Pazar, Mart 30, 2008

sonsuz mavi

Berrin beni mimleyeli epey oldu yine. Ama içimden gelmiyor bu aralar yazmak. O yüzden yine geciktim.Bu kez severek okuduğumuz bloglar hakkındaki düşüncelerimizi yazacağız. Ne zamandır böyle bir şey yapmak istiyordum aslında. Epey uzunca bir liste olacak sanırım. Uzatmadan başlayalım:

Hakkaten abi kendisi. Hakkında yorum yapmak, yazılarını takdir etmek haddim değil. Keyifle okurum, düşünürüm yazdıklarını. Lafları kıymetlidir, not ederim bazen bir köşeye.

Adına vuruldum önce blogunun. Sonra başladım okumaya, oku oku bitmedi. Ta içime derinlere bi’yerlere işledi cümleleri. Ablam gibi, sinirlenince küfür edebileceğimi bildiğim bir arkadaşım gibi her söylediğini dinledim. Garip garip noktalarda kesişiyoruz hep üstelik. Bir de bugün doğum günü. İyi ki doğmuş, iyi ki varmış, iyi ki yazmış…

Alternatif yaşam planlaması ve beyin labirentimden odacıklar

Bana ilk yorum yazan kişidir Faik Murat. Birilerinin beni okuyacağına ihtimal dahi vermezken bana iyi yazıyorsun korkma devam et diyendir. Ve her yazısında “başka bir hayat mümkün”e inancımı arttıran, şehirdeki koşturmacanın tek yol olmadığını hatırlatandır.

Bana dair..

Garip bir paralellik var aramızda Berrin’le. Kova kardeşliğinden olsa gerek. Doğru sorular sorup, doğru cevaplar verdirebilenlerden. “İnternette duygu mu paylaşılırmış be?” diyenlere vereceğim cevaplardan biri.

Elif&Misscat

Kova kardeşimdir. Dediğimi anlayan, derdimi paylaşan, dedikodunun kralını yapan, gülen güldürendir Elif’cim. Artık yazmaz olsa da, aynı dili konuşuruz biz onunla leb desem, "gel badem yiyelim" demez bilirim.

Gaybubetinde çok kitap okudum

Gülçin’in yazılarının yeri pek başka bende. Yazının hakkını verenlerden bence. Hikayelerindeki kurgular, kelimelerin seçimi, konunun hep benden bi’yerlere dokunması. Bir gün kitabını da zevkle okuyacağım biliyorum.

Gaykedi

Seçtiği konular, tavrı, fikirlerini ifade edişi, özeni, hele yazılarıyla seçtiği fotoğrafların uyumu… Her bir gönderisi ayrı ayrı keyifli, düşündürücü. Şu yazısına yazacak bir yorum bulamamıştım zamanında, bari buradan ne kadar beğendiğim dile getirmiş olayım. Şapka çıkarıyorum.

Goddess Artemis

“Girl power” =) ablam gibi O’da. En içli zamanlarımda çok akıl verdi bana. Yazılarıyla internetteki Türkçe içeriğe katkı sağlayan nadir bloggerlardan canının ichi Osman Börüteceneyle birlikte. Yazıları, müzikleri, verdiği linklerle mutlaka okunanlardan.

Günlüğüm

Ümit, gecenin bir vakti aylak aylak zaplarken bloglar arasında bir yazı ve bir şarkıyla takılıp kaldım günlüğünde. O gün bugündür okurum zevkle. Bazen hüzünlenir efkarlanır, bazen neşe saçar şarkılarıyla. Sözüm söz ayrıca, şu mart'tan bir kurtulalım görüşeceğizdir ;)

Mırıl Mırıl, Şehirde bulunmuş defter, (daha bir kaç gün hayattaydı bu linkler nereye kayboldu bilemem ki...)
bir tane daha var ama o sanki çok özel. Öyle herkes bilmese de olur. Gelince okur sahibi nasılsa…

Aynı pencereden bakıyoruz sanki hayata, ama o başka şeyler görüyor, ben bambaşka şeyler. Onun gördüklerine şaşırıyorum ben sık sık, "aa böyle şeyler de mi var oralarda" diyorum, seviniyorum paylaşınca…

Nautilus

O’nda da var sanki biraz “deli(li)k. Çoğu zaman benim "nasıl anlatsam, nereden başlasam" dediklerimi basitçe anlatıveriyor. Seviyorum üslubunu.

Okunmayan blog

Yazmıyor nicedir, yazdıkları çok içten, çok derinden, çok tanıdık sanki. Ya da hiç bilmediklerimi öyle bir yazıyor ki hepsi benden sanki… öyle bi’şey işte.

Öylesine kendim için

İlk zamanlar “internette tanıdığım en süper insanlardan biridir kendisi” derdim. Artık gönül rahatlığıyla “hayatta tanıdığım en süper insanlardan birisi kendisi.” diyorum. Ne desem nasıl anlatsam bilemedim. “Nev’i şahsına münhasır” dersem kolaya kaçmış olacağım sanki. Okumanız da yetmez ki onu, bi’şeyler paylaşmanız lazım tanımak, anlamak için. Ve mutlaka kucaklaşmanız lazım bence =)

PuCCa Günlük

Bigün başımdan geçenleri onun gibi dobra dobra anlatabilir miyim, yazabilir miyim acaba gerçekten merak ediyorum. Bu yüzden acayip saygı duyuyorum kendisine. Her yiğidin harcı değil çünkü. Hele kendi kendini eleştirmesi yok mu… İyi ki yazıyor yahu.

İlklerden O’da. Sayfasında bana ilk link veren, beni okuyup, okunabilir şeyler yazdığıma inandıranlardan. Sık sık değiştirse de mekânını, yazmaktan hiç vazgeçmesin istediklerimden. Yine taşınmış galiba bugünlerde. Olsun varsın.Yazsında; kaybetmeyelim inancımızı hepimiz, bu şehirde aynı şeylerle boğuşup, aynı notalarla huzur buluyoruz bi’nebze. Aynı satırlarda, aynı cümleleri okurken ya da benzer cümleleri yazarken unutuyoruz günün stresini, değil mi?

Rippincorpse

Öyle tatlı bir kalemi var ki, öyle şeyler bulup çıkarıyor ki şaşırıp kalıyorum her seferinde tespitlerine. Yeni yazısını görür görmez bir gülümse yayılıyor suratıma "neler yazdı acaba?" diye koşa koşa tıklıyorum her seferinde.

Shine on you

Nasıl kesişti yollarımız bir türlü çıkaramıyorum ama o beni buldu sanki bir başka blogdaki yorumumdan. Basıp gidenlerden, gidebilenlerden kendisi. Kocaman laflar ediyor dünyanın bambaşa bir tarafından, okuyor, düşünüyor, hissediyor ve yazıyor. “İyi ki yazıyorsun” lardan bir demet…

Timeconsuming

Bi’gece geldi, eni konu kurcaladı güncemi. Kurcaladığı yetmiyormuşçasına orasına burasına notlar yazdı. “Vay be” dedirtti. Çekip gidenlerden/gidebilenlerden O’da. Şimdi gelsek yan yana, saatlerce konuşuruz durmaksızın herhalde. Kimseler kusura bakmasın başka türlü seviyorum ben O’nu, yıllardır tanıyormuş gibi, çalsam kapısını gece boyu evinin bir köşesinde sessizce ağlayabilirmişim gibi...


Şimdi ben bunca insan yazdım ama bu kadar mı? Değil elbette!

Anselmo, Bikelime, Buzlucam, Buzcevheri, Cafecihan, Egemavisi, FikirAtölyesi, Flynxs, Günah yüklenen adam (Yazılarını özlettirmişti epeydir. Tekrar başladı neyse ki), Gregor Samsa, Karelidefter, Sersemtavuk, Virgilius...

Hepinizi "gerçekten" severek okuyorum. Evet kabul belki herkesin her yazdığını okumuyorum, sıkılınca, “aman yahu pek uzun” deyip gözüm kesmeyince atlıyorum geçiyorum. Ama adı geçen (unuttuğum kimse kalmamıştır umarım) (vardır kesin) herkesi cidden zevkle okuyorum. İşi gücü bırakıp vakit ayırıyorum blog okumak için. O kadar çok şey öğrettiniz ki bana hepiniz ayrı ayrı.

Son 2 yılda sizinle birlikte, sizin sayenizde öyle çok büyüdüm ki ben. Öyle çok rengi paylaştık ki burada. Evet hep kendim için yazdım. Bir iz bırakabilmek, bir çentik atabilmek için hayatın bir köşesine... “Bir zamanlar ben bunları yaptım, yaşadım” demek için yazdım. Ve devam edersem sadece bunun için edeceğim. Ama biliyorum ki burada biri çıkıp bir cümle edecek, kendi deneyimlerinden bir şeyler anlatacak, gülecek yazdıklarıma ya da üzeceğim belki istemeden ya da öyle bi’şey işte, her bir tık da bir şey daha eklenecek bana. Görmediğim bir şey göreceğim, hiç bakmadığım bir açıdan bakacağım, öyle bir soru soracak ki biriniz zamanlardır aradığım cevabı bulacağım, biraz daha ben olacağım.

Yazılmadık, yaşanmadık tek bir renk kaldı 211 yazının arasında. Onu yaşayana kadar yazacağım mutlaka diyordum. Umarım tutarım bu sözümü.

İyi ki varsınız.
İyi ki yazdınız, yazdırdınız...

Hoşçakalın!



dibine not: bu yazıda adı, linki geçen herkes sevdiği bloglar (ve kendini mimleyen blogger) hakkındaki düşüncelerini yazmak hususunda mimlenmiştir, sobelenmiştir, paslanmıştır vs. vb.

Read more...

3 keRe a,a,a 3 keRe b,b,b 3 keRe a 3 keRe b . . .

Aslında tek istediği koşulsuzca sevmekti.
Bulutlara bakıp hayal kurmak istiyordu, saçma sapan.
Can sıkıntısı nedir bilmeden coşkuyla sevmek istiyordu.
Çiçeklerden en çok neyi severdi çoktan unutmuştu, hatırlamak istiyordu.
Denizin mavisinde kaybolurdu belki sevince.
Eskileri hatırlamadan, kıyaslamadan sadece sevebilir miydi, bilmiyordu?
Farklı ve özel hissederdi belki sevince.
Güvenince koşulsuz, her şeyin üstesinden gelinirdi belki.
Hayata bir çizik atardı belki sevince
Işıldardı gözleri sevilince
İhtimaller dâhilinde miydi mutluluk yoksa
Jelibon gibi eriyip gider miydi tadını alamadan.

Kalbini açabilmek ne zamandır böyle zordu, ne zamandır
Labirentlerinde debelenip duruyordu,
Mayınlara basmadan çıkabilecek miydi içinden,
“Neden ben?”in var mıydı bir yanıtı.
Oyunlardan sıkılmıştı çoktan ve
Özlüyordu huzuru öylesine çok.


Parçalarını kendi elleriyle toplayıp
Ruhunu tazelemeliydi.
Sandıklardan çıkarıp umutlarını
Şarkılar söylemeliydi neşeyle
Toparlanıp yola çıkmalıydı
Uzun uzun yollarda gecelerce yol alıp
Üzüntülerini bilmediği bir limanda fırlatıp atmalıydı.
Vardığında tek duymak istediği
Yosun kokusu, yaprak hışırtısı ve günaydın diyen bir sevgili fısıltısıydı…

Read more...

Perşembe, Mart 20, 2008

kıRılgan

Murathan Mungan/KIRILGAN

Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı

Saldırgan diyorlar bana

Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten

Ürküyorlar gözümdeki ateşten

Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
gözükara cesaretimden

Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,

Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?

Bir yanım çılgın nar ağacı

Bir yanım buz sarayı.


Read more...

Salı, Mart 18, 2008

mim'li laciveRt

Ağlıyordu ama sinirinden mi üzüntüsünden mi kendi de bilmiyordu. Hiç ihtimal vermiyordu böyle olabileceğine. Aklının ucundan bile geçmemişti. Her şeye inanırdı da buna inanamazdı. Herkes olabilirdi de, o olamazdı. Olmamalıydı.

Motorun sesini duydu birden. Hep yaptığı gibi arabasına atmıştı kendini, farkında bile değildi yola çıktığının. Hafiften yağmur çiseliyordu. “Şu kayganlaşan yolda kaybetsem kontrolü, 8 takla atsam yok 8 çift, uğursuz gelir, 9 takla atsam. Gazetelerin üçüncü sayfasında ‘bu arabadan sağ çıktı’ diye haberler yapsalar hakkımda” diye düşündü. Ölürse minicik bir köşede geçip giderdi adı. Haber değeri bile olmazdı belki. O yüzden kurtulması lazımdı.

Ceplerine baktı. Telefonunu üst cebine koymuş olmalıydı ama yoktu. Kotunun cebini kontrol etmek istedi. Sol ayağından destek alıp elini arkaya götürdü. Cebinden buruşuk bir kartvizit çıkardı. Araba hafiften sola kaymıştı. Hatta neredeyse bariyerlere çarpıyordu. Arabayı toparladı. Ama cebindeki kartı bulunca kendisi daha çok dağılmıştı. “3. sayfadaki yerimi büyütmek istiyorsam emniyet kemeri takmalıyım” dedi kendi kendine. Kendi kendine bu kadar uzun cümleler kurmamalıydı insan. “kemeri takmalıyım” falan demeliydi en fazla. O gece verdiği telefon numarasıydı bu. Ne kadarda aptaldı. Gözünün önünde olup bitmişti her şey. Bitmiş miydi acaba?

Yağmur giderek hızlanmıştı. Sol elini cama, başını sol eline dayamıştı. Sileceklerin sesine hıçkırıkları karışmıştı. “lanet olsun” dedi ve bıraktı direksiyonu. Radyoyu açtı. Belli belirsiz gülümsedi gitarın tıngırtısını duyunca. 5 dakika 10 saniye boyunca dinledi şarkıyı. Gözyaşları hızlandı, yağmur hızlandı, otomobil hızlandı dinledikçe.
what can i possibly say? diye tekrar etti kendi kendine.

Torpidoda mendil bulmaya çalışıyordu artık. Yüzünü gözünü temizleyip ilk benzinlikte duracaktı. Sonra o şarkıyla irkildi. Radyodan geliyor olmalıydı ses. Bir an kesildi sonra baştan başladı. Demek ki telefonu çalıyordu. Mümkün olamazdı. Arayamazdı. İmkansızdı.

Ses derinlerden geliyordu, arka koltuğa bakmaya çalıştı kemeri engel oldu. Sinirle açtı klipsi. Başını çevirdi, ışık gözünü almıştı. Uzunca bir korna ve büyükçe bir gürültüydü son hatırladığı...





Buzcevheri'nin yolladığı mim sayesinde yazıldı bu zımbırtı efenim. Dedi ki kendisi "kısa bir hikaye, senaryo kurgu yazınız". Oturup yazmaya başladım, yazdıklarımın başını-sonunu bi'yere bağlayamayınca azıcık gezintiye çıktım bloglar arasında bir de baktım ki Ümit'de mimlemiş beni. O da demişki "55 kelimeyi aşmasın hikayeleriniz". Her ikisini de ayrı ayrı yazmak isterdim niyetim de buydu ancak beni mazur görmelerini ve bu hikayeyi her ikisinin pasına da cevap olarak kabul etmelerini rica ediyorum.

Ben de Tuğçe'nin, Gregor Samsa'nın, Kırmızı'nın, Gülçin'in (bu mimle sizi daha önce mimlemediler biliyorum, bu sefer doğru pas attım =), Berrin'in (senin attığın pas da aklımda, yazacağımdır) ve de Rehavet'in hikayelerini okumak isterim. Yazmak isterlerse elbette.
ister 55 kelimeyle sınırlı, ister kendi hayal güçleriyle...
üç noktası kondu, firefox sekmesi değiştirildi ve kendini doğruluyan kehanet oldu bir anda yazdıklarım. aynı adamla aynı pozisyonda karşılaşıp aynı gölü ikinci kez yedim. mutluyum huzurluyum. aptalım.

Read more...

Pazar, Mart 16, 2008

şizofRenimsi pembe

Biz pek yapmazdık. Daha doğrusu ben yapmazdım. Annem iyi çocuk olayım diye çok tembihledi beni çünkü. Zaten yapsak bile sitenin içinde pek bir heyecanı olmazdı. Kapıcılardan ya da ön balkonlarda oturup bütün gün bizi izleyen emekli amcalardan kaçamazdık. Anneannemlere gidince acayip fırsatımız olurdu aslında ama oradada kafa dengi arkadaş yoktu zillere basıp basıp kaçınca köşeye saklanıp kıkırdayacak. Sonra büyüdük tabi kirlendi dünya. Şu gecekondu bozması diafonu bile olmayan dağ başı apartmanımsıya taşınınca çok yapmayı başladı sümüklü veletler. Yazları hemen her gün zillere basıp basıp kaçmalar. Ben de safım ya, her seferinde mutfak camına çıkıp “kim oooooooo?” diye sesleniyorum.

Hayır yani çalan her kapıya niye koşa koşa bakıyorsam? Bırak çalsın işte. Gerçekten içeri girebilecek olanların anahtarı var nasılsa. 1 kez 2 kez çalar, açan olmazsa çıkarır anahtarlarını girerler. Gerçekten içeri gelmek isteyen ve fakat anahtarı olmayanlarsa bi’kaç kez çalarlar elbet. Israrla çalıyorsa zil kalkar bakarım ben de. Ama seninle “gerçekten” ilgisi olmayan kendine biraz eğlence arayan her velet için ne diye koşarsın ki kapıya? Hem herkesin zır zır otomatiğe basmasından belli zaten senden önce kandırmışlar birilerini daha. Gelmesene oltaya sen. Tek dertleri seni de bu küçük, saçma, gereksiz oyuna dahil etmek. Birazcık eğlenmek seninle... Hadi bütün salaklığınla kalktın kapıya kadar gittin her seferinde, açtığında karşına çıkan büyük boşluk yeterince açık bir cevap değil mi, ne diye “kimdir o?” diyerek yeni bir soru üretiyorsun? Yeni bir cevapsız soru ekliyorsun arşivine. “Hah, canı oyun isteyen bir yaramazmış işte” deyip gülüp geçememen neden?

Bırak işte. Hiç bozma sen istifini. Seninle kapı arasında ki uzun koridoru aşmak için çabalama hiç. Gerçekten gelmek isteyen, içeri girmek isteyen ısrarla çalar zili, tokmağı toklatır tok tok. Terliğin içine not bırakır, “geldim, yoktun yine gelicem” der. Gerçekten oynamak isterse seninle, yukarı kadar çıkmasa bile kısa kısa, sık sık basar zile. Camda görünmesen bile adının sesli harflerini uzata uzata bağırır var gücüyle. O zaman bırakırsın işini gücünü, koşa koşa açarsın kapıyı, çıkarsın cama, “buradayım geliyorum hemen” dersin. Bir soru daha üreteceğine, yanıtı olursun meraklı bir soru işaretinin. Alırsın topunu gidersin.

Peh!

Nerede ben de o basiret. Ben hep koştura koştura gidiyorum zillerimi çalıp kaçanların ardından. Her seferinde cama çıkıp tüm umudumla soruyorum “kim o?” diye. Saklandığı köşeden ses versin “benim ben, zillere basıp kaçan yaramaz” desin diye bekliyorum. “gelsene içeri yeni kurabiye yaptım, istersen meyve suyu da var” diyeceğim ben de. Hatta belki sonra birlikte çıkar, yerden yüksek bile oynarız. Belki annem kızar bana “tanımadığın insanlara niye açıyorsun kapılarını” der. Olsun belki biz çok eğleniriz birlikte...

Aha aha basiret diyordum di mi ben? Açmayacaktım kapıyı güya, hah!

—Kızım senden adam olmaz boşa tüketiyorsun nefesini.
—Ya sen gene mi çıktın ortaya, sussana.
—Bunca zaman sustum da n’oldu, geldiğimiz yere bak.
—Neresiymiş geldiğim yer?
—Ha ha o da var tabi. Bi’yere varabildiğin yok. Bir geliyor, bir gidiyorsun. Bir varsın bir yoksun.
—Kes tamam. Seni dinlemek istemiyorum. Kurabiyeler soğumuştur, git üzerlerine pudra şekeri serp. Ben S.yi arayacağım, işten kovulduysa gelsin artık İstanbul’a çok özledim.
—Ben aynı anda hem kurabiyeleri servise hazırlayıp, hem telefonda konuşabiliyorum kuzum. Sen koş çalan kapıya bak!

Read more...

Perşembe, Mart 13, 2008

çalışkan mavi

Sevgili günnük,

Yorgunum. Yorgun olunca mutlu oluyorum ben. Oradan oraya gereksizce ve de amaçsızca koşturmaktan, kendime hababam yeni bir iş icat etmekten, iş çıkışı gece yarılarına kadar sürtüp duş alıp fön çekmem gereken saatlerde alık alık bilgisayara bakmaktan büyük bir haz alıyorum sanıyorsun di mi? değilim aslında. Tüm bunlar düşünmeme engel oluyor. Aynaya bakıp bakıp “neden?” diye soracak vaktim kalmıyor en azından.

Ben bu filmi daha önce görmüştüm sanki. 2002-2005 arası süren uzun metraj bir filmdi. Finale doğru çok zorlanmıştı esas kız, “yeter artık hiçbir şey istemiyorum, bitse de gitsek” demişti ağlayarak. Esas oğlan “sen herkesten farklısın ve pes etmeyeceksin, şimdi biraz uyumak iyi gelecek sana” diye telkin etmişti kızı. Film güzel mi bitmişti acaba? Kız çok az kişinin başarabildiği “çift” şeritli yolu aştığında çok mutlu olmuştu da, sonrasında epey çıkmıştı otomobil raydan...

Şimdi tam da filmin başında ki gibi, “beni çalışmak kurtaracak” deyip sarılmış durumdayım işime. Bugün mesela sistem çöktü, herkes açtı dx ball oynuyor, ben tuttum IT’den ne kadar adam bulduysam getirdim. Oturttum benim pc.nin başına. Bir ara kalabalığı gören 2.kademe yöneticim (üstümün üstü) geldi, “hayrola” dedi “nedir sorun?” Dedim “sistemlerin hiç biri çalışmıyor saat 11den beri boş oturuyoruz -saat 13.50- sorunu çözebilmek için arkadaşlardan yardım almaya çalışıyorum sadece”. Dedim ama artık nasıl bir ifadeyle söylediysem kadın garip bir şaşkınlıkla bana baktı ve “benim bazı raporlarla ilgili bir sunum hazırlamam gerekiyor power pointten anlıyorsan sorun çözülene kadar benimle çalışabilirsin” dedi. İşte o an gözümün önünden geçmeye başladı sahneler... Gecelerce sabahlamalar, yorgunluktan süründüğü halde sabahın 8inde proje sunumu yapmalar, 5 günde 7 il gezip konferanslara katılmalar... “dejavu” demişim sırıtarak. Hiç farkında değildim. “Parlez-vous français?” dedi kadın. Ah dedim içimden google translete olacaktı şimdi, ben sana Fransızca cevap vermeyi de bilirdim. “Hayır Fransızca bilmiyorum ama power point konusunda elimden geleni yapabilirim.”

Tüm bu diyalogu duyan mesai arkadaşlarım neler neler düşündü, ben kadının odasına girip laptopun başına geçince jaluzinin aralığından bana bakıp yanındakilerle ne dedikodular yaptı kim bilir. Zerre umurumda mı, değil. Ben kafamı kurcalayan bir iş olmadığında kendimi yiyip bitiriyorum arkadaş. 15 sn.de bir mailbox’a send-receive yaparak gelmeyecek bir maili beklemek beni 15 saat çalışmaktan 15 kat fazla yoruyor. Onlar aynaya bakıp rujunu tazelerken, ben aynaya baktığımda soru işaretleri dolu bir çift karaltı görüyorum. Onlar masalarına sevgilileriyle çekilmiş en sevimli fotoğraflarını dizerken ben kalemlerime sarılıp sayfalarca iş yerinde kaleme alınmayacak arsız cümleler yazmak istiyorum günnük’cüm. Biliyorum normal değilim ben, “oh oh 3 saattir boş oturuyoruz negzel” deyip gezemiyorum ortalıkta. DiğerleriMi susturmanın tek yolu bi’şeylerle uğraşmak çünkü. Onlar çalışınca her ay para alıyor ya, bana biraz daha yetki versinler, riski üstlenebileceğimi ortam yaratsınlar, ben veririm o parayı her ay üstüne. Valla bak... Deli işi işte, Allah akıl fikir versin diye dua etsek kabul eder mi dersin günnük’cüm. Denemek lazım: “Allah bana akıl, fikir, huzur versin” “veleddalin-âmin”

O değil de benim aklım şu filme takıldı. Orada esas kızın sığınıp saklandığı, herkesten gizli omzunda ağladığı bir esas oğlan vardı hani. Hakkını yemeyelim şimdi çok emeği geçti kıza. Yoksa bitiremezdi kız o “çift” şeritli yoldaki yarışı.

Şimdi ben başrolde tek başıma olunca da mutlu bitirebilir miyim acep senaryoyu dersin? Bitmezse de alırım lale’yi otururum aşağı.
İzleyip göreceğiz bakalım.

Şimdi çekime yetişmem lazım günnük’cüm
Haydi selametle...



ps: çok güzel di mi? bence de =) kimse bilmeyecek gerçek hikayesini. sen bile...

Read more...

Pazar, Mart 09, 2008

seRsem saRı

Sevgili günnük,

İlginç. Hakkaten ilginç günler yaşıyorum. Kişisel tarihimizde çok egzantirik ayrılık sahneleri var hatırlarsın ama böylesi hiç olmamıştı. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Yazarsam belki ben de olan biteni anlarım dedim.

olay şöyle:

Adam günler sonra girdiği delikten çıktı ve “seninle olmak çok güzeldi ama ben gidiyorum” dedi. Bana geldi mi bi’gülme krizi. (Dilimin ucuna kadar geldi, "sende mi yoruldun?" diyecektim de tuttum Allah'tan.) Hayır, nezaketen gülümsememi gerektirecek bir cümle bile değil bu biliyorum ama tutamıyorum kendimi. Başladım alık alık sırıtmaya, o da hafiften gülse basacağım kahkahayı ama gayet ciddi devam ediyor. Bunca zamandır nereye kaybolmuş, neden hiç haber vermemiş, oysa aklı hep bendeymiş, benim desteğimi de hep yanında hissetmiş, son olarak da bana gelip hem konuyla ilgili fikrimi almak hem de bu açıklamaları yapmak istemiş-miş de miş, miş. O anlattıkça ben sırıtıyorum, bi’ara baktım gülmemek için baya baya dudaklarımı ısırıyorum. O da bunu fark etti mi, fark etmekle kalmadı, bunu ağlamamak için üzüntüden yaptığımı düşünüp, bana bir anda apansız bağlandığını ve bir ara sırf benimle kalmak için gitmemeyi bile düşündüğünü anlatmaya başladı mı. of of of!

Artık gülmemek için aklımdan gündüz incelediğim acı içindeki kadın fotoğraflarını, tecavüz sahnelerini falan geçirmeye başlamıştım ve cidden bir anda buz gibi kesilmiştim ki bizimki bir bomba daha patlattı. “aslında ben gelirken sana evlenme teklif etmeyi düşünüyordum ama kapıdan girdiğin an nedense kabul etmeyeceğini anladım ve bitirmenin en doğrusu olduğuna karar verdim.”

Artık rahatça gülebilirdim ve tabi ki güldüm. Hatta o kadar çok güldüm ki aklımı kaçırdım zannetti. Gayet endişeli bir ifadeyle “iyi misin, su içmek ister misin?” dedi. Üzüldüm o an, benim aklımdan neler geçiyor, adam neler diyor. Neyse zar zor toparlandım. “sinirim bozuldu biraz, iyiyim merak etme” dedim. Dedim ama ben konuşmaya başladığım an suratına acayip hüzünlü bir ifade takındı. “şaşırdım sadece” diye başlamıştım, boşa üzüldüğünü zannettiği kadar sarsılmadığımı söyleyebildim son olarak bizim böyle bir ayrılık konuşması yapmasını gerektirecek hiçbir şey yaşamadığımızı söyleyecektim ki bir gol daha attı. “seni sevmekle gerçekten yanılmadığımı bir kez daha gösterdin şu anda bana, bak söylediğim her şeyi unut, kaldığımız yerden devam edelim” deyip elime yapıştı bu sefer. Ay şimdi bile gülüyorum günnükcüm. Bi’de başladı mı özür dilemeye, hobaaaa!

Hayır bir an önce kendime gelip, büyük bir yanlış anlama yaşadığını, hatta hayal denizinde yüzdüğünü söylemem lazım adama yoksa korkuyorum yüzük müzük çıkaracak oracıkta evlenme teklif edecek, sonra çık işin içinden çıkabilirsen. Amma velakin, susmuyor adam, üstelik daldan dala atlıyor konuşurken, yetişemiyorum hızına. Artık gülmekten de geçtim sinirlenmeye başlamıştım ki yine evlilik mevzuuna döndü ve “ne güzel olurdu aslında çok mutlu olurdum seninle ömür boyu” dedi. Şimdi düşündüm de aslında çok sert kesmişim sözünü günnük. “evet, SEN mutlu olabilirdin ama BEN olabilir miydim emin değilim” dedim. Zaten böyle zamanlarda politik cevaplar vermeyi hiç beceremem ki ben, ya çok sert çıkışırım ya da çok yumuşak davranırım. Dumur oldu tabi. Kalakaldı öylece. Sonra başladım dansözlüğe. Yani onu tanımak güzelmiş de, evlilik başka şeymiş aynı dili konuşan iki arkadaş olmak başka şeymiş de, hem ben ona başından beri dememiş miyim, sınırlarım var diye, bana bu kadar açıklama yapmasını, özürler dilemesini gerektiren hiçbir şey yokmuş ortada da, ben sadece ona iş yerinden istediği 3-5 evrağı getirmişim de bık bık da bık bık işte.

Nasıl geldik bu hale ben anlamadım günnükcüm. Valla ben bi’şey yapmadım. Üstelik söyledim yani, “duvarlarımı aşman lazım” dedim. Bir gece partiye gittik diye, biraz içtik biraz eğlendik diye, bi’tabak keşküle birlikte kaşık attık diye olacak iş mi bu yahu!? Hayır vallahi aklım ermiyor, biz bunca zamandır sevgiliydik madem, insan hiç mi arayıp sormaz? İnsan sevgilisinin doğum gününü feysbuk mesajıyla mı kutlar? Şirkete uğramış 2-3 kez, bir kez bile yanına gelmez mi insan sevgilisinin? Hadi işyerinde sorun olacak diye daha ilk günden tırsıyordu zaten, gayet iyi biliyor ki hafta sonları evine yürüme mesafesinde bir yerde kalıyorum. Bir mesaj da mı atmaz insan “buralardaysan görüşelim” diye? O ortada yokken beyefendiyi bana soranları haber vermek için zırt-pırt mesaj attım diye mi heveslendi bu kadar anlamadım ki.

Neyse dertlenecek değilim arkasından, arkası önü bile yok benim için. Ben kaldığım yerden devam ediyorum. Ne eksik ne fazla. Yalnız son 1 aydır benim bir sevgilim varmış ve benim haberim yokmuş ona üzüldüm işte. hele şu geçtiğimiz Cuma acayip ihtiyacım vardı kaprislerimi çekecek bir sevgiliye. Bütün gece kendi kendimi yiyeceğime onun başının etini yerdim bilseydim.

Off bıktım valla. Varlığı dert, yokluğu dert orasını biliyordum da, böylesi de bir acayipmiş yani. Yok arkadaş, bende var bi'sorun kesin...



Read more...

kadınlaRın günü, dünü, bugünü

8 Mart Dünya Kadınlar Günüydü.
Dünya nüfusunun 49.7sinin günüydü.

Her yıl hamilelik döneminde ya da doğum sırasında hayatını kaybeden 500bin,
tecavüze ya da girişimine maruz kalan 600 bin,
ilk cinsel ilişkisini zorla yaşayan 1,5 milyar,
şiddete maruz kalan 1 milyar*,
mutlak yoksulluk sınırındaki 1.5 milyar kişinin yüzde 70’ini oluşturan 1milyar 50bin kadının günüydü.

Türkiye’de yaşıyorsa sadece “kadın” olduğu için aile cinayetine kurban giden Güldünya’ların*, Ü.K’lerin*, Yasemin Kınık’ların* ya da bi’takım istatistiklerde adı “cinayete kurban giden kadınların %70i sevgilileri ya da eşleri tarafından öldürülüyor.” olan kadınların,

Hindistan’da doğduysa sadece “kız” olduğu için doğar doğmaz öldürülen yarım milyondan fazla ceninin*,

Afrika’da yaşıyorsa sünnet edilen 135 milyon kadının*,

Arap yarım adasında yaşıyorsa araba kullanması, oy vermesi, boşanması yasak olan, sevdiğiyle seviştiği zaman recm edilen, sayısı bir istatistiğe konu bile olamayan kadınların,

Amerika’da yaşıyorsa 9 saniyede 1 tecavüze uğrayan, bedeni pazarlanan hemen her ürünün objesi olan kadınların günüydü...

Dünyadaki işlerin yüzde 60’ını yapan ve toplam gelirin yüzde 10’una, dünya üzerindeki mal varlığının ise yüzde 1’ine sahip olan kadınların günüydü...

Kutlu oldu, geçti.

Bugün hava güzel, brunch için rezervasyon yaptırmak lazım. Akşamüstü kuaförde manikür randevusu var trafiğe takılmadan ona yetişmek lazım. Ütü birikmiş yerden yükseklik 2 metre jilet gibi gömlek ütülemek lazım. Başbakan en az 3 tane doğurun demiş, folluğu ısıtmak lazım. Sabah erkenden kalkıp savaş boyalarını sürünmek, çayı demlemek lazım...

Bir günlüğüne kadın olmak neye benzer 2-3 dakika ayırıp düşünmek lazım*.

Her şeye rağmen mücadele etmekten vazgeçmemek lazım.

-------

Pc.deki makalelerimi kontrol ederken son sınıfta hazırladığım bir ödevde 2 yıl önce TUİK yayınladığı şu verileri buldum. Söz uçar yazı kalır, bunları da yazalım:

Türkiye'de hala kadınların yüzde 40'ı görücü usulüyle evlenirken, yüzde 30'u dini nikahla, yüzde 20'si nikahsız yaşıyor.
Türkiye'de 8 milyon kadın okuma-yazma bilmiyor, eğitim gören 100 kadından ise sadece 2 tanesi yükseköğrenim görüyor.

Türkiye'de kadınların yüzde 55'inin doğum kontrolünü uygularken, yüzde 64'ü hamilelik döneminde doktor yüzü görmüyor.

Türkiye'de anne olmak için yılda 2 bin 500 kadın yaşamını yitiriyor.
Türkiye'de kadınların yüzde 65'i eve gelen konuğa görünmüyor.

Read more...

Salı, Mart 04, 2008

suskun mavi

Favori meyvem karpuzdur her mevsim ama elmayı kütür kütür ısırarak yemeyi severim.

Kırmızı daha çok yakışır bana bilirim ama en çok maviyi severim ben.

Biraz hız biraz müzik. tehlikeli belki ama gece vakti ıssız bir otoyolda yolculuk etmeyi severim ben.

Her çeşit tatlıya varım da kaymak demeyin bana sakın. Mümkünse en koyusundan bitter çikolata severim ben.

Uyanır uyanmaz bir bardak süt mutlaka. Varsa taze portakal yoksa bir bardak cappy karışık kahvaltıyı hazırlarken. Ve kahvaltı vaktinde early grey severim ben.

Akşam sevdiğim bir kitapla yatağımda uyuklamayı ya da tv karşısında memleket kurtarmayı severim.

Güneşli günlerde bisiklete binmeyi, daha güneşli günlerde adada bisiklete binmeyi, en güneşli günlerde serin mutfağıma kaçıp bisiklet turundan gelenlere limonata yapmayı severim ben.

Futboldan anlamam, anlayanlarla iddiaya tutuşmayı severim ben.

Rekabeti severim. Kazanamayacağımı bilsem bile tavla da iddialı konuşmayı kaybetmeye yakın mızıkçılık etmeyi severim.

Fikrine değer verdiklerim beni eleştirirken “ben de seni çok seviyorum x’cim be sağol” demeyi severim ben.

Bilmediğim bi’şey anlatanlara âşık olmayı severim.

Minicik hediye paketleri açmayı ve birilerine hediye almak için alış verişe çıkmayı severim en çok.

Ne bilyim işte böyle basit bi’tip ben. Ve de böyle tezat...


Read more...

Pazartesi, Mart 03, 2008

çaresiz mavi

Yardımınıza ihtiyacım var!

Evi terke ederken insan yanına neler almalı? Yani en elzem, hayatta kalmak için olmaz olmazlar neler ki?

Ben öyle bir valize hayatta sığamam. Bi’kere kitaplarımı ve anılarla dolu ayakkabı kutularımı bırakamam ama bi’şeylerden vazgeçemem gerek artık. Yetti, bittim, tükendim, içim kurudu. Bu gece bu saatte evdeysem, gittiğim yerden apar topar döndürüldüysem, hem de bir hiç uğruna…

Gelip eve hala incir kabuğunu doldurmayan şeyler için bangır bangır kavga ediyorsam babamla. Ve annem sanki sesler alt komşudan geliyormuş gibi dergi karıştırıyorsa ve kardeşim telefona yapışmış sevgilisiyle konuşuyorsa ve ben… Neyse…

Nedir yani evi terk ederken ne almalı insan yanına? Aslında babam “çık git o zaman kızım” dediğinde basıp gitmek vardı ya. Nerde bende o yürek? Ve lanet olsun yürek meselesi de değil bu sadece! Neyse konu bu değil artık.

2 kot, iş günleri için 2 kumaş pantolon, 2 elbise yaz geldi şimdi bodyler katlayınca küçücük oluyor zaten sığdırabildiğim kadar body, iç çamaşırı, çorap, havlu, bir-iki mont, eşofman, pijama, 2 çift ayakkabı hayatta yetmez ama fazla yerimiz yok bir spor bir klasik 2 çift pabuç. Makyaj malzemeleri. Hımm, epilatörü unutmamalı.

Bilgisayarda buraya yazılmış/yazılmamış tüm yazılarımın yedekleri var, onları imha etmek lazım. İpod’un notes klasörüne aktarabilir miyim acaba onları. Off yine bir sürü teknik iş. Bu günceyi de toptan imha etmek lazım. Kardeşim biliyor sanırım adresi, çaktırmıyor bana.
Haa sahi firefox’a tanımlı şifreler vardı onları silmek lazım. Hatta firefox’u tümden kaldırmak lazım bilgisayardan history falan da silinsin.

Emektar günlükleri almalı. Ya da son bir iki tanesini almalı sadece, eski okurlarsa anlarlar belki. Hah! çok iyimser gördüm kendimi! Hepsini almak lazım tabi ki… Off sadece günlükler yetmez ki o ayakkabı kutularının içi top secret neler neler dolu! Demek ki onları önceden bi’yerlere göndermek lazım.

Başka nedir yani acil ihtiyaç? 3–5 ay izimi kaybettirene kadar ortadan kaybolmak için olmazsa olmaz ne var yani? Paran varsa her şeyi elde edebiliyorsun zaten. Gerçi ilk etapta tanıdık kimselere sığınamayacağımı ve kendimi bir otele atacağımı düşünürsek ilerleyen zamanlarda kıyafete ruja para harcayabileceğimi hiç sanmıyorum. Haa sahi, temiz, küçük mümkünse Anadolu yakasında bir otel bulmak lazım. Var mı bildiğiniz bi’yer? Ya da bana evinin bir odasını kiralayabilecek birileri? Ciddiyim. Çok ciddiyim.

Ben bunca zamandır bi’şeyleri değiştirmek için azar azar, minik minik adımlar atayım, farkında olunmadan yoluna koyarız belki, anlaşırız diyordum ama nafile. Zaten beceremiyormuşum demek ki bu güne kadar. En iyisi çat diye kestirip atmak. Kapıyı çarpıp çıkmak.

Bugüne kadar tanıdığım herkesin kayıtlı olduğu telefon defterini almak lazım. Telefonu değiştirmek lazım. Hadi o hazır. Şirketin verdiği hattın numarasını evdekilere hiç söylememiştim zaten. İz bırakmamak için başka yapılması gereken bi’şey var mı benim şimdi aklıma gelmeyen?

İş yerinin kapısına dayanırlar o kesin. Hadi güvenlik her sabah beni bile öttüm diye 2 kez x-ray’dan geçirmeye utanmıyor, binanın içine giremeyeceklerini umuyorum. Ben nasıl çıkacağım iş çıkışı dışarı? Peşime adam takmadıklarından nasıl emin olacağım sığınağıma giderken. Neler yaşanabilir en kötü?! Ve bunlarla baş etmek için n’apılır? Neyse bu artık ikinci adım. Ben önce bir basıp çıkayım da, sonrasını sonra düşünürüz.

Eee başka bu kadar mı yani? Bu kadar kolay mı?

Hah buldum nüfus cüzdanıyla diplomayı bi’de sağlık karnesini almak lazım. Başka resmi evrak var mı unutulmaması gereken?

Yani gayet tek bir valizle hatta biraz daha kıssak sırt çantası kıvamında bir çantayla kapıyı çarpmak mümkün öyle mi?

Peki zamanlama? Kalacak yeri ayarlamadan hemen bu gece çıkamayacağım aşikâr. (gerçi içimden bir ses bu kadar hesap kitap yaparsan hiç olmaz, zaten uyuyup uyandıktan sonra sinirin azalacak, gözünü karartıp çık git bu gece sessizce, diyor. Haklı olma ihtimali yüksek ama hem bu kadar büyük ve aptalca bir risk alamam hem de herkesin evde olduğu bir sabah çıkıp gitmek akıllıca değil, herkes bir arada olacağı için çok kolay organize olup aramaya başlarlar, benim de çok fazla seçeneğim olmadığı için fare gibi kısılır kalırım) Galiba en makulü bir sabah işe gitmek ve dönmemek.

Yani bu işin planı bir dosya kâğıdına sığacak kadar kısaysa ben niye hala burada oturuyorum? Lütfen eksik kalan ne varsa söyleyin. Anasını satayım bu böyle eşe dosta akıl danışılabilecek bir konu da değil ki? İz bırakmadan ortadan kaybolacaksam kimselere de anlatmamam lazım değil mi?


17 mayıs cumartesi:23:59

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP