Pazartesi, Aralık 31, 2007

yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl bizleRe kutlu olsun!




Sayılar, tarihler, takvimler değişiyor diye kutlama yapmak, hediyeler almak eskisi kadar anlamlı gelmese de güzel dilekler dilemekten imtina etmemeliyim değil mi?

Dilerim sağlıkla geçer bu yıl, bol kazançlı aylar, neşe dolu hafta sonları/hafta başları, mutluluk dolu günler ve aşk dolu dakikalarla bezeli olur 2008.

Dilerim “keşke”li değil “iyi ki”li cümleler kurarız bu yıl bol bol.

Haydi, toplan bakalım sayın deli, yeni bir başlangıç fırsatı daha! Sıfırdan. Topla kendini, hedeflerine gözünü dik ve koşmaya başla. Kaybedecek tek bir saniyen bile yok artık. Ne aşkla ne işle ne ailenle ilgili tek bir yanlış karar daha verecek kredin kalmadı artık. Haydi bakalım 10’ dan geriye...

Şerefe!
Şerefe!


Read more...

Pazar, Aralık 30, 2007

güz yapRağı saRısı

Parçalandım ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım diyor ya Candan Erçetin. İşte aynen öyle. Ama ben giden parçalarım yerine yenisini doğuracak güce, azme, yüreğe, dayanıklılığa işte her ne gerekiyorsa ona sahip değilim ne yazık ki.

Öngörümü kaybettim bi’kere. Artık yok böyle bir mekanizmam. Sararmış bir çınar yaprağı gibi savrulup duruyorum rüzgârda. Yere düştüğüm an biri basacak üstüme “çıt” diye paramparça olacağım.

Sırf düşmemek için tutundum birine. Beni yakalamasına, elimi tutmasına izin verdim. “Çok hızlı gidiyorsun” dedim “hayır” dedim ama durduramadım, durdurmak istemedim ki. İşime geldi. Yarın öbür gün “nereye, ne oldu, neden gidiyorsun?” dediğinde (ki diyecek, çünkü ben onda kalmayacağım, onla kalmayacağım, biliyorum) “ben sana demiştim” diyeceğim, “çok hızlı gelişti her şey ben yetişemedim olanların hızına. Şimdi bana izin ver, gitmeliyim” diyeceğim. Bak cümlelerimi bile hazırlamışım, hiç düşünmeden bir çırpıda nasıl yazardım yoksa. Ne korkunç bu yaptığım değil mi, karaktersiz, adi insanın tekiyim ben değil mi? Hele biraz daha geleneksel olursak ne kadar güzel küfürler var bana söylenebilecek... Peh! Oysa ben sadece bir bitter çikolata ısmarlatmak için şımarıklık yapabileceğim birisi olsun istemiştim yanımda, ne bileyim oyuncak mağazasında birbirinden komik maskeleri denerken aniden fazlaca yakınlaşmak o anın neye benzediğini hatırlamak istemiştim. Sadece biraz bira, biraz patatesten sonra koluma girip beni taksiye bırakan, eve vardın mı diye merakla arayan birinin varlığını hatırlamak istemiştim. Sadece biraz kontrolü elden bırakmak istemiştim. Sadece birazcık... desem inanacak mısın, hak verecek misin bana. Boşverseneeeee.

Beceriksiz, küçük, aptal bir kız çocuğuyum ben, asla büyüyemeyeceğim.

Read more...

sevgili gençlik


Can Yücel/SEVGİLİ GENÇLİK

Öyle parçalandım ki ömrümde sevgiyle öfke arasında
Sevgimi öfke vurdu
Öfkemi sevgi kaçırdı
İçim parçalandı arada

Bir de bigün baktım gökyüzüne, bir bayram gecesi
Bir kestane fişeği açmış yedi rengimden
Yağıyorum çocukların üstüne...

Read more...

Çocukların ebeveynlerinin evliliğine ilişkin boşanma davası açma hakkı olmalı. Evet olmalı.

Read more...

Cuma, Aralık 21, 2007

1 cümle, 1 cevap

Gelelim bugünlerde ev yemekleri yemekte olduğunu tahmin ettiğim Tuğçe’nin mimine. Severim ben böyle bir kelime bir işlem oyunlarını. Hatta itiraf edeyim bu günlerde sadece böyle bir kelime oyunuyla aklımı çeldiği için “noluyoruz yahuu” dedirten bir arkadaş var etrafımda. Neyse biz mim diyorduk aslında.

Ben küçükken; mutluydum. Kırmızı bir bisikletim vardı. Nasıl sevinmiştim ilk alındığında. Yıllarca bana dünyanın en büyük bahçesi gibi gelen bir bahçede bindim 3 tekerlekli bisikletime. Yıllar sonra “bak bizim ilk oturduğumuz ev burasıydı” diye gösterdiklerinde çok üzülmüştüm. Altı üstü 15-20 adımlık bir kapı önüymüş benim kırmızı bisikletimle dünya turu yaptığım yer. Sonra biraz daha büyüdüm iki tekerlekli bir bisikletim oldu. Siteye en yakın boş arsada babam öğretti dengede kalmayı, düşsem de yeniden kalkmayı. Bir gün o beni selemden tutmasa da iki tekerin üstünde rüzgâra karşı yol alabilmeyi. Yıllar sonra o boş arsaya benim 1.sınıfını okuduğum lise inşa edildi. Sahi arada bi’de Sindy bebeğim oldu. Gelin Sindy! Bir yılbaşında kocaman bir oyuncakçıda beğenmiştim. Annem “daha sonra alırız” diye kandırıp dışarı çıkarmıştı beni. Kalbimin yarısını orada bırakıp çıkmıştım. Yılbaşı gecesi bütün paketleri açıp bitirdikten sonra “aaa bunu unutmuşsun” dediklerinde ve paketi yırtıp açtığımda dünyalar benim olmuştu. Velhasıl ben küçükken; mutluydum

İlk kopyam; ilkokul birinci sınıftaydım. Öğretmen yazılı kâğıtlarını bizde bırakıp teneffüse çıkmıştı. Temiz çocuk olmanın şartları mı ne, öyle bir soru vardı. 6 tane madde yazıyordu ünite dergisinde. Bende ya 4 ya 5 madde yazmışım kâğıda. Aklıma takıldı son maddeler nelerdi diye. Hazır öğretmende çıkmışken açtım baktım dergiyi. “her sabah dişleri fırçalamak”tı hatta okuduğum madde. Onu okur okumaz sonuncusu da aklıma geldi. Ben de yazıp verdim kağıdı ve 100 aldım. Sonra şişko bir mert vardı, (aha aha şişko ve mert, başıma işler açacağı o yıllardan belliymiş haberim yokmuş) hoş ben de o yıllarda şişkoydum ya karıştırmayın şimdi orasını. Öğretmene şikayet etti beni 100 adlığımı duyunca. Ben yaptığım işe kopya çekmek dendiğini bile bilmiyordum. “Hatırlayamadım, o yüzden dergiyi açtım öretmenim” diye ağlamaya başlamıştım. Sonra ilkokulda bir daha hiç kopya çekmedim. Ortaokul lise ve üniversitede ise fırsatını bulursam hiç kaçırmadım =) ama ister inanın ister inanmayın ortaokul ve lisede her türlü bilgi hırsızlığını yapan ben üniversitede hep kopya veren taraf oldum.

Aslında ben; fazla sıradan biriyim. Hiçbir zaman kalabalıkta fark edilen, sokakta dönüp bir daha bakılan, ilk görüşte etkilenilen, tanışılmak konuşulmak istenen birisi olmadım. Fakat benimle biraz vakit geçiren (hemen hemen) herkes için ya vazgeçilmez ya da kesinlikle uzak durulması gereken biri oldum. Biraz ılımlı olmak gerekiyor sanırım hayatta. Biraz orta yolcu olmak, ortamlara ayak uydurmak gerekiyor bazen, bunu da yeni yeni öğreniyorum.

En saçma huyum; bazı insanlar benden nasıl davranmamı bekliyorsa öyle davranıyorum. Bunu bilerek ve isteyerek yapıp o bazı insanları mutlu ediyorum. Sonra başıma iş alıyorum tabi, “sen böyle yapmazdın eskiden”le başlayan kavgalara tutuşuyorum onlarla. Bi’kaç kez anlatmayı denedim, “demek ki kendinden taviz veriyorsun” dediler, kesinlikle öyle olmadığını anlatamamıştım o zaman. Burada da uzun uzun yazabileceğimi sanmıyorum. Garip bir huy işte.

Cep telefonum; 3210 yok pardon o ilk çıkan nokia’lardandı di mi, 3120 o zaman. Bataryayı çıkarıp bakmam lazım. Neyse işte renkli ekran, mms alıyor, maillerimi okuyor, toplama çıkarma yapabiliyorum. Uyuyacağım zaman sadece 3-5 kişinin aradığını duyup diğerlerini sessize alacak şekilde grup yapabiliyorum, doğum günü ve yapılacak işler için takvimi ayarlayabiliyorum. Bence yeterde artar bile. Cep telefonu yerine caka satın alanlardan değilim çok şükür. Ama PDA konusunda ciddi bir bütçe planlaması yapmıyor değilim =) o tamamen ihtiyaç.

Aşk dediğin şey; unuttuğumdur. Nasıldı, ne işe yarardı, adama neler yaptırırdı tez zamanda hatırlamak istediğimdir.

En sevdiğim blog; derseniz size şıp diye bir isim söylemem elbette. Ama şöyle diyebilirim readerım da 5 farklı blog klasörü var sırasıyla 1–2–3–4–5 isimleri. 1 ve 2. klasördekilerin hiçbir yazısını okundu olarak işaretlemem mesela. Okudum beğendim yazılarının çoğu onlar arasından çıkar zaten. Bir de tabi her fırsatta “canım, ciğerim, sevgili” vb hitaplarla seslendiğim blogdaşlarım var. Okuyan biliyor hepsini zaten. Tek tek isim vermeye yok hacet.

Efenim bu konuda da paslarımı Maybe’ye, Hüseyin’e, Gregor Samsa’ya ve ne zamandır sesi soluğu çıkmayan Elif’ciğime atıyorum.

Oh be! Bu da bitti.

Ben şimdi Sevgili Dünürüm seyredeyim, yarın da işe gideceğim. Haydi size iyi bayramlar, iyi tatiller.

Read more...

güncemin hayatımdaki yeRi

Efenim uzun zaman oldu sözümüz var hem Tuğçe’ye hem Ümit’e. Sağolsunlar kendilerine "iyi halt ettiniz" dediğim halde beni blogdaşlıktan men etmediler. Ben de arayı fazla uzatmadan yazayım artık. 10 aralık’ta ilk pası atan Ümit. Konumuz blogun hayatımdaki yeri.


Ben yazıp bitirene kadar canım Turuncu'cum da mimlemiş beni. Sıradaki yanıtlar onun için de gelsin efenim...

1- Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?

“biR delinin güncesi” su yüzüne 2007 Ocağında çıktı. Hatta ilk yazının tarihi 21 ocak. (Kova burcuyuz yani =)) Bu tarihi özellikle seçmiştim galiba, net hatırlamıyorum. Çünkü sanal âlemde yazmaya 2006 ortasında sosyomat’ta başladım. Orada tanıdığım pek çok insanın bloglarını okurken ben de bir blog oluşturmaya karar verdim. Ama hali hazırda sosyomat’ta yazıyor olduğum için bu işi hep erteledim. Sonra 2007 başında beni sosyomat’tan kovdular, ben de güncemi halka açtım =)

2- Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?

Başlangıçta mesaj kaygılı yazılarım oldu, aslında hala zaman zaman mühim meseleler hakkında yazmak istiyorum ama kapıda “biR delinin güncesi” yazarken pek olmuyor, daha doğrusu içime sinmiyor. Galiba içimden geldiği gibi değil, içimden taştığı gibi yazıyorum diyebilirim.

3- Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?

Hımm. Soruda ne kast edildiğini tam olarak anlayamadım aslında. Yani elbette feragat ediyorum. Zaman ayırıyorum bu iş için. Yazdıklarımı 2-3 kez kontrol edip öyle yayınlamaya çalışıyorum. Resim, foto vb. ekleyeceksem “işte tam da bunu arıyordum” dediğim görseli bulana kadar geziniyorum. Bazen kendim fotoğraf çekmeye çıkıyorum blog için. Çoğu zaman onları beğenmiyorum. Readar da 50 den fazla blog yazısı birikti mi huzursuz oluyorum. Okunacakları bitirmeden yazarsam blog küreye ihanet edecekmişim gibi hissediyorum. İşi gücü bırakıp blog okuyorum. Hatta bugünlerde iş yerinde blog okuyamadığım için kendime bir PDA almayı bile düşünüyorum. Bunlar feragat sayılıyorsa, evet gün içinde bazı şeylerden feragat ediyorum.

4- Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?

Eeööö, dürüst olayım bir ara oldu böyle bir dönemim. “Her gün yazmalıyım, her gün daha fazla insana ulaşmalıyım” gibi bir dürtü geldi ve fazla kalmadan geçti. Yazdıklarımın internetteki Türkçe içeriğe bir katkısı olmadığı aşikâr lakin “mahallenin delisi” olmamın kendimi keşfetme, dünyayı algılama yolculuğum sırasında bana yaptığı katkıyı birimlerle ifade edemem. Hem yazıyor olmanın hem de bir şeyler yazabilmek için kendimi sürekli okumak zorunda bırakmamın benim gelişimimde/değişimimde yeri çok büyük.

5-Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?

Bak bu soruyu sevdim. Çooook uzun vadeli olmasını dilediğim bir hobi benim için güncem. Şöyle bir 20 yıl sonra mesela, bu yazıya link verip, “bakın taa o zamanlar demiştim ben, uzun vadeli olacak bu iş” demek istiyorum. Ne bileyim daha daha ilerleyen yıllarda mesela kızımı yaptığı bir yanlıştan dolayı eleştirince, “hey anneeee şimdi bol keseden atıyorsun ama bak ... tarihinde sen neler neler yapmışsın, hatırlatırım, alooo” diyebilsin istiyorum. Niyetim fena yani blog yazma konusunda, kısmet artık göreceğiz...

Efenim sıra geldi sobeleme faslına; öncelikle gizemini korumakta büyük bir ustalık sergileyen medae cezire’yi sobeliyorum. Umarım beni okuyordur.

Sonracığıma acemi blogcu Piel Roja’nın, daldan dala konup sonunda yuvaya dönen sevgili Rehavi’nin ve de Arzın Merkezine Yolculuk’un bu sorulara verecekleri yanıtları merak ettiğimi beyan ediyorum.

Haydi bakalım sıra sizde, top benden çıktı!

Read more...

Perşembe, Aralık 20, 2007

bayRamlık Rugan pabuç kıRmızısı

Başucumdaki kırmızı rugan pabuçlarımı giyerdim uyanır uyanmaz, pijamaların altına. Bayram kahvaltısını kurardı annem. Dikdörtgen bir masamız vardı mutfakta. Uzun kenarlarından biri duvara dayalı. Kısa kenarlarında karşılıklı annemle babam oturur, diğer uzun kenarda kardeşim ve ben yan yana. Bayram, Pazar ve her türlü tatil sabahı kavga ederdik kardişle, babama yakın köşede kim oturacak diye. Çünkü o oyunlar yapardı illa. “eveeet aç bakalım ağzını, daha büyük daha büyük, boşuna mı sürdüm ben bu kadar çikolatayı”, “hımm, bu tahin pekmezli dilim kime gidiyor bakalım, bardağındaki sütü kim çabuk bitirirse onaaaa” şimdi düşünüyorum da ikimize de aynı oyunları yapardı aslında. Çocuk aklı işte, sadece ona yakın olana veriyor zannerdik yağlı ballı lokmaları. Sonra dişlerimizi fırçalayıp giyinirdik, annem saçlarımı örerdi, salonda toplanır bayramlaşırdık. Babam her seferinde, “o kadar alış veriş yaptık yahu ne harçlığı” derdi, iki dakika sonra vereceğini bilsek de her seferinde üzülüp surat asardık. Bayramlar o zaman bahara denk gelirdi, montlara atkılara sarınmazdık, bayram sabahları efil efil elbiseler, etekler giydiğimi hatırlıyorum. Şimdi kucağında çocuğuyla kayınvalide, kayın peder ziyareti yapan arkadaşlarımla apartman bayramlaşmasına çıkardık. Zemin, 1 ve 2. kattaki herkesin zili çalınırdı, tam 12 daire. Sonra asansörle sırayla 5,6 ve 8'e uğranıp diğer apartmana geçilirdi. Ben elinde torbayla hiç bilmediği kapıları çalıp bütün gün “iyi bayramlaaaar teyzeeee” diyen, akşama karın ağrısından kıvranan çocuklardan ol(a)madım hiç. Elbiselerimi kirletmeden, mümkün olduğunca harçlık almadan, site dışına çıkmadan ve fazla oyalanmadan eve dönmemi tembihledi annem hep bana. Tanıdıkları bitirip dönerdik eve, sonra da ver elini dede, babaanne, amca, teyze ziyaretleri.

Nerde o eski bayramlar demeyeceğim, olsa olsa çocukluk özlemi bu. Artık bayram sofralarında palyaçoluk yapma görevi benim mesela: “kim ağzını daha kocaman açarsa ona gidiyor mide ilacıı” , “hımm valide sultan sütünü içmemiş hala, kalsiyum hapına geri dönmek isteyenler mi var aramızda yoksa?” , “sayın merkez bankası omleti beğendiyseniz, şu bayram gezmelerindeki benzin masrafları için 0 faizli bir kredi açsanız diyorum, hem bu durumda bir dilim fazla baklava ve duble porsiyon kavurma için mutfaktan geçiş izni çıkartabilirim size, ne dersiniz?”

Pile pile elbiselerin, eteklerin üstü kat kat montlarla örtüldü artık. Kapı kapı gezme âdetini unutalı kaç yılı oldu, saymadım. Artık kapıya gelen ve gözleri parlayan veletlere ben harçlık veriyorum. Minik keselerin içinden gelen bozuk para sesini duyunca aptal oluyorlar birden. “Aa harçlık mı bu abla”, “ver elini öpcem valla, boşver çikolatayı”, “apla be, sağol ya lunaparka giderim ben bununla biliyon mu?”, “sen seneye de burada mısın be yaa” dediklerinde de ben aptal oluyorum her seferinde. Artık çıkarken saçlarımı örmüyor annem, kuaförle bayramlaşıyoruz onun yerine. Sonra hep birlikte çıkıyoruz yine evden ama artık ilk durak mezarlık ziyaretleri, gezilecek eskisi kadar kapı yok üstelik kimi tatilde, kimiyle çoktan ipler kopmuş, köprüler yıkılmış. Değişmeyen tek şey kırmızı pabuçlar galiba. Bir de Barış Manço’nun “bugün bayram” şarkısı. Ama onlar bile eskisi gibi değil, pabuçlar belki kırmızı deri, belki siyah süet, “bugün bayram”sa şen şakrak bir bayram şarkısı olmaktan çok “sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki, yalnız sen anlarsın” diyen hüzünlü bir ağıt...

Yine de güzel bayramlar. Hala sağlıklıyken ve bir aradayken kıymetini bilmek lazım.


Read more...

iyi bayRamlaR

Fiii tarihinde gelmiş bir FW mailmiş bu aşağıda ki dua. Okunmamış 2bin bilmem kaç mailin arasında öylece durmaktaymış. Ben bambaşka bir maile ulaşmaya çalışırken gmail seçtiğim anahtar sözcük için bu maili de gösterince dikkatimi çekti. Mübarek günlerde edilen dualar daha makbul oluyordur belki. Hem bayramınız kutlu olsun, hem dualarınız kabul olsun efenim. Neşeli, mutlu, huzurlu nice bayramlara erişmek dileğiyle...

Sevdiğim kim varsa, kendim de dâhil, sevebileceğim herkes de dâhil...
Sağlığı iyi olsun. Kalbi ritmini çalsın.
Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun. Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın.
Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın.
Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.

Sevdikleriyle bir arada olsun. Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın.
Lafları birbiriyle başlasın.
Nesi varsa, bölüşecek biri olsun; nesi yoksa bulup getirecek biri olsun.
Bu birileri az ama öz olsun.
Bazıları dünyada tek olsun. Sevgisinin tamamını harcasın.
Harcasın ki, ona büyük bir miras kalsın.
Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun. Onun yeri ayrı olsun.
Onu soysun, başucuna koysun ama yalan uydurmasın.
O her şeyine, her haline tek tanık olsun.
Bir hareketiyle güldüren, bir hareketiyle ağlatan olsun. Duyguların hepsi onda olsun.
Kalbi buna teslim olsun. Bütün şarkılar onu anlatsın.
Âşık olsun, sırılsıklam olsun. Kurumasın.

Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun.
Başarının gerçek adının bu olduğunu unutmasın.
İbadet eder gibi, bu keşfini her gün yeniden kutlar gibi, onu yapıp dursun.
Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün.
Daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün.
O başkalarının bunu gördüğünü, dış gözüyle görsün, iç gözüyle işine baksın.

Neşesi bol olsun. Kendini mutlu etsin, durduk yere neşelenmek nedir bilsin.
İçinde bir şey durup durup zıplasın.
Duydukları, gördükleri onu gıdıklasın, kahkaha attırsın.
Gürültü çıkarsın. Saçma şeyler söylesin.
Çocuklukta en şımardığı ana, sık sık gidip gelsin. Nereye gidip geldiği bilinmesin.

Değiştirmek istedikleri değişsin. İçte ve dışta, iyi günde ve kötü günde tadilat yapsın.
Eskilerini atsın, ruhunu havalandırsın. Kapıda hep kamyonu dursun.
Dilediği yere taşınsın.
Kendinden taşınmak isterse, içindeki güç, dışındaki sevgi ona yardımcı olsun.
Bileği, bütün alışkanlıklarıyla, bağımlılıklarıyla güreşsin. Birşey ona sürpriz olsun.

Günlerinden bir günü, bir pakete sarılı olsun.
Açılınca, içinden hiç beklemediği güzel bir haber çıksın.
Bu gün üçyüzaltmışbeş'ten herhangi biri olsun.
Öylesine bir pazartesi, arkaya kavuşturduğu ellerinde, unutulmaz bir salı saklasın.
Öyle tahmini mümkün olmayan bir şey olsun ki bu, hayatın zekasını anlatsın.

Bir hayali gerçek olsun. Bir hayale gözünü yumsun.
Peşinden koşup, onu sobelesin. Hayalini kendinden saklamasın.
Bir çizgi filmde olduğunu, her şeyin mümkün olduğunu unutmasın.
Bu duayı okusun. Kendi sesiyle duysun.
Duası gerçek olsun. Her kelimesine şükretsin.
Tek satırına nazar değmesin.


Read more...

Pazar, Aralık 16, 2007

unutamam / enbe & mustafa ceceli

Şimdi ben bu şarkı için "sakın dinlemeyin" diyeceğim, tık diye play'e basacağız hep beraber. Bari şöyle diyeyim; "kapatılmamış defterler, açık yaralar, küllenmemiş korlar varsa hala mazide bi'yerde dinlememek lazım bu şarkıyı. Çok fena yapıyor, çok..."

Kısaca: Söz-Müzik: Sezen Aksu desem


dibine not: sandığım kadar içli bir şarkı değildir belki de, belki de epey vasattır, bir de kandaki alkol miktarı otomobil kullanmaya müsaitken dinlemek lazım.

en dibine not: bu yazı da kendini imha edebilir her an. etmeyedebilir, hiç belli olmaz.

Read more...

Cuma, Aralık 14, 2007

hayalci pembe

Ümit ve Tuğçe beni mimledi. "İyi halt ettiniz" desem kızmazlar bilirim, o kadar hatırımız var değil mi? Yazacağım söz. Uzun uzun yazacağım her ikisini de çok geçmeden, ne zaman bilmiyorum. Çünkü önce benim yeniden yazılmam gerekiyor. Çünkü, yanlış bir öyküdeyim.

Ne bileyim; şekerden evi görmüş külkedisi gibiyim. Ne yol bilirim ne iz, koca evin şekerden olması umurumda bile değil, pabucumun tekini getirecek prensi bulacağımı sanıyorum ekmek kırıntıları takip ederek.

Ya da devler ülkesinde kaybolmuş pamuk prensesim. Ay bunun da prensi var di mi, prenssiz masal kahramanı yok mu hiç? Heh buldum kırmızı başlıklı kız! O da bildiğin aptal yahu. Tra lala tra lala dolanıyor ormanda, sonra da yok senin gözlerin niye büyük, ellerin niye kıllı?

Teyzoş'um bana tümecikleri anlatırdı. Bilir misiniz tümecikleri? Ben diyeyim teletubbiler gibi, siz deyin pokemonlar gibi canlılar. Yani ben öyle hayal ederdim işte. Hiç sormadım bizimkilere bu tümecikler ne ayak, ne yer, ne içer, nerede yaşarlar diye. Onlar da uydurup uydurup anlattılar senelerce.

Şimdi yine gelip uyduruk masallar anlatsa birileri. İnansam ona, kansam, güvensem mışıl mışıl uyusam dizlerinde...

Hımm ben uykusuzum diye oluyor bütün bunlar galiba. Gidip yatsam isabet olacak.

Read more...

kaRaRsız saRı

1) Alkol tehlikelidir.
2) . . .
3) . . . .

Okuduğumuzu anlayalım: Her kuşun eti yenmez, kumru bir kuş değildir.

Bu 4 cümle her an kendi kendini imha edebilir.
Bu post kimseye zarar vermeden kendi kendini imha etmiştir.

Read more...

Pazar, Aralık 09, 2007

biR pazaRlama unsuRu olaRak "aşk"

Aşkın reklamı da böyle oluyor demek ki.



Ben daha çok haber sitelerinde rastlıyordum bu tip reklamlara. Siz de görmüşsünüzdür mutlaka altı çift çizgili otomobil, banka vb. sözcükleri. Fareyi üzerine getirince yukarıda ki gibi bir görüntü çıkıyor, tıklayınca da hop reklamı veren internet sitesine ışınlanıyorsunuz falan.

Bu görüntüye bugün karakutu.com da gezinirken rastladım. Büyük hayal kırıklığına uğradım açıkçası. "Aşk"ın reklam için anahtar sözcük olması bir yana, ona doğru yaklaşınca çıkan o 5 taş yüzük hakkaten sinir bozucu. Bu mudur yani aşk? Tek taş, 5 taş, çok taş mıdır? Taş mıdır? İlla meta mıdır yani?

Reklam aşklarına alışmıştık da, aşkın reklamı olmadı yahu..


Read more...

deRin mavi

Taslakların arasında 3 tane yarım taslak var,. İlkini yayınlamış olsam, diğerlerini de tamamlayıp yayınlardım ama ilkini yayınlayacak cesaretim olmadığından, onunla alakalı diğer gelişmeleri de yazıp yazıp kaydetmişim. Neden böyle yapıp duruyorum?

1)Kendimle cebelleşmekten sıkıldım, bıktım (ama cebelleşme ortamları yaratmaktan geri durmuyorum)

2)Yaptığım şeye ilk yazıda “delilik”, ikincisinde “kötü bir iş”, üçüncüsünde “aptallık” demişim (ben bile ne yaptığıma karar verememişken, anlamlı cümlelerle olayı ifade edebilmem pek mümkün görünmüyor)

3)Tamam, kişisel ve içsel tarihimi kayıt altına alma fikri hala benim için çok önemli lakin zayıflıklarım özellikle kadınsı zaaflarım hakkında konuşabilecek kadar “cesur” değilim henüz. 2,5uncu kez yenildim demek bile, büyük bir başarı olur benim için.

Sanırım Hülya Avşar’ın bir röportajında okumuştum ya da tv.de söylemişti “daha iyisini bulmak en büyük intikamdır.” diyordu. Haklı kadın. Eğer kuyruk acısıyla bittiyse bir ilişki (kuyruk mu, acımak mı, ben mi?) daha iyi bir intikam olamaz kadın açısından. Adam için de öyledir belki, bilemeyeceğim. 5 yıldan fazladır görmediğim, hiçbir şekilde görüşmediğim birisi var mesela ona sormak lazım. Neden feysbuk hesabını açar açmaz 3. arkadaş olarak beni ekledi, sonra ben nereden tanışıyorsunuz kısmına, 'bir dönem birlikte takıldık ama şimdi görüşmüyoruz' yazınca listesinden sildi ve şimdi 2 kez reddettiğim halde neden hala arkadaşlık talebi yolluyor? Yatak odasının duvarına asmak üzere çektirdiği düğün fotoğraflarından oluşan kocaman bir fotoğraf albümü olması olabilir mi sebep? Dedim ya bilemiyorum. Onu düşünecek halim de yok açıkçası, kendi bataklığımda boğulmakla meşgulüm ben. Önce kendi yenilgilerimi hazmetmem gerekiyor. Hımm bu bile bir adım sanırım. Yani kendimi aptallıkla suçlamaktan vazgeçip sadece “yenildim” hatta “yanıldım” diyebilmek. Diyebiliyor muyum acaba gerçekten... "Yenildim"den ziyade yanıldım diyebiliyorum, evet. Hoş insan üste üste 2,5 kez yanılır mı o da ayrı dava ya, şimdi karıştırmayalım hiç.
Hala intikam derdinde olduğumu da sanmıyorum aslında. Aylar var ki aklıma bile gelmiyor, nerede, ne yapmakta sormuyorum hiç kimselere. Ama sanırım derdim intikam olmasa bile ardından hala doğru dürüst bir şeyler hissedemediğim için kızgınım.

Amaaan neyse işte. Eğlenceli bir oyun oynadım, eğlendim bitti. Geçmişle gelecekle bağlantı kurmanın hiç gereği yok. Yaptığım şey, ne delilik, ne kötülük ne de aptallık. Hem artık aptal sarışın olmaya karar verdiğime göre bundan böyle yapacaklarım için aptallık sıfatını kullanmakta hiçbir beis görmemeliyim değil mi?

---

Garip bir sakinlik çöktü üzerime şu anda. Niye kurcalayıp duruyorum ki ilişkileri bu kadar. Hani beklentileri minimuma çekmiştim ben. Niye şimdi düşündüklerimin tam tersini yapıyorum ki? Bırak işte, nasıl olsa her şeyin bir zamanı var, sen ne yaparsan yap değiştiremiyorsun bazı şeyleri. Hiç aklında var mıydı bu iş değişikliği mesela. Sen o telefon gelmeden 2–3 gün önce valiz toplama hazırlıkları yapmıyor muydun? Yapıyordun. O olmazsa B planın, 2008 ortasında ama yine de “gitmek” değil miydi? Kesin gözüyle bakmıyor muydun yeni maymunlar seçmek için yapılan o küp testinden en iyi sonucu alacağına. N’oldu? Maymun kadar olamadın. Bir sürü tesadüf ve başın zonk zonk ağrırken çalan bir telefon her şeyi değiştirdi. Ne valiz kaldı, ne plan. Hoop en başa döndü birden, taaa 2005 Kasımına.

Üstelik daha da geriden başladın bu kez yarışa. Arada geçen 2 yıl seni geliştireceğine köreltmiş, tokat gibi çarptılar bunu suratına. Ama ne dedin kendine. “başlamak için hiçbir zaman geç değil” dedin, “ben yolun kenarındaki çalı bile olsam, en gür, en canlı, en renkli çalı olacağım” dedin, “bundan çok daha fazlasını ve iyisini yapabilecek kapasitedeyim, kendimi tanıyorum o yüzden şu anda tek ihtiyacım olan biraz sabretmek” dedin. Ve bunları söyleyeli daha 15 gün olmuşken, yine söylenecek, hayıflanacak, üzülecek bi’şeyler buldun kendine. Durduk yere oyunlar başlattın, çuvalladın, durduk yere kendine kızdın, üzüldün. Ne gerek var, azıcık sabırlı ol. Azıcık inan kendine, azıcık çabala, mücadele et bakalım.

Not defterine bak mesela ne demişsin bi'kaç gün önce: İnsanın kendi kendiyle savaşı kadar yorgunluk veren bir eylem daha var mı yeryüzünde dersin? Bence yok. Çocuk falan büyütmedim, hatta tez yazacak cesaretim olmadığı için über siber sonik masterlar yap(a)madım, taş taşımaktır, inşaat ameleliğidir bir yana, yazdan yaza köye gidip (ki benim köyüm de yok) ne bileyim çay ya da tütün toplamışlığım, günebakan dövmüşlüğüm bile olmadı bu yaşıma kadar. Benim becerebildiğim o basit, kolay, sıradan aktivitelerin (yemek yemektir, uyumaktır, eh işte arada bir okumaktır, mepe3 çaların ya da bilgisayarın düğmesine basmaktır) ardından bu “kendimle cebelleşme” haline dünyanın en yorucu eylemi etiketini yapıştırabilirim gönül rahatlığıyla.

Cebelleş bakalım kendinle birazcık, senin daha bilmediğin kim bilir neler var içerde, o korkak küçük kızı bile çıkarabilirsin belki büzüştüğü çemberden. Hem bak ne diyor 4 aralık tarihli Radikal’de günün sözü olarak:

Bir insan kendi ile kavgaya başlarsa değerli bir adam olduğuna inanabilir.Browning

Haklıdır belki, dene bakalım...

Read more...

Perşembe, Aralık 06, 2007

şiddetli moR

Yazmıyorum. Çünkü yaşamıyorum. Buradaki ilk günümde “hangimiz yaşıyoruz, hangimiz yazıyoruz kim bilebilir” demiştim. (artık sadece profilde yazıyor galiba) Şimdi hiçbirimiz yaşamıyoruz, ben de yazamıyorum.

Siz iyisi mi şuraya bir göz atın: http://www.saynotoviolence.org/

BM ve Nicole Kidman var işin içinde ama bunu bile açıklamaya mecalim yok. Konuyla ilgili haberler Cnn türk’te, Radikal’de, Hürriyet’te ve Gazeport’ta mevcut.

Levent Yüksel var ya (hani Sertap’ın eski kocası =)) Sultan Süleyman’ı çok güzel söylüyor, 1 milyon kez üst üste dinleyebilirim. Ve evet mübalağa etmekte oldukça başarılıyımdır...

Y.cim sağ-salim döndü. Şimdi 12Aralık'ta son askerimi göndereceğim. O da gelsin vefalı bir arkadaş olarak "itinayla asker beklenir, moral destek verilir" görevimden istifa edeceğim. Kardeşimde önümüzdeki 5 yıl içinde (ve aslında çok daha uzun vadede) gitmemek için gerekli her işlemi yapacağından, artık askeriyeyle ve postanelerle ilişiğimi kesebilirim. Zaten artık vefasız, kaprisli, burnu havada ve de şapşal bir kadın olmaya karar verdim. Aptal bir sarışın bile olabilirim her an, yolda görsen tanımazsın yani...

Gördüğüm herşeye ilk kez karşılaşmış gibi saf saf bakmak istiyorum mesela hiç bir işimi kendim halletmek istemiyorum artık, "ay o şimdi beceremez, dur ben halledeyim" diyebilirler arkamdan hiç sorun değil. "Aman bırak ya o kendi kendine halleder nasılsa" demelerinden iyidir. Madem gönül kaçanı kovalıyor, madem "gönlünü gün edeni sevmez sevda" (ben 3 kez falan dinleyince anlayabildim bu Mustafa Sandal şaheserindeki gizli manayı, anlayınca da hemen cümle içinde kullanmak istedim) madem böyle açık açık, adam gibi, kadın gibi, insan gibi yüreğindekini söyleyince metabolizması bozuluyor bu Y kromozomların, tamam! Ben de artık oyunu kuralına göre oynayacağım.

Gelin ulan sırayla,

NEXT!

Read more...

Pazar, Aralık 02, 2007

1 günlüğüne kadın olmak

izlemelisiniz... gerçekten etkileyici!

Read more...

sıkıcı gRi

Hayır, durum raporu vermeyeceğim, yaşıyorum işte. Sıradan, basit, makul, bilindik öylesine veya değil, yaşıyorum işte. Yaşıyorum ama yazmıyorum çünkü okuyamıyorum. Çünkü normal iş yerlerinde adı üstünde filtreleme için kullanılan websense şeysi, bizim oralarda küllen internete erişimi baltalamak için kullanılıyor. Birkaç haber sitesi, gazeteler (ki bazılarında yazarların arşivlerine ulaşmak da mümkün değil, sadece o günkü yazısını okuyabiliyoruz), bankalar (ki online borsa takip zımbırtılarına ulaşmak da mümkün değil) resmi web sayfamız, rakip firmaların web sayfaları (“lar” dediğime bakmayın, bir elin parmakları kadar bile rakip yok ne yazık ki) dışında hiçbir yere ulaşamıyoruz. Zaten ekşi sözlüğe ulaşabileceğimi düşünmüyordum ama bloglara, kişisel blog sayacıma ve daha da fenası readerıma ulaşamadığımı gördüğümde başımdan aşağı kaynar sular döküldü resmen. 3-4 gündür IT’ci birilerini bulmaya çalışıyorum. En azından şu readerı ayarlamanın bir yolu olmalı değil mi? Bakalım artık Salı günü biriyle tanışacağım, umarım bu işler konusunda yetkili biridir. Yoksa artık ilk iş bir PDA mı olur blackberry mi olur, direk laptop mu olur bi’takım zımbırtılar taşımaya başlayacağım demektir. (pahalı bir hobi olmaya başladı bu bloggerlık galiba =))

Aa sahi şu alttaki yazı var ya “keskin lacivert” ne komik di mi? İnsan hiç sevdiklerini kategorize eder mi yaaa? Olacak iş mi bu? Ne o öyle devlet dairesi gibi, evrakları tamamla öyle gel. Şu olmadan bu olmaz falan. “Hımmm, metrekaraye düşen gözyaşı raporunu onaylatmamışsınız hanfendü, bu durumda ben size dost muamelesi yapamam. Ama yeterli sayıda sabah ezanı stickerı toplamışsınız, bayramınızı mesajla değil de direk arayarak kutlayabilirim” Ne yani, bu mudur? Yoksa şöyle mi oluyor?

“Aaa bi’dakka sen şimdi benim iş arkadaşımsın, o yüzden seninle sinemaya gidebilirim ama akşam içmeye gidemem” ya da “dur ayol sen benim dostumdun di mi o zaman ben sana istediğim kadar kızabilir, hatta elinden sigara paketini alıp çöpe atabilirim” ya da “ay ay ay biz şimdi sevgili mi olduk, ay ay hemen bir şişe şarap açmamız lazım, açık tekel bulalım hemen, nerede arabanın anahtarları” mı diyor Zeynep hanım kızımız hayatındaki insanlara acaba. Peh!

Bu kadar işte, yaşıyorum. Sırf kendimi kendime ispatlamak için yaramaz oyunlar oynuyorum, başıma iş açmazsam yakında iyidir. Aslında oynadığım oyunları yazmıştım az önce, kaydedip bıraktım öylece. Akışına bırakmaya karar verdim her şeyi. "Belki de şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda... "
Otomatik pilotta gidiyorum işte. Isparta’da düşen uçakla ilgili çok detaylı araştırmalar yapılması gerektiğini, ucuz bilet olayının tehlikeye davetiye çıkartıp çıkartmadığının açıklığa kavuşturulması gerektiğini, tüm havalimanlarına ILS (aletli iniş sistemi) cihazları takılması gerektiğini düşünüyorum. Yarışmaya İstanbul’dan katılıyor, yarışmacı arkadaşlara başağrıları diliyorum.

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP