Salı, Haziran 30, 2009

fiRuze

Bir mekân.
Büyük camlar. Küçük tekerlekler. Kocaman kanatlar.

Bir kadın.
Saçları kısa. Tırnakları ojeli. Yaşı genç.

Bir adam.
Aklı karışık. Yüreği buruk. Gözleri gururlu.

Bir kadın daha.
Elleri buruşuk. Elleri küçücük. Gözleri yaşlı.

Bir adam daha.
Göbeği şişko. Omzu sağlam. Gözleri ışıl.

Bir ses.
Gürültülü bir motor. Bir merhaba. Bir anons.

Bir el, havada sallanan.
Bir mendil, tüm yüzünü kapatan.

Bir şehir.
Özlenen. 2 yakalı, tek gözlü.

Bir şehir
Beklenen. Gürültülü, yüksek gölgeli, sakin ruhlu.

Bir bina.
Yeri bilinmeyen. Çok pencereli, büyük bahçeli.

Bir masa.
Dağınık, kalabalık,düzensiz.

Bir oda.
Kokusu şarap, rengi mavi, yatağı uykusuz.
.
.
.
Yıllar sonra O kadın.
Saçları uzun, tırnakları ojeli, gözleri genç.
.
.Bir dua. İlminden bir yudum olsun tatmayı, tattırmayı nasip et rabbim bize...
.

dibine not:369

Read more...

Pazar, Haziran 28, 2009

yıldızlı mavi


Gökyüzünde binlerce yıldızın olduğu şehirlerden geldim. Elimi uzatıp topladım onlarcasını, doldurdum ceplerime.

Giderken Aydın otogarındaki tostçuda doyurdum karnımı, ‘kelepir’ kitapevinden son bir kitap aldım. En yakın arkadaşımla güzel bir yemek yedim. Güzel bir şarap açtırdım, güzeldi çok, bir tane daha açtırdım. Saatim yoktu kolumda. Hiç görmedim akreple yelkovanın yarışını. Garson “bir tane daha?” dedi. S. “vaktimiz kalmadı, son otobüsü kaçırmayalım” dedi. “Peki o zaman bir dahaki sefere diyelim”. Öyle bir bakıştık ki S.cimle bir dahaki seferin belirsizliğini anlamak hiçte zor olmadı garson için. “Bugünün hatırına kahveleriniz benim ikramımdır.” dediğinde ağlamak üzereydik. “İyi ki varsın, seni seviyorum” du gözyaşlarını donduran. Gülümsedik huzurla. Zamanın yavaş aktığı bir şehirde hiç koşturmadan yetiştik son otobüse.

Y.yle konuştum yolda, kızdı habersiz gittiğim için. Haklıydı. Benden çok onun emeği vardı o diplomalarda. S. de haklıydı, M yerine Y’yi seçmiş olsaydım hayatım bambaşka olurdu. Y, S’ye selam söyledi, “istanbul’a geleceğim seni görmeye, çok özledim, dönünce haber ver” dedi kapatırken. Kapatınca “Neden olmasın?” dedi S. “Ben bile kendimden 5 yaş küçük biriyle birlikteysem, siz neden denemeyesiniz Y’yle?” S. 87’li bir çocukla birlikteydi. Evet kova erkeği olması bir sürü açığını kapatıyordu ama çocuktu sonuçta. “hadi lan 22 yaşında kazık kadar adam işte” derkenki kahkahası, bir zamanlar patlattığımız “30una gelmiş kızım bu adam, kart artık” kahkahalarımızı hatırlattı önce. Sonra kısa bir sessizlik. Sahi biz niye bu kadar uzun zamandır yalnızdık? İnsan neden en azından bir şans vermezdi bunca yıldır yanında olan, herkesin mumla aradığı, adam gibi bir adama? Aşktan başka ne “evet” dedirtebilirdi 5 yaş farka? Akreple yelkovandan kaçsa da insan sorulardan kaçamıyordu bir türlü, kendinden kaçamadığı gibi.

Bir Güllük sabahıydı uyandığım. Beyaz çarşaflar içinde sıcak, yapış, terli ve huzurlu bir güneşti gözlerimi açtıran. Derin derin çektim içime sükunetin kokusunu. Avuçlarıma doldurup koydum ceplerime.

Boş bir evde, Bin Jip’i izledim sabah sabah. Tatil planlarının arasında film izlemek yoktu, kitapların arasında Aşk ve Gurur’un olmadığı gibi. Ama gelip buluyordu seni duyman gereken cümleler.

Küçük kasabanın daha sezonu açmamış barında son kadehler doldurulurken Fairytale çalıyordu. Peri masallarına inanmayı unutalı kaç zaman olmuştu? Masallarda ki prenslerin prensesten küçük olma ihtimali yok muydu sanki? Öpüşmek unutulan bi’şey miydi, bisiklete binmekgillerden miydi? Evet, evet iyi sevişebilmek için sık sık pratik yapmak gerekiyordu ama bunun için sevgili sahibi olmak şart koşul değildi! Her kafadan başka ses çıkıyordu ve buna içilirdi.
En son üçü bir arada kadeh kaldırdıklarında “aşk bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye” demişlerdi. Hayat, pek garipti. Yelkenliler filan süzülüyordu uçsuz mavide, kelebekler beyaz elbiselerin eteğinde ölüveriyordu bir günü bitince ve ince kadehlerden duyulan şerefe çınlamalarının çook yıl hatırı vardı.

Beni Ankara’ya götürmese de Ankara’ya giden bir otobüsün 13 numaralı koltuğundaydım uyuduğumda. Yolculuğun tozlu keyifi vardı havada. Yanlışlıkla çekilen bir fotoğrafa hapsettim o havayı, koydum cebime.

Gelişimi neşeyle karşılayan “hoş geldin”e, giderken hayatındaki en zor sorulardan birini soracağımı bilmiyordum henüz. Karşılıklı esnerken sabaha öteledik sohbetlerin en tatlısını. 1 yaşına henüz girmiş bir meleğin kahkahalarıyla uyandım. “hayatım oğlana bakarsam hellim yanacak yok ‘peyniri illa kıvamında isterim’ diyorsan, Efe’yi tut yoksa çocuk alnını masaya vuracak” bağırışlarıyla hazırlanan bir kahvaltıydı ruhumu doyuran. Ve fakat baba ile oğul haftasonu gezmesine çıkınca anlaşıldı ki, hiçbir evlilik mükemmel değildi, hiçbir insanın mükemmel olmadığı gibi.

Ö ve M. el ele küçük Efe’nin pastasını keserken fotoğraf çekmeyi bıraktım bir an. Kimbilir kaçıncı mutlu karemizdi bu? 10 yıllık arkadaşlığımız boyunca doğum günlerinde, yıldönümlerinde, iddalaşmalarda ve mezuniyetlerde kaç pasta kesmiştik? Fark ettim ki 4 kişilik o mutlu karelerde Ö ve M hep birlikteydi, benimse neredeyse her karede yanımda başka biri vardı... Kalabalık dağılıp biz bize kaldığımızda, son bir kare daha fotoğraf çekildik. Yine 4 kişiydi karemiz. Ben, Ö., M. ve objektiflerden sıkılmış Efe...

Bir cumartesi gecesi İstanbul’unda aklıma geldi ceplerimin yıldızlarla dolu olduğu, aldım birkaç tanesini serpiştirdim gökyüzüne. Bir tanesi kayıverdi avuçlarımın arasından, “gidebilmek” dedim içimden sessizce... “Kendime gidebilmek.”

Read more...

Çarşamba, Haziran 17, 2009

yolcuduR mavi

Sevgili günnük,

kardeşimi mezun ettiğime, anamla babamı barıştırdığıma göre artık gidebilirim. "gidebilirim diğ mi?" değil bak, şimdiden kalktı soru işaretleri.

yarın sabah bambaşka bir şehirde, bir otobüs koltuğunun camından vuran güneşle uyanacağım yepeni bir sabaha. ve huzurlu bir 4 günüm olacak, farklı farklı şehirlerde başlayan.

artık gidebilirim. dönüşte en ışıltılı renkleri getireceğim sana güney sahillerinden, sözüm olsun.

Read more...

Salı, Haziran 16, 2009

geReksiz mavi

Güzel güneşli bir pazartesiyi İstanbulumuzun güzide alış-veriş merkezlerinde, aradığım hiçbir şeyi bulamadan, 2 elbise, 1 pantolon ve 1 bir çocuk oyuncağını bile karasızlıklar içinden zar-zor beğenerek, akşam eve dönerken aynı konuyla ilgili aynı kişiye (bkz: anne) 3 farklı rapor vermek zorunda kalarak ama neyse ki araya dereye keyifli bir kahve molası ve özlenen bir telefon konuşturması sıkıştırarak bitirmiş bulunuyorum. Aferin!

Yıllık izin başladı ama tatilim yalan oldu. Çarşamba yola çıkıp Pazar akşamı döneceğim. Okula uğrayıp diplomamı alacağım. Sonra bodruma geçip S.cimle 1 gece bodrum’da F.nin yanında kalacağız, sonra da 2 gece Denizli. 4 günlük gidiş dönüş için 8 günlük izne ne gerek vardı, diyecektim ama bizim evde işler böyle yürüyor işte. Bunu birmilyonsekizyüzonaltıbinkırkdokuzuncu kez yaşadım öğrendim. İşin komiği, daha doğrusu trajiği beni tatilimden eden anne-baba kavgası/tartışması/gerginliği bugün ne olduysa buhar olup uçmuş. Küçükken de böyle olurdu. Annemle babam kavga edince, anneannem gelir onları barıştırırdı. Bugünde bir an öyle mi oldu acaba diye düşünmedim değil. Ve fakat parçaları birleştirince konunun anneannemin gelişiyle hiiiç ilgisi olmadığını, annemle babamın dün akşam itibariyle sevişip barıştığını tespit etmiş bulunuyorum. Bu kadar basit işte! 3 gün gerildiler, surat astılar diye ben niye bütün planlarımı iptal ediyorum ki. Hoş babam hala gayet normal bi’şeymiş gibi, “valla ben Çarşamba sabahı işi bırakamayabilirim, siz gidersiniz hep beraber” diyor. Gelemediği yer de; kardeşimin mezuniyet töreni! Bazen gerçekten merak ediyorum nesini seviyorum bu insanların diye? (bkz: anne-baba, ebevyn) Onlarla aramızdaki ilişki hımmm teşbihte hata olmaz diyelim hadi; aşk evliliği gibi. Mantıklı hiçbir, tek bir yanı yok! Öyle körü körüne ve çılgınca seviyoruz birbirimizi. Hani bi’tanesi gelip “beni neden seviyorsun kızım” diye sorsa “hönk” der kalırım. Her neyse.15-18 yaş civarı ergen bunalımlarında atlamış olmam gerekiyordu bunları. Bu saatte ne ayıp şey, anne babaya “bu insanlar” demeler falan.

Velhasıl-ı ben bu deveyi güdemiyorum! “gitmem gerek” diye yüzbinbilyon kez yazdığım için bu da böyle kalsın.

Geçen sene bugünlerde kendime bir paragraf boşluk bırakmışım. Bugün söyleyecek pek bi’şeyim yok. İnterstate 60 filmini hatırlatan hiç bi’şey yaşamadım yakın zamanda. G. kişisi çoktan kayboldu gitti. Ağlayamıyorum falan demişim, şaşırdım. Neymiş beni üzen bilemedim, tek tek okumadım yazdıklarımı, hüzünlerimi hatırlamamak için. Yalnız yakışıklı çocuktu hakkaten, mutludur inşaalah diyelim, bu da böyle kalsın.


Kardişle dertleştik biraz önce. “Bir zaman makinesi olsa 6 ay sonraya gitsem şıp diye, şu belirsizlikler bir bitse” dedi. Çok stres yapıyor master planları için. Onun yerinde olmak için neler neler verebileceğimi hiç söylemedim. Dinledim sadece. Su akar yolunu bulur diye, damardan bir giriş yapmıştım ki, sevgilisi aradı. Gitti mutfakta konuştu, dönüşte de “borç para” istedi. “borç verirsem faizini de işletirim ona göre.” dedim
“Öderiz artık napalım, düştük eline bi’kere.” dedi
Mezuniyet hediyesi olarak saatten pek memnun olmayacak sanırım. Bu durumda hediyesi törene yetişemeyecek. Zaten böyle bir beklentisi yok anladığım kadarıyla. “Geç olsun macbook olsun.” Dedim ben de kendi kendime. Bu durumda yine merkez bankasına başvuracağız mecburen.(bkz: baba) Kredi kart limitlerimin bir macbook air ücreti+normal aylık harcamalarım için yeterli bakiyeye erişebilmesi için 10 yıl falan çalışmam lazım sanırım. Ya da bakkaldan aldığım suyu bile karttan çektirmem lazım işlem hacmini arttırmak için. Ya da ya da... Ben bu ya da’lardan, bu kart, faiz, kur, döviz, bok püsür hesaplarından kurtulmak için basmamış mıydım istifayı bankaya? Şimdi neden bu küçük hesaplar.

Bak bankadan istifa ettiğim dönem de annemle babamın kavgalı olduğu zamanlardan birine denk geliyordu hatırlıyorum. Yılda 1 kez düzenli olarak patlıyorlar. 2009un patlaması ne zaman olacak acaba? Ben eylül civarı, hatta ramazanda ya da bayramda olacak diyorum. Bahisler açılmıştır.

Hımm. Başa dönmüşüz. Mütemadiyen kendini tekrarlayan bir günce için gayet normal, bir noktadan yazmaya başlayıp, çember çizip gene aynı noktaya dönmek.

“Doğum günleri ne olursa olsun kutlanmalıdır” derdim eskiden. Artık kısas yapıyormuşum bunun için; “O beni kutlamadı ben de onu aramam.” Bir parça daha sertleşmiş kalbim, aferin!

—Ya Stranger Than Fiction negzel filmmiş, niye daha önce izlememişiz kızım.
—Çok film var seyredilecek, çok kitap var okunacak, hep geriden geliyoruz kuzum.
—Zamanın yavaş aktığı bir yerlere gitmek istiyorum. Orada yaşamalı, sakin ve yavaş.
—Bak ne diyor çocuklar;

bazen "ben de terkedip gidebilsem keşke" diyorum
içimde bir istanbul var ondan vazgeçemiyorum
belki sen de bir gün geçersin diye köprülerinden
yakıp yıkamıyorum, koparıp da atamıyorum.


—Eni-konu güzel şarkılar yapmışlar yahu. Gerçi ben çok fena Gripin tadı aldım bu albümden ama bu güzel bi’şi herhalde.
—Ya ya, tabi. Yeter mi bu gece artık. Uykum geldi benim.
—Aman iyi be 40 yılda bir sakin sakin tartışmadan sohbet ediyorduk, uykuya sattın beni
—Ya ya, evet. Hadi iyi geceler.


Read more...

Pazar, Haziran 07, 2009

gRi cumaRtesi, bulutlu pazaR


Ne acaip bir şehir burası. Hah! Eskiden gecenin 2 buçuğunda köprüde trafik olmasına “acaip” demezdim ben. En kötü ihtimal, 4-5 motorcunun dedeleri yaşındaki adamı arabasından indirip dövmesine “barbarlık” falan derdim. Ya da o saatte şarjsız bir cep telefonuyla sürtmekte olan kendime “sorumsuz” derdim. Ya da telefonu olup da 155i aramayanlara “manyak mısınız siz?” diye bas bas bağırırdım. Ama tüm bunları tek bir kefeye koyup “ne acaip şehir burası” demezdim. Diyecek olsam bile acaip demezdim zaten, acayip derdim. Değişen ne peki? Ben mi? Değişiyor muyum hakkaten? Hadi canım oradan.

Ne işim var gecenin 2buçuğunda köprü trafiğinde benim?
Bence bir baba yok neyse aile diyelim de tek başına babama kalmasın ihale, bir aile 15inde 20sindeyken kızının gece sokağa çıkarmasına izin vermiyorsa 25inde 30unda da vermemeli. Cumartesi gecesinin 3ü diyorum efenim! Tutarlı olun azıcık. Gece sokağa çıkmak yasaksa her koşulda yasak olsun. Serbestse her koşulda serbest.

Evet, gecenin bir vakti yapayalnız eve gelişimin sorumluluğunu da ebeveynlerime attığıma göre artık rahatla uyuyabilirim diğ mi?

Değil mi?
Değil işte.

O kaddar çooooooooooooooook, o kadar boşa koysam dolmaz doluya koysam almaz fikir var ki kafamda. Ne tilkilerin kuyruğu birbirine değiyor ne de ben anlamlı 3 cümleyi yan yana getirip plan yapabiliyorum. Tatili bekliyorum 4 gözle ama arkadaşlarını gör, okula uğra, diplomayı al, azcık denizin tadına bak derken ne kadar dinleyebileceğim kafamı? Hoş gerçekten ihtiyacım olan şey kafamı dinlemek mi? Değil aslında.

Bir iletişim sorunu var aramızda bizim. Bu saatten sonra aşamayız da muhtemelen. O yüzden ben ne kadar kendimi dinlersem dinleyeyim, yaptığım planları uygulamak konusunda yalnız olacağım için, içim/kafam rahata ermeyecek. Bugüne dek tek başıma aldığım bu kararlarla bok çukurunun derinliklerine doğru adım adım gittiğimi düşünürsek bu huzursuzluğum gayet normal. Karga bile olsa bir kılavuz istiyorum hayatımda. Olduğumdan daha çok boka batamam herhalde. Batsam da müstahaktır der, yutarım yani n’olacak?

Ha, çok nankör bir insanım evet! Bir elim yağda bir elim balda, babam arkamda, anam yanımda, altım kuru, karnım tokken yakınıp duruyorum habire.

Böyle evet.

Nasıldı? “Şehrin tam ortasındayım ve her şeye en baştan başlayabilirim” miydi?

—Oldu canım, görürsem söylerim ben. Sen gelirken bi’tane de ekmek al emi, midem kazındı.

Read more...

Cuma, Haziran 05, 2009

gececi mavi


Ales açıklandı, nihayet. İstediğim puanı aldım galiba. Hala elim değmedi hocama mail yazmaya. Hala korkuyorum 'ya olmazsa' diye. Bu kendine güvensizlik hali ne zaman yapıştı yakama?! Kendine güvensizlik değilde, plansızlık hali mi asıl kafamı karıştıran?

Off şu tatil gelse bir an önce. S.cim İzmir'de olmayacak muhtemelen, bu durumda İzmir'de hiç kalamayacağım sanırım. Hatta hiç uğramadan geçebilirim Muğla'ya. Oysa çok özledim İzmir'i, görmeden geçmek istemiyorum.

Y'yi arasam diyorum. Onunla küçük bir kaçamak yaparız diyorum. Kızlar böyle bir durumda canımı okuyabilir tabi. Ayrıca ne diye küçük kaçamak planları yapıyorum ki, git yalnız başına kafanı dinle gel işte. N'alaka Y? Hoş İzmir'e bu kadar çok gitmek istememin de sanki M.yle ilgisi var gibi geliyor bana, yoksa şüphem mi var? Hımm. İtiraf ediyorum evet, özlüyorum bazen. Sonuçta biz onunla "iyi arkadaştık." Şimdi bazen arkadaşlığını özlüyorum. Sabaha kadar ettiğimiz sohbetleri, sucuklu yumurtalarını, bana bilmediğim masallar anlatışını. Öhöm neysse! Ales diyoruduk.


Öz'cüm sormuş, "seni hangi okula yazdıralım" demiş. Cambridge'e, Harvard'a, MIT'ye ales puanıyla alıyorsa ben hemen başvurayım valla. Benden iyisini mi bulacaklar? Hıh! Ayrıca beni beğenmezlerse kardeşimi alabilirler. Kendisi geometrideki bütün götleri gördüğü ve bütün havuz problemlerini tek bakışta çözdüğü için derece yaptı tabi. Hatta bir de sonuçları gördüğünde hepsini full yapamadığı için "batsın bu dünya" triplerine girdi. Ben çorplama'yı görünce gülme krizine girmeseydim fark atardım ona ama neyse. Zaten oldum olası benden başarılı bir çocuktu. Anadolu lisesini kazandı, üni'yi İstanbul'da okudu falan. Amma velakin o da yaranamadı kimselere. 3 yıl okudu, bıraktı, tekrar başladı. Yalnız helal olsun adama. 3 sene okuduktan sonra tuttu yeniden ÖSS'ye girdi. Kazandı, en baştan başladı.

Poff..Niye böyle zırvalıyorum?
Niye gecenin 4ünde ayaktayım?
Neler var aklımda?
Nedir bu hissetiklerim?
Neden dökülmüyorlar bir çırpıda?


belki şehre bir film gelir
bir güzel orman olur yazılarda

iklim değişir, akdeniz olur belki



Read more...

Pazartesi, Haziran 01, 2009

RüzgaRlı yeşil


"Bu hafta çabuk bitsin" demiştim. Hafta bitmek bilmedi de hafta sonu nasıl bitti gitti bir türlü anlamadım. Garipti, güzeldi galiba. Hızlıydı. Cumartesi annem dolapları dağıttı. Sandıkları açtı. Çeyizimi çıkardı. "Başıma kaldın" diye söylendi. Doğum günümde yaşımı sorduğundan beri evde kaldığımı düşünmeye başladı sanırım. Ben yine “bulun işini kurmuş, evini almış, askerliğini yapmış efendiden bir adam, evleneyim” dedim. “Hadi ordan” bakışı fırlattı dolabın üstündeki hurçu almak için çıktığı merdivenin tepesinden. Aklımdan neler geçerse geçsin, kışlık yorganların hurçlara koyulup kaldırıldığı bir evde olmak, açıldığında tüm evi keskin bir naftalin kokusuyla dolduran, içi dantelli havlularla dolu bir çeyiz sandığına sahip olmak; güzel. Güzel evet. “Güzel”, hissettiklerimi ifade eden en güzel sıfat.

Cumartesi akşamı liseden "Armut" evlendi. Evlenmiş yani son dakikada haber verdiler düğünü. Gidemedim. Gitmek istemedim galiba. Hala bekâr, hala bir balta, bir sap olamamışken yıllar sonra onca insanla karşılaşmak işime gelmedi. O.larla şampiyonluğu kutladık, iyi geldi.

Gece 2 gibi telefonum çaldı.

—uyanıksın
—uyandırdın.
—yalan söyleme bilgisayar başındasın.
—e yazsaydın oradan
—sesini duymak istedim.
—iyi ettin.
—hadi kahvaltı edelim.
—olmaz kahvaltı için daha erken.
—peki.10 saat sonra edelim.
—tamam
—iyi geceler

Sabah ezanına kadar sohbet edip, “hadi şimdi bir duş alalım ve kahvaltı için sahilde buluşalım” adamıydı düşümdeki. Tam dokunacakken uyandırıldığım bir düştü. “tamam saat 1 gibi iyidir” diyordum telefonu kapatırken.

Beşiktaş’ta buluştuk. 12.15 vapurunu 3 dakikayla kaçırmıştım. 1’i geçiyordu iskelede onu gördüğümde. Arkamdan gelen gürültülü bir Çarşı grubuna takıldı gözleri, beni fark etmedi. Kısa saçlı halimi ilk kez mi görüyordu sahi? Arkasından dolaşıp, sağ omzuna vurup sol omzunun üstünden kafamı uzattım “Sen beni mi bekliyorsun Beşiktaş taraftarlarını mı?” güldü. Öptü. Öpüştük. Sarıldım. Sarıldık. Sarıştık olmuyor mesela. İlginç. Yine de en çok işteş fiilleri seviyorum ben.

“Ee nereye” dedi. “Kafe Kale’ye” dedim “borcumu ödeyeceğim” “Ne borcu?” dedi. “Gidince anlatırım, kurt gibi açım.”
Yolda düşündüm. Sahi ne borcuydu bu? Kale kafe’nin ritüeli miydi genel olarak, bana orada ilk kahvaltıyı ısmarlayanın mı? Epey zaman geçmiş üstünden. Yıl? Olmuştur herhalde.

“Vaay” dedi keyifle. “Üşüdük ama değdi doğrusu. Süpermiş!” (Onun aldığı keyiften benim duyduğum mutluluğa “aylak adam keyfi” desek bundan sonra kısaca) Aylak adam keyfiyle gülümsedim ben de. “Ee” dedi “ne borcu bu?” “Buraya daha önce kahvaltıya gelmemiş (burasını ben mi uydurdum acaba) birini getirip ona kahvaltı ısmarlıyorsun. O da sana olan borcunu bir başkasına burada kahvaltı ısmarlayarak ödüyor. Ya da bunun gibi bi’şey işte.”
“Hımm. Anladım pek hoşmuş. Peki sen kime borçluydun?” “Tanımazsın.” Sormadı. Gülümsedi.

Laf lafı açarken epey şaşırdım kendime. Meğer ne çok biriktirmişim içime. Anlattıkça şaşırdı o da. “İnanamıyorum sana” dedi. Farklı farklı 3–4 cümlenin sonunda söyledi bunu. “Ne işin vardı senin Diyarbakır’da inanamıyorum sana” dedi. “Ben senin hissettiklerini hissediyor olsam bu kadar sakin davranamazdım, inanamıyorum sana” dedi. “Bunca sonra okula dönmek fikri sahiden büyük cesaret, inanamıyorum sana” dedi.

Ben önemli bir itiraf yaptım kendime anlatırken. “Ne olursa olsun, hep hayatımda olsun istiyorum” dedim. Cevap vermedi. Yorum yapmadı. “Böyle olmasın” diyordu gözleri. Uzatmadım .

Yıllık izne ayın 16sında başlıyım diyorum. 16sından-23üne 1 hafta yeter gibi geliyor. Salıdan salıya izin vermekte yamuk yapmazlar umarım. Önce İzmir. En fazla 1 gece. Sonra Muğla, Milas, Akyaka. Cumartesi Denizli’ye varış. Pazar akşamı dönüş. Uçak biletlerine bakacaktım sahi. Gerçi otobüsle gitmeyi daha çok istiyorum. Dönüş tarihine baksam yeter sanırım.
Bi’dakka ya. Ne diyordum ben? Hangi arada yaptım bu planı?!?! Nasıl yazılıverdi böyle bir çırpıda?!

Off saat 3 olmuş. Yarın sabah 8'de masa başında olacak olan ben miyim? Ben deli miyim?

Alla’m lütfen bu haftada sakin ve sorunsuz bir şekilde bitsin lütfen.
Bi’de şu Ales açıklansın artık. Lütfen lütfen!

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP