Salı, Mart 31, 2009

ne mavi ne yeşil ne de moR, koyu biR siyah; hepsini yutan

Telefonun şarjı bitmiş. Daha Pazar sabahı takmıştım oysa. Kıçı kırık bir cihaz bile dayanamadı bugünün… bugünün… bugünün… bugününün nesine? Bugünün koşturmacasına? Bugünün heyecanına? Bugünün hayal kırıklığına???

Yazılacak tek bir cümle yok artık. Yazasım da yoktu ya. G-talkta ki “gitti gider”i görünce…

Nereye kızım alooooo? Şu çöplükten çıkmayı bile beceremiyorsan…Memleketin 800 km. doğusuna gitmeyi bile göze almışken hem de…Nereyeee??

Her fırsatta kurumsalız, otuz, bokuz böceğiz diyenlerin yaşattıkları değersizliğe ne demeli? “Sen bir gregor samsa’sın” diye, bir adamın yüzüne bu kadar vurulmaz ki! Gerçi bende bu salaklık varken yakında elmalı gregor bile olurum ya neyse.

Artık çok da fazla bi’şey dememek lazım. Bi’insan kişisel tarihimin kaydı olsun deyip 2 yıl boyunca dönüp dolaşıp aynı başarısızlıkları, aynı hayal kırıklıklarını yazıyorsa, hiç yazmasın daha iyi. En azından unutur, kurtulur. Ha, aynı insan dönüp dolaşıp aynı boku yiyorsa yaşamasının da çok bi’manası yok aslında. Ama işte “ölmek istiyorum böğğ” diye ağlayınca söylenen “kuşlar kelebeler umut dolu günler” mavrasını dinlemektense, “ay yanlış kararlar verdim”, “tüh yaa başarısız oldum” diye ağlayınca söylenen “bu da geçer, bu da bir deneyim” bık bıkları bi’nebze daha dinlenebilir oluyor. Bu garibe de hak vermek lazım.


Hiç bi’şey söylemeden dinlese. Delirip delirip anlatsam bana bugün yaşattıkları rezilliği de “ağlama” demeden sadece gözyaşlarımı silecek bir el, bir omuz olsa yanımda.
Evimde, yuvamda, güvendiğim tek kale’min omzuna yatamıyorum bu gece. Çünkü dayanamıyor beni ağlarken görmeye. Çünkü öyle laflar ediyorum ki, kendini suçluyor her seferinde. Çünkü ben her seferinde bir kez daha hayal kırıklığı yaşatıyorum ona.

Başım çatlayacak sanırım birazdan. Ağlamaktan mı, ağlayamamaktan mı, ağlamanın çevremdeki insanları üzmekten başka hiç bi’işe yaramayacağını düşünüp unutmaya çalışmaktan mı, “güçlü ve dik” durmak zorunda olduğumu hatırlayıp unutamamaktan mı…

Süblimleşebilsem negzel olur diğ mi? Katı’dan gaza. Puf!

—bu bir başarısızlık değil ki senin için. İş hayatı böyle... kimse tek seferde, ilk seferde zıplamıyor bi’yerlere. Ha, sen bu adamlara pabuç bırakmazdın, n’oldu da böyle oldu oturup tartışılır elbet ama ne olursa olsun sana bugün yapılan muameleyi hak etmedin sen. O yüzden gerçekten boşuna üzüyorsun kendini…
—hiç susmaz mısın sen?
—niye susayım ki, kötü bi’şey mi söylediğim?
—…
—iyi bakalım. Ben de susarım o zaman. Bakalım susunca ne değişecek? Sessizlik bize ne getirecek bi’de ona bakalım.

Tıp!

Read more...

Pazartesi, Mart 30, 2009

seçimsiz mavi


Bugün memleketçe seçim yaptık. Gittik oy kullandık ya, benim kafam karıştı. Şimdi bizim oy kullandığımız sandıkta 316 seçmen vardı. Hepsi 3 dakikada oy kullansa 942 dakika yapar. Bölü 60 eşittir 15.7 saat eder. Oy kullanma işi sabah 8, akşam 5 arası yapıldı. Yani 9 saat sürdü. E bu nasıl iş? Hadi diyelim bunun bi’standart sapması vardır, her sandıkta belli oranda oy kullanılmayacağı istatistikî olarak bilinir, kişi sayıları ona göre hesaplanır falan. 9 saat nereee 15 saat nere arkadaşım, ne biçim sapma bu?
Kaç kişi toplam 3 dakikada oy kullanabildi onu hiç tartışmayalım zaten. Gördüğün bütün ampüllere “evet”i bas çık yapmadıysan, hele bi’de büyükşehirde başka, ilçede başka partiye oy verdiysen hangi pusula hangisinindi, kağıdı ne tarafa katlayacaktık derken kafadan 5 dakika geçiyor paravanın arkasında… Nasıl yetişti bu seçim sandıkları haber bültenlerine, ben çıkamadım işin içinden.

Son baktığımdaki (ki 1 saat falan oluyor) Pendik-Kadıköy hattı CHP kırmızısına boyanmış görünüyordu. Gerçi Pendik biraz kritik. Her an sararabilir.
Neyse ya hiç hevesi yok şöyle 3-5 kelam laf edeyim de seçimlerin belini kırayım falan. Kardiş yaklaşık 2 saattir pc başında sevgilisiyle an be an sonuç değerlendirmesi yapıyor. "Büyükşehirde 50bin oy fark var sadece, bence hala umut var Kılıçdaroğlu için" , "bak adamlar kadıköy’ün oyunu bölmek için ataşehir’i çıkardılar ama orada da chp almış." falan. Hayretle izliyorum onları, iç geçiriyorum hatta. Olabiliyor yani böyle ilişkiler yer yüzünde. Yaşanmışı bile var hatta.

Söz uçar yaz kalır diye boşuna dememişler “Cumhuriyetten günümüz Türkiyesine siyasal katılımda kadının yeri ”, “1980 sonrası siyasal katılımda gençlik”, “… ili çerçevesinde seçmen davranışları”… Altında, üstünde, kapağında adım yazmasa ben bile inanmam gerçek olduklarına. Nasıl (ı-ıh hayır doğru soru) NEDEN geldim ben bu bezgin hale? Neden boşalttım içimi, beynimi? Neden izin verdim bana bunu yapmalarına? 2 yanlış karar 3 yanlış cevap verdim diye neden vazgeçtim hemen?

Öhöm. Tamam. Neyse. Konumuz bu değil bu gece. Konumuz seçim bile değil ki bu gece. Daha önce sormuşum ya bi’zaman 'neden 23 saat olacak günümle, 25 saat olacak günümü ben seçemiyorum?' diye, seçebiliyor olsaydım hakkaten bugünü seçerdim. Pazartesi sabahına ne kadar çabuk ulaşırsak, saat ne kadar çabuk 10:15 olursa o kadar iyi.
Yarın(bugün), bir zaman kırılması yaşanacak hayatımda. Sliding doorslar (larlar) açılacak mı kapanacak mı göreceğiz en sonunda.

Şimdi uyumam, yarın dinç ve açık bir zihinle uyanmam lazım.

Read more...

Cuma, Mart 27, 2009

uykusuz mavi

Uygun bir giriş cümlem yok. En iyisi konuya tam ortasından dalmak. Konu?
Belirsizlikler içinde yaptığım planlar mı? Bir yandan "evet artık olsun şu iş" diye heyecanlanıp, diğer yandan hala “ya yanlış bir karar verdiysem, ya 30 umda 2009da verdiğim o boktan karar yüzünden…” diye başlayan cümleler kuruyorsam kaygısı mı?
Kardeşimin nükseden nefreti mi?
Ebeveynlerimin aniden kaçan uykuları mı?
H. kişisinin “etkileyici” saçmalıkları mı?

Hakkaten konusu ne lan benim hayatımın? Hayatı siktir et. Şu son bir ayın konusu neydi?
Konusuna da ana fikrine de kafam girsin! Yeter artık ya! Birisi start desin, motor desin, action desin, oyun desin, AKSIN artık hayatım. Ben de marttan erken rezervasyonlu temmuz tatilleri için otel aramaya başlıyım mesela. 23 nisanı hafta sonuna birleştirip 4 günlüğüne akyaka’ya kaçayım arabamla mesela. Çarşamba akşamı tiyatroya biletim olsun ya da pazartesi akşamı konsere gideyim mesela, hafta sonunu beklemeyeyim nefes almak için.
—Hah! Salak, Çarşamba tiyatrosu, Perşembe konseriymiş. Nelerden vazgeçiyorsun sen, farkında mısın?
—Sus. Lütfen sus. Hiç halim yok buna bu gece.
—O yüzden mi gecenin ikisinde çıktın yatağından. O yüzden mi bininci kez dinliyorsun aynı şarkıyı?
—Şimdi bu riski almazsam, başka ne zaman yapacağım?
—Bu tam anlamıyla bir risk değil ataletin yüzünden varabildiğin tek çıkış kapısı. Açmaya korkuyorsun çünkü o kapıdan çıkarsan geri dönmek epey vaktini alacak.
—Sus n’olur?
—Daha iyilerini yapabileceğini çok çok iyi bildiğin halde bunu bulunmaz/kaçırılmaz bir fırsat gibi satıyorsun çevrendekilere. Annene. Babana.
-…
—Niye ağlıyorsun ki? Büyük resmi çok net görmene rağmen hala aynı koltukta oturup aynı ekrana bakıyorsun. 3 ay oldu bak. Tek bir
—Başa dönmeyelim artık. Olmuyor işte. Kapana kısıldım burada. Hem de senin yüzünden! Sen içimde bas bas konuştukça, ben dışımda düğüm düğüm karışıyorum. Sen ben değilsin, ben de sen değilim.
—Bu önemli değil i zaten. Önemli olan Zeynep. O kim?
—Sen değilsin. Sen olmazsın. Seni kimse tanımıyor. Annem en sevdiğin yemeği, babam nasıl araba kullandığını, kardeşim ilk aşkından ayrılınca ne çok ağladığını bilmiyor. Hiç kimse tanımıyor seni.
—Peki bakalım, neymiş senin en sevdiğin yemek? Kimden öğredin sen araba kullanmayı? Öğrendin mi? Kardeşine “üzgünüm ama kendini buna hazırlamalısın” dediğinde hatırladığın kimdi, ilk aşkın mı? Yeter ki içimden çıksın diye yazıyorsun akıtıyorsun zehrini de, benden başka kim anlayacak şu yazdıklarını? Kim tanıyor seni? Sen tanıyor musun kendini? Nasıl tanıtıyorsun insanlara BENi?
—Nefret ediyorum senden! Orada oluşundan. Her fırsatta “ben buradayım” diye ortaya çıkışından. Sorularından…

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
Sustu.
Bir doğumun sancıları bunlar. Biraz daha terleyeceğim nefese nefese.
Sonra kendimi doğurup kendimden, bir büyük çığlıkla başlayacağım yepyeniden.





evet evet
doğrusu bilmiyorum
dalıp dalıp gidiyorum böyle
dalıp gidiyorum ve dalgınlığımda bir kent
bir duvar, bir de sen, duruşunda güz özellikleri
dostlar, bütün dostlar içerde.

bir kent mi, bir yüz mü, binlerce yüz mü, bir kent mi
beyaz mı, daha mı beyaz, o kadar çok mu beyaz
bütün bunları kendime bir adres gibi sorup
hüznüme, kalbime, soğuğuma
gelecekten arta kalan bir mutluyum.
.
.
.
.
.
maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi
bir renk değildir mavi huydur bende
ve benim yetinmezliğimdir
ve herkesin yetinmezliğidir belki
denecektir ki bir süre
ve denenecektir
bir akşamüstünü düşünmek bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki.

gelecekten utanarak dönen bir sevinçliyim
ya sizler
ey sırasını beklemeden gelen akşamüstleri.

Edip Cansever/GÜNLERDEN

Read more...

Salı, Mart 24, 2009

Rahatsız mavi, huzuRsuz gRi

sonunda bitti!

kendine güvenin insanı rahatlatan bi'şi olması lazım aslında. peki ben neden böyle rahatsız hissediyorum.

bitti işte!

eksiklerim var mı? var, olabilir.
ben sonuç olarak elimden gelin her şeyi yapmadım mı? yaptım.

şimdi oh bitti diye iç çekmem gerekirken bu huzusursuzluk neden hala?
dahası ne peki?

yeter artık ya, cevap istiyorum!
ne olacaksa olsun!

Read more...

Pazar, Mart 22, 2009

kaRanlık beyaz, paRlak tuRuncu

Ben hala ne yaptığımı tam olarak idrak edemedim galiba. Yüzdüm yüzdüm kuyruğuna geldim de, şimdi ne olacak? Salı günü de OK derlerse bana. (ki diyecekler, tüm olmaz olsun balık burcu sezgilerimle biliyorum bunu) Şakası var mı bu işin?
Benim ne işim var orada?

Peki ya demezlerse? “Olmadı canım, belki başka zaman” derlerse. Var mı bir B planım. Benim var da, ne kadar gerçekçi? Ayrıca babamı “olduğuma” bu kadar ikna etmişken tekrar başa dönersem…

Offffff ve ya poffffff ya da püfffffff.

Neyse bakalım. Her şey sonuçlansın hele.

Bi’de tüm bunlar olurken H. kişisi karşıma geçmiş “bu kızla var ya, tophane’ye gider tavla oynayıp nargile de içersin, F1 de izlersin, bağıra çağıra maçta seyredersin. Ama küfrettirmez bak, tavrını koyar kalkar. Balıkla rakı içmeyi de bilir, yaprak sarmayı da. Evinde sana bi’sofra hazırlar, bir misafir ağırlar aklın şaşar” diyor.

Ben elimdeki çatal havada, ağzım açık öylece kalakalıyorum. Bi’otuz saniye falan gözümün önünden kareler geçiyor. Bridget Jones’un ilk sahneleri gibi, konfetiler atılıyor, şampanyalar patlıyor, biz elele gelin arabasına doğru koşuyoruz kendisiyle.

“bu nasıl bi’tespit ya sen daha beni 3 gündür tanıyorsun”
“yanlışsa şurası yanlış de, düzeltelim”

Ah bu “ben bilirim” tripleri yok mu bir erkeğin, suratındaki o ukala sırıtışı Bu kendinden emin pozlara her seferinde kanıyorum, evet!

Bir maç muhabbetinin ortasına dalıp “liverpool’un never walk alone diye şarkısı vardı diğ mi, onların taraftarları da ingiltere’nin çarşı'sı bi’nevi” gibi bir laf ediyorum. Derdim sadece muhabbeti bölmek aslında. Birden oklar bana dönüyor, çok bilmişlikle genel kültürlülük arasında bir sıfat bulmaya çalışırken H. tutup bunları söylüyor hakkımda. Orda kalkıp bana liverpool’un renklerini sorsa bilmiyorum ama bu adam beni biliyor. Hakkaten de ben, benim sevdiğimin adamın beni böyle sevmesini istiyorum. Onu mango'nun kapısında saatlerce bekletecek bir tip olmadığımı fark etsin istiyorum. Biz birlikte bunları yaparken keyif alalım istiyorum. Ne bileyim, serin bir akşamüstü açık havada özene bezene hazırladığım sofrada ben onun tabağına balığını koyarken o da benim rakıma su koysun istiyorum.
Bana “hadi hafta sonu maça birlikte gidelim” dediğinde reddedilmeyeceğini ya da tavlada yenilirse dışarıdaki soğuğa buza aldırmadan ona mangalda sucuk yaptıracağımı bilmeli benim sevgilim.

Peki bu adam bunları bilirmişçesine hem de gözlerimin taa içine baka baka nasıl kuruyor bu cümleleri? Ben bu kadar yaklaşmışken hedefime, beni durdurmaya kalkmak değil de ne bu!?

Hayır Murphy Efendi. Bu sefer kandıramazsın beni. Evet, tekrar okumak için kopyalamış olabilirim tüm yazışmalarımızı ama son yazdığı maile cevap vermeyeceğim pazartesi günü. Hayır, Salı günü giyeceğim elbisenin onunla hiç bir ilgisi yok, tamamen görüşme için bir hazırlık o. Böyle adamların “tipi” olmadığımı öğreneli çok oldu ayrıca. Bu saatten sonra hiç kimse için 0 beden olamam ben.
Bunu daha önce de söylemiş olabilirim ama bu sefer “gerçekten” olmaz Mr. Eros. Ya da artık bu zamansızlıklara ilgilenen her kimse…

Slumdog millionaire” yıllardan sonra listeme giren ikinci film olduysa ve "Sliding Doors"la birlikte bir numarayı paylaşıyorsa tek sebebi: “hayatta başımıza gelen her şeyin bir sebebi var”dır. Eğer dikkatle dinlersen, izlersen onu, sana sorduğu tüm soruların cevabını bir zamanlar bir yerlerde verdiğini görürsün.
Ben o cevaplardan birini verdim geçen Çarşamba. Gözümün önünden kare kare geçti yanıtlar. Hiç düşünmeden söyledim. Düşündüler taşındılar cuma günü gelip “Doğru” dediler bana. 'Haftaya Salı büyük ödül için son soruyu soracağız, canlı yayını kaçırma' dediler. Tüm yanıtları bu kadar net okuyamamış olabilirim. O yüzden işimi şansa bırakamam artık. Böyle boş cümlelerin peşine hayaller kuramam şimdi. Oturup çalışmam lazım bir tur daha…

Read more...

Çarşamba, Mart 18, 2009

heyecanlı mavi, umutlu yeşil


bugün geçti. bitti. stres, heyecan, mide ağrısı, kalp çarpıntısı.
yarın perşembe, sonra cuma, sonra haftabaşı.
sonra sonuç.
sonra haber.
sonra belki bir engel daha. onu atlarız sorun değil.
sonra...

sonrası belirsiz.
sonrası uzak.

öncesi karar...
öncesi bir fotoğraf.

şimdisi iş, şimdisi rapor.


anahtarı: hayırlısıysa olsun. değilse de kısmet...

Read more...

Pazar, Mart 15, 2009

biR acaip mim

Firefoxun formattan sonra hala tema seçemediğim turuncu sekmelerinde görünen görüntü bu: (cümleye bak beah)

2648 tane okunmamış mail, 30 taslak ve 438 adet blog postu. it means: ben yine kontrolden çıktım. Bak mesela on parmağı bırakıp klavyeye bakarak yazıyorum şu an. Ne ayıp bi’şey. Ayıp bi’şey demişken, fakeangel kişisi ne edepsiz bir hatunmuş öle. Beni yatağa atmayı düşündüğü yetmemiş, bi’de bana demiş “kızım allaaşkına söle sen blog aleminde kimi götürmek isterin”. İnsanlar hakkaten mastürbasyon yaparken düşündükleri kişileri yazmıyorlar buna cevap olarak diğ mi?
Aha aha. Bak zaten içmişim başım dönüyor. Höt diye cevap yazıveririm buraya, sonra Pazar sabahı başağrısıyla mı uğraşcam, yazdığım itirafla mı uğraşcam, al başına belayı. Yalnız var ya, hakkaten kafam çok güzel. H. bana bir martini içirdi öyle böyle değil. Bu çocukla, bizim ekibe geldiğinden beri pek kakara kikiri takılıyorduk, bugün bi’baktım bana bizim servisteki kızlardan birini soruyor. Ne desem beğenirsin: “ben de tırsmıştım böyle aramızda bi’yakınlaşma olacak diye, rahatladım şimdi” “ne diyosun ya” diye kalakaldı yavrucak. İyi bi’şey mi kötü bi’şey mi söyledi(m) anlayamadım. Gözünü sevdiğimin votkası sen adama neler dedirtiyorsun böyle. Yoksa cin miydi bizim martiniler. Aman neyse…

Laf kalabalığı yapıp şu mim pasını savuşturacaktım ama bu konuda yazan 3-5 kişiyi okudum da, pucca çok pis laf sokmuş, yediremedim şimdi. Yazayım bari.

Hımmmm
Ommmmmmmmmmmm
Eeeeeeeeeee……Iııııııııııııııııııııııııııı


Ya geçenlerde hakkaten aklımdan böyle bi’şi geçti. Adam bildiğin arıza. Düzenli okuduğum biri değil, o da beni bilmez, linkler arası sıçrarken okuyorum 1-2 sayfasını. Bi’gün (muhtemelen) sarhoşken bi’yazı yazmış. Off! Lan dedim bu adam yatakta nasıl acaba? Hemen alt+f4 yapıp çıktım tabi sayfadan.

Ha ben bunarlı yazdım ama link verir miyim? Tabi ki hayır!
Hem düşünsene, adam “yes bebek, ben de sana hastayım hadi yiyişelim” dese, dert. Beni bi’tarafında sallamazsa herifin egosunu şişirdiğimle kalıcam, ayrı dert. Ay yok, kalsın valla. Benim boyumu aşar bu işler. Hem bi’kere “evlenmeden olmaz” yahu! Şu blog alemi ne edepsizmiş de haberimiz yokmuş anam. Bir alla’n kulu da çıkıp hayırlı bi’şey için mim başlatmadı iki senedir. Şöyle partnerinizi çıldırtmak için bildiğiniz en süper taktik falan desenizde, biz de okudukça öğrensek mesela. Kocamıza kuru kuru zarımızı saklamasak diğ mi? Diğ mi?

Bak şimdi, Fenasi’nin yazısını okudum da, adam gayet usturuplu nedenler saymış. Öyle düşününce, yazdıklarından dolayı akıllıi dolayısıyla seksi bulduğum 2-3 adam birden geldi aklıma ama cık, yine de sıkar biraz isim vermek.
-------------o-----------------o------------------o-----------------------

Şu an Pazar 22:49. bunlar Pazar 03 sularında yazıldı. İmla falan hiç oynamadım. Yayınlamadan sızmışım. Sızdım yani. Bugün readerı da mailboxı da temizleyip derli toplu bi’şiler yazacaktım güya. 3 hafta sonra ilk kez kendime zaman ayırabildiğim bi’pazar bulunca bilgisayar başına oturmak yalan oldu tabi. Yarın da iş çıkışı 5 yıldır görmediğim bi’arkadaşımı göreceğim. Salı günü görüşmem var, heyecandan ölebilirim (sinerji, enerji, iyi dilek, dua, umut falan uygun bi’şeyler yollayın bana please) Çarşamba anneanneme uğrayacağım. Cuma sunum var falan bi’daha oturup yazamam herhalde. Baksana bir haftadır yorumları bile yanıtlamamışım. Nereye gidiyorum ben? Kuyruğa doğru yüzdüğüm ve büyük dalgayı aştığım halde neden giderek uzaklaşıyormuş gibi hissediyorum?

Neyse en iyisi böyle dağınık kalsın. Bu mim de böylece kalmasın; benden nautilus’a ve hüseyin’e ve buzcevheri'ne bulaşsın. Evet gençler var mı aranızda, "ben blog aleminde şunla sevişmek istiyorum" diyecek babayiğit :P

Read more...

Pazar, Mart 08, 2009

şiiRli mim


Fakeangel beni mimledi. Dedi ki; en sevdiğiniz şiiri yazınız.
Ben “en sevdiğin renk” dışında bu ‘en sevdiğin’ sorularına mümkün değil şıp diye cevap veremem. Düşüneyim diye “hafta sonu yazacağım söz.” dedim. Bir haftadır düşündüm mü? Düşündüm.

İlk önce Kent geldi aklıma.
Sonra Zeynep Beni Bekle.

Kesin bunlardan biri diyordum ki, bu gece son kararımı verdim. Benim en sevdiğim şiir, kesinlikle “Yalnız Bir Opera”

Murathan Mungan bir ayrılık hikâyesi değil, sanki bir hayat hikâyesi anlatır Yalnız Bir Opera'da. Kopyala yapıştır olsa da buraya baştan sona yazmaya elim varmıyor. Gün yüzüne çıkmasın istiyorum sanki. İçimde bi’yerlerde kalsın öylece…

Ama topu alıp kaçmıyorum tabi ki, oyuna devam:

Ms. Parılda geçenlerde Cummings’ten çok güzel bir şiir seçmiştiniz ama EN sevdiğiniz şiir hangisidir acep?

Kaptanzade sizi de oyunumuza davet etsek, en sevdiğiniz, sizi en çok etkileyen şiir hangisidir diye sorsak söyler misiniz acep?



dibine not: Yazıp bitirince hatta bilgisayarı kapatıp yatınca aklıma geldi "daha önce de sanki böyle bir mim yazmıştım ben" dedim. Kalkıp baktım ki, hakkaten yazmışım; "beni anlatan dörtlük" adıyla sevdiğim dörtlüğü seçmeye çalışmışım. Ve aklıma ilk Murathan Mungan gelmiş. Yaşlandıkça tutarlı bir insan haline geliyorum galiba, aferin bana!

Read more...

beyaz biR cevap


Aylak adam C., sevgilisi verdiği kitabı okurken der ki: “o’na verdiğim hikâyeyi okurken o kadar mutluydum ki. Bu büyük zevki ona ben yaşatıyorum diye.
Kitabı ilk okuduğumda, bu cümlenin altını çizerken, bana bu zevki yaşatana teşekkür etmek istemiştim hemen. “Hani bak böyle bir cümle var ya kitapta, okurken öyle bir zevk aldım ben de” diyesim vardı. Hatta kitabı da birlikte mi almıştık sanki? Emin olamadım şimdi. Neyse işte, bunu yanlış anlayabileceğini (!) düşünerek vazgeçmiştim. Çünkü C. sevdiği kadının o'nun önerdiği kitabı okumasından mutluluk duymuştu, şimdi ben bu kitabı zevkle okudum diye, o da C gibi sevinmeyebilirdi. Sonra konuşurken “evet evet çok teşekkür ederim, çok beğendim.” tadında yusyuvarlak cümlelerle teşekkürler edildi, bitti.

Az önce Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısındayı bitirdim ve yine tam olarak böyle hissediyorum. Üzücü olan şu ki Murakami’yi bana birisi mi önerdi, kendim mi keşfettim kesinlikle anımsamıyorum. Gerçi bunun çokta önemi yok şu anda. Çünkü çok daha fazlasını yaptı bu kitap bana. Konuştu benimle. Bugüne dek bana “dokunan”, dokunabilen, dokunmuş olan herkes dile gelip konuştu sayfaların arasından benimle. Filmlerde mektup açılır, biz yazanın sesiyle dinleriz ya hani öyle işte.
Daha ikinci sayfada dile geldi. Önce kendi sesimden bir itiraf duydum. Çok geçmeden M geldi. O kadar yakındı ki sanki saçlarımı eliyle geriye atıp kulağımı açtı ve tane tane fısıldadı sözcüklerini. Sayfalar boyunca benimle en çok konuşanın o olacağını bilmeden defalarca okudum söylediklerini. Her seferinde kokusu daha da yakınlaştı sanki. E geçerken uğramış gibiydi. Tek seferde ne demek istediğini anlayamadığım upuzun bir cümle kurdu. Başımı kitaptan kaldırdığımda ardında bıraktığı gölgesi cama yansımış gibiydi. T karşımda oturmuş, elini dizime koymuş gözlerimin içine bakıyordu. Karşıma son gördüğüm haliyle çıkmıştı oysa söyledikleri öylesine “ilk”ti ki…


O kadar güzel bir tat ki bu damağımdaki… Birkaç eski anı, birkaç güzel adam, birçok güzel cümle, birçok güzel nota…

Dün öğle yemeğinde ikisi de yaza evlenecek olan B ile Z nin çeyiz muhabbetinin ortasında “ya kızlar sevdiğiniz adamlarla evleniyorsunuz, iki yastık bir kevgir eksik olsa n’olur ki” dedim. Gülüştük falan. Masadan kalkarken Z bana “sen nasıl bir adamla evleneceksin çok merak ediyorum” dedi. “ben de merak ediyorum” dedim. Şimdi Beethoven’ın 6. senfonisi çalarken kulağımda, kucağımda neredeyse yarısının altı çizilmiş bir kitapla oturmuşken ve yazarken ve “benim için seçilmiş” bir film izlenmek üzere hazır beklerken bu soruya yanıt verebilirim artık. Derim ki: “bana önerdiği filmi izlerken, aldığı kitabı okurken, seçtiği melodiyi dinlerken aldığım hazla böbürlenen ve böylesi hazlar yaşatabileceğim bir adamla.” Eğer bir gün evlenirsem, evleneceksem (ki bu konuda hiç hayali olmayan garip bir bünyeyim ben) ancak böyle bir adamla evlenirim herhalde. Yoksa bütün bir ömür nasıl geçer ki?

Read more...

Cumartesi, Mart 07, 2009

kıRmızı kaRanfil

Benim bu yıl kendime doğum günü hediyesi alacağım falan yok, bari bir şarkım olsun artık.
Bu şarkıya neden aşk şarkısı diyorlar bilmiyorum. Karanfil sevdiğim bir çiçek midir bilmiyorum. Bildiğim bu şarkının Aşkın Nur Yengi'nin şişe çaldığı zamanalrdan kalma bir şarkı olduğu. O zamanlar severdim diyemem. Ama sözleri kazınmış zihnime. Geçenlerde radyoda Mustafa Ceceli'den dinlerken bir anda eşlik etmeye başladım nakarata. Sonra buldum dinledim, dinledim, dinledim... Hangisi daha iyi söylüyor bilemedim ama bana "ah benim incinmiş karafil'im, kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz, çok değil inan az kaldı az" diyenin bir erkek vokal olmasını istedim.


Read more...

Perşembe, Mart 05, 2009

akademik moR


Şimdi farz et okuldaymışım yine, okul ne yahu “akademi”deymişim, “paper” yetişecekmiş yarın sabaha. Her paragrafın ilk ve son cümlesini yazsam yer mi hoca bunu? Yok, dur madde madde yapalım. “Hocam ben hepsini okudum ama üzerinde tartışmak için ana noktaları çıkardım sadece” dersek daha kandrıkçı olabiliriz belki.

  • Anne ve Baba : means “servet.” Şair burada okuyanın gözünü çıkarmış. Demek istiyor ki: sen ne kadar minik beyinli bir şapşalsın ki; ben gidiyorum deyince annenin “hadi yavrum inince ara” babanın da “tamam kızım sen düşündüysen doğrudur, ayarladın mı biletini” falan diyeceğini düşündün. Düşünmekle kalmadın, inandın bi’de buna!

Bu çalışmada ailenin bir insanın en büyük serveti olduğunu annenin yemek masasını topladıktan sonra ( ki masanın kapatılıp, örtünün serilmiş olması “o” konunun kapatıldığına dair görsel bir alt metin içermektedir) içeride soyunduğunu bildiği kızının odasına çat diye girerek şefkatle “babanın 15 yıl önce bana yaptıramadığını sen yaptıracaksın” dediği paragraftan anlıyoruz. Aynı paragrafın devamında, yatağının üzerinde henüz annesinin söylediklerini hazmedememiş/idrak edememiş kızın birkaç ay önce babasından duydukları geliyor aklına. Çekmecesinden güncesini çıkartan kız babasının söylediklerini hatırlayınca anlıyor “vazgeçilmez” olduğunu. Pencerenin önündeki kalorifere dayanmış, yağmaya çalışan yağmuru izlerken “Vazgeçemeyeceğini” itiraf ediyor kendine. ( ki yağamayan yağmur metaforunun burada ikinci kez kullanılmış olması akış haline geçemeyişe yapılan bir göndermedir. Ayrıca kaloriferin sıcaklığı ile yuvanın sıcaklığı arasındaki bağ da dikkat çekicidir.)

Bu iki insanın biricik kızlarının doğum gününü unutmuş olması ise onların değerinden zerre eksiltmemekte, ancak karındaş adı verilen diğer zıpırın bu durumu kimseye hatırlatmayışı “aile gibi tükenmez bir serveti parçalayabilecek yegâne güç ancak gelin olabilir” yargısını doğrulamaktadır. Ayrıca bu çalışmada incelenen kızın çok fena bir görümce olacağını söyleyebiliriz ki bunun dersimizle hiçbir alakası olmasa da karakter analizi açısından elimizin altında bulunmasında fayda görüyorum.

  • Tekila: means “nimet” Araştırmacı bu çalışmada bizlere gecenin sonunda klozetle kanka olmadan, ertesi sabah baş ağrısı çekmeden güne başlamamıza imkan veren güzide içkinin yararlarını sıralıyor. Sabahın köründe süpersonik sıfatlı gudik insanlara akşam hiç bi'şey olmamış gibi "günaydın" diyebilmenizi sağlayan tekilanın aynı zamanda süper sosyalleştirici etkileri olduğu şaşırtıcı zıtlıktaki iki olay örgüsünde ele alınıyor.
Araştırmacı, üniversite gençliğinin kaçamak Bodrum geceleri klasiği olan Tekila boom boom partilerini anlatarak verdiği “tekila dost içkisidir ayrıyetten eğlencenin dibine vurdur” mesajıyle bu nimetin sosyal yönünü vurgularken, çalışma hayatının rutininde kaybolmuş bir beyaz yakalı kölenin yalnız bir İstanbul gecesinde yaptığı kaçamağı anlatırken kurduğu “shotların sayısını çoktan unutsam da kaç gün, kaç saat, kaç dakika olduğunu hala saniye saniye sayıyordum” cümlesiyle nimetin birbaşılığa yaptığı yoldaşlığı vurgulamaktadır.

İlk olay anlatırken kahkahalar arasında duyulan

come fill your glasses and raise them high
and let us drink and not be dry


melodisi ile ikinci olayın geçtiği barda çalan

yes i loved you dearly
and if you're offering me diamonds and rust
i've already paid


şarkısı ise her iki durumun tezatlığını bir kez daha vurgulamakta ve bu iki ruh haline de ustalıkla eşlik eden süper içki tekilanın sadece tekila olarak anılması yerine bir “nimet” gibi saygı duyulması konusunda çalışmaların ivedilikle başlatılması gerektiğini savunmaktadır.

Ay saat 1 olmuş ya, çok uykum geldi. Neyse şimdi yatayım ben, yarın sabah erken kalkıp çalışırım. Daha verimli olur hem.

Bok verimli olur. Sabahın 8ine toplantı mı konur be! Çıldırmış olmalı bunlar...

Read more...

Pazar, Mart 01, 2009

Rengahenk


Neydik, n'olduk...

Daha kim bilir neler olacağız.

Şubat bitmiş, Mart gelmiş.

Hoş gelsin... Yeni renklerle gelsin...


"Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik
yüzlerce incimiz vardı delinmedik
sersemliği yüzünden bilgisizlerin
renk renk düşünceler kaldı, söylenmedik."

Ömer Hayyam.
Dörtlükler.
Çev: Sabahattin Eyüboğlu. İş Bankası Kültür Yayınları

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP