Bu bir günce. Yani bildiğin günnük işte. Günce deyince daha havalı oluyor hepsi o. Ama “biR delinin güncesi.” Peki kim bu deli? Hem deli diye kime denir ki sahi? Sürekli aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar almayı bekleyene mi, kendi kendine konuşana mı yoksa çok çılgın olana mı? Ben hiçbiri değilim, hepbiriyim. "Kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek; delirebilmenin bedelidir kendini keşfetmek" demiş Elif Şafak. Kendimi keşfetmeye çalışıyorum herhalde. Belki de Murakami gibi "olayları sözcüklere dökmedikçe anlayamayan o yeteneksiz insan türündenim."
Çok zekiyim ama yeterince akıllı değilim. Çok iyi yalan söylerim. Aptal insana tahammül edemem. Yalanlarıma kanıyorsa aptaldır. Siler geçerim. Yazamadıklarımı yaşar, yaşayamadıklarımı yazarım. Mutluysam yazmam, niye bırakıp yazayım, tadını çıkarırım.
Özlerim, umut ederim, beklerim, vazgeçerim. Beklentilerimden vazgeçmeyi, özlediklerime kavuşmayı umarım en çok. Çok soru sorarım. Yanlış soruları, yanlış adamlara, yanlış zamanlarda sorup, doğru cevaplar beklerim. Alamam tabi. Daha çok sorarım. Sormazsam kancasına takılır kalır, devrik noktalar koyarım. Devrilir yine kalkarım. Ama hacıyatmaz değilim devrildikçe kanarım.
Limonatayı tutturamasam da keki güzel yaparım. Pilavda da iddialıyım ayrıca. Severim sofralar hazırlamayı sevdiklerime. Ama en çok rakı-balığı severim. Sohbetiyle, deniziyle, fırında tahin helvasıyla. Mangal yakamayan, güzel karpuz seçemeyen adama adam demem… Kahve + tiramisuya hayır dediğim görülmemiştir. Kebap, şalgam, künefe söz konuysa bütün toplantıları iptal ederim. Toplantı masasındaki kurabiyelerin pelit olması bu durumu zerre etkileyemez. Tüm bunları aynı gün içinde yemişliğim de yoktur çok şükür. Yemekteki zeytinyağı mı mısır yağı mı pek ayıramasam da ağzımın tadını bilirim.
İlkokulda ki okuma bayramında herkes mühendis, hemşire olurken ben ev hanımı olmuştum. Sarı bir mutfak önlüğüyle sahneye çıkıp çok kafiyeli bir ev işleri dörtlüğü okuduktan sonra “biraz da erkekler yapsa dünya mı patlar” dediğimde en çok alkışı ben almıştım. Bugün evimin hanımı da değilim, sahnenin yıldızı da. İkisi olmayı da istemedim zaten. Olduğum her şeyin en iyisi olmaya istedim sadece. Tipik kova’yım yani. Biraz ağlak balık etkileri var haritamda, gıcığım onlara da. Bi’de çift sayılara gıcığım. Tek olanları severim ben; 19 candır, 9 şans. 21. yaşım hayatımın en güzel yaşıydı. 25 onun kadar güzel olmasa da “25 bitmeden yapılacaklar” listemdeki hemen her şeyi yaşattı bana. Tek bir şey kaldı listeden. O da olana kadar 25 yaşında kalacağım. 2009 itibariyle ikinci 25imi yaşıyorum.Yaşamaya İstanbul’dan katılıyor, tüm yaşamacı arkadaşlara baş ağrıları diliyorum. Bu cümleyi de met-üstten aşırdığımı her fırsatta söylerim.
Yalnızlığı unutmuşum. Daha doğrusu yalnız yaşamayı. Eve anahtarla girip, akşam kapıyı iki kere kontrol etmeyi, gece kulakları tavşan gibi dikip çıtırtıları dinlemeyi, yemeği tepsiyle televizyon karşısında dilediğim saatte yemeyi, havluyu evin istediğim köşesine fırlatmayı... Hafta sonundan kalan son tatilcileri de yolladım, artık nihayet yalnızım. Ben şahsen bizzat kendim ve diğerleriM baş başayız. Telefon yok, var da kim bilir nerede açık mı kapalı mı haberim yok, uydunun ayarlarını bozdum televizyon yok, bu yazı yayımlandıktan sonra kendi kendini imha edecek bir internet bağlantısı üzerinden bağlanıyorum şu an yani internet de yok. Kamera yok; zihnimde ki karelerden daha canlı olamaz hiçbir fotoğraf, saat yok; acıktığımda yemek saati, yorulduğumda uyku saati. Yetiştirilmesi gereken “şey”ler, yetişilmesi gereken “yer”ler, yapılması gereken açıklamalar yok. Ses yok. Ses var aslında gürültü yok. Dalgalar var sahile vuran, damlalar var kimisi gözlerimden süzülen, kimisi camları tıkırdatan, ayak sesleri var sokak aralarında “kim bu arkamdaki” diye huzursuzluk vermeyen, sadece yalnız olmadığını hissettiren adımlar. “Burada” olduğumu ya da “orada” olmadığımı kanıtlayacak hiçbir şey yok, birkaç nota, bir kalem, bir de defter.
Bu sefer kaçmaya gelmedim. Sizlerle bile defalarca konuştuk bunu; “giderken kendini de götürüyorsun yanında” anladım artık. Yüzleşeceğiz bakalım, ne var ne yoksa dökülecek ortaya, kozlarımızı paylaşacağız. Dönüşte büyük değişiklikler olmayacak hayatımda, beklentilerden vazgeçmek değil, bu kez galiba kabulleneceğim durumu tüm çıplaklığıyla. Belki yine planlarla dönerim belli olmaz benim işim.
Şimdi bir bisiklet ayarlayacağım önce, bacaklarım kopup iflas edinceye tek bir adım atacak halim kalmayıncaya dek süreceğim. Sonra yığılıp kalacağım olduğum yere. Belki sonsuza dek öylece kalırım orada. Bir fosil olurum. Belki biraz soluklanıp ufka doğru yüzmeye başlarım, nefessiz kalıncaya kadar kulaç atarım. Sonra suyun üstüne bırakıveririm kendimi belki de sonsuz maviye karışır bir damla olurum.
Olmaz mı dersin? Olsun şimdi gidiyorum işte, rüzgârın üstüne üstüne çekeceğim kürekleri, varsın çatlasın ellerim kurusun dudaklarım, tedavisi çilekli bir lipstick olduktan sonra ne fark eder? Kozmetik yok, makyaj yok, saçlarımı açarım rüzgâra karman çorman olur, günlerce taramasam ne gam! Sahi bu ara ne çok kurmuşum aynı cümleyi fark ettin mi? En az 5 tane var son yazdıklarımda. 6. cümleyi kurmadım ama bak kabulleniyorum artık...
Rüyamda korkarsam koynuna sokulabileceğim kimse yok şimdi yanımda. O yüzden dün gece korkmadım o saçma sapan rüyalardan. Güya çok uzaktan gelmiş yanıma, uzun zamandır görmediğim için o kadar mutlu oluyorum ki gelince, oturup konuşalım istiyorum, onun için sofra hazırlamışım. Telefonu çalıyor, “hayatım” diyor telefondakine, öyle üzülüyorum ki, gözlerime bakıp “sen boşa umutlanmışın” mealinde bi’şeyler söylüyor. Gözleri yeşil galiba ya da açık kahve, bal rengi belki de. Tanıyorum aslında O’nu. “Ne bekliyordun ki” deyip kızıyorum kendime. Sonra hamile bir kadın görüyorum, bembeyaz bir yatakta yatıyor, doktor geliyor, karnını enlemesine ikiye ayırıyor, her yer kana bulanıyor, bebek dışarı fırlıyor, kordonu yok, mosmor. Kadın uyanıyor, “dur diyorum sakın bakma, bebeğini verecekler şimdi sana”. Dinlemiyor beni doğruluyor, kendini kan içinde görünce bir çığlık atıyor. O çığlığa uyanıyorum ben de. Kocası neredeydi acaba diye ağlıyorum, sonra fark ediyorum ki kendime ağlıyorum, başkasına “hayatım” deyişine... Kalkıp güneşin doğuşunu izliyorum, yalnız, ıssız, sessiz. Öyle soğuk esiyor ki rüzgâr, içim mi üşüyor aslında, dışım mı bilmiyorum... Neyse, cevaplar bulmaya gelmedim buraya, önce bir kozlarımızı paylaşalım bakalım. Hangimizin ne derdi varmış anlayalım.
Sahi “özlemek” diye bir fiil, bir eylem, bir duygu vardı değil mi? Belki de özle(n)meye geldim buraya. Kimbilir?
Hâsılıkelâm, tadilat dolayısıyla kapalıyız efenim.
Batmayan sanat güneşi. Türk sanat müziğinin paşası. Müziğini seven sevmeyen herkesin saygı duyduğu Zeki Müren 11 yıl önce bugün TRT İzmir Televizyonu'nda kendisi için düzenlenen tören sırasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. 65 yıllık yaşamına 600den fazla plak, bestelediği 200 dolayında şarkı, 20ye yakın film, bir tiyatro oyunu ve bir şiir kitabı sığdıran sanatçı aynı zamanda Türk sanat tarihinde pek çok ilke imza attı.
Sesi, sanatı ve tavırlarıyla her zaman anılacak olan Zeki Müren’i ben de bugün ölüm yıldönümü vesilesiyle anmak istedim. Hayatıyla ilgili birkaç makale, röportaj okuyup, birkaç görüntü izleyince sanatına nasıl büyük bir aşkla bağlı olduğunu ve sahip olduğu estetik duygusunu anlamamak mümkün değil. Her davranışı, attığı her adım, giydiği her kostüm hep estetik kaygılarla tasarlanmış ve hayata geçirilmiş. Tüm “söylentilere” rağmen sanatta öyle bir duruşu var ki, (neredeyse) hiç kimse onu cinsel tercihi ile ilgili olarak eleştirmemiş. Anlattığı “müstehcen” fıkralar bile çok meşhur olsa da o hep sahnede ilk kez T model podyumu kullanmış olmasıyla, saz ekibini ilk kez bir örnek giydirmesiyle ve kendisi şarkı söylerken garsonların servis yapmasını yasaklamasıyla, ilk altın plağın sahibi olmasıyla, sahnede olduğu yıllar boyunca seyirciye bir kez bile arkasını dönmemiş, sahneden inerken bile geri geri çıkarak seyirciye gösterdiği saygısıyla anılmış bugüne dek. Şaşalı zamanlarını herkes biliyor aslında, yılbaşı geceleri, sahne kostümleri, Aspendos’u dolduran tek bir kişinin bile çıtını çıkarmadan izlediği konseri (ki bu konserden sonra sanatın paşası lakabını almış) (yasemin bozkurt’a dikkat =D) Ama şu an müze olan Bodrum'daki evine kendini kapamasından, ödül almak için ortaya çıkıp vefat ettiği güne kadar yaşadıklarını hiç kimse bilmiyor. O günlere dair yazılı bir şeyler bulamadım internet arşivlerinde. Geçenlerde CNN Türk’te yayınlanan “oradaydım” belgeseli ise merakımı pek gidermese de Paşa’nın hayatının en son günlerine ait oldukça ilginç anları anlatıyordu. (ölüm yıldönümü vesilesiyle bugünlerde tekrar yayınlanabilir, denk gelirseniz göz atmadan geçmeyin derim)
TRT programcısı Hülya Aydın, yıllar sonra Zeki Müren’i Bodrum’da yüz yüze röportaj yapmaya ikna eden ilk gazeteci olmuş. Paşa, inzivaya çekildiği yıllarda gelen görüşme taleplerinin tamamını geri çeviriyor ve röportaj taleplerine de sadece, “siz soruları yollayın, ben de kasete yanıtları kaydedip geri yollayayım” mealinde cevaplar veriyormuş. Hatta Can Dündar’da röportaj (ay ne zormuş bu kelimeyi yazmak) için araya Türkan Şoray’ı koymasına rağmen yüz yüze görüşmek ve görüntü almak konusunda kendisini ikna edememiş.
Ancak ölüm gecesini ve o gece için yapılan planları Hülya Aydın’dan dinlediğimde, olayların Can Dündar’ın yazdığı gibi (ve kamuoyunda tahmin edilenin aksine) bir intihar olmadığı fikri daha ağır bastı bende. Belgeselde anlatılanlara bakılırsa Zeki Müren gerçekten sahnelere dönmek, seyircisiyle buluşmak için büyük bir heyecan ve hevesle çalışmalar yapmış. Mesela ben öldüğü gece sadece ödül almak üzere TRT stüdyolarında bulunduğunu sanıyordum oysa ödül töreninden sonra her hafta yayınlanacak bir talk-showun ilk programını yapacaklarmış Hülya Aydın’la birlikte.
Hepsi bir yana, beni en çok etkileyen ödül töreni sırasında ve sonrasında kalp krizi geçiriyor olmasına rağmen bunu ne orada ki kameralara, ne her adımında yanında olan yardımcısına ne de Hülya Aydın’a kesinlikle hissettirmemiş, soyunma odasına gidinceye kadar ayakta kalmak için tüm gücünü sarf etmiş. Hatta bir ara koluna girmiş olan Hülya Aydın’a “sakın beni düşürme küçük düşeriz” gibi bir cümle kurmuş... Nasıl bir sanat aşkı bu, nasıl bir şey bu bilemedim, tüylerim diken diken oldu, gözlerim doldu izlerken. Keşke günlükleri olsaydı da, okuyabilseydik. Ben onun muhteşem Türkçesiyle yazdıklarından öğrenmek isterdim hayat hikâyesini. Ve tabi bir kez olsun canlı dinleyebilmek isterim kendisini, sahnede.
O'nunla özdeşleşen şarkılardan olmasa da bu gece klipleri izlerken beni en çok bu şarkıyı söyleyişi etkiledi. Ruhumu besleyen bu büyük sanatçının ruhuna bir Fatiha okudum önce, sonra sesi sonuna kadar açıp hayranlıkla izledim nezaketini, içim ürpererek dinledim billur sesini.
Allah rahmet eylesin...
dibine not:Neşe Erberk' hiç değişmemiş değil mi? Ajda Pekkan'ı, Erol Evgin'i, Halit Kıvanç'ı, Selami Şahin'i gördünüz mü? Hey gidi yıllar hey!
Bugüne kadar sana hiç yazmamış olmam çok ilginç. Bugün fark ettim biliyor musun? Akşam mutfakta salatayı hazırlarken aniden geliverdin aklıma. Çok şaşırdım. Kendime notlarım var her yerde, kızıma oğluma yazdıklarım ayrı ayrı kutularda, ama sana hiç yazmamışım, hiç.
Sahi bir kızım bir oğlum olacak benim (en az =)). (bak dilim bile alışkın değil sana, "bizim" demeliyim aslında) Nereden biliyorum dersen, bilmiyorum. Aileden genetik olarak böyle bir kod geçiyorsa ona güveniyorum. Biz 6 torunuz, 3 kız kardeşin 3 kız 3 erkek evladıyız. Kızlar büyük erkekler küçük. En büyükleri benim. En küçüğümüz henüz kucağımda uyuya kaldığı yaşlarda. Bu yüzden işte sanki ben de bu sırayı bozmayacakmışım gibi geliyor hep. Hoş bu yakınlarda teorik olarak büyük kızımın girmesi gerek hayatıma ama... Aması sen yoksun ortada. Dahası sana hiç yazmamışım. Seni hiç çağırmamışım “gel” diye. Seni düşünmediğimden değil çok merak ediyorum elbette gülüşünü, bakışını, dokunuşunu, sinirini, sevincini. En çokta tam şu anda nerede ne yaptığını? Aslında bensizken yaptığın her şeyi merak ediyorum. Yaşadıkların, hayal ettiklerin, küfür ettiklerin, sana dair ne varsa bilmek istiyorum. Seni bana getiren ne varsa...
Bazen özlüyorum seni. En çok kokunu. Yok yok sesini. En çok sesini özlüyorum. Sakin sakin saçlarımla oynarken anlatacaklarını, öfkeni kontrol edemeyip bir anda gürleyeceğin anları özlüyorum. Sonra birden içim ürperiyor. Tenimde ellerin dolaşıyor, kulağıma adımı fısıldıyorsun sanki irkiliveriyorum. Sanki sarılıp belimden omzumdan öpüvereceksin beni. Ama yüzün gelmiyor gözümün önüne bir türlü, yüzünü unutmuşum, o kadar çok özlüyorum seni bazen... Bir an önce gel gir hayatıma istiyorum. Ama sakın acele etme sen. Sakın vaktinden önce gelme. Ben kontrol delisiyim bilirsin her şeyi ayarlamak isterim, sen bakma bana. Vaktinde gel ve altüst et bütün dengelerimi, kontrolü ele geçir bir anda. Ben kolay kolay teslim olmam bilirsin, hazırlan öyle gel! Benden yıllar önce söylemiş usta; “öyle bir havada gel ki vazgeçmek mümkün olmasın”
Niye senin için yazıp, saklamıyorum bunları bilmiyorum. O kadar uzaksın ki bana, daha öyle çok var ki sana, o zarfı senin için saklamak zor geliyor inan. Şimdilik yazıp havaya savurmak istiyorum sana dair cümlelerimi. Kaygılanma ve kıskanma sakın. Sen geldiğinde o kadar çok yazacağım ki el yazımı görmekten bıkacaksın. Ceketinin cebinde, bilgisayarının ajandasında, aynanın köşesinde, kurabiyelerin içinde notlarımı bulmaktan sıkılacaksın. Öyle çok sürprizim var ki sana ve anlatmak için öyle sabırsızlanıyorum ki aslında. Ama senden önce hayatıma giren başkaları olacaksa hala onlar bilsin istemiyorum hiç birini. Bir tek sen bil istiyorum kuytularımı, hani o çemberler var ya o çemberin merkezine bir tek sen gel istiyorum. Biliyorsun değil mi kimse yaklaşamadı oraya. Birine hakkından fazla şans verdim o bile beceremedi. Sen gelip aşacaksın sınırlarımı biliyorum. Biliyorum senle ben er-geç baş başa verecek pergel gibiyiz; masmavi mutluluk çemberleri çizeceğiz etrafımızda, ellerimiz kırış buruş olana dek. Biliyorum bir imza bir yüzük değil, o çemberler bağlayacak bizi birbirimize. Biliyorum ilk kez “kocacığım” dediğimde sana dilim dolanacak, aptalca sırıtacağım ve biliyorum ki sesimin en güzel tınısını adını söylemek için saklayacağım o gün gelene dek. Yeter ki...
—Sen şimdi valizini toplasan, eline tek gidiş biletini alsan, hatta o bilet vizesiz pasaportsuz hiçbir işe yaramayacak bir bilet olsa, pasaportunu da alsan, tanıdıkları, arkadaşları, aileyi hayatındakileri işte her kimse bir araya toplasan, hepsinin karşısına geçip “ben gidiyorum ahali, hoşça kalın” desen, 1 kişi bile çıkıp “gitme” demeyecek farkında mısın? —Hayır! —Ama gerçek bu, sana “gitme” diyecek bir kişi bile yok hayatında şu anda. “gitmesen olmaz mı” diyecek birini bul, sonsuza dek susacağım ben. —Annem var bi’kere! —O mutfağın yolunu tutup “ben sana yolluk hazırlayayım bari kaç saat sürüyor yol?” der çıkar kameranın kadrajından. —Anneannem var, kardeşim var? —Güldürme beni E. mi sana gitme diyecek, “Havaş kaçta kalkıyor?” der o, arabayla bile bırakmaz seni. Anneanne en iyi ihtimalle “orada oruç tutabilecek misin bari iftar-sahur nasıl olacak bak zor gelirse tutma istersen hiç” der gitme demeye dili varmaz. —Tamam, biraz çemberi genişletelim J. var mesela ah, ama o daha geçen gün dedi “kızım bas git ne bekliyorsun” diye, eee Ö. var? —"Geç bile kaldın 2 yıldır neredeydi kızım aklın, benim yapabileceğim bi’şey var mı sen onu söyle” —S.cim var? —Hımm. Sahi o gitme der mi acaba? .... Düşündüm de demez şekerim. “başarmadan gelme” ya da “âşık olmadan gelme” der ama “gitme” demez. —Y? Y. Bırakmaz beni, “seni özlerim ben, gitmesen olmaz mı” der? —Sor bakalım akşama öyle mi diyor, “yer ayarla orada bana, tezkereyi alır almaz yanında olacağım ben de” mi diyor? —Of çemberler genişledikçe şansım azalıyor galiba. Merkeze doğru dönelim madem, teyzoş var, aaa boş ver teyzoş’u, minik kuşum var, benim masal kuşum, evine dönerken bile "gitme" diye pazarlık yapıyor bebeğim, o duyarsa der işte!!!! —Hımım... teyzoş gitme demeyeceğine göre, onu da ikna eder, “gelirken sana yeni bir kitapla birlikte yeni boyalar getirecekmiş, kimsede olmayanlarından hem de” dedi mi, o da “gitme” demez sana. Belki en çok özleyen o olur ama ifade edemez özlemini de... —Beni buraya bağlayacak, bunca zamandır bağlayan, harekete geçmemi engelleyen güçlü bir bağım yok mu yani benim!? Beni yolumdan döndüremeyeceğini bilse bile “gitme, ben seni özlerim o zaman” diyecek biri? —Yok şekerim. 1 kişi bile yok. Seni kimse özlemez demiyorum ki, dökme incilerini hemen. Bu saydıklarının hepsi özlerler elbette hatta daha da fazlası ama kimse “gitme” demez, demeyecek. Kalk artık! —Babam! Babacım ne yapacak bensiz? —Ne yapar bilemiyorum, bakar elbet başının çaresine de gitme der mi sana, sen cevap versene. —Ben her şeyi ayarlayıp, olay budur, işte eylem planı dedikten sonra DEMEZ! Diyemez bile değil, de-mez! “Git ve ne yapılması gerekiyorsa yap” der. Öğüt verir, kaygılanır, uykusu kaçar belki ama demez! —Peki, sen ne halt etmeye çırpınıyorsun bu sığ sularda öyleyse? —Sus artık sen, konuşma! —Sen ne halt etmeye çırpınıyorsun bu sığ sularda dedim? —Sus dedim! —Peki. —Bi’dakka susma, sen biliyor musun cevabı? —Evet! —Ben neden bilmiyorum peki? —Görmek istemiyorsun, yüzleşmek istemiyorsun. —Sus dedim sana, hala ne konuşuyorsun?!?!!!
2007’nin ilk günleri vapurda, —Nasıl yaaa! Hamile misin yani? —Galiba biraz.
Gecenin bir körü telefonda, —Ben doğurmuşum —Nasıl yaaa! Senin haberin yok mu doğurduğundan!
Ertesi gün hastanede, —Bu, bu şimdi daha dün gece senin içindeydi, senin bir parçandı di mi? —E 9 ay taş taşımadık herhalde! —Nasıl yaaa! Nasıl inanılmaz bir mucize, nasıl güzel bir his bu ya? —Anne olunca anlarsın!
“Aha aha” diye sırıtıp bu klişe cümleyle alay edecekken arkasını döndüğünde fark eder ki odadaki 5 kişiden bir tek kendisi “anne” değildir. Diğer 4 anne onun anlamadığı bir dilde bakışmakta ve içtenlikle gülümsemektedir...
Ben aslında ıska geçecektim bu yazıyı ama Elif’cim gizli konuşmalarımız ifşa etmiş, bir de topu bana atmış ses konusunu o yazacak diye, artık yazmasak olmaz =)) Efenim biz ikimizi de çok etkileyen bir sesin sahibinden çıktık yola. O “karşıma geçip konuşsa yeter" dedi, ben “maç anlatmasına bile razıyım yeter ki sadece bana anlattığını bileyim” gibi bi’şey dedim. Çünkü O’ndan bahsederken tam da şöyle yazmıştım daha önce başka yerlere: “Başımı omzuna yaslasam, bana bilmediğim bi’şeyler anlatsa belki bir şiir okusa... Çok mu romantik oldu bu? Tamam, sorun değil, baş başa olsak, o bana maç anlatsa ben sonsuza dek dinleyebilirim sanırım.”
Fikret Kuşkan hakkında böyle bir yargıya ne zaman vardığımı hatırlamıyorum, kuvvetle muhtemel filmlerinden birinde ama hangisinde? (Belki de Ayşegül Aldinç klibinde oynadığı zamanlardan kalma bir hayranlık benim ki, ses falan hikaye =D) Sonra bir gün TRT2 denk geldim belgeselimsi bir yapımı seslendiriyordu ve birkaç şiir okudu bölümleri birbirine bağlarken. İşte o gece eriyip bittiğimi, izlediklerimi not almayı falan bırakıp, öylece kalakaldığımı çok iyi hatırlıyorum. Gözlerimi kapayıp, uçsuuuuuz hayallere dalmıştım O’nun sesiyle. Her ne kadar hayranlıktan yarı baygın halde dinlesem de sesini, ufak bir eksiklik vardı. Çok başka bir zamanda, karşımda oturanın ne anlattığını değil, sesini dinlediğimi fark ettiğim bir anda anladım eksik şeyi. Öyle bir anda insan ister istemez konuşanın sadece ağız hareketlerine odaklanıyor aslında. Hadi romantik olsun “insan kendini dudaklarına bakmaktan alıkoyamıyor” diyelim. Bu nasıl bir çekim gücü bilemiyorum.
Üstelik ses koku gibi beyinde algılanan bir duyu da değil, kulaktaki alıcı hücrelerin, sıkışan ve gevşeyen hava moleküllerinin oluşturduğu ses dalgalarından etkilenmesiyle algılıyoruz sesleri. 0,00003 saniye gibi çok kısa bir zaman farkını algılayabilecek yetenekte olduğumuz için de ses kaynağının yerini bulmakta zorlanmıyoruz mesela. Çünkü ses dalgaları önce sesin kaynağına yakın olan kulağımıza sonra diğerine geliyor. Oysa bu tip bir durumda ne sesin frekansıyla ne de geldiği yönle ilgilenmek mümkün oluyor, beynin başka bir mekanizması çalışıyor karşındakinin dudaklarına bakarken. Pek yakın olmasak da karşılaştığımızda hep uzun uzun muhabbetler ettiğim her seferinde “daha sık görüşelim yaa”, deyip bir türlü o sıklığı ayarlayamadığım bir er-kişi bu konudan bahsederken “Ben mesela konuşurken karşımdaki hatunun yüzüne, gözlerine değil de dudaklarına bakmaya başlamışsam bu, kısa bir zaman sonra o dudakları öpeceğim anlamına gelir” demişti. Şaka maka haklı galiba bir takım hislerin başlamakta olduğunun sinyalini veren bir şey bu ses’ten etkilenme hadisesi. Sözlükte birinin dediği gibi; ses ruha ait bir parça sanırım.
O’nun ruhundan bizim ruhumuza akan bir nehir, bir köprü belki de; iki ruh arasındaki bağ kopartılmak istendiğinde yakılan ilk köprü...
*Edip CANSEVER - Tregedyalar IV Yerçekimli Karanfil (Toplu Şiirleri I) Adam Yayınları Sf:156
Biz muz cumhuriyetinde mi yaşıyoruz? Son bi’kaç gündür olanlara bakınca kurabildiğim en anlamlı cümle bu oldu ne yazık ki. Önce Ankara’da bomba yüklü bir minibüs bulundu. Hemen ardından da 500 kg patlayıcı karpuz taşınır gibi, İsviçre’den Ankara’ya kadar (hadi Avrupa kısmı bizi bağlamadı diyelim) Kapıkule’den Ankara’ya kadar getirildi.Bu ülkenin gümrüklerinde çalışanlar muz mu yiyor hep birlikte. Ankara’da bu araç durdurulmasa nereye kadar gidecek daha?
Otoparkta bulunan minibüs ise açıklamalara göre ; 11 eylül’ün yıldönümü dolayısıyla arttırılan güvenlik önlemleri çerçevesinde Rocky ve Maske isimli eğitimli köpeklerin orada olması sayesinde bulundu. Günlerden 10 Eylül olsaydı başkentin göbeğinde insalar havaya mı uçacaktı yani? Bir de alay eder gibi böyle açıklamalar yapmıyorlar mı basına... Aynı gün Diyarbakır’da bulunan patlayıcılarsa nedense Ankara’dakiler kadar yankı bulmadı basında. Tamam, Ankara başkent ama bombayla karşı karşıya kalan insan aynı insan değil mi? Diyarbakır’dakilerin haber olması için havaya uçması mı gerekiyor? Çok değil iki gün önce Van’da bulunan patlayıcılardan da muhtemelen aynı sebeplerden haberimiz olmadı.
E hadi bunlara münferit olaylardı diyelim, insanlık hali koca minibüsler ankara’da fark edilmeden dolaşabiliyor demek ki, Ankara’dan ilerisinde zaten her gün bomba, her gün ölüm haberi var, kanıksadık artık. Hem terör merör bunlar bizi aşan işler güvenlik politikası var bu ülkenin, askeri güçleri var, ben oturup akıl yürütecek değilim ya onlar dururken.
Peki bizi gayet yakından ilgilendiren yeni (sivil) anaysa taslağı hakkında ne biliyoruz? Haberlerden taslakla ilgili ne kadar aydınlatıcı bilgi alabiliyoruz. Buyurun burada göz atabileceğiniz 2 haber. Vatan gazetesinin haberini tıklayarak 170 sayfalık metnede göz atabilirsiniz isterseniz. 8sutun.com'un haberi ise bence biraz daha hap gibi.
AKP’li bir ekip ve Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki 5 profesör ve bir doçentten oluşan bilim kurulu toplamda 137 madde olan taslak metin üzerinde çalışmalar yapıyor Sapanca’da. Bu akşam itibariyle kamp bitecek. AKP taslağı son haliyle önce parti yetkili kurullarına sunacak, ardından da ekim başında kamuoyu görüşüne açacak. Aralık sonu ya da Ocak başı gibi de meclis genel kuruluna sunacak. Yani yeni Anayasayı konuşmak için önümüzde yaklaşık 3 aylık bir zaman olacak. O yüzden Sabih Kanadoğlu’nun son açıklamalarına da(mutlaka) göz atarak bu konuyu cebimize koyalım. Zira kurucu meclis nedir ne değildir, demokrasilerde ve batı’da anayasa nasıl yapılır ne zaman yapılır, illa darbe mi olmalıdır gibi açıklığa kavuşturulması gereken pek çok teknik detayla birlikte, bu tekniklerden ne derece haberdar olduğunu bilmediğimiz bir ekip tarafından hazırlanmakta olan bir anayasa söz konusu olacak ilerleyen günlerde.
Gelelim 21 Ekimde yapılacak anayasa değişikliği ile ilgili referanduma. Gümrüklerde oy kullanılmaya başlandı bile. Ancak ortada oldukça karmaşık bir 11. cumhurbaşkanı sorunu var. Ben mayıs ayında "Türkiye Ekim 2007 de hala mayısta görev süresi dolan cumhurbaşkanının yerine yeni bir cumhurbaşkanı seçememiş olacak" demiş, erken seçim ihtimalini hiç hesaba katmayarak yanlış/eksik öngörüde bulunmuşum. Oysa bugün olan bitene baktığımızda 11. cumhurbaşkanı çoktan seçildi, resmi temaslara başladı ama anayasa değişikliğine de 11. cumhurbaşkanını seçmek üzere gidiyoruz, bu kez halkın oylarıyla hem de. Cümle karışık mı oldu, aslında durum da en az benim kurduğum cümle kadar karışık =) Kanun metnindeaçık açık diyor ki : "Onbirinci Cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylaması, şu şu günlerde, ikinci tur oylaması bu bu günlerde yapılır."
E biz seçtik 11. cumhurbaşkanını! İşte bu yüzden herkesin kafası karışmış durumda, her kafadan başka ses çıkmakta.Umarım bu konuya da Bekir Çoşkun’un bulduğu çözümden daha akılcı bir çözüm bulunur.
Hadi şimdilik bunu da koyalım cebimize referandum sonucuna da nereden baksanız 2 ay var. Ama referandumla ilgili açıklığa kavuşturulması gereken bir şey var. Birkaç blogda ve internet haberlerinin altına yapılan yorumların bazılarında ciddi bir yanlış anlama söz konusu: Bazıları referandumda evet ya hayır dedikleri diyecekleri şeyin bugünlerde hazırlanmakta olan anayasa taslağı olduğunu en azından onunla ilgili olduğunu zannediyorlar!Oysaki biz sadece 1982 anayasasının bazı maddelerini değiştirmeyi amaçlayan 7 maddelik bir kanunun kabulu ya da reddi için oy vereceğiz. Bu kanunda gayet açık, kolay okunabilir ve anlaşılır bir kanun.
Seçimler 4 yılda bir yapılsın mı,
Cumhurbaşkanını meclis yerine halk seçsin mi,
Bundan böyle meclis yapacağı seçimler dahil her işlem için sadece 184 milletvekili ile toplansın mı (hatırlayınız: 367 krizi),
Seçilen c.başkanının görev süresi 5 yıl olsun ve en fazla 2 kez seçilebilsin mi,
Meclis dışından c.başkanı adayı gösterebilmek için 20 m.vekilinin (82 anayasasında en az 110 m.vekili) yazılı önerisi yeterli olsun mu,
C.başkanı ilk turda salt çoğunlukla olmazsa ikinci turda en çok oyu alan aday yönetemiyle seçilsin mi ve
Anayasaya oy verdiğiniz bu kanunla ilgili geçici maddeler eklensin mi?
EVET ya da HAYIR.
Referandum sadece kanunu oylamaya sunan yani sıralamaya çalıştığım bu sorulara evet ya da hayır yanıtı verilmesine dayanan bir referandum olacak. Şu anda hazırlanmakta olan anayasanın referandumla uzaktan yakından bir ilgisi olmayacak! Ve hatta YOK!
İşte böyle sayın seyirciler, tüm bu karmaşıklıkları herhangi bir hukuk dersinde bir sınav sorusu olarak benim önüme koysalar(dı) “Hocam burası muz cumhuriyeti herhalde, demokrasi hükümleri pek işlemez burada” yazar çıkardım. Neyse ki biz hukukçu değildik ve işin teori kısmıyla daha çok ilgilendiğimizden böyle somut olayları irdelemedik çoğu zaman, yoksa benim okul bitmezdi valla =)) Pazar Pazar siyaset yazılmaz, herkes aşktan-meşkten, hayatın güzelliklerinden falan bahseder ama hazır tatil gününü bulmuşken aklıma takılan bu noktaları da yazmadan geçmek istemedim.
Herkese keyifli bir Pazar(akşamı) ve mutlu bir hafta dilerim.
Hüzünlü Pazar beyaz meleklerin ilahiler söylediği Aşkın güzelce yıkandığı sımsıkı kefenlendiği
Yaz geçmiş, gelip çatmış bağbozumu vakti Genç kızların mutluluğu bir mevsim daha ertelediği
Hüzünlü Pazar, geçmiş pazarların anısıyla kavuniçi Çocukların hep kursaklarında kalan sevinci.
*Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var-Toplu Şiirler II Adam Yayınları Sf:117
Hakkında en detaylı biyografiye sözlükten ulaşabildiğim Ataol Behramoğlu bu şiirleri Maltepe Askeri Cezaevinde 10 ay tutuklu kaldığı 1982’nin Eylül ve Ekim aylarında yazmış. Dört duvar arasındayken günlerin birbirinden hiçbir farkı yokken, nasılda güzel tasvir edilmiş bir hafta sonu. Cuma gecesinin kalbi inleten rüzgârı, Cumartesinin pembe rüzgârları, aşkları öldüren Pazar...Read more...
Bizim mahallede deli avına çıktılar bugünlerde o yüzden saklanıyorum, güncemi de saklıyorum herkesten. Birkaç gün daha ortada görünmem muhtemelen. Gidişimin böyle suskun olduğuna bakmayın siz, her an dönebilirim birkaç yazıyla birden. Zira şiire gömülmüş durumdayım saklandığım inimde. “Bunu da yazmalıyım bunu da” diye onlarca işaret var kitapların arasında =) Bir de yeni oyuncağım var elime alıp kaçıyorum mahalleden, düşüyorum yollara. Kendi karelerimle süslerim bundan sonra güncemi belli mi olur? Tam da bu noktada beni görmekten, aramaktan, selamlaşmaktan imtina eden birilerine laf sokacağım müsaadenizle, siz buradan diğer paragrafa ışınlanabilirsiniz. Hey âdemoğlu, bu fotoğraf sevdasına Kadıköy-Kartal sahil yolunu ve de caddeyi mesken tutmuş bulunuyorum. Hatta geçen gün Bostancı deniz otobüslerinden Maltepe migrosa kadar yürümüşüm farkında değilim. Aklında bulunsun da karşılaşmayalım o güzergâhta. Kaçacak delik bulamazsın, selam vermek zorunda falan kalırsın bana, Allah korusun!
Bugün 12 Eylül’ün yıldönümüymüş, ben bilmem öyle şeyleri. Darbe sonrası yetiştirilen a-politik kuşağa mensubum ben. Benim Türk siyasal hayatı derslerim bile 12 Eylül 80de bitti. İnsanlar yok olmuş, vatandan atılmış, işkencelere uğramış, gazetecilerin, hâkimlerin, akademisyenlerin işine son verilmiş diyorlar. Güya bu ülke de başbakan bile asılmış bu darbe marbe şeysine daha da önceleri, daha neler! Kenan Evren varmış biz Marmaris’te karşılaşmıştık o ressam amcayla, niye kötü şeyler söylüyorlar hakkında bilmiyorum. Bi’de Hasan Mutlucan diye bir adam varmış ben tanımıyorum, türkücü falan herhalde. Ben bilmem öyle şeyleri zaten. Bugün gazetelere bakayım öğreneyim dedim, küçücük haberler vardı kenarda köşede, demek ki önemsiz bi’şey bu darbe dedim, vazgeçtim. Aynı gazetelerin sür manşetinde ramazan promosyonları vardı. “Oh be” dedim, “pide kokacak yine sokaklar” sonra aç insanlar geldi aklıma dağıttım hemen koku bulutunu.
Okullarda açılacak birkaç güne zaten okul saatiydi, iftardı derken n’olcak bu İstanbul’un hali. Trafik mrafik? Belediye "bir projem var" diyene "getirin bakalım, dinleyelim" diyormuş. 5000YTL’ye varan ödül bile veriyormuş. Nasıl bir proje kurtarır bizi dersiniz?
Ah yine sirenler çalıyor işte, deli avcıları başladı gezmeye. Yağmurda başladı zaten. Ben inime kaçıyorum şimdi. Günceyi de okuyup kapatın ha, ortada bırakmayın sakın!
dibine not: gidenlere selam olsun, dönerseniz bir gün nerede bulacağınızı biliyorsunuz beni.
en dibine not: aaa nasıl unuttum söylemeyi, ayakkabılarım meşhur oldu, siz de yollasanıza ilginç oluyor =)
("sayın yetkili" istediğim etkiyi yaratmıyor o bakımdan)
Tam toparlandık derken son dakikada her şeyi karman çorman etmiş bulunuyorum. Tarafıma en kısa sürede tam yetkiyle donatılmış bir adet düş işleri bakanı ve ona bağlı hizmet verecek kariyer planlamasından sorumlu bir müsteşar gönderilmesini talep ediyorum. Aksi takdirde mevcut kurallarınıza karşı gelmek zorunda kalacağımı ve olacaklardan sorumluluk kabul etmediğimi bildirir,
Gerekli işlemin ivedilikle yapılmasını saygılarımla arz ederim.
Bu fotoğraf çekildikten bi’kaç dakika sonra uyudu olduğu yerde. Eli yakamda, başı göğsümdeydi, gözkapakları dünyanın en büyük yüküymüşçesine ve o da taşımaktan yorulmuşçasına bırakıverdi kendini, kapadı kocaman gözlerini. Upuzun kirpiklerinin arasından öyle bir bakış attı ki bana; “ben şimdi burada uyuyacağım gürültü etme, beni uyandırmalarına ve rahatsız etmelerine de sakın izin verme” der gibi. Biraz küstah biraz savunmasız çokça yorgun. Sonra dingin bir nefes alış-verişi başladı. Küçük, kısık düzenli bir iç çekiş.
O an anladım anneliğin nasıl bir şey olduğunu. Yok, anneliği öyle bir anda anlamak mümkün olamaz. İçinde onu büyütmeden, senin elin kolun gibi bir parçanın gözlerinin önünde konuşmayı, yürümeyi, okumayı, yazmayı öğrendiğini görmeden, onun açlığını, korkusunu, endişesini o farkında değilken bile anlamadan anneliği anlamak mümkün olamaz herhalde. Ben sadece çocukken bir türlü anlayamadığımız o koruma içgüdüsünü anladım o an için diyeyim. O kollarımda uyurken dünyada olup biten her şeyden onu korumalıydım. Onun uykusunu bölecek en ufak bir ses, çıtırtı, canlı cansız varlık, olay, kişi her şeye engel olmam gerekiyordu. O her şeyden habersiz sakin sakin nefes alıp verirken iki rüzgâr arasında oturduğumuzu fark ettim mesela, hemen sessizce balkon kapısını kapattırdım. Ben ki hayatım boyunca cereyanda oturmaktan hasta olmuş biriyim, hiçbir zaman farkında olmam iki rüzgâr arasında kaldığımın. O an fark ettim işte bilinçsizce. Bir yangın çıksa şimdi dedim, bir uçak düşse evin yakınlarına ya da deprem olsa nasıl korurum seni olup bitenden. Telefon bile çalsın istemiyorken ben, babasından arabayı kaçıran veledin bangır bangır korna basmasına nasıl sinirlenmeden sakin kalabilirdim?
Akşam çıkarken annemin son dakikada elime tutuşturduğu cekete gülümsedim bu kez sadece, hatta 5 kat yukardan “bagaja koyma onu yanına al, inince de geçiriver üstüneee” deyişine bile kızmadım. “Tamam” deyip yanıma aldım. Eve dönmeyeceğim halde “geç kalma” deyişine, içmeye gittiğimi bile bile “çok içme” deyişine de kızamadım. Anladım her seferinde ben dönmeden neden yatıp uyumadığını. Onların yanında olmadığım 5 yıl boyunca kimbilir neler neler hissetmişti. “Ben dalışa gidiyorum”, “teknede kutlayacağız bu sene yılbaşı gecesini, merak etme” ya da “aa dün gece konuştuk mu seninle anne çok yorgundum eve gelir gelmez sızmışım, şimdi de yiyecek bi’şeyler bulmaya çalışıyorum, karnımı doyurunca ararım ben seni” dediğimde
“ne dalışı, kızım siz denize gidince bile içim hopluyor benim dalmak nerden çıktı”, “teknede parti mi olurmuş, kış günü hem de ay bi’de gece yarısı açılacağız diyor, sakın ha, bak hakkımı helal etmem” ya da “aa yok mu evde yiyecek bi’şey uğraşma, çık dışarıda doyur karnını, hem niye yoruyorsun bu kadar kendini, taze meyve falan ye, vitamin al, süt iç bak dirençsiz kalır hasta olursun Allah korusun” diye başlayan bitmez akıl vermelerini anladım o gün. “çok üzdüler beni anne, çok” diyerek ağladığımda içi nasıl acımıştı kim bilir...
Ulen bacaksız sen rahat uyuyacaksın diye nerelere gitti geldi yarım aklım. Hele bir büyü sen, ben neler yapacağım sana görürüsün gününü!
Yenilendim tazelendim dedim ya bir de bahar temizliğine giriştim. Çok da iyi geldi epey toparlandım yalnız bir kalemimi bulamadım. Yokluğunun epeydir farkındaydım aslında, masada göremeyince çekmecededir diyordum, çekmece de bulamayınca çantama atmışımdır deyip geçiştiriyordum. Dün, kalemin bulunması muhtemel her yere baktım ve fakat yok. Kalem dediğin nedir alınır yenisi elbette, lakin nesnelerle insanlar arasında kurduğum abidik-gubidik bağlantılardan ötürü bu kalemin toptan yok olarak bana bi’şeyler anlatmaya çalıştığını düşünüyorum. Ve bunun üzerine senaryolar yazıyor dahası ilişkilerimle ilgili çıkarsamalar falan yapıyorum. (kimseye normal davranacağımı taahhüt etmemiştim değil mi, bir kalemin bana mesaj verdiğini düşünebilirim dilediğim gibi)
Zaten hatırlanacak başka bir şey yok ya, kahvaltı ettiğimiz gün almıştım kalemi. Bir de batman’li şeker almıştık yanında. Ben batman diye hatırlıyorum ama fişi de buldum temizlik sırasında, şeker-superman yazıyor, hangisini almıştık emin olamadım.13:48 de kesilmiş fiş, herhalde 13:20 de falan girmiş olmalıyız Nezih’e. İçerde epey oyalandığımızı sanıyorum ama o konuda da yanılıyor olabilirim elbette. Zaman göreceli bir kavram nihayetinde. Günlüğüm için kullandığım pilot bitmek üzere olduğundan fırsat bulmuşken bir yenisini almak istemiştim o gün. Onlarca deneme yaparak aldığım halde, eve gelip baktığımda defterin hamuruyla kalemin ucu uyuşmamıştı istediğim gibi. Yeterince akıcı değildi mürekkep, yazarken yoruyordu sanki. Zaten kısa zamanda defteri de yenileyeceğimden o kadar üzerinde durmadım uyumsuzluğun. Sonra o defteri bitmeden değiştirmeye karar verdiğim ve bugüne dek hala yenisini alamadığım için o kaleme de bir süredir ihtiyacım olmadı, diğerlerinin yanında durması gerekiyordu öylece. Ortalıkta görünmediğini ne zaman fark ettim bilmiyorum ama senin ortadan kaybolmaya karar vermenle aynı zamanlara denk geldiği şüphesiz. Bugüne dek aptalca bir temenniyle beni arayacağını sanıyordum. Bugünse biliyorum ki, aramayacaksın! Eğer bir gün beni aramaya karar verirsen senden önce kalem çıkacak ortaya. Çünkü kolay kolay bi’şeyler kaybetmem ben... Lisede kullandığım kalemi bugün kullanmıyorsam tek sebebi kurşun kalem kullanmıyor olmamdır, fakültede Fatih hoca’mın sınavlarına girerken kullandığım kalem de durur hala kalemlikte, ders notları da kitaplıkta elbette. O yüzden bu kalemi de kaybetmediğimi, bir yerlerde unutmadığımı vb. gayet iyi biliyorum. Seninle bağlantılı olabilecek tek nesne oydu ve sen gitmeden önce o gitti.Şimdi de biliyorum ki, sen geleceksen eğer bi’şekilde kalemde ancak o zaman çıkacak ortaya. Yani muhtemelen hiç çıkmayacak =(
Hayatım bir film olsa ve ben de yönetmen olsaydım mesela, bir sonraki kare de elinde bir başka dolma kalemle çıkar gelirdin. Bu kadar! Replikler falan hiç önemli değil ya da dekor ve figüranlar. Çünkü benim repliklerim belli, sen ne söylersen söyle değişmeyecekler. Seninkilerse bugüne dek söylediğin her şey gibi dikkatle dinlenecek sadece. Varsa anlatmak istediğin bi’şeyler dinlerim yine seni, bu kez üstüne tek bir söz söyleyecek değilim, bir sorum var sadece, tek bir basit soru, yanıtlamak istersen onu yanıtlarsın, sonra ben başlarım tiradıma. Verdiğin ya da vermediğin yanıta göre değişecek birkaç yer var tiradın içinde ama ana fikri değişmeyecek cümlelerimin. Sonra da sahne değişecek zaten, film başka bir mekânda devam edecek. Benim filmimde böylesi olurdu, senin filmini bilemem elbette.
“Kolay kolay bi’şeyler kaybetmem ben” gibi iddialı bir laf ettim ya, nesnelerden ziyade kaybolan insanları düşündüm de; hangilerini ben kaybettim, hangileri beni kaybetti, hangileri kayboluverdi sessizce, hangileri yaygaralar kopardığı halde çıkıp gidemedi bir türlü diye... Bir kez daha gönül rahatlığıyla söyleyebilirim aynı cümleyi. Güçlü bağlarla, ağlarla bağlanırım onlara, koruyup saklar, gerekirse savunurum cümle âleme. Gösterilmesi gereken ilgiyi gösterir, (varsa) yapmam gereken her şeyi yaparım hiç erinmeden/gocunmadan. Hayatımın neresinde durduklarını bilirim hepsinin tek tek, bu yüzden işte kolay kolay kaybetmem ben hiçbir şeyi, hiç kimseyi...
Yeni bir yıla başlamış gibiyim. Tazelendim, yenilendim. Baştan başlamaya, yeniden başlamaya dahası BAŞLAMAYA hazırım galiba. Bir kıpırtı bir hareketlilik var içimde, aklımda. Güzel bi’his bu tabi, hayırlara vesile olması umuduyla... Neler getirecek bakalım bana merak içerisindeyim. Yaşadıkça yazarım herhalde.
Bu yenilikten, tazelikten aldığım enerjiyle güzel bir temizlik yaptım. “eski aşklarımı çıkardım dün dolaptan, tozlarını alayım dedim” haftanın sonuydu ama yeni ayın, yeni bir mevsimin başıydı. Emektar ayakkabı kutularımı açtım bir bir. Eski defterlere, sinema, konser, müze, milli park giriş biletlerine, sırf üzerinde tarih var diye saklanan çikolata paketlerine bakarken bir kaç bilgisayar çıktısının olduğu dosya çıkıverdi aradan. Satır satır okudum yazdıklarını. Elim telefona gitti birden. Kısa yol tuşu boştu. Rehberi açmadım. Kaçtı sahi numaran, ilk turkcell kullanıcılarından olmakla övünürdün de kaçtı o numara? 0532’den ilerisi gelmedi aklıma. Oturdum düşündüm bi’süre, hatırlamaya çalıştım yine de gelmedi. Oysa gerçekten aramak istemiştim ama numaran benim hafızamda yokken arayamazdım ki. Söyleyeceklerim vardı sana, “unutu(lu)nca böyle oluyor demek ki. Rehberi de sildim mi tamamdır” diyordum, “sonra 'bırak' dedim kendi kendime kalsınlar eksik güzellikleriyle bazı şeyler yaşanmamalı kalmalı öylece tozlarını alıp yerleştirdim yerlerine”
Off ben bunları yazmayacaktım aslında, başka mecralara yazıldı bunlar. Yaşandı, yazıldı bitti =D Ama madem cümleler beni buraya kadar getirdi yayınlamakta da bir beis görmüyorum. Kendimi saklayacak, kendimden kaçacak değilim.
Bir tek, şu sözlerini bana “yoruldum” dediğinde ya da aylar sonra karşıma çıkıp içimi acıttığında hatırlatmak isterdim sana. “Bunları sen söyledin” deseydim, benden yana değişen bi’şey olmazdı ya, o doymak bilmez egona bir çentik atmış olurdum en azından... Belki...Galiba...
Hüzünlü ama üzgün değil, Kızgın ama küskün değil, Yorgun ama yılgın değil, Mutsuz ama umutsuz değil, Korkmuş ama cesaretsiz değil... Hoş geldin eylül, hoş geldin sonbahar.
Toparlanıp geliyorum ben de arkandan, şu hüzünleri valize koyacağım önce yazlıklarla birlikte, kızgınlıklarım zayıf sararmış yaprakların gibi; içten bir gülüşle uçup gidiyorlar bir bir. Yorgunlukları boğazın hırçın akıntısına bıraktım çoktan, bir şarkı savurdum arkalarından, bir kadeh de şarap. Yazın son günü içimi üşüten rüzgârına verdim mutsuzlukları, çok değil iki damla yaş aktı gözümden, tutmadım.
Şimdi bir deli poyraz estireceksin bana, ne kuzeyden ne doğudan, tam kuzeydoğudan eseceksin. Denizi çarşaf gibi dümdüz edecek, dudaklarımı kurutacak bir poyraz, sonra bir yağmur yağdıracaksın, bardaktan boşanırcasına, beni seline katıp gökkuşağının bittiğe yere götüreceksin kimselerden habersiz. İşte oraya bırakacağım korkularımı. Hayatın en büyük servetini alıp geri döneceğim tekrar. Bu bizim küçük sırrımız olacak seninle. Kış gecelerinin sakladığı sırların yanına koyacağım, kimseye bilmeyecek
Hoş geldin Eylül! Hoş geldin Baharım!
Sen gezinedur saçlarımda, yaramaz oyunlar oyna eteklerimde, toparlanıp geliyorum arkandan...