ifadesiyle dinliyor. Dinlerken, gözlerini benden ve ekrandan hiç ayırmadan, masanın sağındaki çubuk krakere uzanıyor, yemeye başlıyor. Sanki o çubuk kraker paketi yüzyıldır oradaymış ve o da yüzyıldır her akşam gelip oradan çubuk kraker yermiş gibi bir hali var. Rahatlık? Samimiyet? Doğallık? Beynime sus komutu veremiyorum, altı üstü çubuk kraker yiyor adam! Ben cümlemi bitirince şaşırıyor bir an. Hakkaten bir hata var gibi. Çubuk kraker paketini tam aldığı yere bırakıp yaklaşıyor. Bir karış bile yok aramızda. İçime çekiyorum kokusunu. Teni, teri, belli belirsiz sabahtan sürdüğü aftershavein dip notaları doluyor içime. Boynundan öpmemek için ne alıkoyuyor beni bilmiyorum. Yoo biliyorum, diğerleri yüzünden öpmüyorum onu boynundan koklaya koklaya. Yalnız olsak neler olurdu bin tane sahne geçiyor kafamdan. Ve en çok böyle zamanlarda seviyorum kendimi. Kafamın içinde bunlar olup biterken, o’nun anlattığı hiçbir şeyi kaçırmıyorum. Sorunu çözüp, bana açıklayınca, tekrar doğrulup çubuk kraker paketinin dengesini hiç bozmadan birkaç tane daha alıyor içinden. “..........mış yani doğru mu anlamışım.” Elindeki son parçayı da ağzına atıp, “evvet aynen öyle” diyor. Çubuk kraker bitiyor, sorun çözülüyor. “eee çay yok mu ya?!”

Nasıl yani ya? Bir adam, bu adam bunu nasıl yapıyor? Neden yapıyor? Ne yaptığını farkında mı tam olarak? Değil tabi ki. Ben bile ifade edemiyorum ki bunu.

Eve bırakayım diyor. Yoo teşekkür ederim diye başlamışken düşünce balonum beni istanbul’da hiç kimsenin eve kadar bırakmadığını söylüyor. “niye hiç kimse bırakmaz mı seni eve, gizli mi senin kovuğun” diyor. Nasıl bir şaşkınlıksa gözlerimdeki gülüyor yine hınzırca. Yarın işin var mı?
Yok.
Bi’kahve içeriz o zaman.
Olabilir.
Haberleşiriz.

Haberleşmiyoruz. Ben aramıyorum. O da mail atmıyor. Sonra hafta başı, ‘aramadın’ diyor, ‘senden de ses çıkmadı’ diyorum. ‘E telefonun yok ki ben de ses vereyim.’ Haklı aslında. 1dk diyerek yöneticisini koridorda yakalıyor. Masadaki telefonunu alıyorum. Numaramı kaydediyorum. Geri dönerken telefonunu kurcaladığımı fark ediyor. ‘ben bugün kurumsalla toplantıda olacağım, haydi sana kolay gelsin’ deyip çıkıyorum. 10-15 dk. sonra mesaj geliyor. Mesajlaşıyoruz bir süre. Araşıyoruz. Şirkette pek karşılaşmıyoruz.

Aaa oldu gibi, sanki, galiba. Böyleydi diğ mi bu işler, demeye kalmadan...

Küt! Kesiliyor telefonlar. Bıçak bile değil, jilet gibi. Fol yok yumurta yok ilişki yok iletişim yok.

Hiç bi’şey sormuyorum. Bir süre selamlaşmıyoruz şirkette. Sonra bugün beni yalnız yemek yerken görüyor. Teklifsizliğinden eser yok, izin alıp oturuyor masama. Tatile çıkacakmış onu anlatıyor.

Alışıyorum. Bu adamlara bile alışıyorum artık. Acımıyor artık, acıtmıyor hiç biri. İşin kötüsü “lan ben de mi bir bokluk var” diye bile düşünmüyorum artık. Öyle bir alışmak işte. Artık hiç bi’şeyin eskisi gibi olamayacağını, mutlu kırmızıların benden çok uzaklarda olduğunu biliyorum artık. Kabullendim ve alıştım buna.
Alışıyorum. Uyandığım günün diğerinden farklı olmayacağını biliyorum ve bunu beklemiyorum ve buna alışıyorum


Ve hayır hiçte kötü değil bu alışkanlık. Üzülmüyorum artık. Değişmeye de gitmeye de çalışmıyorum. Sonrasını düşünmüyorum ve sorularımı azaltıyorum yavaş yavaş. İngilizce sınavını veremezsem beni neler bekliyor, bunu hiç düşünmedim mesela. Öylesine rahatım ki...
Gelişine vuruyorum bakalım. Bu sefer neler olacak?

9 akıllı çıkaramadı:

merlin 29 Temmuz 2009 03:55  

bunu bir hikaye yapip sonunu mutlu yazsana. gercekler acitiyor

S 29 Temmuz 2009 08:53  

ah.. merlin ne guzel bir yorum yapmis.

ben de sonu mutlu bitsin istedim..

bir de, gelisine vuralim da.. gol olsun istedim

sizden biri :) 29 Temmuz 2009 12:01  

Bu tarz hikayeleri o kadar çok kişiden dinliyorum ki içim bir hoş oluyor..

Ama hala beklenen bir son var bu hikaye bitmemiş. Bekliyoruz.

mahallenin delisi 29 Temmuz 2009 21:35  

merlin; inan bitirip hatalarını düzeltmek için okuyunca, ben de aynı şeyi düşündüm =) yazarken öyle kaptırmışım ki kendimi, 'sonu mutlu bir hikaye olsa bu daha güzel olurdu' dedim. ama o kaddar uykum vardı ki, mutlu bir son hayal etmek bile zor geldi. yayınladım gitti =)) bu da böyle bir anım olsun n'apalım...

feykim encılım; papaz her gün pilav yemiyor, gelişine vurunca ancak 40 yılda bir gol oluyor. ben o gölü bir kere attım, o maçta çoktan bitti. bundan sonrası hakemin insafına kaldı artık.

bizden biri; yok yahu gayet bitmiş bir hikaye benimki. adam büyüyü bozdu bi'kere. hem onun başa saracağını hiç sanmam, hem de ben tutup "n'oldu böyle?" demem. bu mevzuda kapanıır gider. yeni bir "bu tarz hikaye"ye yelken açarım ben de =))

beenmaya 30 Temmuz 2009 00:07  

alışmak...
işte beni en çok korkutan kelime
ne kadar sakınmaya çalışırsam çalışayım kendimi
bir o kadar da benimsiyorum içten içe...

bence bu hali güzel olmuş
olduğu gibi
sade
ve bir o kadar da gerçek...

p.s: şekilden de anlaşılacağı üzere evden girdiğimde sayfanı açabildim. sanırım işyeri bağlantımdan kaynaklanan bir sorun yaşadığım. elbet birgün düzelecek ama ben alışmayacağım :)))

Öz 30 Temmuz 2009 00:40  

insanlara ne zaman hayatımızla oynayabilecekleri izlenimini verdik hic hatırlamıyorum ama herkes bir oyuncu olmus, oskarlar dagıtmalı istiklal'de.
ama beenmaya haklı alışmak çok kötü bir kelime, kullanmaya bile alışmamak lazım! attığın taşları çıkaracak başka bir deli olacak mutlaka, yokluğuna sakın alışma:)

ABİ 30 Temmuz 2009 14:44  

Böyle bir adam böyle bir kızla olan ya da oluşmakta olan bir ilişkiyi küt diye bitiriyorsa,

ya kız farkında olmadan bir şey yapmıştır.

ya adam kızın büyüsünden korkmuştur.

veya adam tatile çıkacağı bir partner bulmuş, ofisteki kızı incitmemek için bu ilişkiyi o anda başlatmayı istememiştir.

hatta belki de başlamasını hiç istememiştir.

ya da belki o, artık gelişine vurmalardan sıkılmıştır.

belki hepsi bir yalandır ve adam kendisine biraz zaman tanımak istemiştir.

belki bunların hepsi zaten yaşamdır. yaşanacaklardır...

ne biliim, belki olağanüstü bir ilişkinin başlangıcındadır iki tarafta...

herşey olur yav... olur da geçer de unutulur bile...

sevgiyle.

Berrin 30 Temmuz 2009 15:33  

abinin yorumu cok yerınde olmus..
pc de cubuk kraker yerken sana yakınlasıp senın onun kokunu alıp opmemek ıcın kendını tutman kısmında acayıp gulumsedım..oyle guzel anlatmıssın ki hosuma gıttı.
bu adam bence cok fazla ılıskı yasamıs hatta kaşar tabır edılebılecek bırı olmalı. boyle umarsız rahat hareketler o tıplerde cok olur.

neyse yenı hıkayelerını beklıyorum :)

mahallenin delisi 2 Ağustos 2009 12:23  

beenmaya; küfür gibi diğ mi, "alıştım artık". oysa alışmamak için kabullenmemek gerekiyor, kabullenmemek için yeterince inatçı olmak. ben de o inat yok sanırsam. hikaye yapsaydım bunu daha çok oynardık üstünde, daha eğlenceli olurdu.

ps: şirket IT'lerinin (ay ti okunur :P) bizim bloglara garezi nedir anlayamadım gitti zaten :D

Öz; valla benim yardımcı erkek ve kadın oyuncular siler süpürür bütün oskarları da, filmim anca leman'ın lale ödülünü alır herhalde =)) bu bulsam o'nu bütün taşlarımı kafasına kafasına atacağım da, şimdilik dublörlerle idare ediyoruz işte.

ah be güzel abim be;

burnunu karıştırmıştı kız bi'kere görmüş müdür acaba,

bu kız nasıl bir kızdır ki, azıcık ilgilendiği her adam, 15 gün-1 ay içinde sevgilisiyle tatile gidiverir, kızdan gizli kapaklı,

adam hiç başlamak istemiyorsa ne diye küçük oyunlarla heveslendirir kızı,

gelişine vurmalardan sıkıldıysa 'planlasın atışlarını öyle gelsin madem' demezler mi adama,

hem neye ne zaman başlayacağını bilmiyorsa bir adam, hayır gelir mi ondan?

diye gider bu sorular, belkiler =))

kesin olan, büyülü falan olmadığıdır kızın ("herkesten farklı bir havan var senin, başka türlüsün, sanki..." diye başlayıp tamamlanmamış, ama en iyi eski sevgilinin adıyla tamamlanacakmış gibi duran cümlelerden anlıyoruz bunu)
ve kesin olan, değil olağanüstü, vasat bir ilişkinin bile başlamayacağıdır artık (kızın adamı görmediği zamanlarda hiç merak etmeyişinden, aklına bile gelmeyişinden anlıyoruz bunu)
ve kesin olan yaşamdır bu, bildiğimiz, alıştığımız...

berrin; bu adama sıfat bulmak için hiç yormadım kafamı, çünkü hiç kimsenin deneme tahtası ya da kararsızlıklarının/depresyon dönemlerinin zaman öldürgeci olmak istemiyorum artık... yalnız bu hikayenin ikinci ve son bir bölümü olacak sanki, bakıcam bi'ara ;)

doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP