Çarşamba, Kasım 21, 2012

kaRa


Kapkara artık bu dünya bana. Yas karası... Bitmez bir siyah. 

Benim annem... Yumuşacık elli, sıcacık yürekli annem... 

Annem... Kuzum... Canımm...
Önce soğuk bir ameliyat odasına kendi ellerimle götürdüm seni. Sonra soğuk bir yoğun bakım odasında gördüm son kez. Anestiziden yeni ayılmıştın. Saat 23.30du. "Atlattık annem" dedim. "Korkma kuzum, geçti" dedim. Konuşamadın, solunum cihazı vardı ağzında. Heyecanlandın ama beni tanıdın, bilincin açıktı.  "Atlattık annem" dedim. "Merak etme buradan da çıkacağız."

Çıkamadık annem. Soğuk, buz gibi bir morg rafından aldım seni. Kardeşim elleriyle yerleştirdi soğuk toprakların arasında açılmış bir çukura...

İnsanlar geldi. Kalabalıktı çok. Bir sürü kalabalık vardı be annem. Evin her yerinde birileri ağlıyordu. Senden bahsederken "rahmetli" dedi biri. Duymamazlıktan geldim. Hocalar geldi, Kur'anlar okundu. Bir gece değil, gecelerce... "Merhume" dediler. "Ruhuna" dediler. "Mekanı cennet" dediler. "Nur içinde" dediler... İnanamadım annem. İnanmadım. 

Çık gel artık n'olur?
Bak kimseler kalmadı şimdi. Biz bizeyiz evimizde. Bir sen eksiksin be annem! Çık gel hadi. Babama süpriz olsun sabaha. Çok üzüldü o da annem. Atlatamadı daha. Anlatamadı hiç, içine attı hep. "Canım gitti" dedi. "Canımız gitti" dedi. Düğümlendi boğazı.

Çık gel hadi annem. 
Ağlayamadım ben daha senin için. Ağlamadım annem. 
Ben kendimi koyvermeden, dön gel be annem!



Read more...

Cuma, Kasım 02, 2012

iki yeni ameliyat...

Bir hastane odasında annemin uyanmasını bekliyorum.
Her şey yolunda gidiyor derken, tümör nüks etti. Üstelik bu kez beynin içinden sol yanağına doğru cilt altı dokusuna doğru yayılmış, yani ameliyat sırasından tamamının alınması öngörülmüyor. Geriye kalacak kısımlar için yeniden radyoterapi yapılması gerekecek ama daha RT alalı 1 yıl olmadığı için onu kaldırabilecek mi bilmiyoruz. İşin bu boyutunu ameliyattan sonra konuşacağız.
Zaten asıl tümör ameliyatından önce, beyin omurilik sıvısı arttığı için bir de şant takılması gerekecek. Yani peşpeşe 2 ameliyata girecek annem. Tüm bunları kaldırabilecek mi bilmiyorum? Doktora sorduğumda "ameliyatı olmazsa ne olur sorusunun cevabı, olup da kaldırabilir mi'den daha mühim" gibi dallı budaklı bir cevap verdi.
Bu sabah vizite gelen, kim olduğunu hiç bilmediğim angut doktor ise (annemin teşhisinden bile haberi yok sadece şant takılacağını biliyor) beni dışarı çıkarıp annemin teşhisini ve ne zaman ameliyat olduğunu sorduktan sonra, "size ortalama sağ kalım süresi hakkında bilgi verdiler mi?" dedi. Daha henüz uyandığım için aptal aptal "evet konuştuk 15-19" deyiverdim. "ha tamam tamam" deyip kıçını dönüp gitti. "ortalama sağ kalım süresi senin götüne girsin! sabah sabah ne biçim konuşuyorsun git annemin dosyasını oku da sonra vizite gel" diyebilseydim keşke...
Kardeş burada değil, ona durum nasıl açıklanacak?
Annemin doktoru üniversite hastanesini bıraktığı için şu an özel hastanedeyiz, epey yüklü bir maliyet bizi bekliyor ve anladığım kadarıyla (aynı zamanda benim de devlete olan borcumu hesap ettiği için) bu babamı oldukça korkutuyor. Şu an pek çok üniversite hastanesine prof. dr neredeyse kalmamış durumda.

Bugünleri nasıl atlatacağız? yoksa artık atlatmayı değil kaçınılmaz sona mı hazırlanmalıyız?
Hiçbir şey bilemiyorum. Ağlamaya çok ihtiyacım var ama annemin her şeyi ile ilgilenmek zorundayım. Annem benden en ufak bir negatif enerji aldığında 5 misli daha kötü oluyor...

Bunları da niye yazıyorum bilmiyorum işte. Hastalıkla ilgili bi'şeyler okumaktan sıkıldım, burada buldum kendimi, eski bir dostla dertleşir gibi...
Allah'ım sen yardım et..

Read more...

Pazar, Eylül 09, 2012

eskileRden biR mavi olsa... eskisi gibi olsa...

Her seferinde "bir el atayım da toptan kaldırayım bu günceyi ortalıktan" diyorum, her seferinde "dursun ya kime ne zararı var" diye bırakıyorum. Kaç  saattir başındayım bilmiyorum, okudum okudum okudum. Ne güzel yazmışım, iyi ki yazmışım, keşke yazabilsem tekrar. Hele o hikayemsi'ler, hele o zata mahsus'lar. Neler neler...

Bazı hikayeler var ki, "ben mi yazmışım bunları?" dedirten, kendine hayran bırakan. "Böyle biriymişim ben demek ki" diye düşündüren... Nasıl da gelmiş o sözcükler öyle yanyana, nasıl da dizilmiş cümleler peşpeşe. Çoğunun -de'ları -da'ları yanlış olsa da, nasıl da dokunmuş kalbime her noktası, her virgülü. Bazılarını yazdığımı bile unutmuşum, burada değil de, sözlükte karşıma çıksa mesela, "aa ben bunu bi'yerde okumuştum sanki ama güzelmiş valla helal olsun" deyip basarım şükela'yı, benim olduğunu, benim klavyemden çıktığını zerre hatırlamadan...

O zamanlardaki gibi mümkün değil yazamam artık. Öyle düşünemem, öyle bakamam hayata, öyle hissedemem ki...

Sevgilim mesaj atmış mesela, yani pardon o'nun için artık birinci tekil şahış iyelik eki kullanmamam gerekiyor,  "eski sevgili"  demek kafi. "sen başkasın" demiş, gecenin 2sinde. Nasıl eskisi gibi hissedeyim ben şimdi günnük?  Ayrıldıktan/pardon beni terk ettikten bir kaç ay sonra(2-3?) facebook statüsünde gördüğüm "in a relationship"ten sonra nasıl eskisi gibi hissedeyim? Neydi o? Benim kıymetim bu kadar mıydı?
Neyse temmuz'daydı bu olay. sonra bir daha hiç açmadım facebook'u zaten. Annemin de fizik tedavisi başladı, her gün her gün hastaneye git-gel yaparken artık iyice ikna ettim kendimi, onu unuttuğuma, unutmam gerektiğine. Mesajı görünce elim ayağım kesildi yine. Önce aptalca sevindim, geçmiş zaman kipi kullanmadığına, sonra onun böyle şeylere dikkat etmeyeceği, içinden ne geldiyse onu yazmış olacağını hatırladım. Yazdım, sildim, yazdım sildim. "yazıp sildiklerimi boş ver de keşke içimden geçenleri bilebilsen" dedim, sabaha karşı. "bildiğim için yazdım" dedi. O an karşımda olsaydı, oracıkta bütün gücümle saldırırdım ona herhalde. Canını acıtmak için, yapabileceğim her şeyi yapardım."Biliyormuş" beyefendi! Kendine güvene bak! Beni içine atıp gittiği kuyuda neler yaşadığımı, neler hissettiğimi biliyormuş!

İki gün sonra dayanamadım, "aşk kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde biter, sen benden vazgeçtin ve en çok buna kızgınım ve en çok bunu düşünmek kanatıyor açtığın yaraları" dedim. "Yapılabilecek bir şey olmadığının farkındayım zaten. Ben sadece bilmeni istedim" dedi. Ölür müsün, öldürür müsün? Adamın benden çoktan vazgeçtiği yetmezmiş gibi, bir de utanmadan çıkıp "haaa öyle valla diyor" bir gülen suratı eksik mesajın sonunda. Hatta dil çıkartan :P
"Sen başkasın" demesi de "valla elimden birisi (birileri) geçti ama aynı tadı vermedi" falan demek herhalde.

En kötüsü de ne biliyor musun günnük? Bu adam benim sevdiğim adam! Evleneceğim adam! Ah pardon bunlara hep geçmiş zamanın hikayesini eklemek lazım diğ mi?
"Bildiği için yazmış" bi'de. Onun "ilişkisi var" ilanını gördükten sonra hasta anneme, yorgun anneanneme yalan söyleyip, hiç tanımadığım bir adamla "birlikte olmak" için giyinip süslenip gittiğimi de biliyor muymuş acaba, sorsana ona günnük. Ve fakat değil birlikte olmak, değil öpmek, dokunmayı bile içimin almadığını da biliyor muymuş küçük bey!? Sorsana bunları günnük.

En kötüsü de ne biliyor musun? Korktuğum başıma geldi....
Boş ver burasını...

Ne diyorduk?

Artık hiç bi'şey eskisi gibi olmayacak günnük. Annem bir daha eskisi gibi, eskisi kadar iyi olmayacak. Fizik tedavinin 30 günlük yani tam 6 haftalık seansı bitti ama hala bastonla kendi başına yürüyebilecek koordinasyonu yok. Pazartesi yeniden doktorlar, raporlar, yeni bir fizik tedavi programı...

Bakanlıkla hala resmen görüşmedim. Ödenmesi gereken bir borcum var hala. Annem biraz, azcık iyi olsa, kardeşim gelince 1 yıllığına giderim diyorum İngiltere'ye... Ama Emre'nin gidişinden sonra, ona da cesaretim kalmadı. Ben bile kardeşim olmadan zar zor yetişiyorum annemin hem bakımına, hem doktorlar arası koordinasyon işlerine.Kemoterapi ilacının gününü yanlış hesaplamışım geçen ay, 1 hafta geç içti. Her şeyi adım adım takip etmeme rağmen gözümden kaçırmışım. En son MR raporunda radyolog gördüğü lezyonları "nüks tümör" olarak yorumlamış ama Mr. Beyin Cerrahı, "yok öyle bir şey" deyip kestirip attı. Ağzından tatmin edici bir açıklama almak için, 3 tur aşındırdım adamın kapısını. Offf neyse, en azından artık hayatı zehreden baş ağrılarını kontrol edebiliyoruz verdiği ağrı kesici le. Günün çok büyük bir kısmını uyuyarak geçirmek istese de, bunu ağrıya tercih ederiz hepimiz.

Artık hiç bi'şey eskisi gibi olmayacak günnük. Benim hayatım bir daha asla "normal" olmayacak. Bu saatten sonra kalkıp yurtdışında yaşamayı götüm yemez zaten, devlete ödenmesi gereken borcu da babama kitler, ömrümün sonuna kadar anneme, babama, anneanneme bakarım herhalde. Allah sıralı ölüm versin, hepsi gittikten sonra da kedilerimle "mahallenin delisi" olarak yaşar giderim küçücük bir evde. Hah! Ben ve kediler diyorum günnük, hiç bi'şey eskisi gibi olmayacak diyorum inanmıyorsun bir de... Ben ve kediler :)

Haydi selametle...

Read more...

Pazar, Haziran 03, 2012

bitmez yeşil

Amma da uzun bir gündü bu....

Annem iyiye gidiyor. Ama geçen hafta bugün soran olsa, ambulansla acile gittiğimiz gecenin sonunda olduğumuz için, oturur ağlardım herhalde. Neyse ki en son MR'larını doktora gösterdik ve korkulacak bir durum olmadığını söylemesiyle rahatladık. Verdiği ağrı kesici yeterince tesir etmedi ama onu da hafta içi tekrar gidip konuşacağım artık.
Yalnız annemin MR'larını gören uzman doktorun, "LP (belden sıvı alınması) yapmamız gerekiyor, eğer beyindeki sıvı yoğunluk fazlaysa şant takmamız gerekebilir" deyip yüreğimi ağzıma getirdikten sonra, muayenehanesine gittiğimiz profesörün, "her şey normal, korkulacak hiçbir şey yok, tümörü çıkardığımız yerdeki dokular büzüştüğü için bu ağrılar olabilir" demesi o kadar sinir bozucu ki... Hatta şant fikrini profesöre söylediğim zaman hafif gergin bir tavırla "bakın onların yanıldığı nokta..." diye başlayıp bütün konuyu ders anlatır gibi anlatınca anladım ki, bu ülkede öksürük ve burun akıntısı için bile iki farklı uzmandan fikir almadan ilaç almamak lazım. Beyin tümörü gibi bir konuda, nörolojik bilimler enstitisü denilen yerdeki uzman doktorun fikri bile, deneysel bir yaklaşım oluyorsa (biz belden bir sıvı alalım bakalım, sonra gerekirse şant, gerekmezse "yok bi'şey der" yollarız geri) kimseye güvenmemek lazım.

Neyse, ne diyordum. Bugün çook uzun bi'gündü hakkaten...

Önce annemin fizik tedavisi için tavsiye üzerine Ataşehir'de bir doktora gittik. Annemin keyfi yerindeydi. Dönüşte iş yerinden babamı da alalım öyle eve gidelim dedik. Kardiş'le "oradan mı girelim, bu yoldan mı çıkalım" derken bir baktım O'nun sokağının başına gelmişiz. Nabzım bir anda 300 falan atmıştır herhalde. Sanki köşedeki marketten gülerek çıkıp gelecekmiş gibi... Bir anda bütün ayarım bozuldu.
Neyse sonra babamı aldık. Annemi iyi gören kardiş, Ali Usta'da döner ısmarladı. Annem gayet neşeli eve dönüş yoluna koyuldu. Eve gelince, en yakın komşumuzun kızının düğünü olduğunu hatırladık. Yani unutmamıştık aslında, annem dün akşam kına gecesine bile gitti yarım saatliğine. Eve gelince tutturdu bana "giyin sen de git" diye. İtiraz etmedim. Kaç aydır gün yüzü gördüğüm yok, bir kahve içip iki satır sohbet etmeye hasretim zaten, dedim "zeynep süslen çık şekerim, lorke'yle kara üzüm habbesi çalar, iki göbek atar, bir halay çekersin, havan dağılır." kalktım hazırlandım. Taa geçen yıl alıp hiç giymediğim bir elbisem vardı, ütüledim, saçlarımı yıkadım, kuruttum şekil verdim. Ve topuklu ayakkabılarımı çıkardım. Sanki asırlar olmuş giymeyeli. O'nunlayken yazılmamış, gizli bir kural gibiydi, topuklu ayakkabı giymemek. Oysa kendimi ne kadar da seksi hissederdim, onun yanında topukluyla olunca. Okan Bayülgen'in yanındaki manken sevgililerinden biri gibi :D Tam bunları düşünürken, davul zurna sesi geldi dışarıdan. Baktım ki, damat tarafı, gelin almaya gelmiş. Davul zurnayla sokak ortasında oynayan bir grup insan var ortalıkta. Komşuların hepsi camlarda falan. Nasıl da güzel bir manzara.
Giyindim, makyajımı yaptım, hazırlandım, annem uzun zamandır beni öyle görmediği için, çok heyecanlandı. Bir anda bir sürü şey söylemek isteyip, hiçbirini söyleyemedi. "güzel kızım, güzel kızım" diye yolladı beni.
Salona gittiğimizde önce tesadüfen gelin odasına girdim, taze çifti tebrik ettim, o arada laf olsun diye damat beye, "davul zurnayla geldiniz ama uzun uzun çaldılar, kolay kolay alamadın herhalde kızı evinden?" dedim. Gelinin annesiyle ablası yanlarındaydı, onlara dönerek "bu evin en değerlisini, en kıymetlisini aldım ben, tabi kolay olmadı ama sabaha kadar olsa yine beklerdim" dedi. "Oooo, aaaa" falan güldük geçtik içeri.

İnsanın hafızasını tetikleyen bazı cümleler var ya, işte o cümlelere kafam girsin. Var olduğunu bile hatırlamadığım şeyleri tetikledi çıkardı yerinden. O'nun en yakın arkadaşı ve babası beni istemeye geldikten kısa bir süre sonra ikna turları kapsamında babamın iş yerine ziyarete gitmişler. Arkadaşı, babamla yaptıkları konuşmayı anlatırken sevgilimi alıp karşısına demiş ki, "siz evlendiğinizde sen bu adamın bütün hayallerini, hayatı boyunca umut ettiklerini, her şeyini almış olacaksın." (ya da işte bu mealde bir şeyler.) O'nun anlatmasına göre arkadaşı, babamın bu laflarından etkilenmişti. Ama O bana bunları anlatırken, babamın bu sözleri O'na hiçbir şey ifade etmiyordu. O'nun için, "nedir yani, kız gelmiş 30 yaşına, tabi evlenip gidecek, ne gerek var bu ajitasyona" durumu vardı. Belki eskiden, yani ilk zamanlar böyle düşünmüyordu, son zamanlara geldikçe sıkıldı yaşananlardan, o yüzden öyle dedi. Belki de aslında hep böyle düşünüyordu da ben görmek istemedim bunu. Babamla benim aramdaki bağ, O'nun için hiç bi'zaman bir şey ifade etmedi belki de... Bilmiyorum. Ama şu bir gerçek O'nun böyle bir hissiyatı, böyle bir düşüncesi varken evlenmediğimiz isabet olmuş. Beni bu kadar değersiz hissettiren bir adamla, nasıl da... Offf.......

Bütün gece hiç bi'şey yokmuş gibi halay çekip, göbek attım be günnük. Biraz nefes almaya ihtiyacım varmış hakkaten. Şöyle kimseleri tanımadığım bir New York City club'ında olsam da sabaha kadar dans etsem bu gece... Kimseyi düşünmeden, aklımda "oysa"lar, "keşke"ler, "peki ya?"lar, "ya sonra"lar olmadan, günün ilk ışıklarına kadar dans etsem...

Bugün bitmedi gitti be günnük, saat gecenin 3ü olmuş, ben hala sayıklamalarda....





Read more...

Perşembe, Mayıs 31, 2012

tekRaR tekRaR mavi, solgun kıRmızı

Eskiden yani twitter falan yokken bu saatlerde oturup yazardım. Şimdi yazmadan önce 5 dakika twitter'a bakayım dedim. Şu çıktı karşıma. Ayıp, insaf. Hiç yazılır mı böyle şeyler? Tam "geçiyor galiba" derken, akla düşürülür mü hiç?




Dibine not: bir adama bunları yazdıran ya da "yeniden şarkılar söyleten" kadın olmak. Olamamak? Olmamak? İşte bütün mesele... Dön dolaş aynı mesele.....

Read more...

Pazartesi, Mayıs 21, 2012

coloRful bReaking up

Aklımda derli toplu bi'sürü bi'şeyler vardı yazmak için. Hatta bunca zaman sonra bir hikayeMsi çıkacaktı sanki. Sonra bi'yerlerden bi'şekilde bu şarkı çıktı. Kaç oldu üstüste dinliyorum saymadım. Yeni bir şarkı değil, tee geçen yıl bu zamanlardan. Millet yemiş yutmuş, youtube'da 218 milyon kez izlenmiş, onyüzbin milyon coverı yapılmış, sözlükte 200 entry yazılmış, facebook'larda paylaşılmaktan eskimiş, hatta overrated olmuş falan.

Ben ilk kez dinledim ve birazdan yatıp uyumazsam sonsuza kadar (dur tamam abartmayalım) annem uyanana kadar oturup, klibi izleyeceğim ve bağıra bağıra söylüyormuş gibi ağzımı oynatacağım sanırım:


but you didn't have to cut me off
make out like it never happened and that we were nothing





Bir ayrılık şarkısı nasıl bu kadar güzel olur yahu? nasıl bu kadar neşeli olur?
İnsanı, içini oymadan, kanatmadan, inceden sızlatır ve çığlık çığlığa söyletir?

but i don't wanna live that way
reading into every word you say
you said that you could let it go
and i wouldn't carch you hung up on somebody that you used to knooooooowwwwwwwww





Allah yazandan, çizenden, düzenleyenden, klip çekip dünyaya yayandan razı olsun yahu. Artık Someone Like You'yu, O'nun evlendiğini öğrendiğim zamanda, son bir kez dinlemek üzere rafa kaldırabilirim.


but you treat me like a stranger
and that feels so rough!






dibine not: "daha dün annemizin" diye neşelenmeye çalışsam da, birazdan kafamı yastığa koyduğumda
"you're just somebody that i used to know" değil
"you're the one that i'll always love" diyeceğimi biliyorum.
Olsun "that was love and it's an ache i still remember" diyebilmek de bir başarı şu an için.

-Oldu canım aferim, büyük yol kat ettin gerçekten. Artık yatsak diyorum.
-Haklısın yatalım hadi. somebooooooodyy, somebodddyy
-Hayret uzatmadı.
-told my self that you were right for me. "doğru yerdesin" demişti bana :'(
-Şşşş sakin! Geçti onlar. Bitti. Şimdi o bilgisayarı yavaşça kapat ve yere bırak. Annen sabah 7.30da uyanmış olacak. Ve senin "5 dk daha anne yaaa" şımarıklığın olmayacak.
-Yine haklısın. Yatalım bari. Someboooodyyyy... Someboddyy somebooddyyy, that i'll always love.
-Bak gene,
-Tamam sakinim. Somebooddyyyy, someboddyyy that i used to love.
-O öyle değildi ama neyse, kalk hadi kalk.

Read more...

Cumartesi, Mayıs 19, 2012

çikolatalı yeşil, kahveli mavi

Annem doğum gününden bu yana, gözle görülür bir iyileşme gösteriyor. Ve ben paranoyak olduğum için konduramıyordum bu iyileşmeyi. Yeni başladığımız melatonin'in etkisiyle uykuları düzene girdiği/derinleştiği için, kendini daha iyi hissettiğini düşünüyordum. Ya da ameliyatın hemen sonrasındaki -yalancı- iyileşme gibi bir hayal kırıklığına uğramamak için böyle düşünüyordum, bilmiyorum. Oysa uzun zamandır hiç kullanmadığı sağ elini, göğüs hizasına kadar kaldırması, sağ adımını atarken dizini kırıp yukarıya çekmesi göz ardı edilebilecek gelişmeler değil. En son bugün, çift görme problemi konusunda biraz daha rahat etmesini sağlamak için diktiğimiz tek gözünü kapatan lastikli göz bandını da takmak istemeyince ikna oldum artık. Annem bu kez gerçek bir iyileşme gösteriyor. Bacağındaki derin ven trembozu iyiye gidiyor. Clexane 0.6'lık iğneleri bir 10 gün daha yaptıktan sonra kontrol doppleri çekilecek. O doppler'de temiz çıkarsa artık gerçek bir fizik tedavi için izin çıkmış olacak. Şimdi benim işim İstanbul'daki en iyi fizik tedavi hastanesi'ni ve/veya doktorunu tespit etmek. Bir de konuşma terapisi süreci ile ilgilenmem lazım. İnternette bile bu konuyla ilgili tatmin edici bir bilgi yok, bu işle ilgilenen uzmanlara nasıl ulaşacağım tam bir muamma kafamda.

Oysa Amerika'daki GBM hastaları için konuşma terapisi standart tedavi protokolünün içinde. Zaten orada kokteyl tarzı kemoterapi'de deneysel tedavilerin haricinde de kullanılmaya başlanmış. O deneysel tedaviler ise başlı başına efsane. Yahoo'daki mail grubundan gelenleri okudukça, Türkiye'de bu hastalığın sadece beyin cerrahlarının eline bırakılmış olması insanı daha da delirtiyor. Hani nöro-onkoloji diye bir uzmanlık dalı olmamasını belki kabullenebilirim ama bu hastalık için (zaten egosu 1500olan) beyin cerrahlarının, "valla ben tümoru çıkardım, bundan sonra günde 1 aspirin, 2 keppra, ayda 1 kemoterapiyle gittiği yere kadar takılın"  tavrında olması ve eğer siz, soran, sorgulayan araştıran biri değilseniz, her hangi bir açıklama yapmaması fazlasıyla sinir bozucu. Biz mesela sadece cerrahın sözünü dinlemiş olsaydık, -ki babama kalsa tek yapılması gereken buydu- annemin trembozunu fark etmeden fizik tedaviye başlamış olacaktık ve belki de bacaktaki o pıhtının başka yerlere gidip, daha büyük sorunlar çıkarmasına sebep olacaktık. Ve hatta belki de ben, annemin ağrısını ve bacağındaki şişliği inceleyip, acile gidene kadar geçen sürede araştırma yapmamış olsaydım, acildeki pratisyen doktorun aklına DVT  hiç gelmeyecekti. Ki ben "ya DVT diye bir şey oluyormuş bu hastalıkta, onunla alakası olablir mi?" diye sorduğumda gözündeki o "evraka" bakışını gördüm ya, o yeter.

Bir de radyoterapi sonrasında beyin omurilik sıvısındaki artış dolayısıyla "şant takılması" mevzuu var ki, evlere şenlik. Annem daha RT+KT'nin etkilerinden kurtulamamışken bir de yeniden ameliyata alıp şant takmak istediler. Offf geçti gitti bunların hepsi. Annem şu tremboz denilen pıhtıdan kurtulur kurtulmaz, çok kapsamlı bir fizik tedavi süreci geçirecek ve kendi işlerini kendisi yapar duruma gelecek. Ve bundan 10 yıl sonra, Türkiye'de bu hastalığı yenen sayılı insanlardan biri olarak annemin adı (da) anılıyor olacak. Ben bunları o zaman gülerek anlatıyor olacağım.

Geçen hafta sonu S.cim İstanbul'daydı. Son 5 aylık süreçte sanırım ilk kez sadece kendim için hazırlanıp, dışarı çıktım. Makyaj yapmayı unutmuşum. Yüzmek gibi değilmiş makyaj yapmak onu anladım mesela. Yani aslında yüzmek gibi de, önce ürünleri hangi sırayla uygulayacağını falan hatırlamak gerekiyor. Rimel sürdükten sonra far sürülmez mesela ben bunu lise yıllarımda öğrenmiştim. Tabi bizim yıllar sonra buluşmamızın, benim aylar sonra sokağa çıkışımın FB-GS şampiyonluk maçına denk gelmesi, fanatik GS'li S.cim'in balıkçılar çarşısından geçerken gördüğü yakılan aslanlar, benim Kadıköy'den Bakırköy'e giden bir deniz otobüsü olduğunu unutup(!) onu deniz otobüsü için taa Bostancı'ya bırakmam, Bağdat Caddesi'nden giden dolmuşun stadın önünde holiganlar tarafından zıplatılması.... Yine her zamankinden, fıkra gibi bir buluşmaydı bizimki. Geçen gelişlerinden birinde de gelinlikçi gezmiştik S.cimle. Ortada fol yok yumurta yokken, tutup gelinlik giymişti burada. Bu seferde kuyumcu gezdik. Asıl maksat anneanneme kolye almaktı güya. Ay hala gülüyorum hatırladıkça. Gerçek bir DOST bana nasılda iyi geliyor, unutmuşum doğrusu. Bi'de 1kadın ve 1erkek açık televizyonda, Zeynep ve Ozan'ın ilişkisini gördükçe gerçek bir ilişkinin de neye benzediğini unuttuğumu fark ettim şimdi. Zeynep'in saçmalıklarına  birlikte gülmeleri, Ozan'ın sazanlıklarına Zeynep'in kızamayışı. Ve hatta Ozan'ın Zeynep'in kaprislerini çekmesi... Meğer ne kadar yorucu bir şeymiş bizim yaşadığımız. Benim sürekli "özür dileyen", "açıklama yapmaya, kendini affetirmeye çalışan" hallerim. Üstelik bunu kabullenişim. Kendime artık onun gözünden, onu beni gördüğü gibi "suçlu" görüşüm. Yaptığım bir sürü saçmalığı anlatırken S.cim öyle güzel söyledi ki aslında, "biz böyleyiz işte" dedi. "bu kadar körkütük, bu kadar delice sevmekten başka yol bilmiyoruz." Bu da erkeklerin birbirine söylediği "sana kız mı yok olum" gibi bir klişe belki de, ama bana iyi geldi işte. Kimseyi yargılamadan, sadece beni değil O'nu bile suçlamadan her şeyi dinlemesi, benim lafı döndürüp dolaştırıp annem-doktorlar-ben üçgeninde geçen maceralarına getirmeme rağmen "getir hayatım getir, ben de tam olarak bunu istiyorum zaten" deyip kendimi rahat hissettirmesi... İnsanın hayatında dost biriktirmesi lazım-mış, bunu bir kez daha anladım.

Neee saat 3 olmuş! Ne çok şey yazıp sildim ben bu akşam. Artık kapatayım şu ekranı, annemi uyandırmadan yanına süzüleyim şimdi. Böylece kalsın burası dağınık dağınık. Sonra toparlarım bir ara.

Dibine not:  vazgeçtim yazmıcam. gönder gitsin.

Read more...

Perşembe, Mayıs 10, 2012

çilekli beyaz

Pazartesi gününden beri, bir ferahlık, bir hafiflik, bir beyazlık var üzerimde ve beraberinde garip bir ruhsuzluk. Hani bu ferahlık, beraberinde bir neşe de getirir ya insana, o yok içimde. Bakışlarım donuk hala. Arada anneme gülüyorum kahkahalarla. Normalde kahkaha atmayacağım şeyler ama ben öyle büyük gülüşler saçınca annem de gülümseyiveriyor bana, dünyalar benim oluyor. Bugün mesela "aklını başına al" dedi. Öyle çok hoşuma gitti ve öylesine güldüm ki. Normalde "Perdeyi çek", "sesini kıs" gibi günlük rutinde en çok söylediği cümleleri bile "şeyi kapat şeyi", "küçük yap onu, küçük" diye ifade ediyorken; "aklını başına al" diye 3 kelimelik bir cümleyi bir nefeste, hiç yardım almadan, tam da duruma uygun şekilde söyleyince zevkten dört köşe oldum tabi. Duruma uygun olması da bana kızması. Laf nereden geldi hatırlamıyorum, anneanneme "kuşkonmaz alalım, hiç yemiyoruz" falan diyordum. Organik beslenmeyle kafayı bozduğum için, annem böyle soya filizi, maş fasülyesi, avakado, zerdeçal gibi abidik, gubidik sebze meyveleri duydukça önce bir "amaaaan zeynep" çekiyor, sonra da "yapma onu yapma yapma" diye tepkisini dile getiriyor. Ben kuşkonmazdan bahsedince de aynı şey oldu, önce yine uzun bir "aman kızııım" patlattı, ben de dönüp, "kuşkonmaz alıcam sana anne, ben amerika'da çok yiyiyordum ondan lezzetli bi'şey" deyince "aklını başına al ya, o ne öyle, yapma bana yapma" diye söylenmeye başladı. Canım benim ya.

Kemoterapinin 2. kürü başladı salı günü. Şu hastalığın en kötü tarafı, bizim için aynı zamanda tek iyi tarafı oldu. GBM kötü huylu bir tümör türü. Yani kanser. Hadi adını koyalım işte basbayağı "beyin kanseri" bu. Ama "beyin tümörü" lafı bile tek başına o kadar korkunç ki, hiçbir yerde, (literatürde bile) "beyin kanseri" dahası "kanser" sözcüğü geçmiyor. O yüzden annem ve anneannem dahil kimseye böyle bir açıklama yapmadık. Kemoterapi ilaçlarını alması da yaygın olarak bilinen serum yönteminden ziyade, küçük beyaz hapları yutması şeklinde olduğu için, ne kanser ne de kemoterapi sözcüğü literatürümüze hiç girmedi. Ve bu kelimelerin beraberinde getirdiği o pis, acıklı "negatif enerji" de evimize hiç uğramadı. Annemin, sadece "güç kaybı" olan sağ tarafı için bile "felç inmiş, felçli kalmış" diye birbirini dolduran komşuların ağzına "kanser olmuş, beyin kanseri ayyyy o nasıl şey kimbilir" laflarını vermediğim, komşuları siktir et; zaten kelimeleri hatırlayamadığı, kendini ifade edemediği için umudu kırılan ve  hareketleri kısıtlandığı için "ben yapamıyorum" diye üzülüp ağlayan anneme bir de "sen kansersin" hissiyatı yaşatmadığım için çok huzurluyum.

Yarın annemin doğum günü. Yani bugün. Büyük bir hediyem yok ona. Çünkü değil dışarı çıkmak, başka odaya geçip biraz ortadan kaybolsam, "nerede bu kız" diye söylenmeye başlıyor. Yarın ona yapacağım pasta dışında bir şeyim yok. Bir de "ben annemi sevmiyorum aslında" laflarıyla ortada dolaştığım günlerime inat, içime sığmayan, nasıl göstereceğimi bilemediğim kocaman SEVGİm.

Pasta ve sevgi...Bunların ikisinin bir araya geldiği bir başka doğum günü daha vardı-dı. -di 'li geçmiş zamanın hikayesi'ydi diğ mi bu? var-dı... Geçmiş bütün o zamanlar, hikaye mi değil mi, meçhul.

Olsun, bir tek ANNEM olsun, Bana bi'şey olmaz;



Read more...

Pazar, Mayıs 06, 2012

dolunay moRu

Aaaa blogger'ın görünümü değişmiş. Zaten yazacak mecalim yok, bir de yeni yayın kutusunu bulana kadar hevesim kaçtı hepten.

Aslında şu temayı falan hepten değiştirmek lazım,etiketleri en baştan düzenlemek lazım, fotoğraflar linkler ölmüş, onlara el atmak lazım. Yenilenmek, toparlanmak, güneşlenmek lazım.
Bu gece çıkan tepsi gibi dolunay, astrolojik olarak: bitirmemiz gereken meseleler, vedalaşmamız gereken yerler-insanlar, artık canlılığını yitirmiş, yük haline gelmiş duygular ile yüzleşmeye çanak tutan bir dolunay'mış. Bir de zaten hıdırellez bu gece. Kış bitiyor artık, yaz geldi demek Hıdırellez. Hızır'la, İlyas'a hürmetim sonsuz da, dilek meselesine hiç girmeyeyim şimdi.  Tam 2 yıl olmuş ben gül ağacının dibine o dileği gömeli. Çok inanmıştım... Anlattırma bana tekrar günnük. Yüreğim kırgın hala, parçaları içimi kanatıyor. Ama bu sefer geçiyor. Artık "o'nu istemenin arsız, mantıksız ısrarını kaybettim. Şimdi olmayışının karşılığı; bir ölüyü özlemek misali, daha uslu bir hüzün"*

Bu gece dolunay alsın götürsün istiyorum bütün gitmesi gerekenleri; kötü huylu tümörleri, bir damarın içinde pusuya yatmış bekleyen kan pıhtılarını, evin bir kenarında yığılı duran ilaç kutularını, hasta bezlerini, kaygıları, korkuları ve bir de yüreğimdeki o küllenmeyen ateşi.
Hıdırellez'in müjdesiyle gelen yaz gibi, sıcacık, ışıl pırıl maviler, turuncular dolsun evimize, yüreğimize. Huzur, Bereket, Şifa girsin bu gece açık bırakılan camlardan, cüzdanımızın içi tıka basa dolmasa da olur, ruhumuz ferah olsun yeter.

Annemi özledim be günnük. yaptığım işi beğenmeyip arkamdan söylenen, korkulu rüya görüp koynuna girdiğimde, "korkma ben yanındayım" diyen. Konuşan. Konuşabilen. Saçlarımı ören, iki koluyla sımsıkı sarılan, gözlerini devire devire bakıp 1001 farklı mesaj veren. Olacak biliyorum. Her şey eskisi gibi olacak.
Bu günümüze şükür, annem tek gözüyle de olsa görüyor hala beni, sahte de olsa gülüşlerimi; saçımın bir tarafı  yamuksa tek eliyle de olsa düzeltiyor, onun elinin her dokunuşu güzelleştiriyor beni hala, "bir tanem" diyor, "canım kızım" diyor uyandırırken, onun nefesiyle uyanıyorum her sabah. Bu günümüze şükür.

*: Ceyhun Yılmaz


Read more...

Pazar, Şubat 19, 2012

RenkleR hiç biteR mi?

Yeniden yazabilmek için, yeniden başlayabilmek için doğum günü güzel bir bahane olsa gerek.

Ve fakat bir günceye geri dönebilmek için, her daim özet geçmek gerek.

Nerede kaldığımı okumadım bu gece, kendi yazdıklarım bana çok yabancı, aklımda kalan yerden özetliyeyim, bakalım ne haldeymiş hayatım.

Amerika'ya gittim, New York - New Jersey kırsalında 8 ay yaşadım. Bir yandan burnumdan gelirken, öte yandan müthişti.
Nisan ayında, sevgilimle yaz aylarında evlenebilmek için geri döndüm.
Sevgilim tek bir lafıma kızıp benimle görüşmeyi reddettiği için, ağustos ayına kadar her sabah ağlayarak uyandığım, ağır bir depresyon geçirdim. Michigan State University'den fall için gelen kabul mektubunu spring dönemine ertelettim. İstanbul Üni'deki masterımı bitirmek için okula tekrar başladım. Sevgilimle yeniden barıştık, o iş buldu. (Benim yüzümden işsiz kalmıştı.)
O arada sanırım 2 bayram geçti, ikisinin de sabahında evde kavga vardı.
Amerika'ya dönmeyip, İngiltere'ye gitmeye karar verdim. Evlenip gidersek orada her şey daha kolay olacaktı. Bu planlarımı anlata anlata annemi, babamla aramda tampon bölge yaptım.
Annem benim tüm bu asiliklerime dayanamayıp, depresyona girmeye başladı.
11 Aralık akşamı, sevgilim ve ailesi 16 kişilik bir ekip olarak beni istemeye geldiler.
Babam kız evi, naz evi tribine girdi, "geldiniz tanıştık, yine görüşürüz inşaallah" gibi cümlelerle toparladı, yüzüğümü taktırmadı.
12 Aralık günü annemi Nöroloji doktoruna götürdüm, google doktorluğu yaparak "depresyona bağlı afazi"(unutkanlık) hastalığına kapıldığını düşünüyordum. 19 Aralık tarihine MR verdiler.
19 Aralık akşamı 18.30 sularında MR'a giderken, annem yürürken dengesini kaybediyor ve kendini ifade etmekte güçlük çekiyordu.
MR'ı çeken radyolog MR'ın ortasında çıkıp "annenizin şikayetleri nelerdi" dedi. Cevabımı dinledi, geri girdi. İşleri bitince "normalde rapor yazmam bu MR'a ama siz filmleri alın, hemen yarın doktorunuza gösterin" dedi.
Nöroloji doktoru, filmleri görür görmez, "burada yumurta kadar kemikleşmiş bir tümor var buna cerrahi müdahale edebilir" dedi, elime bir not yazıp, beyin cerrahına gönderdi. Beyin cerrahı "bana kalsa hemen yatırmak lazım bu hastayı hiç ortalıkta gezmesin." dedi. "bu ameliyatı burada yaptırmayın ya üniversite hastanelerinde ya da numune'de yaptırın" dedi. "türkçe'si kanser yani" dedi daha fazla konuşmasına izin vermeden uygun bir dille, filmleri alıp çıktım.
Aynı akşam Türkiye'nin en ünlü beyin cerrahlarından birine (o randevu nasıl oldu da aynı akşama alınabildi, hala bilmiyorum) muayene olduk.
20 Aralık günü, 21 Aralık günü ameliyat olmak üzere hastaneya yatış yapmıştık.
21 Aralık günü ameliyat ertelendi.
29 Aralık sabahı annem yaklaşık 8 saat süren bir açık beyin ameliyatı geçirdi.
Yılbaşı gecesi yoğun bakımdan hala çıkmamıştı.
9 Ocak günü taburcu olduk.
Taburcu olduğumuzda annem vücudunun sağ tarafını neredeyse hiç kullanamıyordu. Kelime dağarcığı 30 kelime falandı.
7Şubatta Radyoterapi ve Eşzamanlı kemoterapi başladığında annemin psikomotor hareketleri yerine gelmeye, kelime dağarcığı artmaya başlamış, sevgilim beni terk ettiğini bir mesajla beyan etmişti.
9Şubatta ameliyat kesisinin olduğu yerde ve yüzünde yeniden ödem oluştu. Yüreğimiz yeniden ağzımıza geldi, kortizona tekrar başlandı.
19Şubatta anneme MR çekileli tam 2 ay oldu. Ben o günden beri insan içine (bakkal-eczane-radyoterapi-hastane çıkışlarını saymazsak) ya 2 ya da 3 kez çıktım. Bir kez okula gittim kayıt durumuma bakmaya, bir kez de sevgilimle buluşmuştuk. O kadar. Bugünde çıkmayacağım.
Küçük prensi okuyup uyuyayacağım birazdan.
Bundan sonra burası, "GBM'li Bir Hastanın Güncesi" olsun istiyorum. beyintumoru.blogspot.com gibi. Bari Türkiye'de neredeyse hiç bilinmeyen, 100.000 de 3-5 rastlanan, literatürü tamamen ingilizce olan bir hastalıkla boğuşurken yaşadıklarımız kaydolsun. Yazalım ki, unutulmasın.

Yıllar önce bir 19 şubatta annem beni, sancılar içinde doğurmaya çalışıyordu. Bugün yine bir 19 şubatta ben annemi, umutlar içinde büyütmeye çalışıyorum.
Allah onu başımdan eksik etmesin.

Adet yerini bulsun, bu yıl da bir şarkım olsun.



Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP