Salı, Ekim 28, 2008

yasak kalkmış, şimdilik



D E N E M E B İ R'Kİ...
D E N E M E 1-2
BLOGGER AÇILMIŞ SANKİ, YAZMAYA DEVAM

Read more...

Pazartesi, Ekim 27, 2008

sanal mavi



Sevgili bloggerlar,
Farkında olduğunuz üzre yasak altındayız. Biraraya gelip kenetlenmemiz, tek yürek olmamız gereken şu günlerde rss beslemelerindeki 255 karakter sınırını kaldırsanız, readerlar üzerinden rahat rahat okuyabilsek yazdıklarınızı nasıl olur diyorum? Bence süper olur!

Read more...

Pazar, Ekim 26, 2008

oRtaya mavi, saRı, yeşil,moR kaRışık bi'şileR


Blogger kapalı hala. Digiturk "maçları beleşe izletiyorlar" demiş, hakim amcada "tiz kesin kablosunu bu münafıkın" diye karar vermiş anlaşılan. yok o kadı mıydı yoksa? güya bende bu konuda yapılabilcekleri yapacak, yazacak, tartışacaktım. Ama sanırım bugün bütün gün telefonla konuştum. Ve kafamın içinde olmasından şüphelenilen hasarları cep telefonun süpersonik radyasyon etkisiyle daha da arttırdım. Aferin bana!
Sinirliyim. Aptalım. (ama bunu daha önce uzun uzun yazdığım için ne yazık ki bu sözcüğün üstüne oynayamayacağım bu gece, çok yazık)
O günden beri başımın ağrısı hiç geçmiyor. Dinlenemiyorum. Yorgunum. Dağınım. Yalnızım. Hah bu güzel: yalnızım. Yanlız da olabilirim. Bozmaz yani, aynı kapıya çıkıyor diğ mi?

Hiç arkadaşım kalmamış benim. Belki de hiç olmamış aslında 'kalmamış' deyip kendimi kandırıyorum. Liseyi hiç sevmedim ben, oradaki hiç kimseyle görüşmüyorum ama yokluklarını da hissetmiyorum zaten. Ortaokul desen. O tayfayı seviyorum, facebook sayesinde hazır da buluşmuştuk ama. Ama… Bu cümlenin aması hayatımın amına koyan “ama” ve ben onu atsam atamıyorum satsam satamıyorum.
Üniversiteyi evinden başka şehirde okumanın sanırım en kötü tarafı bu. Hayatının en güzel yıllarını geçirdiğin adamlarla en yakın iletişim şekli konferans görüşme ya da webcam oluyor en sonunda. S.cim, A.cım, Ö.cüm hepsi başka başka şehirlerde şimdi. Aaa sahi J.cim burada burnumun dibinde ama evli ve bir çocuk annesi genç bir kadının hafta sonu planlarıyla benimkiler pek uyuşmuyor takdir edersin ki.
İşyeri… İşyerinde 1 haftadır beni kimse yemeğe çağırmıyor. “E onlar çağırmıyorsa sen çağır” deme işte. Ben çağırdığımda sorun yok zaten. Cümbür-cemaat pek keyifli bir yemek yiyebiliyoruz. Ama ben çağırmayınca kimse bana yemek yiyip yemediğimi sormuyor. Son 1 haftadır test ediyorum, cık. Hatta arada bir iki gün onlar yemekten döndükten sonra gittim ‘hadi yemeğe’ dedim. ‘Aa biz şimdi geldik’ dediler. ‘Eee’ dedim ‘bana niye kimse haber vermiyor?’ ‘Tüh unutmuşuz’lar, ‘aa sen çıkmamış mıydın bu saate kadar’lar falan. Çok garip bir şekilde kötü niyetli olmadıklarını gayet iyi biliyorum. Biliyorum, anlıyorum ve akabinde affediyorum. (special thanks to gregor)
Yani kısacası işyerindekilerden de bir cacık olmaz. E sevgilim yok zaten. Bunu niye belirtiyorsam özellikle. Yalnızım sözcüğünün tam karşılığı bu değil mi zaten?


Off aslında ben bunların hiç birini yazmayacaktım… zehir zemberekti ne güzel dilimin ucundakiler. Niye kalemi alınca sakız gibi uzadılar.

Dedi ki bugün:
“sen ‘in a reletionshipte’kilerin gece yarısı telefonlarını açmadığında değil, o adamların relationship durumunu bizzat kendilerinden öğrendiğinde adam olacaksın”

Dedi ki bugün:
“samimiyetle söylüyorum, işine bu kadar özene gösteren birisi gerçekten …. ışıltısı taşıyor demektir. Senin o ışıltıyı taşıdığından hiç şüphem olmamıştı zaten.”

Dedi ki bugün:
“burada fazlasıyla kafam karışık, keşke o gün daha uzun konuşabilseydik”

Dedi ki bugün:
“senin gibi birinin bu kadar uzun zamandır yalnız olduğuna inanmamı beklemiyorsun değil mi”

Dedi ki bugün;
“aslında bitmişti her şey ama dün onunla bir kez daha görüşünce… ”


Oysa ki ben onun diğerlerinden farklı olduğunu sanmıştım. Oysa ki ben ondan hoşlanıyorum bile diyemeden daha onun için;

“seni seviyorum”u 2 durumda çok kolay söylüyorum. İlki karşımdaki samimiyetle ve acımasızca beni eleştirirken ve ben o eleştiriye artık katlanmaz olmuşken karşımdakini susturmak için. “sağol be. Bunları söylediğin iyi oldu ben de seni çok seviyorum gerçekten” şeklinde.

İkincisi karşımdaki çok zekice bir fikir söylediğinde ya da benim bilmediğim ve gerçekten öğrenmek istediğim, ilgilendiğim bir şey anlattığında “Seni seviyorum S.cim ya gerçekten” şeklinde.

“Gerçekten” önemli, çünkü gerçekten sevmediğim hiç kimseye tutup bu 2 koşuldan birini sağladı diye “seni seviyorum” demiyorum. Örneğin cumartesileri bizi çalışmaktan kurtaracak olan raporlama fikrini ortaya attığında Ş.nin boynuna sarılmak geçiyordu içimden ama tutup da “seni seviyorum Ş ya, süpersin” demedim adama. Demem. Niye yazdım bunları. Çünkü bu gece dilimin ucuna kadar geldi “seni seviyorum”un. Ucunda kalmayacak, çıkıverecek sandım. Bir an kalbim yerinden fırladı. Yutkundum. Neyse ki telefonun öbür ucundaydın ve adımla başladığın cümledeki o zekice ışıltının beni nasıl etkilediğini hiç fark etmedin. Belki de sadece adımla başladığın içindi. Adım sesine çok yakıştığı için.


Demiştim. Daha dün demiştim. Taslak olarak kalmasının sebebi son paragarafın “çünkü”sünden sonraki her harfi, her sözcüğü tek tek yutacak olmammış meğer. Yayınlamadığım için bu tükürükleri yalamam gerekmez artık değil mi?
I-ıh gerekmez. Oysaki ben ondan “hoşlanıyorum” bile diyemem i daha….

bugün dedi ki:
“çok toysun daha. Öyle basit oyunlar ki bunlar… biraz daha büyüsen hepsini öğreneceksin. ”

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.Küçüğüm, küçüğün olmaya razıyım yeter ki GEL!
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.



Yalnızım evet ama bu yazılmış sayılmaz… Daha çok su kaldırır bu hamur.
Çünkü bugün dedi ki:

ve her şeyi unutup uyumak istiyorsan
sığınmak için seçtiğin yer rüyalarınsa
her aynaya baktığında karşındaki sen değil başkasıysa
ağlamak aldanmak kadar kolay
kendine bile bakacak yüzün kalmadıysa.






Niye en çok ihtiyacın olan zamanda bir damla bile içki bulamazsın?
Niye marttaki bir günüm 23 saatken ekimdeki bir günüm 25 saat sürüyor? Niye uzun ve kısa sürecek günlerimi ben seçemiyorum?


Gidelim buralardan Sabrina.
Gidelim…

Read more...

Cuma, Ekim 24, 2008

susma hakkına sahipsin, söylediğin heR şey mahkemede aleyhine delil olaRak kullanılacaktıR.

Diyarbakır sulh ceza mahkemesinin aldığı karara göre bu siteye erişim makheme kararıyla yasaklanmıştır! Şu an yasadışı bi'iş yapıyoRuz yani. Off ne adrenalin ama!

Unuttular mı, teknik olarak yetersiz olduklarından mı bilemiyorum ama rss aboneliklerinde sorun yok. ayrıca Vtunnel çatır çatır çalışıyor. Daha bunun ktunnel versiyonu da varmış oh süper. olmadı Proxy ayarları falan. var yani yolu.

Ah azizim, şu ana şalterin yerini bulan kimse yok mu oralarda? Toptan yasaklayın interneti!
Biz de televizyona eblek eblek bakarken muzlarımızı yiyelim hep birlikte…

Read more...

Salı, Ekim 21, 2008

tik-tak

Seanslar: 13.30 16.00 18.30 yazıyordu gazetede, saati 14.30’u gösterirken. 16.00ya yetişemezdi. Bütün gece gördüğü kabusların ve 40derecelik ateşinin etkisiyle terlemiş ve daha duşa bile girmemişti. Bu halde sokağa çıkmak da pekiyi bir fikir değildi ya, evde biraz daha yalnız kalırsa duvarların arasında delirmekten korkuyordu. Bu soğukta sıcak bir sinemada, iyi bir filmle epey kafasını dağıtırdı.

Üstünden çıkardıklarını makineye tıkıştırıp sıcak suyun altına girdi. Dakikalarca aktı gitti su teninden. Suyun ne denli sıcak olduğunu buhardan boğulacak gibi olunca fark etti. Duşakabinin kapısını araladığında çalan cep telefonunu duydu. Koşarak fırladı dışarıya, çalan melodiden belliydi o olmadığı ama bir ümit baktı ekrana.

“of sen miydin”
“kızım nerdesin sen iki gündür, kapına dayanacaktım bugün valla, iyi misin?”
“hastayım, yatıyordum. Evde misin? Duş alıp sana geleyim.”
“gel tamam bekliyorum. Hatta bende kal bu akşam. İşe buradan gidersin”
“tamam bakarız”
“bakarız deme lens mi solüsyon mu ne zıkkım lazımsa al yanına işte”
“iyi, tamam”
“bak ne diyeceğim bizim caddenin başında yol çalışması var”
“eee”
“eesi normal yoldan giremezsin siteye”
“anormal yolu tarif et o zaman”
“o ilk ışıkları geçtikten sonra hemen sağa sapma, caddenin üstünde…”

Üşümüştü. Üşümek ne ki dişleri zangır zangır birbirine vuruyordu. Tekrar banyoya, sıcak suyun altına koştu. Saçlarını yıkayıp, çıktı.

Giyinirken içinden bir ses, çıkmamasını söylüyordu.
“Otur oturduğun yerde, ne işin var bu saatten sonra bi’de milletin evinde kalacaksın, yarın zaten iş var”
Aynada allığını sürerken susturdu içindeki sesi.
“günlerdir bekliyorum da n’oldu? Bugünde gelmeyecek. Gitti. Bitti işte.”

Salondaki meyve tabaklarını mutfağa götürürken masanın üstündeki dağınıklığı fark etti. Kaç gündür duruyordu o dağınıklık orada? Bir bütünün parçası olmayan kaç yüz parça vardı etrafta?
Kırık aynada yüzlerce kendini görüyordu sanki. Her bir parçası bir yanda. Ve resmin tam ortasında bir büyük boşluk…

Tabakları aldığı sehpanın üzerine bırakıp yerdeki kutuya yöneldi. Bütün parçaları bir hamlede kutuya doldurdu. Yatak odasından çantasını, kapının önündeki portmantodan anahtarlarını aldı, kapıyı çarpıp çıktı.

---


Rezervasyon yaptırmak için telefonu cebinden çıkardığında saati 14.30u gösteriyordu. “isterseniz 18.30’a 2 kişilik yerimiz var efenim.”
“hımm”
Festivalde izleyemediğine çok üzülmüştü. Tam da gösterime girmişken, kesinlikle kaçırmak istemezdi bi’kez daha.
“tamam, 18.30 iyidir.”

Aynada uzamış sakallarına baktı. Aslında hala sinirliydi ama gece kan ter içinde uyandığı rüyanın etkisi daha ağır basıyordu. Simsiyah elbiselerle, ateşler içinde dans ederken görmüştü sevgilisini. Yüzündeki acı, gözünün önüne gelince bir kez daha irkildi. Hala ayılmamıştı tam olarak. Soğuk bir duş kendine getirirdi.

Yatak odasına girer girmez telefonunu aldı tekrar. Aradı. Meşgul. Giyindi, en sevdiği mavi gömleğinin son düğmesini ilikledi, bir kez daha aradı. Meşgul.

“Uzun uzun telefonda lafladığına göre, keyfi yerinde demek”

Böyle düşününce sinirlendi tekrar. Mutfağa geçti, buzdolabından süt kutusunu çıkardı, ayaklarını sehpaya uzatmış içerken yarı aralık kitabı gördü. Kaldığı yeri işaretlemek için tokasını koymuştu kitabın arasına. Uzandı, nerede kaldığına bakmak için kitabı aldı. Son 2 bölüm kalmıştı. Finali nasılda merak ediyordu, sırf son bölümü bir an önce okumak için onu bile susturup kitaba gömüldüğünü hatırladı. Demek tam da son bölüme geldikleri sırada başlamışlardı kavga etmeye. Altını çizdiği cümlelerden birini okudu.

Onunla her yere gidebilir ve her yerden gidebilirdim, ötesini düşünmeden

Yeganeydi çünkü, değerdi ondan kopamamaya, yokluğuyla inatlaşmaya

Tokayı sehpanın üzerinde bıraktı, elinde kitapla fırladı yerinden. Yatak odasından cep telefonunu, girişteki ayakkabılığın üstünden ruhsatı aldı, kapıyı çarpıp çıktı.


---


Evinin anahtarlarını hiç istememişti. O bir anahtarlığa takıp verdiğinde de almamıştı. Ama “apartmanın anahtarına hayır demem, en azından seni evde bulamazsam alt kattaki öğrencilere sığınırım” deyip kızdırmıştı onu. İyi ki almıştı girişin anahtarlarını. Asansöre binmedi. Tam önünden geçerken alt katın kapısı açıldı.
“iyi günler”
“merhaba” (off nereden çıktı şimdi bu çocuk)
“doğan ağabey’i de çıkarken görmüştüm ama”
“yaa?” (üstünde ne vardı, nereye gider gibiydi, anlatsana be)
“pardon üstüme vazife değil tabi.”
“yok yok ben de sürpriz yapacaktım zaten” (amaan soru da sorulmaz ki buna şimdi)
“aaa ne tesadüf, o da size geliyordu muhtemelen, böyle giyinmiş, kokular sürünmüş falan”
“öyledir herhalde, sağol” (pislik kim bilir kimi buldu kendine hemen)

Elindeki puzzle kutusunu kapının önüne fırlatıp hızlı hızlı indi merdivenlerden. Hayır artık ağlamayacaktı. 2 günde hemen birini bulduysa onun için ağlamaya da değmezdi. Nasıl bu adar aptal olmuştu. Kendisini arayacak diye beklerken o çoktan yeni denizlere yelken açmıştı demek… Taksiciye titreyen sesiyle evinin adresini söyledi.


---


Kapısı bir türlü kapanmayan bir apartmanın giriş katında oturuyordu. Kapıcıya bile defalarca söylediği halde ne zaman gelse kapıyı paspas sıkıştırılmış şekilde açık buluyordu. Yine açık kapının önünden paspası ayağıyla iteklerken kapıcıyla karşılaştı.
“İyi günler Mehmet efendi. Yine açık bu kapı”
“Valla Doğan ağabey, Pazar ya bugün çoluk çocuk bahçeden girip çıkıyor, onlar sıkıştırmıştır gene.”
“ama hiç güvenli değil böyle, dikkat etseniz azıcık”
“ediyom ağabey etmez miyim, ama merak etme yenge evde yok zaten”
“yaa?” (e araba kapıda?)
“valla süslenmiş çıkıyordu ben öğle servisini yaparken. Kapıda burun buruna geldik. ‘Ekmek lazım mı abla?’ dedim, ‘bana bi’taksi söylesene duraktan’ dedi. Ben de hemen bizim Mahmut emmi’yi aradım. Hemen şu ileriki durak bilirsin… ”
“tamam, Mehmet Efendi sağolasın” (içmeye çıktı demek, taksi söylediğine göre…)
“elindeki çiçekleri sepete bırak istersen, ben göz kulak olurum bi’şey olmaz.”
“tabi tabi, haydi kolay gelsin sana”

Elindeki çiçekleri çöpe atmaktı niyeti ya, şu Mehmet efendi’nin ağzına laf vermektense, kapıya bırakmayı tercih ederdi. O çiçekleri bırakıp gidene kadar gözünü üstünden ayırmazdı zaten. Kapısına asılı sepete önce çiçekleri, çiçeklerin önüne de kitabı yerleştirdi. Neyse ki kitap yanındaydı. “Al bebeklerini ver misketlerimi” derdi arayıp sorarsa. O koşa koşa kapısına gelirken, hanfendi gece gezmelerine çıkıyordu demek ki. Arabayı bile almadığına göre eve de dönmezdi. Bütün gece eğlenip, ertesi sabah işe gitmek de yapmadığı şey değildi zaten. Hatta belki de ofisteki yeni çocukla bile çıkmış olabilirdi. Kontağı çevirirken “yokluğuyla inatlaşmaya değmezmiş” dedi.


---


Kapının önündeki çiçekleri görünce yüreği ağzına geldi. Kitabı da oradaydı. Ne demekti bu? “Al bebeklerini çek git” demek istiyorsa bu çiçekler neyin nesiydi? Anahtarlarını bulamadı bir türlü. Cebinden telefonunu çıkardı. 17.30du saati. Aradı. Meşgul.

Kapının önündeki puzzle kutusunu görünce yüreği ağzına geldi. Kapağını açıp baktı, herhalde tüm parçaları içindeydi. Nasılda zor birleştirmişlerdi oysaki. Ne demekti bu? “parçalandık” mı demek istiyordu, “gel yeniden birleştirelim parçalarımızı” mı? Anahtarlarını kapının dışında unutup kapıyı kapattı. Cebinden telefonunu çıkardı. Aradı. Meşgul. Kırmızı tuşa basınca ekranda saati gördü. 17.30.

Tam yeniden aramaya başlayacakken telefonu çalmaya başladı. Ekrandaki fotoğrafı görünce güldü.

“Sevgilimm”
“Pis serseri gelmeden önce niye aramadın? Günlerdir seni bekliyorum ben!”
“Sen niye aramadıysan ondan aramadım”

Güldüler.

“Festivalde kaçırdığın filme iki kişilik biletim var, 18.30a yetişir miyiz dersin?”


Filme yetişemediler...
Saatleri dünya saati değildi belki.
Belki de yetişmek istemediler.


Read more...

Cumartesi, Ekim 18, 2008

dengesiz mavi


İzmir’e de, konsere de gidemedim. Onun yerine hastaneye gittim. 5 saat müşahede altında kaldım. İnsan vücudunda ölçülebilecek ne çok değer varmış meğersem. Her şeyi böyle 2 tahlille çat çat ölçebilsek keşke.
“Kırmızı alarm seviyesi kırmızı alarm seviyesi! Aşk sınırın altına düştü, acilen takviye yapmamız lazım”
Aşkın birimi olsa ne olurdu acaba? Ya da ilginin?

Çünkü insan böyle “hasta” zamanlarında en çok “ilgi” istiyor. Kendini iyi hissetse de etrafında şımarabileceği birileri olsun istiyor. Herhalde içten içe “sağlığına” sevinilsin istiyor. Varlığının birilerini iyi hissettirdiğini, yokluğunun eksiklik yaratacağını bilmek istiyor. Bunları anlamak için küt diye düşüp kalmak gerekiyor herhalde.
Bir dolu koşturmacaya, paniğe gözleri kararmış da olsa şahit olmak gerekiyor.
Küçük bir ansiklopedi boyutundaki kâğıt yığınlarına bakan adamın ağzından çıkacakları inandığı-inanmadığı tüm dinlerde dualar ederek beklemek gerekiyor.

Sonucunda, İzmir’e gidemezsem de konsere gidemezsem de üzüleceğim (amma devrik cümleymiş bu da) derken, ikisinde de olamadığı halde seviniyor; geceyi hastanede değil evinde geçirdiği/geçirebildiği için.

“Stres” acayip bir kavram. Mide, ruh sağlığı, beyin fonksiyonları gibi nokta atışlı dezenformasyonlara sebep olabildiği gibi insan vücuduna dört bir koldan saldırıp dengeyi bir anda alt üst edebiliyor. Yani “bu baş dönmeleri sıklıkla oluyorsa yarına kadar kalın nöroloji uzmanımız birkaç tetkik daha yaparak size detaylı bir ilgi aktarsın”dan paçanızı kurtarabildiyseniz her şeyin müsebbibi “stres”. Neymiş çağımızın hastalığı! Başlı başına bir hastalık adı stres yani artık vay anasını…

Hayır 'ev geçindirmiyonuz, çocuk okutmuyonuz, kira ödemiyonuz, neyin stresi bu kardeşim?' demezler mi adama, derler. Verecek bir cevabımız var mı, yok!

Sonuç; sağlık her şeyden önemli. Konsere de gidilir, izmir’e de mühim olan tahtalıköye gitmemek.
Sonuç; takma kafana tokadan başka, ciddiye alınması gereken önemli bir özdeyiş. Toka takacak saçım da kalmadığına göre kafama takacak hiçbir şey olmaması gerekiyor, ayağını denk al.
Sonuç; sen bi’kaç saat takıldın çıktın düşün bir de hastanede yatanların halini, bundan sonra hastanedeymiş denilen hiç kimsenin çıkması beklenmeyecek hemen çiçek-kolonya ziyaretine gidilecek.
Sonuç; insan nezleyken bile ilgi istiyor evet. Ama böyle zamanlar tam zaaf zamanları, ilgi görünce ayarını kaçırmamak, ilgi görmek için dozu arttırmamak gerek.
Sonuç; ulan bi’tarafında bi’yamukluk var işte bırak şu kontrol delisi hallerini artık, kim ilgilendiyse ilgilendi, tadını çıkar be kızım!
Gizli sonuç, yalanlar ve yalanları takip etme işi, önüne arkasına hikâyeler uydurma işi seni fazla yoruyor. Koy ver gitsin.




Kış kış cinler kış kış

Read more...

Cuma, Ekim 17, 2008

öften mavi, püften laciveRt


Belirsizlikten ve plansızlıktan nefret ediyorum. Hele plansızlık. Yok yok belirsizlik. Aman ikisi de işte. Ve şirket sağ olsun son 2 haftadır belirsizlik konusunda rekor üstüne rekor kırıyor. Ramazanda bozulan hafta sonu ve erken çıkış düzeni bir yana, kaçan hedefleri bir türlü tutturamadıkları gibi, bu durumun faturasını yine bize kesiyorlar. Bir de üstüne üstlük “bu kadar kritik bir tarihte bu tip şeyler olması çok doğal arkadaşlar. Sektörümüz için bu önemli dönemeçte her birinizin göstereceği fedakârlıklar için şimdiden teşekkür ederiz”
Oldu canım, başka bir arzunuz.

Hepsini anladık. Haftanın ortasında motivasyon toplantısı yapmak ne iş? Hangi akla hizmet? Çarşmba gecesi, alla’n taa Yeniköy’ünde über süper sonik 1000 yıldızlı bir otelde (içinde 9 saat geçirdiğim otelin adını bilmiyorsam bu benim suçum mudur hayır değildir, zorla götürenlerin suçudur.) önce big brotherın, sora big big big brotherin (ceo diyolar aslında kısaca) sunumlarını izletip, arkasından bir de zorla Nev konseri dayatacağınıza, şu eğitim planını bir düzene koysaydınız ya!

(Nev sahnesi keyifli bir adammış bu arada. Her ne kadar kendisini –cebren- dinlemeye gelmiş olanlar şarkılarını eşlik etmekte zorlansalar da gayet iyi idare etti.)

Cumartesi sabahı, hangi şehirde olacağımı Cuma akşamı 18 sularında(!) öğreneceğim bir şirkette çalışıyorum ben. Aman ne kurumsal, ne profesyonel gözlerim yaşardı. Altı üstü bir eğitim lan, ya eğitmenleri istanbul’a getir ya eğitilenleri izmir’e götür. Ne kadar komplike olabilir ki.
Hayır şimdi bütün planlarımı, yarın akşam stüdyo live’da olmak üzere yaptım diyeceğim, murpy kanunları diye bir zıkkım var plan suya düşerse ciddi üzülürüm. Hadi yapmadım Cuma gecesi İzmir yolunda olmak üzere ayarladım kendimi diyelim, bu sefer izmir’in girişindeki kırmızı halılar elimizde patlayacak, fena üzerler beni. Hele S. canımı okur valla. Bu yüzden ne S.ye ne D.ye haber veremedim hala hafta sonu planı için. (Aaaa sahi D.cim bak ne diyeceğim, nerede olacağım hala belirsiz olsa da her an her şey olabilir. sen giderken yakana kırmızı karanfil tak, gelirsem karanlıkta bulamam sonra orada seni, daha çok üzülürüm)

Bi’de öyle acayip ki, sonuç ne olursa olsun üzüleceğim. İzmir’e gidemezsem de konsere gidemezsem de üzüleceğim. Ve içinde bulunduğumuz tarihin kritikliği açısından iki yerde olamayışımın da telafisi yok.

Hay ben böyle şansın…

Offf!!!

Gözünüzü seveyim biraz net olun arkadaşım. Kova’yım ben. Daralıyorum böyle son dakika gelişmelerinde. Bünye kaldırmıyor!
Bak bu saat olmuş uyku yok hala…

Poff!!!


Read more...

Pazar, Ekim 12, 2008

şüpheci moR

Ben senin söylediğinin doğru olduğuna inanıyorum ama gerçek olduğuna inanmıyorum.

Bu cümleyi ben kurmadım ama benim oldu. Kendi cümlelerimi kaybetmişken o kadar iyi geliyor ki bu hediyeler. Müsebbibi E. yine bu sevindirik halimin. Bence ilkine çok sevindiğim için “al senin olsun” dedi ama “hayır canım içimden geldi” dediği için inanıyorum öyle olmadığına.

İçinde bulunduğum durumu karşılık gelmese, aynada son rötuşları yaparken kendi gerçekliğim -amma ağır bi'lafmış bu da- dank etmese kafama giderayak yazmayacaktım aslında.

“Doğru ama gerçek değil” Nasıl olabilir ki aynı anda? Doğru olduğuna inanıyorsan onun gerçekliğini sorgular mısın ki? Bilim adamı olunca sorguluyor demek insan “bilimsel şüphecilik” diyorlarmış bir de buna, peh! Küçümsediğimden değil aslında. “wouw!” daha doğru bir ünlem olur belki.

Benim “inanıyorum” dediğim her şey gerçek bence. Ya da senin “inanıyorum” dediğin her şey. Hatta yazmış olmalıyım bunu bi’yerlere ama şimdi acelem var bulamam ki. “İnanıyorum” dedikten sonra tartışmanın kimseye bir faydası var mı ki?

Tam burada bir adım geri çekilip düşünmek lazım demek ki. Doğru olabilir ama ya gerçek değilse… Somut durumlarda, ispatlanabilir olduğu sürece sorun yok da soyut “haller” işin içine girince... İspatlanamaz ama gerçekse? Etimolojisine bakmak lazım gerçeğin belki de. Belki de “bir şeye inanmak onu gerçek kılar mı?” yı yanıtlamak lazım önce.
Peki ya “gerçek olan inanmaktan vazgeçtiğinde bile yerinde durandır.”

Of kafam karıştı gerçekten. Açtığımda ‘kapıda bekliyoruz hadi insene’ demek için inatla çalan telefon karıştırdı aklımı. Yoksa tüm bu yaşadıklarımın hem doğru hem de gerçek olduğunu ispatlayabilirim sana, diğ mi?


Read more...

küllü gRi


vengo naci en alamo




Her şeyin bir zamanı var işte. Bunu insana öğreten yine zaman. Bir şarkının bile zamanı var.

Aylar önce olsa gerek. Belki yıl bile olmuştur. Orijinal yazıyı bulmadım özellikle. Çakır keyif bir geceydi, bir mail atmak için açmıştım bilgisayarı. Firefox sağ olsun, reader açık geliyor. Hatırladığım kadarıyla Ümit’in günüğündeydi. Klibi vardı şarkının. Yüksekçe bir araba karanlık bir yolda ilerliyor ve kavruk bir kadın sesi, bir filmin final müziği belli. Biraz dinledim şarkıyı ama sonuna kadar değil. Belki de baştan sona dinlemişim gibi bir yorum bile bırakmışımdır, dedim ya özellikle bulmadım orijinal yazıyı.

Dün gece. Evde yine. Yine çakırkeyif ve yorgun. "Dance of The Bad Angels" Perdeyi açtım, ışığı söndürdüm, yatağa uzandım, belki 10 kez dinledim. Kalkıp defterimi çıkardım çekmeceden. Vazgeçtim. Hissettiklerim sözlüğe yazılmalıydı. Bu şarkıyı sözlüğe borçluydum. Benden önce yazılanları okurken ondan da vazgeçtim. Yazılabilecek her şey yazılmıştı. İkilemenin anlamı yoktu.
Oradaki bir linkten geçtim bu şarkıya. Klibi görünce hatırladım daha önce yarım yamalak dinlediğimi. Sonuna gelene kadar iki damla yaş süzülmüştü bile. Ne söylediğinden hiçbir şey anlamadan niye gözleri dolardı insanın bir şarkıya. Evet, pmsnin etkisi vardır kabul ama ben nereden biliyorum “Naci en al Amor”un “aşktan doğdum” demek olduğunu. Bunu 17 yaşında bir Çingene kızın söylediğini…

O zaman anladım bi'kez daha; her şeyin bir zamanı olduğunu. Bu şarkının zamanı dün geceydi. Repeata alıp, hiçbir şey düşünmeden birkaç hayalimtrak kareyle sızmanın zamanı dün geceydi.

O gece yazdığım maili yollamamıştım yazılana. Silmemişim de, taslakta duruyormuş hala. Google bize bu kadar depolama alanı vermesin bence, acıtıyor. Elim titrer gibi oldu açarken ama kediyi merak öldürür işte okudum. “Aylar önce senin için yazılan cümlelermiş bunlar, ben de durmasının anlamı yok çöpe atmaya da kıyamadım” konu kısmı için fazla uzundu evet… Bu kadar uzun bir boşluktan sonra göndermek için fazla samimiydi evet…

Telefon çaldı. Çaldı. Çaldı. Bir numaraydı ekrandaki rehbere kayıtlı değil. Ama kime ait olduğu bilinen. Açtım.

“Müsaidim evet”

“in a relationship”de olan bir adam gecenin köründe beni aradığında, hiç bi’şey yokmuş gibi “evdeyim” diyeceğime “sen niye bu saatte sevgilini değil de beni arıyorsun ki manyak” deyip suratına telefonu kapattığım gün mutlu olacağım ben sanırım. Ya da adam olacağım. Adam gibi ilişkilerim olur belki o zaman. Bir ilişkim bile olur belki kim bilir. O zamana kadar saçlarım da uzar hem.

Her şeyin bir zamanı var evet, bu şarkının zamanı da dün geceydi.

Aşktan doğdum / Aşka doğdum
Hiçlikten geliyorum
Ne bir yerim var
Ne de vatanım


Şimdi, yazlıkları kaldırma vakti. Sevgili kış dayanmışken kapıma, yağmurlar tıpırdarken pencerede geri çevirmek olur mu hiç?
Şimdi yazlıkları kaldırıp kışı içeri alma vakti…



Read more...

Cumartesi, Ekim 11, 2008

soğuk laciveRt

Sana bile yazmak gelmiyor içimden. Seni bile özlemiyorum artık. Sen. Bile. Ve aynı cümlede.
Hiç istemezdim böyle olsun. Ama oluyor işte. Sen gelmedikçe büyüyor boşluğun. Boşluğun büyüdükçe kalbim daralıyor. Küçülüyor, büzüşüyor.

Sensiz bir karar daha verdim dün. Sensiz bir kitap daha okudum bugün. Sensiz bir film daha izlemedim; sensiz koskoca bir film ekimi daha bitecek nasılsa. Dali geçip gidecek sensiz. Oysa aşkla keşfetmiştim ben Dali’yi. Bilmezsin. Ben de bilmem zaten. Dali Gala’ya aşıktıysa “aşk” nedir kim bilir? Galatea’ki heykeltıraşını kendine âşık eden Venüs’ün hayat verdiği.


Galatea of Spheres

Yazıyorum bunları, sensizlerin çetelesini tutuyorum tek tek. “sen gelince soracağım hesabını” diyorum. Diyordum yani. Vazgeçtim.
Senden bile vazgeçtim artık. Sen. Bile. Ve yine aynı cümlede.

Gitmeyi bekledikçe doluyor valizlerim. Dolduruyorum, biriktiriyorum pişmanlıkları, yanlış kararları, çıkmaz virajları. Hiç gidilmeyen, hiç bitmeyen yola hazırlıyorum o valizleri. Başımı cama yasladığımda ışıklar yanıyorsa hala yine aynı gölge ben, ışıklar söndüyse eğer kesik kesik çizgiler bir türlü gelmeyen sen.
Senden bile gidiyorum artık. Sen. Bile. Senin için bile kalmadı içimde cümleler.

Düşünmek istemiyorum artık seni, yokluğunu. Beni istiyorum sadece. Bir tek beni. “Benim” diyeni “ben böyleyim”, “ben buyum” diyeni. Diyebileni. Sol yanağındaki değil, aynadaki beni tanıyabileni. Beni kaybetmişken içimde, seni aramak istemiyorum artık. Üzgünüm…
Seni bile istemiyorum artık.

Sen’ler bile’ler yan yanaymış... Sensiz üşürken ben ne fark eder yüklemler…
Özlemek,
vazgeçmek,
gelmek,
istemek olmasa…
AŞK olmasa…

Read more...

Pazar, Ekim 05, 2008

fena mavi


Tatil güzel, bayram güzel, biraz hastalık, 40 derece ateşle bayram gezmeleri falan ama güzel. Cuma güzel. Ö. gelmiş İstanbul’a, “sen oğluma hoş geldin’e gelmedin ben de bayramda elini öptürmeye getirdim teyzesi” Nasıl da güzel bir bebek. Masmavi gözler. Önce yabancılıyor beni gelmiyor kucağıma. “Ben senin annenle babanın tanıştığı günü biliyorum lan, az barıştırmadım kavgalarını kıymetimi bil bak.” Anlıyor sanki söylediklerimi, göz kırpıp geliyor, güzel. Fenerbahçe parkı dört mevsim güzel, gün batımına yakın hilal çıkmış, güzel. Cumartesi anneanne dargın gibi bana, fena! Gönlünü almaca. Moda’da çay ısmarlamaca. “yok, ben oruçluyum” E zaman alışveriş. Bayramdan önce yapmadım zaten 2 çift pabuç yine, biri kırmızı, diğeri barbour küçük bir servet. Hepsi birbirinden güzel.

Akşam alışveriş dönüşü “Of tatilde bitiyor yahu. Pazartesi yine iş. Sahi ne iş yapıyordum ben?” Yabancılaşma, fena! Eldeki poşetleri gören anne : “Yine mi ayakkabı aldın, aaa ayağındakilerde yeni” “ama anne para harcamak için kazanılır” “para sadece ayakkabıya harcanmaz.” “Hımm evet, haklısın ama çooook güzeller.” Annenin yüzünde gülümseme, güzel. Diğer odadan açık televizyonun sesi “… şehit olan 15 askerin cenazeleri…”
Şehit? 15? Kötü… Çok…

Aktütün Jandarma Sınır Karakolu dün bir kez daha PKK’nın hedefi oldu. 1 astsubay, 6 uzman erbaş ile 8 erbaş ve er olmak üzere 15 güvenlik görevlisi şehit olurken, 6’sı ağır 21 asker de yaralandı. İki uzman erbaş ise kayıp. Saldırıda 23 terörist etkisiz hale getirildi.

Etkisiz hale getirilen 23 terörist. Ölü olmaları önemli değil, kötü onlar ee kaka. Onlar için üzülünmez. 2 asker kayıp. Ortaya çıkmadan onlar için de üzülünmez. Hani mazaallah hayatta kalmak için teslim olmuşlardır, bilgi vermişlerdir falan. Türk askeri ya ölür ya öldürür yoksa askeri mahkemede "milli müdafaya hıyanet"ten yargılanmak da var. Gözlerim doluyor. Duramıyorum, durduramıyorum. Fena!

Hasan’ın sevgilisi oluyorum, Ozan’ın 2 aylık hamile karısı oluyorum, Çağlar’ın, Davut’un arkadaşı oluyorum… Onların isimleri yok artık, onların hepsi şehit. Hepsi ölü. Hiçbiri yok artık… Daha önce 4 kez baskına uğramış, yüzlerce kişinin öldüğü bir karakolda askerlik yapıyor bu adamlar. Eylül 1992’de 22 asker, 30 terörist, Haziran 2007 kalabalık bir baskın ölü yok, 1 ay sonra Temmuz 2007 bu kez terhis olan askerleri taşıyan Skorsky helikoptere roketatarla saldırı 1 asker, yaklaşık 1 yıl sonra mayıs 2008 6 asker, 19+40 terörist ölü. Nasıl bir yer burası? Hangi ülke burası? İç savaş? Soğuk savaş? Sıcak savaş? Savaş?

Bu insanların ailesi bayram mı yaptı sanki 2 gün önce ki bu cumartesi sabahı kalktıklarında matemleri olsun. Her sabah nasıl uyanıyordu bu askerlerin anneleri, babaları, karıları, kardeşleri? Her sabah nasıl basıyorlardı televizyonun düğmesine “aman bu sabah haber var mıdır?” diye nasıl kalkılır her sabah, nasıl uyunur her gece? Ve bir sabah kalkıp, aktütün, saldırı, şehit sözcüklerini aynı cümlede duyunca insan…
Jandarma karakolu ve evlerin içice bulunduğu köyde PKK’lıların uçaksavar ve roketatarlarla yaptığı saldırıda bazı evlerin isabet alıp hasar gördüğü belirtildi. Peki, ya o köyde nasıl yaşanır?


Bütün gece bunlar dönüyor aklımda. Askerlik nedir? Ne işe yarar? Terörist kimdir? Ne iş yapar?

“Deprem oldu” diye fırlıyorum. Saat daha 09:05. Emin olamıyorum. Ortalığı dinliyorum. Annemle babam uyanmış geziniyorlar pıtır pıtır, adımlarındaki pıtırtı rutin değil, bir terslik var sanki. Herhalde onlarda sarsıntıyı hissetti. Terliklerimi giyip çıkıyorum yataktan. Tam odanın kapısını açacakken evin kapısı çalıyor, apartmanda da telaşlı bir patırtı var “herhalde hissetiğimden daha çok sallandık, herkes panik olmuş” diye düşünürken annemin sesi geliyor. “Tamam, canım ben şimdi bir çorba koyuyorum ocağa, sulu yemek olarak türlü yaparım, en bereketli o olur. Sen de yine bir çorba yap, gelen giden çorba içer şimdi, öğleden sonra börek falan yaparız zaten, ha sahi biri de pilavı pişirsin. Öğlene yeter bunlar”
“Pazar sabahının dokuzunda komşularla ortaklaşa niye bu kadar çok yemek yapılıyor? Alla’m biri mi öldü!?”
Odanın kapısını açmamla babamla burun buruna geliyoruz. Sarılıyor önce. “yamuk amcan ölmüş” “hangi? Üst kattaki?” sanki başka yamuk amca varmış gibi. Sarılıyorum babama sımsıkı…

Sıra sıra arabalar geliyor, insanlar geliyor, D. geliyor. Hastanede gözünün önünde ölmüş . Tatile gitmişti babasının yanına halbuki. “Kış geldi artık, bırakamıyorlar yazlığı alayım da geleyim bari” demişti giderken. Cenaze arabasıyla dönüyorlar eve. Kalabalıklar, ‘nasıl olmuşar?’lar, ‘sapasağlam adamdı’lar, histerik kesik kesik ağlamalar... “bir gün önce rüyamda gördüm” diyor D. “dedemi gördüm önce, annemlerin yatak odasının kapısındaydı, içeri bir girdim odanın yarısı kapkara” tüylerim diken diken oluyor. Kalkıp gitmekte olmaz. Birileri burnunu silerken “babası yanına çağırmış işte” diyor. Birileri bunu illa diyor. “Ben mutfağa yardım edeyim biraz” diye kalkıyorum. Kapıda M. abla, gözleri şişmiş mosmor neredeyse. “neyin var?” senin derken aslında “yine mi dövdü seni” demek istiyorum. Anlamıyor. “(bacanak, görümce, kaynata gibi anlamadığım akrabalık sıfatlarından biri) … oğlu Oktay, şehit olmuş Hakkari’de, dün bütün gün cenaze evindeydik.”

Mutfağa falan uğramadan iniyorum aşağıya, eve. “N’oldu?” diyor babam, kim bilir suratım ne halde. “hiiç kötü oldum birden, geldim aşağı” sesim titriyor. Babamın yanında ağlarsam çok kötü olacağız biliyorum. O da çaktırmamaya uğraşıyor ama sabahtan beri hiç iyi değil. 'Benden bi’kaç yaş büyük' diyor, 'kızım yaşında kızı var' diyor. Demiyor da, öyle bakıyor işte. “Duydun mu şehit çocuklardan biri M. ablaların yakınıymış” diyorum konuyu değiştireceğim aklım sıra. “Yaa, vah! vah!” Kardeşim geliyor tam bu sırada “baba bizim arabayı çıkarayım mı bahçeden, daha şehir dışından misafirler gelecek, cenaze arabası gelecek, sen yarın sabah çıkmazsın oradan şimdiden ön taraf alsak mı?” diyor. Babam dönüp baştan ayağa oğlunu süzüyor. Şehit çocuk oğlundan 2 yaş küçük. Dönüp bana bakıyor, babasız kalan D. kızından 1 yaş büyük. Kafasını çevirip banyoya gidiyor apar topar. “Ne dedim ben şimdi kızdı gitti yine?” diyor kardeş. “Boşver hiç çıkarma arabayı, yarın gerekirse bakarız.” “İyi o zaman ben çıkıyorum G. gelecek onu alacağım terminalden” Arabayı neden çıkarak istediği anlaşılıyor. Nasıl da dolandırıyor lafı.

Gülüyorum. Hala gülebiliyor insan. Güzel. Unutuyor insan çünkü. Alışıyor insan. Kabulleniyor insan.

Şehit haberlerine bakarken görüyorum ki sabah 9 da deprem olmuş cidden. Ben depreme uyanmışım. Ama benden başka kimseler hissetmemiş, fark etmemiş belli. Kimselere söyleyemiyorum. Yazıyorum ki, uçsun gitsin, çıksın benden, savrulsun sonsuzlukta…


Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP