Pazartesi, Haziran 21, 2010

kaRanlık mavi

Sinirden kuduruyorum. Sakinleşmek için 3 doz House aldım ama bana mısın demedi!

Birazdan kulaklarımdan duman falan fışkırabilir. Ya da beyim gözlerimi fırlatarak oradan dışarı taşmaya başlayabilir.

Ben bunları hak edecek ne yaptım?

Son günlerin, yok yok dur son günlerin olur mu, 2010’un en popüler sorusu bu?
Zaten benim hayatımda ne zaman açık, net, keskin bir cevap oldu ki? Sadece sorular!

Neyin bedelini ödüyorum acaba? Bugüne kadar yaptığım hatalardan biri mi, yoksa bundan sonra gelecek güzel günlerimin mi hazırlayıcısı bunlar?

Bir de son zamanlarda zırt pırt karşıma çıkan “Ooo tanrım çok mes’udum. Bunca mutluluğu hak edecek ne yaptım ki, sen beni nazarlardan koru, aman aman” tipler var ki... Hepsine ayrı ayrı, gün yüzü görmemiş küfürler ediyorum, haberleri yok.

Yüzüğümü çıkardım! Ben ve yüzük aynı cümle içinde. İDİ
Artık değil.

Bana “biz evlenemiyoruz, e sevgili de olamayız bu saatten sonra” dedi. Bunu dediğinde facebook’ta çoktan ilan etmişti ilişkisi olmadığını. Bir de şarkı ardından, bir de en afilisinden mesaj kaygılı video....

Duyduğum sözlere mi yanayım, beni sevdiğini ama beni sevmeyi sevmediğini, bizim ilişkimizde hiçbir varlığı olmayan feysbuktan öğrendiğime mi yanayım...
Bunları duüşünürken hazırladım paketi.... Bana aldığı 3 küçük parça “değerli” hediyeyi koydum bir kutuya. Aldım elime kağıdı kalemi. Sahi ya bir de mektup yazdım içine...

Sonra...
Sonra “yüzüğü çıkaran” oldum. Sonra “sen beni sattın” cümlesinin sen’i...


Sonra,
Sonra “Derdi gücü evlenmekmiş demek ki, bilseydim bu kadar heveslendi olduğunu geçen sefer evlendirirdim bu kızı” cümlesinin “bu kızı” oldum.

Babam bunu onca kavga gürültümüzün arasında yüzüme söyleseydi hiç koymazdı da, benim orada olduğumu fark etmeden arkamdan anneme söyledi ya...

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Bi’de ne manyak insanım anlamadım ki, çıkardın madem yüzüğü, o raddeye geldin en sonunda, madem ‘satan’ oldun, ‘yarı yolda bırakan’ oldun, bas yarana tuz, otur kıçının üstüne. Ne diye hala görüşüyorsun adamla? Yok ben seni seviyorum, ben senden vazgeçmedim, ben seni daha fazla üzmemek için çıkıyorum hayatından falan.
Ama manyaklık bununla kalsa öp başına koy. Bi’de hala babayla tartışmaca. Her fırsatta “bak beni kaybedeceksiniz, nedir bu inadınız, benim kararlarıma hiç mi saygınız yok” diye diye kendini tüketmece.

Hufff! biraz daha iyiyim evet, kulaklarımdan duman çıkma kıvamı geçti, ama her an beynim yerinden fırlayabilir. Hayır ağlamak istemiyorum artık yeter. İyisi mi biraz daha yazalım.

Hayır, düşünüyorum da bu işin ihalesi nasıl ve neden ve niçin her türlü bana kalıyor? Bir cevap bulamıyorum.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.


Yazmak gerçekten pek çok cevabı bulmamı sağlıyor evet. Son sorduğum sorunun cevabını hala bilmiyorum ama bugüne kadar nasıl bir hata yaptığımı buldum sanırım.

Ben bütün hayallerim gerçek olunca, masallardaki ki gibi bir mutlu bir hayat süreceğimi sandım. Sanki hayal ettiğimiz şeyler olunca başka bir boyuta geçiyormuşuz sandım.
Heyt heyt! Aynı sefil hayatı yaşayıp duruyorum halbuki. Bir masal sahnesi kurulmadı önüme, ne şuan baktığım kara ekranda “başarılı” yazısını görünce ne de muhteşem bir İstanbul manzarasında dudakları dudaklarıma değince...

Ben aynı ben, baba aynı baba, şehir aynı şehir, sevgili... Sevgili yeniydi oysa. Sevgili farklıydı. Sevgili özeldi. İlkti böylesine güvendiğim ve tekti sonrası olmayacak olan...

Oysa ben bir masalda değildim işte. Kral kızını vermeyince dağları delmeye giden keloğlanlar, kahramanlar, prensler hep masallarda olurmuş meğer.
Telli duvaklı gelinlikler, hava da uçuşan heyecanlı “evet”ler, “ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” ancak masallarda olurmuş meğer.

Sanırım bu durumdan öğrenmem gereken en önemli şey: Ait olduğumu sandığım, ait olmaya çalıştığım her şeye BEN tırnaklarımı geçirmiş tutunuyormuşum, tutunmaya çalışıyormuşum. Ben bırakınca ucunu kimse tutmuyormuş elimden.
Babam bile merak etmiyormuş beni “kızım sen en son vazgeçtim diyordun, aylardır ne yapıyorsun” demiyormuş.
Ben bırakınca elini, soluğu tatilde alıyormuş sevgililer, en sevilenler bile yeni rüzgârlara yelken açıyormuş.

Yani hala bana “gitme” diyen bir Allah’ın kulu yokmuş hayatımda...

O yüzden en iyisi gitmektir belki de.
Gitmek ve bana ait hiç bi’şeyin olmadığı, benim sahip olduğum hiçbir şeyin olmadığı topraklara kök salmaya çalışmaktır.

Botanikten anlamam, 25inden sonra kök tutar mı bir ağaç bilmem.
Marquez’in “insanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir” deyişi geliyor aklıma.
“Gitmem gerek bu şehirden” diyen bir şarkı geliyor aklıma,
Benden giden sevgilinin 2 güzel hatunla dans ederken çekilmiş fotoğrafındaki gülen yüzü geliyor.
Beni ancak sen öldürürsün diyen babanın “amma meraklıymış evlenmeye” deyişi geliyor.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Yazık bana.
3 yıldır burada gitmek diye ağlıyorum,
Meğer tek derdim gidebileceğimi ispat edip, “gitme” dedirtmekmiş...
Ve bir de asıl derinlerde gizli olan var tabi
.
.
.
.
.
.
.
.“Seninle gurur duyuyorum”u bir kez olsun duyabilmek.
.
.
.
.
.
.
.
.
“Gitme” vakti gelmeden öldürmek istemiyordum aslında mahallenin delisini. Ama öyle çok insan öldürdüm ki bu günlerde, deli’nin de vakti geldi artık galiba.


Ya da bilmiyorum.
Bir mavi kuş şakırdıyor sanki hala içimde, çoook uzaklardan bir yerden geliyor sesi ama biliyorum içimde o umut hala....


doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP