Salı, Temmuz 31, 2007

moR-mavi-laciveRt


Etrafımdaki herkes kaygılı, üstelik aynı herkes ben bu kadar iyi ve mutlu [göründüğüm] [olduğum] (ben bile bilmiyorum doğru yüklemin hangisi olduğunu) için neredeyse bana kızgın. Oysa iyi [olmam] [görünmem] kaygısız olduğum anlamına gelmiyor. Elif’in geçenlerde dediği gibi oturağımın olmaması oturaksız bir insan olduğumu mu gösterir ki?
Bu “iyi” halime eşlik etmekte olan vurdumduymazlık halinden kelli birkaç gündür, doğru dürüst okumuyordum readerda biriken yazıları. Sadece şöyle bir göz atıyordum kim nerede ne yazıyor diye, Türkiye’de neler olmakta diye. Dün gece geçtim başına hepsini okudum uzun uzun. Yorum yazmak istediklerim vardı ama mecalim yoktu aklımdakileri sıralı cümleler haline getirmeye. (Son bi'kaç yazıdan da fazlasıyla anlaşılıyor olsa gerek bu durum) Ama bir tanesine kayıtsız kalmam mümkün değildi. Ne zamandır özlemiştim zaten yazılarını. Üstelik bu kez renksiz için yazdığını görünce iki misli bir keyifle okudum yazdıklarını. Durum tespiti ve eleştirisi yapmakla kalmamış, yine çağrışımların peşinden sürüklenmiş yine kapağı kapalı dolaplarından üzerine düşünmeye değer bir sürü fikir çıkarmış Turuncu’cum. Bir kısmına orada söyledim zaten de, aklımda kalan bir kaçını daha belki sıralı cümleler haline getirebilirim burada, bir denemek istiyorum.

Bunu anlatmak güç demiş ama öyle güzel anlatmış ki: "Hiç kimse bir diğerini kurtarmakla yükümlü değil. Belki elimi tutabilirsin ama beni sırtlayıp içinde bulunduğum 'şey'den kurtarabilmen mümkün değil. Belki sana güvenip arkandan gelirsem mesafe katedebilirim ama bunun seninle alakası yok inan."
Evet bunun seninle alakası yok tam olarak. Kimseyle yok hatta. Tek derdim doğrularımla ve inandıklarımla bir bütün halinde yaşayabilmek. Herhangi bir şey için hırsa kapılmadan, sadece mutlu ve huzurlu olmak için atabilmek attığım her adımı. Hayatı kolaylaştırabilmek, basitleştirebilmek, bir bardak çayı bu benim için demlendi gururuyla içebilmek...

Hani “Atlas Vazgeçti” de denir ya; "Hiç kimse size hayatınızın kendinize ait olduğunu, iyinin de onu yaşamak olduğunu söylemedi", diye. Aynen öyle. Herkes kendi hayatını yaşasa basitçe, kendine yeten kadarıyla, mutlu bir dünyamız olacak aslında. Kapımızın önünü süpürsek her gün, sokaklarımızda temiz olacak aslında. Evet bencilce kendi hayatımı yaşamak istiyorum ben de, kimseden sorumlu olmadan, kimseye hesap vermek zorunda olmadan bana huzur verenlerle birlikte, mutlu olmak için çabalayarak. Bu demek değil ki gamsız ve vefasız insanın tekiyim...

Sadece “hiçbir şey yapmadan” yaşayabileceğimi bilmek istemiyorum, birileri ben bu şekilde var olabileyim diye çabalayıp dursun istemiyorum ya da birilerine miras (isim, para, şöhret) bırakabilmek için harcamak istemiyorum tüm hayatımı. Kendi hayatımı kendi bildiğimce yaşamak istiyorum. Bu yüzden kimse sırtlanıp kurtaramaz beni içinde bulunduğum bu “şey”den. En iyi ihtimalle cesareti ve sabrı olan(lar)la yürürüm bu yolda.

Gibi bi’şeyler işte...

Read more...

Pazartesi, Temmuz 30, 2007

boRdo

Hafta sonu yine bir düğündeydim. Yok yok kaçmayın hemen, evlilik hakkında ya da düğün-nikah organizasyonunun nasıl olması gerektiği hakkında ahkam kesmeyeceğim yine. Artık gına geldi bana hemen her hafta sonu, ne giyeceğim, kuaförde sıra var mıdır, of bu etekle bu ayakkabı olmaz, öbür ayakkabıya da çanta uymaz, ne yapacağım şimdi diye kara kara düşünmekten. (hemcinslerimin beni yürekten anladığını karşı cinse mensup sevgili okurlarında “of yine kızsal mevzular” diyerek çoktan sayfayı kapattıklarını tahmin ediyorum. Madem kız kıza kaldık iyice cıvıtabilirim bu dakikadan sonra. Hala okuyan erkek milleti mensupları ise tamamen kendileri kaşınıyor, benden söylemesi.)

Bu hafta sonu gardıroptaki tüm düğün/dernek kombinasyonlarımı tüketmiş olduğumdan ve alternatif kılık kıyafet alış-verişine çıkamadığımdan “ben gelmeyeceğim” diye rest çekmiştim evdekilere. Dedim ki; zaten yemekli düğün, davetiye babama ve eşine gelmiş, ne işim var benim orada. Annem önce bu durumu düğün sahibine söylemiş. (aslında çok yakın aile dostumuz ve komşumuz olurlar ama evlenen oğullarıyla benim, sadece bir yaz tatili yapmışlığımız var. Hatta o kadar uzun zamandır görüşmüyoruz ki yolda görsem tanımam belki o derece) Neyse gelmeyeceğimi duyan sevgili Emine teyze’de sağ olsun, küfrü basmış “kendine özel davetiye mi istiyor o...” diye. (Sizin de var mı böyle menopoz teyze komşularınız, hatta arkadaşlarınız. Bal gibi küfür eden ama o söylediğinde mümkün değil kızamadığınız.) Annem de eve gelip “senin yüzünden küfür işittim, kalk giyin geliyorsun” deyince, mecburen dolaptaki en nadide parçaya, sevgili kırmızı elbiseme kaldım. Bütün gece masadan kalkmayacak olduğum bir davet için giymeyi hiç istemezdim ama yapacak başka bir şey yoktu. Babamda “ben o elbiseyi görmedim hiç senin üstünde” deyince dayanamadım tabi. Eh hal böyle olunca mecburen kuaföre gittim, mecburen ojelerimi değiştirdim falan filan. Şimdi kızlar mutlaka biliyorsunuzdur ama söylemeden geçemeyeceğim bir şey var. En azından bana ders olsun, bi’daha yapmamak için not düşeyim tarihe. Göğüs dekolteli bir elbiseyi ne olursa olsun, ona uygun olmayan iç çamaşırıyla giymemek gerekiyor-MUŞ! Evden çıkarken ayna karşısında her türlü maymunluğu yapmış olmama rağmen kendini göstermeyen ve “tamam ya idare ederim” dedirten sutyen orada burnumdan getirdi resmen. Önce kollarımı kaldırdıkça koltuk altından kendini gösterdi meret, sonra direk dekolteyi sabote etmeye kalktı “ben buradayım ben buradayım” diyerek. Benim de yerimde oturmadığım, şıkıdık şıkıdık göbek attığım göz önüne alınırsa pek şaşırtıcı bir sonuç değil aslında bu. Ama ben bu sabotajlara pabuç bıraktım mı elbette hayır! Her 10 dakikadır bir tuvalete gidip ince ayar yapmak pahasına dans etmeye devam ettim =D

Hiçbir şey yokmuş, hayatımdaki her şey yolundaymış gibi eğlendim tüm gece. Sabahın köründe öten telefon alarmıyla dönebildim ancak gerçek dünyaya, akıp gitmekte olan hayata. Alarm çalalı daha bir saat olmasına rağmen ben kendimi hastanede bulmuştum bile. Kan vermem gerekiyordu, gerekli işlemleri yaptırdım ve tahlil odasına girdim. Ne kadar kaba olurlarsa olsunlar, özellikle devlet hastanelerinde ki sağlık personeline kızamıyorum ben. O kadar çok çeşit insanla uğraşıyorlar ki, işlerini yapmaya halleri kalmıyor. Fakat bugünkü gerçekten çileden çıkardı beni. Önce tahlillerle ilgili doktora sormayı unuttuğum bir şeyi sordum hemşireye. Sadece “Yoooooooo” diye cevap verdi. Evet, bu Türkçe de bir yanıt ama beni tatmin etmedi. “Emin misiniz bu durumun fark yaratmayacağına?” diye tekrarladım sorumu. Bu kez yanıtı daha uzundu “Hayır dedik ya!” Neyse dedim, daha fazla inatlaşmayım, şu kanı kolumu morartmadan bir alsın, sonra okurum bildiğimi (köprüye geçene kadar kime ne demek gerekiyordu =)) Kan alınan koltuk ve hemşirenin konumu hastanın sol kolunu uzatacağı şekilde ayarlanmıştı. Ben biraz yamuk oturdum ve sağ kolumu uzattım. Kolumu sıkacak hortumu bağlamak üzere bana doğru döndü, ilk kez yüzüme baktı ve “diğer kolunu aç” dedi. Bu tip durumlarda, zart diye “sen” denilmesine sinir olmak bir yana, bir de emir veriyor bana, “aç” diye. “Sakin ol” dedim kendi kendime, bu köprüyü geçmen gerek unutma. “Benim sol kolumda ki damarlar incedir, kolay bulamazsınız, bulsanız da çok kan gelmez”. “Ben bulurum damarı, böyle ters gelir bana” dedi bu sefer. Neyse dedim, fazla uzatma, damarın yerini kendin göster, artık bir testlik kan akar herhalde. Hortumu bağladı, steril pamukla sildi, “Şurası” dedim. Ters ters baktı ve gösterdiğim yerine soluna batırdı iğneyi. Kan man yok tabi. Çıkardı gösterdiğim yere daha yakın bi’yere batırdı. Bi’kaç damla geldi ama yeterli olmadığı belli. “Biraz daha aşağı doğru tut kolunu” dedi. İndirdik aşağı, 40-50 saniye falan bekledik öyle. Tüpün 2/5i dolmuştu ancak. “Elim uyuştu artık, yetmez mi bu kadarı” dedim. “İki tane örnek almam gerekiyor, bi’daha delik açmayalım diye tamamını bu tüpe alacağım, sonra bunun içinde ki diğer tüpe aktaracağım” dedi. Ölür müsün öldürür müsün?!
“Aah” diye inledim resmen ama aslında sinirden bağırmaya çalışıyordum “rica ederim sağ koluma takın şu tüpü, bundan o kadar kan çıkmaz!” “eh peki öyle yapalım madem” diye lütfetti. Hala bana kafa tutuyor aklı sıra. Yahu vücut benim damar benim, benden iyi mi bileceksin hangisinden ne kadar kan geleceğini. Hayır, madem sözüme güvenmiyorsun (olabilir normal) “nereden biliyorsunuz sağ kolunuzdaki damarların ince olduğunu” diye imalı ve bilmiş bir gülüşle sor bari. Biliyoruz ki söylüyoruz herhalde! Bunların hepsini içimden söyledim tabi =(
Sağ kolumda damarı hiç benim göstermeme gerek kalmadan şıp buldu ve 4-5 saniyede diğer tüpün 4/5ini doldurdu. Hiçbir şey söylemedi tabi, tüplere etiketleri yapıştırdı, elime tahlil raporunu verip, “Perşembe günü alırsınız” dedi. “Sağ kolum hala kanıyor, ayrıca morardı, küçük bir bant verir misin lütfen?” dedim. Sesim epeyce yüksek çıkmıştı bu kez. “Kusura bakmayın bant kalmadı, SİZ pamuğu arasına sıkıştırın öyle dursun kolunuz, geçer birazdan”

Tahlilin üstünden yaklaşık 6 saat geçti, ama ağrısı geçmedi hala. Kolumu üst raflara doğru ya da “aaa bak kuş geçiyor” diyecek şekilde uzatamıyorum, laptop neyim yani 2-3 kilodan fazla ağırlıkları taşıyamıyorum, yaz günü kocaman morarması da cabası. Üstelik o pamuklara nasıl bir antiseptik sürüyorlarsa artık, daha dün sürdüğüm ojelerinde neredeyse yarısı bozuldu. Bugün bunları anlattığım herkes, nedense beni “amaaan bu da dert mi geçer morluklar, sen Perşembe alacağın sonuçları düşün asıl” diyerek TESELLİ ETMEYE çalıştı. Yahu daha bugünden neden 3 gün sonraki sonuçları düşünüp canımı sıkayım ki. Ben değil miyim hayatı basitleştirmek, mümkün olduğunca günü-anı yaşamak derdinde olan. Şu anda en büyük sıkıntım, bozulanları mı düzeltsem, yoksa hepsini mi silsem acaba diye beni düşüncelere sevk eden ojelerim ve kolumda ki morluk. Ne giyeceğim ben yarın şimdi, hem dirseklere kadar kolu olan hem de bu sıcakta terletmeyecek bi’şeyler ayarlamam lazım. Ah evet buldum alış verişe çıkayım! Deliyim meliyim ama arada kafam çalışıyor böyle. Hem yeni alacağım kıyafetin rengine göre oje sorununu da çözmüş olurum. Heyt be aklımı seveyim. Alış-veriş için ne kadar harika bir bahane buldum yine =D

Read more...

Pazar, Temmuz 29, 2007

Renksiz

Bi’kere şu konuda bir anlaşmaya varalım isterim. Ben burada yazarken, burada yazdıklarımla HİÇKİMSEYE bir şey vaad etmiyorum değil mi?. Bugüne kadar etmediğimi sanıyorum. Hatta sırf yazdıklarıma gereğinden fazla anlam atfedilmesin diye “BiR delinin güncesi” diyerek çıktım yola. İmzamı ya “deli işte” diye attım ya da “mahallenin delisi” diye.
Türkçe içeriğe katkıda bulunmak gibi bir iddiam yok, edebi değeri olan yazılar kaleme almıyorum. Zaten bu kaygıyla değil, sadece düzgün bir Türkçe kullanabilmek kaygısıyla yazıyorum. Başı sonu belli fikirleri, başı sonu belli cümlelerle anlatabilmek tek derdim. Kimseyi burada tutmak ya da her gün daha fazla insana ulaşabilmek olmadı hiçbir zaman asıl amacım. (elbette takip edenlerin ve yeni keşfedenlerin olması beni her zaman mutlu ediyor) Blogla ilgili üye olduğum hiçbir site de acayip pazarlama çalışmaları falan yapmış değilim.
Tüm bunların aksi bile olsa, benim burada yazdığım hiçbir şey birilerinin bana hakaret etmesine sebep olacak şeyler değil! Bunca gündür yazılan 70-80 küsur yazıda, yüzlerce cümlede kimseye sataşacak incitecek tek bir cümle kurmadım. Aklımda kalbimde ne varsa benim bildiğim “terbiye kuralları” içinde söyledim hepsini. Yorumlarda olmasa bile benimle aynı fikirde olmayan bazılarıyla mailler vasıtasıyla fikri münakaşaya girdim zaman zaman. Ama benden herhangi bir sebeple mail almış 1 kişi bile çıkıp terbiyesizlik ettiğimi söyleyemez. Tam da bu yüzden, mail kutusunun gizliliğine güvenip terbiye sınırlarımı zorlayacak cümleler kurmak istemediğim için, burada bu yazıda cevap vereceğim bana yapılan saygısızlığa, edepsizliğe. Başka koşullar altında bunu bile yapmazdım ya, bugün böyle denk geldi işte.

Bir: benim burada yazdıklarım, hayal dünyam ya da ilişkilerim kimseyi bağlamıyor, ilgilendirmiyor. Buraya gelen herkes özgür iradesiyle geliyor beğendiği yazıları(n beğendiği kısımlarını) okuyor, tıklayası varsa şarkıya türküye tıklıyor gidiyor. Bu yüzden madem amerikan filmlerindeki teenagerlar gibi buluyorsun beni, okumayacaksın. Kaldı ki beğenmediğin yazı “zata mahsus” bir yazı, bana iyi gelen bir rüya. İstediğim şekilde istediğim kişilerle kurgularım ve bunu da istediğim şekilde yazarım. Benim bunları yazmış olmam senin bana “eş bulmak” görevini üstlenmeni gerektirmez! Sadece şu tırnak içinde ki 2 sözcük bile senin başka bir eko-sistemde yaşadığının göstergesi zaten! o tamlama ancak bir ormanlar alemi belgeselinde, kara dul, kendisi ile çiftleşecek örümceği seçmeden önce geçen süreci anlatan anlatıcı tarafından kullanılır.

İkincisi : “eş bulmak” için özel olarak tasarlanmış zibilyonlarca site varken, burada (fotoğrafsız, isimsiz ve kimliksiz) yazarak, hem de en defolu, en kusurlu- hasarlı hallerimi yazarak bulabileceğime sen gerçekten inanıyor musun? (ayrıca bunun için internet sitesine ihtiyacım olduğunu peşinen kabullendin madem, uğraşma yani, asosyal, bıyıklı ve şişman bir teenager’la ne diye oturup mailler döşeniyorsun uzun uzun)

Üçüncüsü: satır aralarını çok iyi okuyabildiğini söylemişsin de benim için çizdiğin profili tamamen çürütebilecek bir sürü cümlem var buralarda onları hiç okumamışsın nedense. Sadece şunları bir düşün istersen: Mesela profil bilgilerinde "ben şahsen bizzat kendim ve diğerleriM, hangimiz yaşıyoruz hangimiz yazıyoruz kimbilir" diyorum ve yine mesela şizofren mavi diye yazılarım var aşağılarda. Zamanında şizofreni tedavisi gördüğümü ya da hala görmekte olduğumu çürütecek tek bir cümle bulabilir misin bu delinin güncesinde? Belki de sandığın gibi bir teenager değilde, ilerlemiş yaşında alkolik kocasını terk etmiş ve baba evine sığınmış 2 çocuklu bir dul kadınımdır. Bu yazdıklarımda keşke hayat 10 yıl önce böyle böyle olsaydı diye kendime kurduğum bir hayal dünyasıdır. Ya da töre cinayetlerine, kızların babalarına olan düşkünlüğüne çok değinmemden anlaman gereken şey asıl, yıllardır (öz) babasının tacizine uğrayan bir kız olduğumdur. Kaçmaya çalışmak istemem bundandır belki? Ve hatta belki de “unutamadığım eski aşkımda” beni sırf bu yüzden terk etmiştir. Bunların aksini ispatlayabilecek cümleler bulabilir misin burada dersin? Mesleğimse tam bir muammaymış, belki de alenen ortadadır, belki de bu kadar “rahat” olmam, bu işi bu kadar rahatça yani meslek olarak yapmamdan kaynaklanıyordur. Beklentilerden kastım da ücrete dâhil olanlar olmayanlardır. Bunun aksini söyleyebilir misin?

Böyle bir maili yonjadayken sosyomattayken alsaydım, arkamı döner gülerdim yazana da, yazdıklarına da. Ama kendi çöplüğümde kendimle ilgili, hayatla ilgili yeni bi’şeyler keşfetmemi sağlayan bu yazıları yazarken, bu yazılardan birine istinaden aldım ya...

Ben bi’de bu insanla aynı dili konuşuyorum güya...

Vay anasını sayın seyirciler!

Read more...

Cumartesi, Temmuz 28, 2007

kaR beyaz

OHA!
(Çok pardon valla, bugünlerde böyle kaba ünlemlerle yazasım ve konuşasım var nedense. Hatta bugün bi’kaç “ulan” duydum kendi sesimden ben bile inanamadım. Hayırlara vesile.)

Ne diyorduk. Heh hatırladım.
OHA!

Bu kadar da olmaz ki. Bu gece bu şarkı adama dinletilmez ki! Şaka maka kızgınım aslında Elif sana. Hayır gel başka bi’zaman söyle, "bak kardeşim Göksel diye bi’kız var, güzelde bi’şarkısı var, dinledin mi?" de. Ama böyle eşekten düşmüş karpuz gibi sersem bir haldeyken, üstelik bugün ben sokakta hayatla cebelleşirken yazdığınız yorumları yeni okumuş, yazdıklarınıza ayrı, şiirlerde anlatılanlara ayrı içlenmişken, zırt diye msn açılmaz ki, msn açılır da kişisel iletiye bu cümle yazılmaz ki: “kardan adamlar yaptım, hepsini kahramanım sandım, avuçlarımda eridiler ”

Hadi cümleyi de kaldırdı bünye bi’yere kadar. Vay be dedim, hayatın özeti dedikleri böyle bi'şey demek ki. Ama "aa bu şarkı sözü ayol, Göksel söylüyor, aç imeem.com u dinle süper" denmez ki!

OHA demek istiyorum!
Önce sana Elif'cim, sonra bu sözleri yazan, bi’de utanmadan besteleyen Göksel’e...
Hayır bi’de kadın evli ve (Allah bozmasın, Allah arttırsın) çok mutlu. Hangi ara yazdı bunları?

Buyurun (bi'kez daha) dinleyelim efenim:

Yalnız ve çırılçıplak geldiğim gibi giderim
Ne sonsuz ne ölümsüz gördüğümü bilirim
Ruhum ezelden yasakları sevdi
Ruhum çocuktan tehlikeli suları sevdi

Kardan adamlar yaptım
Hepsini kahramanım sandım
Avuçlarımda eridiler
Telli duvaklar taktım
Her defa sanki (h)aklandım
Çok çabuk kirlendiler

Kardan adamlar yaptım, kardan adamlar yaptım

Ne kadar da benziyorlar birbirlerine
Hepsini ben mi seçtim
Aynı gizli odaları, soğuk duvarları
Hepsini nasıl geçtim?!?!?!?!?!?



(ben kırmızı kadehimi, buz gibi, lekesiz beyaz ama çoktan erimiş gitmiş karların şerefine kaldırıyorum)

Read more...

Perşembe, Temmuz 26, 2007

kedeRli kıRmızı

“Nikah şahidi” takıldım kaldım bu tamlamaya. Zaten bu aralar “evlilik” mevzuunun her aşamasına takık durumdayım. Gün geçmiyor ki yeni bir evlenme, nişanlanma, kız isteme haberi duymayayım. Hayır önceki yazlarda da duyardım elbet ama 1 yılda insan arkadaş kitlesinin (hayran kitlesi gibi oldu bu da =) %60ını evlendirir mi yahu.
“Dünya evi”ne giriyorlar habire. Sorması ayıp benim yaşadığım ev ne evi? Çok mu hızlı akıyor zaman, ruhum mu çocuk kaldı hala bisikletle geziyor sahillerde... Anlayamadım, anlayamıyorum. Bu kadar karmaşanın arasına birde “nikah şahidi” takıldı aklıma. Niye dayı-teyze-babanın iş ortağı seçilir bu iş için illa. Yazdım daha önce, hukuki hiçbir olayı yok şahidin, öyle törene renk gelsin hesabı oturup imza atıyor o da sizinle birlikte. (Hoş imzanın da bi’olayı yok ya) Benim nikahıma şahit olacak olanın aşkımın, ilişkimin en azından bir dönemine, başlangıcına, bir hafta sonuna, bir konser gecesine bi’yerine işte şahadet etmesi lazım. Nasıl ki boşanırken gelen şahide “siz bunları kavga ederken gördünüz mü?” mealinden sorular yöneltiliyorsa, evlenmek için gelen şahidin de “evet bunlar artık evlensinler, çoluk çocuk yapsınlar yahu, çok yakışıyorlar birbirine” diyebilmesi lazım. Yamuluyor muyum yoksa gereksiz şeyler mi düşünüyorum?
Evet aslında biraz kızgınım şahit olmadığıma, daha doğrusu yerime geçenleri görünce üzüldüm. Hayatında belki de bir daha görmeyeceğin kadını niye sokarsın en mutlu gününün en güzel karesine. İlginç yaratıklar şu âdemoğulları...

Off, kafam bomboş, taktığım şeye bak. En dolu olması gereken zamanlarda boş bir saman çuvalı gibi hissediyorum. Anlamlı cümleler kurmaya yeter sayıda fikir bile yok içinde. Resmen sayıklıyorum.


Boşverin beni siz Attila İLHAN'ı okuyun en iyisi:


Zeynep beni bekle..

Zeynep beni bekle
Gece ağaçlarına yağmur çiseliyorum
Cam tozu su beyazı
Yalnızlığını mutlaka değiştireceğim
Bir yaprak halinde süzülüp saçlarına
Eski teşrinlerden
Kederli kırmızı
Zeynep beni bekle mutlaka döneceğim
Söyle kim önleyebilir buluşmamızı

Geceleyin ışıkları söndürdüğün zaman
Benim şiir kitaplarından sızan aydınlık
Elinde uyuyakaldığın heyecanlı roman
Pancurların çarpıldığı lodos geceleri
Rüzgârın değil benim

Pencerendeki ıslık
Her akşam koridordaki ayak sesleri
Yanlış çaldığını zannettiğin telefon
Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim

Hem bu ne ilk ayrılığımız ne de son

Pikapta Emin Ağa acemaşiran saz semaisi
Sokakta çocuklar saklambaç hırsız polis
Hayat akıp gidiyor olsam da olmasam da
Saati durmamalı ufak sorumlulukların
Resmi bırakmadın ya
Son çektiğin hangisi
Bak mektuplar birikmiş yine masamda
Fakülteler açılacak bak bugün yarın
Zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
Başladığımız filmi birlikte bitireceğiz

Kim ne derse desin içimde delice bir his

Read more...

mavi-beyaz

Yok, ben yine tozuttum, aklım başımdan gitti, (söylemedim kimseye ama bi’ara gelmişti aslında) gerçi bu sefer yakınlarda çok uzaklaşmadı, geçtiğimiz hafta içinde bir Avrupa seyahati planladı ve yaptı. Şimdi de yalnız yaşayacağı yeni evini dekore etmekle meşgul. Ne ayrıntılar ne ayrıntılar. İşe yarar hiçbir iş için kullanamıyorum şu günlerde zihnimi. Boynuma kocaman bir “Out of order” tabelası asmak istiyorum. Hatta şu avatar resmimden bir tişört bastıracağım bu yakınlarda, arkasına da bunu mu yazdırsam acaba?

Bi‘de bu sefer, diğer zamanlardan ilginç olarak toptan gitmiyor, gideceği zaman. Bi’gidiyor, bi’geliyor, bi’gidiyor, bi’geliyor. Ne zamanlarda gittiğini söylesem inanmazsın ama nasıl olsa hali hazırda mahallenin delisi olarak atmaktayım imzalarımı, bence hiç sakıncası yok. Aha! (ya ben konuşurken hiç kullanmam bu ünlemi, burada fena halde yazasım geldi) Ahanda bu şarkıyı dinledikçe yok pardon klibini izledikçe hoooooppp diye gidiyor aklım başımdan.

Zaman mekân kayboluyor tek bir sahne geliyor gözümün önüne. Günlerdir istisnasız bu şarkıyı her izlediğimde aynı şey oluyor. Hayır bir insan rahatsız edilmeyeceğine emin olduğu her 4 dakika 22 saniyede önce youtube’u sonra hoparlörlerinin sesini sonuna kadar açar da bu şarkıyı mı dinler? Hadi dinler diyelim sıkılmaz mı bıkmaz mı? Bak Romeo’ya da bayılıyordum, sıkılmaya başladım bile, iyice bıkmayım şarkıdan diye dinlemiyorum bu ara onu. Ama Cumhuriyet öyle mi, klibi izledikçe izleyesim geliyor. Daha ilk notalarını duyar duymaz bambaşka bir yerlerde buluyorum kendimi.

Yalın bey Açıkhava’da konser veriyor. (hayal dediysem desteksiz değil, 29 temmuz’da Açıkhava da konseri var kendisinin) Ben de konsere gideceğim ("al bileti git" diyenlere peşinen cevap, yalnız gitmek değil derdim) Hazırlanmışım evden çıkıyorum, sevgilim gelmiş kapıya beni almaya, beklediği içinde kızmış surat yapıyor ("e al biletini, tak sevgilini de koluna git ne hayal kuruyorsun" diyen varsa kendisini kulaklarından tavana asacağım, uğrasın bi’ara bana) Neyse biniyoruz arabaya ama paşam kızmış bi’kere beklediği için. Hiç pas vermiyor bana. Nasıl şımarsam da kendimi affettirsem diye kıpır kıpır kıpırdanıyorum ama hiç oralı değil. Arabayı bırakıyoruz (araba olmasına gerek yok aslında bu hayalde, iett otobüsü minibüs bisiklet hiç fark etmez, yeter ki gelsin alsın beni =)) Sıraya giriyoruz, içerde yerimizi buluyoruz, bu arada elimi tutuyor yol açıyor falan ama tamamen formalite, suratı hala sirke satmakta. Oturuyoruz yerimize Açıkhava’nın o konser öncesi uğultusu var. “Pardon”lar, “sizinki bir yan koltuk galiba”lar, minik kahkahalar havada uçuşuyor. Fırsat bu fırsat deyip önce en gerçekçi ses tonumu ve ifademi takınıyorum “Tamam söz veriyorum bir daha böyle uzatmayacağım hazırlanma faslını, bu sondu. Keyiflen artık” diyorum. “İnanayım mı?” der gibi bakıyor, ama kızgın değil bakışları. Bu sefer şımarık versiyonum giriyor hemen devreye “Bak 4 ağustos’ta da Candan Erçetin var, onun biletlerini al, 1 saat önceden hazır olmazsam huni takıp gezerim ortalıkta” diyorum. Kurnazım ya bi’taşla iki kuş vuracağım. Kocaman sırıtıyor “şımarık seni!”. Hemen kolunun altına giriveriyorum. Serin bir rüzgâr esiyor, hafifçe saçlarım uçuşuyor yüzüne doğru..

Tam bu sırada Yalın çıkıyor sahneye. “Çok heyecanlıyım efenim geldiğiniz için teşekkürler” gibi beylik cümlelerle selamlıyor dinleyicileri ve başlıyor şarkıya:

kalbimin orta yerinde bu nasıl bir cumhuriyet

seninki nasıl bir hâkimiyet ben anlamadım

kısmını Yalın’la birlikte ben de söylüyorum. Tek farkla; o koca Açıkhava tiyatrosuna söylüyor ben sevdiceğimin kulağına fısıldıyorum. (hoş kalbimde böyle bir hâkimiyet söz konusu olacaksa ben meritokrasiyi tercih ederim ama ortamı bozmanın anlamı yok şimdi) Yüzünde hafif gururlu, çokça keyifli bir gülümse beliriyor. Çok geçmeden benim kulağımda onun sesi var:

aşk mısın dert misin yoksa canına susamak mı benimki

hayatı kovalamak mı dörtnala bu evden...”

"Hiçbir zaman aşk olamadım herhalde ben. Olsam böyle olmazdı bugüne kadar, ancak dert olabiliyorum galiba" diye düşünmüyorum bile, O’nun kollarındayım ve mutluyum o anda. Gelirken yolda yaşadığımız gerginliğe istinaden “derdim ben, dert açarım başına” diyorum, kızıyor gözleriyle bana, şarkıdan, esen ılık rüzgârdan, Yalın’dan bağımsız, “sen benim hayatımda ki en güzel şeysin” diyor. Ya da kelimelerle oynama zevkine göre bambaşka bi’şey. Bir de kaçamak öpücük çalıyor...

15 yaşında kızların günnüklerine döndü iyice burası. Hayır romantik bir insan da değilimdir, (öyle olsa geç kaldın kavgasıyla mı başlarım hayale) diğerleriM size sesleniyorum, hanginiz yazıyorsa bunları çıksın ortaya?!

Zaten şarkı bitti yine. Aklımı başıma almam lazım tekrar, gerçek hayat geri dönmeliyim hemen şimdi.

Read more...

Salı, Temmuz 24, 2007

antibiyotik içmek ya da içmemek

Sık sık antibiyotik içer misiniz? Peki antibiyotik ne işe yarar ne işe yaramaz biliyor musunuz?


Antibiyotiğin hikâyesi Alexander Fleming’le başlıyor. O penisilini bulana kadar bakteri kaynaklı bir hastalığa yakalananlar, ölüm fermanını da imzalamış oluyordu. 1940lı yıllarda, penisilinin büyük ölçekte üretilmeye başlanmasıyla doktorlarda hastalarının ölüm fermanlarını yırtıp atmış oldular. Artık bakterilerin üremesini durdurmak hatta onları öldürmek mümkündü. O zamandan bu zamana 60 yıldan fazla zaman geçti. Bu sürede hemen her gün yeni bir antibiyotik geliştirildi ve piyasa sürüldü. Artık her türlü bakteriye karşı, her türlü silah üretiliyor. Tabi geçen yıllarda insanoğlu silahlarını çeşitlendirirken bakterilerde boş durmadı. Onlarda birer birer korunmayı “öğrendiler.” Hatta bu savaş öyle bir noktaya geldi ki, artık bakteriler insanoğlunun yeni antibiyotik geliştirmesinden daha hızlı bir şekilde savunma geliştiriyorlar!

Peki, biz nasıl bir taktik hatası yaptık ki, bugün bakterilerin hızına yetişemiyoruz? Cevabı tahmin etmek güç değil aslında, onlar bize saldırmıyorken bile hatta vücudumuza savaş açan onlar değilken bile bakterileri yok etmeye yönelik silahlarımızı kullandık/kullanıyoruz. Yani; zırt pırt antibiyotik içtik, içiyoruz. Galiba bunu en temel sebebi bakteri/virüs ayrımı yapmadan bizi hasta eden bütün mikroplara karşı antibiyotik kullanıyor olmamız. Oysa antibiyotik sadece bakterilere karşı işe yarayan bir silah, virüslere karşı hiçbir etkisi yol. Bu yüzden bildiğim/araştırdığım kadarıyla virüs-bakteri ayrımından bahsedeyim istiyorum. Aslında tıp literatürü virüsleri mikroorganizmalar arasına dahil etmek konusunda tam bir fikir birliğine varmış değil. Çünkü virüsler yaşayan hücreler değil dahası hücre bile değiller. Sadece genetik bilgi taşıyorlar ve çoğalabilmek için bir konakçıya ihtiyaçları var. Bu konakçıda bizim vücudumuzda yaşayan herhangi bir hücre. Bu yüzden viral hastalıkların tanısı güç. Hücrenin içinde yaşadıklarından, virüsleri ortadan kaldırmak için bakterilerden farklı bir yol izlemek gerekiyor. İlk etapta aklıma gelen virüs ve bakteri kaynaklı hastalıklar şöyle:

VİRÜS: Soğuk algınlığı, nezle, farenjit, hepatit, AIDS, uçuk (hermes)
BAKTERİ: Menenjit, tüberküloz, veba, kolera, kuşpalazı (difteri)

Bakterilere gelinceee; tük hücreli, mantardan küçük, virüsten büyük, bütün hayatsal olayları gerçekleştirebilen en basit canlı türleri. Gözle görülmezler, -90°C den +80°C ye kadar her türlü ısıda yaşayan türlerine rastlanabilir. Bu türlerin kimisi hastalık yapar, kimisi zararsızdır, kimisi de faydalıdır. Derdimiz zararlı olanlarla tabi. Genel olarak antibiyotikler bakterilerle savaşırken 2 farklı yol izlerler. Ya karşılaşır karşılaşmaz bakteriyi ölüme sürüklerler ya da gelişmelerini ve üremelerini engeller geri kalan temizlik işini de vücudun bağışıklık sistemine bırakır.

Antibiyotiklerin basitçe anlatılan bu işleyişine dayanarak bile doğru kullanımının ne denli önemli olduğunu söyleyebiliriz. Detaya girersek ilk doz antibiyotik alındıktan sonra (doğal olarak) kana karışır ve orada belli bir düzeye ulaşır. Zamanla vücut antibiyotiği atmaya başlar ve kandaki antibiyotik düzeyi bakteriyle mücadele edemeyecek kadar düşmeden 2. dozu almak gerekir, kandaki antibiyotiğin dozu bu şekilde düzenlendiği sürece bakteri antibiyotiğe dayanamaz ve pes eder. Bir de tabi onlar pes edene kadar antibiyotik alımına dikkat etmek önemli. Çünkü ilk bi’kaç günün ya da yılın (örneğin tüberküloz tedavisi 3 yıl sürer) ardından hastalığın belirtileri ortadan kalkıyor. Ancak bu aşamada bakteri henüz ortadan kalkmamış oluyor. O yüzden tedaviyi tamamlamadan antibiyotiği bırakmanın 2 kötü yan etkisi var. İlki hastalığın yeniden nüksetmesi. İkincisi ve asıl önemlisi bakterinin kullanılan antibiyotiğe direnç kazanması. Aynı antibiyotikle ikinci kez karşılaşan bakteri artık nereden saldırıya uğrayacağını bildiği için direnç geliştiriyor! (Bakterilerin direnç geliştirme süreçleri ise tam bir stratejik oyun. Bahsetmek isterim aslında ama işin içine biraz teknik bilgi karışıyor, sıkıcı olma ihtimali var. Yine de şu kadarını söyleyeyim, direnç geliştirme yöntemlerinden biri “köprü” adı verilen bir yöntem. İlacı bilenler bilmeyenlere öğretiyor. Genetiğini değiştirerek direnç kazanmış bir bakteri, değişimi sağlayan genleri kendi türünden olsun olmasın diğer bakterilere geçirebiliyor!)

Direnç geliştirme mevzuu hakkaten önemli çünkü bakteri antibiyotiğe direnç geliştirip yeni bir forma geçmişken tıp dünyası onun kazandığı direncin ilk sonuçlarını yeni yeni fark etmiş oluyor. Bu yeni forma uygun bir antibiyotiğin, tüm çalışmaları ile birlikte piyasaya çıkış süresi ise 12 yılı buluyor! Bu demek ki mutasyona uğraya uğraya “antibiyotik tanımaz” bir bakteriden kaynaklanan yeni bir hastalık türer ve salgına yola açarsa onu alt etmek için epey bir zamana ihtiyaç olacak!

Son olarak bir de “geniş spektrumlu” antibiyotikler var. Spektrum ilacın etki ettiği bakteri çeşidini ifade ediyor. Spektrumu ne kadar genişse o kadar çok bakteriye ulaşıyor demek. Ne kadar ekmek o kadar köfte hesabı ne kadar spektrum o kadar bakteri. Ama bu aslında iyi bi’şey değil, şöyle ki; hastalığa yol açan bakteri bilinmediğinde doktor geniş spektrumlu bir antibiyotiği tercih ediyor ancak bu durum çok sayıda farklı bakterinin antibiyotikle tanışmasını ve bu bakterilerin ilaca karşı direnç geliştirmesine katkı sağlıyor. Bu yüzden mümkün olduğunca hastalığa yol açan bakteriye yönelik olarak üretilmiş, spesifik bir antibiyotik kullanılması daha sağlıklı.

Aynı şekilde viral bir hastalığa kapılmışken (nezle, soğuk algınlığı vb.) antibiyotik içmekle vücudumuzda bize yararlı olan pek çok bakteriyi ortadan kaldırmış veya direnç geliştirmelerine yardımcı olmuş oluyoruz. Üstelik hastalığımızda da kayda değer bir gelişme görülmüyor.

Velhasıl-ı kelam ilaç kullanırken her birinin birer öldürücü zehir olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Ve hepsinden önemlisi hastalıklara hiç yakalanmamak, sağlığı korumak! Hastalıklardan korunmanın ilk koşulu da temizlik elbette! (Temizlik demişken, bakterilerden korunmak için ellerinizi nasıl yıkmanız gerektiğini biliyor musunuz =D Bakınız şöyleymiş: önce ellerimizi ıslatıyoruz, sonra sabunluyoruz, sonra en az 20 saniye sabunla ovuşturuyoruz, akabinde durulayıp, temiz bir havluya -malum havlularda bakteri yuvası- kuruluyoruz. Su ne kadar sıcak olursa o kadar iyiymiş bir de) (hazır parantez açmışken evde en çok bakteri üreten/bulunan mekânın da mutfak olduğunu belirtmek isterim)

Herkese temiz, sağlıklı ve de ilaçsız günler, aylar, ömürler dilerim efenim.

dibine not: Bu yazı hazırlanırken şimdi adı hatırlanmayan doktorların, çeşitli zamanlarda sorduğum sorulara verdiği cevaplardan ve de Bilim-Teknik dergisinin 1999 yılı mart sayısında Didem Sanyel tarafından hazırlanmış “antibiyotiğin direnci” makalesinden faydalanılmıştır. Bu sebepten link içermemektedir.

en dibine not: Bakteriler virüsler nereden mi çıktı? 4 bir yanımdalar efenim hayatımın her anında, her yerindeler hiç çıkmıyorlar ki!!!

dibinin körü: Aslında vücudumuzda ki hücrelerin sadece %10unun bize ait, kalan %90ının bizimle birlikte yaşayan mikroorganizmalar (bakteriler, mayalar vb.) olduğunu biliyor muydunuz?

Read more...

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

hüzünlü laciveRt

22 Temmuz Ajlan Büyükburç'un ölüm yıldönümüymüş, çoktan unuttuk tabi.

Çocuktum bu şarkıyı ilk dinlediğim zamanlarda, o zaman bayılırdım bağıra bağıra :

"Yanlış zamanlarda yanlış bir sevdayla
Düşmüşsem yollara günahı boynuma
Sen beni hak etmedin ben seni çok sevdim
Yanlış zaten bu da,
haydi yoluna! "

diye servisin en arka koltuğundan en öndeki Serdar'a (serkan mıydı yoksa) aşk-ı ilan etmeye =)

Okula servisle gittiğim zamanlarım var benim, anılarım var okul servislerinde. Çoğu o Peugeot minibüslerin en arka koltuğunda yaşanmış anılarım. Servis beklerken lafladığım dostlarım var, yazları bütün günü birlikte geçirdiğim, tatile bile birbirimizin yazlığına gittiğimiz halde aynı okula gitmek konusunda evdekileri bir türlü ikna edemediğim can dostlarım. Serviste hep yer kavgası yaptığım ama okulun bahçesinden girince hemen kol kola giriverdiğim arkadaşlarım var. Yan yana otursunlar da iki cümle laf etsinler diye yapmadığımız dümen kalmayan servis âşıkları var anılarımın arasında.

Ortalıkta bi’şeyler yiyipte yanımdakilere mutlaka ikram ediyorsam bugün, serviste yemek üzere aldığım koca paket cipsleri içinden 1–2 tane aldıktan hemen sonra yanımdakilere vermemdendir. Hala iyi bir radyo dinleyicisi isem serviste erkeklerle yaptığımız teyp kavgasından galip çıkmak için her türlü cadılığı yaptığımdandır.

Ajlan-Mine’yi hatırlıyorsam bugün serviste bağıra bağıra eşlik ettiğimdendir. Müzik böyle inanılmaz bi’şey işte neredeyse 10 yıl sonra, aynı şarkıya yine bağıra bağıra eşlik ediyorum bilgisayar başında!

"Hayat devam ediyor istemesen de
Yıllar geçip gidiyor dur desen de
Tutunup kendime eski bir resimde
Geçmişi eskittim gözlerimde "

Allah Rahmet eylesin.

Read more...

ve bitti!

Hayırlı olsun...

Read more...

Cumartesi, Temmuz 21, 2007

seçimleRe son-ki

Efenim 24 saat sonra bu saatlerde bendeniz oyumu kullanmış olmayı planlıyorum. Bu satırları okuyan herkesi de oyuna sahip çıkmaya davet ediyorum.
Şimdi, bakalım yarın neler olacak?


Birleşmiş Markalar Derneği üyesi 20.000 mağaza yarın kapılarını saat 12:00de açacak. Aldıkları bu ortak kararla, 200.000 çalışanın rahatça oy kullanabilmesini amaçlıyorlar. Ki bu kampanya seçimle ilgili duyduğum en güzel kampanyalardan biri olmuş. Yalnız sabah gazetesinin 4 temmuz tarihli haberine göre; alışveriş merkezleri 22 Temmuz günü kapıların geç açılması konusuna ilgi göstermemiş. BMD üyesi mağazaların listesini görmek isteyenler web sayfasına göz atabilirler. Ama zaten yarın 12.00 de açılacak olan mağazalar bunun için hazırlanmış afişleri çoktan asmışlar bile. Ben dün pek çok dükkânın kapısında gördüm.


Gelelim seçim yasaklarına. Yüksek Seçim Kurulu'nun resmi açıklamalarına göre, yarın sabah 06.00dan 24.00e kadar alkollü içki satılması, alkollü içki sunan mekanlarda verilmesi ve içilmesi yasak. (Bak şimdi şeytan dürtüyor zihnimi, acaba alkollü oy kullanmak yasak değil mi yoksa içki içmeyi niye yasaklasınlar, bi'de evimizde balkonumuzda oturup demlensek cezası ne ki bunun acep?) (not: Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun'da alkollü oy kullanmakla ilgili herhangi bir hüküm bulunmuyor, ilginç. Anlaşılan sadece asayiş açısından konmuş bir yasak bu, gerçi o da ilginç, içki içen herkesin potansiyel "olay çıkarıcı" olduğu düşünülüyor demek ki...)

Adıyaman, Ağrı, Artvin, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Giresun, Gümüşhane, Hakkari, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Mardin, Muş, Ordu, Rize, Siirt, Sivas, Trabzon, Tunceli, Şanlıurfa, Van, Bayburt, Batman, Şırnak, Ardahan, Iğdır ve Kilis İllerinde oy verme işlemi saat 07.00de başlayıp 16.00da son bulacak. Bunların dışında kalan tüm illerde oylar 08.00-17.00 saatleri arasında kullanılabilecek. Bu saatler içersinde umuma açık eğlence yerleri kapalı olacak, bu tip mekanlar müşterilerine sadece yemek hizmeti verebilecek.

Ve Pazar günü boyunca tüm Türkiye'de sabah 06.00dan gece 24.00e kadar emniyet ve asayiş sağlamakla görevli olanların dışında herkesin silah taşıması YASAK. (bu cümle devrik mi ne?) Hiç kimse silah taşıyamayacak diyelim en garantisi. Burada 5237 Sayılı TCK’de (Madde6/f) yapılan silah tanımı hatırlatmak isterim:

f) Silâh deyiminden;
1. Ateşli silâhlar,
2. Patlayıcı maddeler,
3. Saldırı ve savunmada kullanılmak üzere yapılmış her türlü kesici, delici veya bereleyici alet,
4. Saldırı ve savunma amacıyla yapılmış olmasa bile fiilen saldırı ve savunmada kullanılmaya elverişli diğer şeyler,
5. Yakıcı, aşındırıcı, yaralayıcı, boğucu, zehirleyici, sürekli hastalığa yol açıcı nükleer, radyoaktif, kimyasal, biyolojik maddeler Anlaşılır.

Geçenlerde bi’arkadaşım "millet, sandıkta görevliyim valla yanında törpü taşıyanı görürsem hakkında şikâyette bulunurum ayağınızı denk alın" diyordu. (kendisi vakti zamanında kızgın sevgilisi tarafından törpüyle yaralanmış birisi tabi, yarası var =) Velhasılı kelam, her türlü kesici, delici ve bereleyici alet, silah sayılıyor ona göre.

Son olarak saat 18.00e kadar her türlü yayın organında haber, yorum ve tahmin yapılması yasak, 21.00den sonra ise herkes atıp tutmaya başlayabilir. 18.00–21.00 arasında ise sadece YSK açıkladığı bilgiler duyurulabilecek.

Hâlâ nerede oy kullanacağım, seçim sandığım neresi, seçmen sandığımı nasıl bulacağım diyenler varsa TC. Kimlik numaraları ya da kimlik bilgileri ile sorularının yanıtlarını YSK'dan kolayca öğrenebilirler.

OYUNUZA SAHİP ÇIKIN!
dibine not: Oylarımızın boşa gitmemesi için oy pusulalarını doğru katlamakta çok önemli. ıslak mürekkebi dışa getirecek (zarfa bulaşacak şekilde) yani diğer partilere/bağımsız adaylara bulaştırmadan katlayacakmışız! Aman dikkat!

Read more...

Cuma, Temmuz 20, 2007

Eflatun


Bugün posta kutuma düşen maillerden biriydi. Paylaşmak istedim.

Read more...

seçimleRe bir-ki

Bi’kaç gün önce bi’sürü insan 07/07/07 çılgınlığına kapılmıştı. Buradan hepsine selam eder asıl simetrinin 20/07/2007 tarihi itibariyle bugün yaşanmakta olduğunu hatırlatmayı bir borç bilirim. (saatlerimizi 20:07'ye kurduk değil mi=)) "E bunun bize ne faydası var?" diyenler içinse, makul bir cevabım yok. Zira ben de diğer ölümlüler gibi bugün sıradan bir cuma gününün kimbilir kaçıncı tekrarını yaşayacağım. Ama simetri güzel bi’şey tabi, değişik bir tarih işte, dursun bir köşede.



Ülkenin kaderini etkileyecek olan tarihse 22/07/2007 olacak. Bunu bildiğinden olsa gerek dün başbakan aradı beni. Ben de şaşırdım telefonu açınca; “sevgili habervakti.comkardeşim ben Recep Tayyip Erdoğan” diye başladı söze. "Aa" dedim "merhaba nasılsınız?" cevap vermedi hiç başladı anlatmaya “başladığımız işleri yarım bırakmayacağız”, "ee iyi de bakanların sayın başı, tam olarak hangi işler bunlar, gemi filosu mu kuracaksınız yoksa?" diyecek oldum, baktım hiç oralı değil aynı anda konuşup duruyoruz dinlemiyor beni, "sağolun" dedim "ilgilenmiyorum anlattıklarınızla, haydi selametle" Kapadım telefonu. Başbakanın suratına telefon kapatacak kadar terbiyesiz bi’insanmışım meğer öğrenmiş oldum =)

Bir de meclisteki 541 milletvekilinden 7 (yazıyla yedi) tanesi meclis başkanlığına başvurarak sadece bir hafta resmi mesai yaparak 3 aylık maaşı hak etmediklerini, temmuz-ağustos- eylül dönemine ait yaklaşık 25.000YTL'lik milletvekili maaşını istemediklerini bildirdi. Maaşını almayacağını açıklayan milletvekilleri (ki bakabildiğim kadarıyla hiçbiri yeniden seçilmek için aday olmamış) alfabetik sırasıyla;

Cengiz Kaptanoğlu (AKP İstanbul), YOK
Ersin Arıoğlu (CHP İstanbul),
Hasan Özyer (ANAP Muğla).
Memduh Hacıoğlu (Bağımsız İstanbul)
Muharrem Eskiyapan (AKP Kayseri),
Turhan Çömez (AKP Balıkesir),
Zülfü Livaneli (Bağımsız İstanbul),

3 aylık maaşını almayacağını ilk olarak açıklayan mebuslardan Turhan Çömez dilekçesinde sadece 1 haftalık maaşını istediğini belirtirken, AKP Samsun Milletvekili Cemal Yılmaz Demir de dilekçesinde, yeniden milletvekili seçilmesi halinde (AKP Samsun 2. sıra adayı) maaşının ödenmesini istedi.

Ayrıca Zülfü Livaneli’nin konuyla ilgili bi’kaç gün önce Vatan gazetesinde yazdığı Milletvekili maaşları isimli yazısına da göz atmak isteyebilirsiniz.

Bir de bugünlerde (oy vermeyi planladığım adayın son dakikada yaptığı saçma sapan bir açıklaması yüzünden kararsız kalmış bir seçmen olsam da) beni sonuçlardan daha çok meraklandıran bir konu var. Sular! Ankara’ya gün aşırı su verileceği haberleri dolaşmaya başladı bile. İstanbul’da ise esnaf hala elinde hortumla sokakları sulamaya, insanlar foşur foşur araba yıkamaya devam ediyor. 23 temmuz sabahı uyandığımızda tıslayan muslukları, (22 temmuz günü ve gecesi aşırı elektrik tüketimi olması öngörüldüğünden) çalışmayan asansörleri, bilgisayarları görünce şaşırmamalıyız gibi geliyor bana.

Cümlelerime burada son verirken, tüm Türkiye’de 42 milyon 533 bin 41 seçmenin oy kullanacağını ve o en sonda ki 1 kişinin ben olduğumu belirtmek isterim. =D

Read more...

Perşembe, Temmuz 19, 2007

saman saRısı

Bu sabah gözlerimi açtım, yataktan kalktım ve söylemeye başladım:

Bu sabah yine her sabahki gibi sıkıldım İstanbul’dan
Moralim bozuk cereyan kesik
Hele bir de sen yoksun ya, Çok yazık

Kimsenin yokluğuna değil bu şarkı. Anladım ki (karar verdim ki) ben kimseyle paylaşmadım bugüne dek İstanbul’umu madem paylaşmayacağım da bundan böyle. Eğer bu şehre de anı bulaştırırsam kalkamam bunun altından. Kız kulesi sadece benim hayallerimde ki ideal ilişkinin bir karesi olarak kalmalı, vapurlarında hep mutlu, hep âşık sevgililer oturmalı omuz omuza, hele Kadıköy Beşiktaş vapuruna “past tense” ler bulaşırsa bi’daha binemem ben o vapurlara. İstiklal’de ya da metroda çalan sokak çalgıcıları sadece benim için çalmalı en güzel, en akortsuz melodilerini ya da bilmediğim bir semtin daracık, yokuş sokaklarında bir tek kendimi kaybetmeliyim ben. Bundan başkaca bir kaybı sığdıramam bu şehre.

O yüzden efenim;
Hiç kimse için değildir, ne bu ne de içinde İstanbul geçen diğerleri...

dibine not: Bu şarkıyı bulup çıkardın ya bana, ne kadar teşekkür etsem az. Eksik olma emi!

Read more...

Çarşamba, Temmuz 18, 2007

umutlu moR



Dünya yıldıramazsın beni ne yapsan
Ölümden de korkmam, er geç ölür insan
Ölmemek elimizde değil ki bizim
İyi yaşamamak, beni tek koRkutan
Ömer HAYYAM

Read more...

Pazartesi, Temmuz 16, 2007

kRem Rengi


Hafta sonu acayip yoğun bir nikah, düğün maratonun ardından ancak kendime gelebildim. Bana soran olsa 14 temmuz tarihinde yapılan düğünler dernekler 07/07 temmuz gününü 2 ye katlar derim. Katıldıklarım hariç 5 tane beni bağlayan evlilik töreni söz konusuydu. Gördüğüm gelin arabalarının, kuaförleri işgal eden gelin görümce yığınlarının ise haddi hesabı yok. (bu arada o süslü arabalara niye düğün arabası denmiyor da gelin arabası deniyor, kafama takılmadı değil)

Bu koşturmacanın sonunda kendimi festivale katılmış film eleştirmenleri gibi hissetmeye başlamıştım, organizasyonları eleştirmekten :D
Mesela, nikahlar bu işi zahmetsizce halletmek için biçilmiş kaftan lakin ben en başından memurun söylediği belediye başkanının bana verdiği yetkiye dayanarak cümlesinden nem kaptığım için tasvip etmiyorum. Ayrıca pek çok insan zaten nikâha alınan kırılan olamasın diye yakın uzak herkesi çağırıp, akabinde gerçekten eğlenmek birlikte olmak istediği insanlarla başka bir yemek/eğlence organizasyonu yapıyor. Bu yüzden yani asıl eğlence akşama olacağından ve nikâh anında genelde heyecanlı gergin olduklarından kimseyle doğru dürüst selamlaşıp, tebrik kabul edemediklerini düşünüyorum ben. Yani belediye salonu nikâhı tam bir adet yerini bulsun, töreni.

Nikah + yemek+ düğün deseniz, of of! Bu durumda belediye başkanın yetkisi cümlesinden kurtulmanız mümkün ki sadece bu yüzden bile o masrafa katlanmaya değer lakin bu organizasyonun en büyük handikapı masa düzenlemesi! Aileleri yerleştirmek kısmı hiç sorun değil, en iyi konumdaki masaları her iki tarafın ailesi arasında bölüştürmeniz yeterli. Ama iş arkadaşları, okul arkadaşları, asker arkadaşları girince işin içine önceden tanışmayan insanları aynı masada oturtmanız gerekiyor ki, kimin kiminle oturacağına karar verilmesi ciddi meşakkatli bir iş. Bu hafta sonu olmasa da öncesinde böyle bir masa düzenleme işinde yardımcı kadın oyuncu olduğum için yakinen biliyorum. Arayıp “ya canım bizi Mehmetlerle aynı masaya oturtsanız, şimdi Ayşelerle karşılaşmak istemiyorum” ya da “ya ağbii fırsat bu fırsat bana Sibel’le aynı masayı ayarlasana” diyen şımarık arkadaşlar da cabası üstelik. Nitekim ben, bu hafta sonu bulunduğum 2 yemekli düğünde de az tanıdığım insanlarla bir arada oturdum ve biz tanışıp sohbet edene kadar düğün bitti :) bir de tabi böyle ortamlarda yalnız olup, müzikten sorumlu şahsiyet evli çifti dans ettireceğim, fotoğrafçı şahsiyette fırsattan istifade acayip romantik fotoğraflar yakalayacağım diye kastığı için, sizin oturduğunuz masada stres katsayınız giderek artıyor. “Aman kimse dansa kaldırmadan şu şarkıları bir geçsek” ya da “off deminden beri bakışıyoruz işte neden hala dansa kaldırmıyor beni” diye düşünmekten :D

Salon düğünleri ise demode gibi görünse de en ideali aslında =) Masa derdi yok isteyen istediği yere geçer, nikâh stresi yok zaten önceden hallediliyor. Onunda tek kötü tarafı elinde mikrofonla takıları anons eden saftirik salon sunucuları =) ki neden düğün sahipleri susturamaz o adamları bir türlü anlam veremem. Ben bu kez "madem düğün sahibi susturmuyor ben sustururum" dedim ama yine de susturamadım tam olarak, o yine etti lafını “ve damadın okul arkadaşından ne olduğu açıklanmayan küçük zarflı bir takı ?!” “kimse takmamıştı böyle bir şey ben de ilk kez görüyorum ne acaba, aha aha aha” damat, gelin ve ben aynı anda: “KES!”

Zenginin malı züğürdün çenesini yordu anlayacağınız, bütün hafta sonunu, ya nikah salonunda, ya düğün salonunda ya da kuaförde geçirince insan yazacak başka bi’şey bulamıyor doğal olarak.
Gerçi o kuaför muhabbetleri başlı başına bir yazı konusu olabilir. Ama hemcinslerimin sırlarını, zaaflarını burada açık edecek değilim elbette =) Şimdilik sadece sendromlu bir pazartesiden bahsetmektense böyle dedikodulu bir nikah-düğün maratonundan bahsetmeyi tercih ettim. Hem bunları yazalım ki tarihe, yarın öbür gün kendi başımıza böyle işler geldiğinde dönüp bakabilelim hangi fikirler değişmiş hangileri değişmemiş diye.

Ne demişler söz uçar yazı kalır.

Read more...

şizofRen mavi

Hey, baksana!

Şişşt sana söylüyorum, evet evet sen, deliyim diye geçinen. Aç müziğin sesini sonuna kadar, en az on kere söyle bu şarkıyı bağıra bağıra!

Klibini izle istersen, bak İstiklal bir zamanlar arnavut kaldırımlıymış gördün mü, hatırlıyor musun o günleri, orada çamlar bile vardı bir zamanlar, şimdi hepsi bardak oldu.

Yaa öyle işte, "doğrular sarar tatsızca dört yanını bir anda"


dibine not: yoktur kimseye sözüm, kendi kendimle derdim...

Read more...

Cumartesi, Temmuz 14, 2007

ateş mavi

"Bi’şey yandıysa eğer insanın içinde bir yerde, ateş bi’kere yandıysa, ne kadar küllenirse küllensin, üstünden ne zamanlar ne acılar ne mutluluklar geçerse geçsin, bir kor sönmemiş bir izmarit gibi hep kalıyor o ateşin yerinde. Ölümde böyle, aşkta, nefret, korku ve belki umut bile. Eğer bir ateş yakacak kadar çok yer kapladıysa içinde, yüreğinde, beyninde hep orada bi’yerde bi kıvılcım bulabiliyor insan yıllar sonra bile.

Şarkılar, kokular, şehirler, bir film karesi, altı çizilmiş roman sayfaları, gardıroptan çıkan bi kazak hep aynı şeye hizmet ediyor işte. ya o küllerin orda olduğunu hatırlatıyor, ya da bir kıvılcım bulup çıkarıyor küllerin arasından.

Ve bu yüzden işte hissiz yapılıyorsa bir şey, onun için yanan bi ateş olmadığındandır. Hayatında hiç yer etmediğindendir ya da hayatında yer edenleri (şeyleri kişileri olayları her neyse) anımsatmadığındandır."

Demişim vakt-i zamanında (kasım 2006) bir msn sohbetinde...Bi'daha düşünmek lazım sanki üstünde, eksik yerleri var gibi. Dursun burada elimizin altında bakalım.

Read more...

Cuma, Temmuz 13, 2007

kül Rengi


Bugün 13. cuma yani ayın 13 üne denk gelen cuma. Bu yıl ikinci kez oluyor. Önceki nisandaydı, yazmamışım o zaman ve ilginçtir yine hastaymışım.
Hıristiyan inancı mı batıl inanç mı bilemiyorum. (Bakayım ben buna mutlaka, ama bu kez kendime ödev vermeyeceğim, daha eski ödevlerimi bile bitiremedim.) Ben sayılara takık olduğum için farkındayım bugünün 13.cuma olduğunun.

Neyse ki dolunay yok bu gece. Hatta ay hiç görünmüyor bu gece desek yalan değil, %1 nedir ki?
Hayatımız yolundayken hiç kılıf aramıyoruz da ters giderken işler ne çok bahanemiz var. Nazar murphy kanunları, kısmet, gezegenlerin ters açısı, dolunay, kırık ayna, siyah kedi...

100 alınca "ben aldım", 10 alınca "hoca verdi" demek gibi bi’şey bu herhalde.

Bi’de bir kitap var "Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar" diye, bi'de onun yazarı filozof Arthur Schopenhauer var;


"İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır."
diyor. Hatta,

"İnsanların çoğu hayatlarının sonunda geriye dönüp baktıklarında molalarda yaşadıklarını görürler. Taktir etmeden ve zevk almadan yanlarından geçip giden şeyin aslında hayatları olduğunu gördüklerinde şaşırırlar."

diyen. "Of okumayacağım bu karamsar adamı" derken bu kez:

"En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. "

diyor. Yok eğer cümleyi burada bırakmazsanız (yine) şöyle devam ediyor:

"Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz, çünkü yalnızca kısa bir süre olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez."

Oldu! Uzun vadeli düşünsem: "yenileceksin boşa bu çaba" diyor, en kısa vadeye baksam "budalalık senin yaptığın değmez" diyor. Yok ben hiç almıyım böyle bilgelik. Kendi bildiğimi okuyup, burnumun dikine gideyim daha iyi.
Okumak isteyen varsa bu kitabı ben seve seve yollarım kendisine, zira ilköğretim öğrencilerine kitap yollayalım kampanyalarına yollanmaz, ele bi'tek bu kitap alınıp kütüphaneye gidilmez "ben bunu getirdim" diye cami avlusuna çocuk bırakır gibi... E kitaplıkta durup zırt pırt karşıma çıkmasını da istemiyorum.

Sahibinden az kullanılmış felsefe kitabı =))

dibine not: ay görünümü konusunda ilgili linke şıp diye ulaşmama vesile olam http://flynxs.blogspot.com/ a yani Lyn'e teşşekürler.

Read more...

boncuk mavisi

Öncelikle bana nazar değdiren kem gözler kime aitse buradan onlara sesleniyorum, gözü olanın gözü çıksın.

Bu hafta içi başıma gelenleri murphy bile açıklamaya kafi gelmiyor. En makul açıklama nazar gibi görünüyor. “Elektriğe çarpıldım kendime geldim ne ala” derken hop 40 derece ateş içinde buldum kendimi. “Bu derece yanlış herhalde benim ateşim çıkmaz o kadar” diyordum en son, ondan sonrası hep hayal meyal kareler. Dünden beri ancak kafamı boynumun üzerinde taşıyacak güce kavuştum. Bu arada burnumun ucunda bir sivilce pırtladı ki, evlere şenlik. Hayır, sivilceleri dert edecek yaşı çoktan geçtim ama hafta sonu hem fiziken, hem de moral açısından çok iyi olmam gerekiyorken ne bu sivilce ne de bu yorgunluk hali hiç olmadı hiç.

Neyse beterin beteri var deyip yakınmayı ve sayıklamayı bırakıyorum hemen. Okan Bayülgen’e bi’kaç diyeceğim var müsadenizle.

fotoğraf

okan bayülgenKendisi benim zaman zaman körkütük aşık olduğum, zaman zaman delice sinir olduğum bir adam. Çok tutkulu bir ilişkimiz var anlayacağınız. Yani benim gıyabında öyle bir ilişkim var kendisiyle, O’nun için herhangi bir bağlayıcılığı yok bu ilişkinin =) televizyonculuk konusunda bu ülkede sahiden kayda değer işler yapan 3-5 kişiden biri olmasının bir tarafa, pek çok fikrini ayakta alkışladığım, aynı ülkede yaşıyor, aynı dili konuşuyor olduğum için kendimi şanslı saydığım bir adam kendisi.

Ama bu adamla “özlem siyasette yeni” cümlesini defaatle tekrarlayan, tartışmayı gereksiz, amaçsız yere uzatan adamın aynı adam olduğuna inanamıyorum. Hoş yapmadığı çıkışlar değil bunlar ama bu kadarına ben ilk kez şahit oluyorum. Sayın Bayülgen'cim kesinlikle haksızsın(ız)!

İnsanların kendilerine hitap konusunda bir tercihleri olması en doğal hakları elbette. Ben özel hayatımda bu tip sayın hanım, hitaplarına kesinlikle takılmayan, hatta “alın böyle pozitif ayrımcılığı arka cebinize koyun böyle saygı görmesem de olur” diyen biri olarak aksini teyit etmediğim sürece yeni tanıştığım herkese bey, hanım, siz derim. Demeliyim. Nasıl ki ismi Ahmet olan birine Mehmet diye seslenmek ya da iki isimle birine onun kullanmadığı ön adıyla hitap etmek de bir çeşit saygısızlıksa, ”tercih etme imkanım varsa ikincisini tercih ederim” diyen birine, özellikle adıyla hitap etmekte saygısızlıktır.

Bir insanın sıfatı ne olursa olsun, ilk kez karşılaştığı birine ismiyle hitap etmesi hoş değil. Görüşünü, savunduğu ideolojiyi sonuna kadar eleştirebilirsiniz ama kaymakamlık yapmış birine, (bunu hiç dile getirmek bile istemiyorum ama, evli bir hanıma) yüzlerce insanın önünde “özlem siyasette yeni” demek alenen terbiyesizliktir bu ülkede. (ki terbiyesizlik TDK tarafından, Topluluk kurallarına aykırı davranan olarak tanımlanmış bir sözcüktür.)

Haydi kaymakamdı, milletvekili adayıydı, evliydi, anneydi,babaanneydi gibi sıfatları koyalım bi’yana. Sayın Bayülgen, Okan’cım, sen zaten kadının “evet”indeki soğukluğu anlayınca demişsin bir kez “özlem hanım” diye. Ardından o, tamamen hatunlara özgü bir triple (hani bir “yok bi’şey tribi” vardır, kafa sağa sola sallanır; “yok, yok bi’şey, hiç bi’şey yok” falan denir gergin bi’sesle, işte o triple) “hayır sadece soyadımı unuttuğunuzu düşündüm” diye laf çarpıtınca, resmen kendini kaybetmişsin yahu. Memesi elinden alınmış küçük çocukların “bana ne bana ne isterim” demesi gidi defalarca ve defalarca kez “özlem siyasette yeni” demişsin. O nesi yahu?! Hayır, hanımı, sayını söylemekten imtina ediyorsun madem “deli bu” de bırak kendine haline, kadın soyadımı unuttunuz mu dedi, sende Meksikalı lafını sok oku 3-5 ismini birden geç sıradaki konuya. Programın başında ikili arasında ki tartışma senin kontrolünden çıktı diye zaten gerilmişsin onu da anlıyorum az çok ama, bir kez “hanım” diye düzelmişken sonra ki inadına, “tercih hakkım varsa ikincisini tercih ederim” diyen hatuna “nasıl yani yauvv” diye çıkışmana anlam veremedim ben. Cidden şaşırtıcı yani.

fotoğraf

ÖzlemPiltanoğluTürköneÖzlem Piltanoğlu Türköne’ye ise söyleyecek şey bulmakta zorlanıyorum doğrusu. İnsan haklı olduğu bir konuda ancak bu kadar zırvalayabilir, ancak bu kadar mızıldayabilirmiş canlı yayında hemcinslerine göstermiş oldu kendisi bunu. Muhtemelen über-hiper eğitimler almış, süpersonik masterler yapmışsınızdır amma velakin Okan haklı, hitabet diye bi’şey var siyasetin içinde, oldukça da fazla yer kaplıyor. Kendi derdinizi anlatamıyorken, nasıl mülki amir olduğunuz ironik yani. Hoş kaymakamlık mevkine çıkan yollardan geçmek (bazıları için) oldukça kolay bu ülkede. Şaşırmamak lazım böyle şeylere. Ama insan üzülüyor yine de hemcinsi iki lafı bir araya getirip konuyu kapatamayınca...

Madem bu beni ilgilendiriyor, işte bunlar da benim fikrim olan biten hakkında.
Sağlık ve esenlikler dilerim herkeslere...

Read more...

Perşembe, Temmuz 12, 2007

laciveRt

Neden böyle davranıyorum sana. Hiç hak etmediğini düşündüğüm halde neden? Ve asıl önemlisi neden, böyle davranmamı istediğini bile bile yapıyorum bunu? Zayıflık mı bu yoksa hala mı anlıyorum içten içe seni, kırgınlıklarını mutsuzluklarını. 30 kasım 2006 yazdıklarıma bak mesela, 30 kasım! Kendimi kandırmışım meğer o tarihte, şimdi bile edemem böyle keskin lafları ama tanıyan tanımayan herkese ilan etmişim hislerimi işte, kendi günceme almakta da hiçbir sakınca görmüyorum şimdi:

ben seni anlamaktan yoruldum
Buldum en sonunda yorgunluğumun nedenini. Uzun zamandır olmadığım kadar huzurluyum.
aylardır içimi kemiren, beynimi yok eden bir kurttu "
niye?" sorusu. artık buldum yanıtlarımı. Öylesine hafifim ki, yazdığım onlarca sayfa bile yetmedi paylaşmaya, 0laR ve 1leRden ibaret olsa da aslında cümlelerim "sanal" dediğimiz bir dünyaya da iz bırakmak istedim bu satırlarla. Yeniden yaparsam aynı hatayı hatırlatacak birkaç cümlem olsun istedim buralarda bi'yerlerde.

Artık biliyorum, koşulşsuz güven bir ilişkinin dayanabileceği en sağlam temel ama bedeli çok ağır. saf düRüstlük varsa kurulabiliyor ancak, ama hakkında hep attıp tuttuğumuz o dürüstlük, çok büyük yaralar açabiliyor biz farkında bile olmadan. Yalansız bir ilişki hep bir idea ulaşmak istediğimiz, soranlara ilk söylediğimiz : “dürüst olsun her şeyden önce, yalandan nefret ederim”

"ben seni aldatmak istedim biliyor musun? Sadece bir andı, dokunmak istedim O’na, ama sen engel oldun bana, sana olan sevgim engel oldu" dediğin anda başlamış meğer yorgunluğum. Ben seni anlıyordum ve sen de bunu biliyordun. Çok ağır bir yükmüş meğer taşıdığım, sana koşulsuzca güveniyordum evet ama geriye kalan bir soru işaretiydi beynimde, yüreğimde bir yara... Araya giren kilometrelerde sonumuz oldu zaten.

Üzgünüm ama huzurluyum artık, "niye?" biliyorum çünkü; ben senin ilk aşkın olamazdım, sen de benim son sevgilim. Hiçbir aşk doğaya karşı gelemezdi!

Şimdi her şey bambaşka, her şey!

Read more...

Çarşamba, Temmuz 11, 2007

paRlak siyah

Gel
Sevenin sevdiceğinden duyabileceği en seksi sözcük.

Gitme!
Sevgiliden duyulabilecek en romantik ünlem.

Evet tamamen format hırsızlığı bu, utanmadan alenen bikelime'lik yapıyorum. Görenler, tanıyanlar özürlerimi iletsin kendisine.

Günlerdir bu sözcükler çınlıyor kulağımda, daha doğrusu ilki sadece; gel, gel, gel...
İzlediğim dinlediğim her şeyde bu sözcüğü arıyorum. Kafamda bir birine “gel” diyen onlarca çift var, mütemadiyen kareler geçiyor zihnimden durduramıyorum. Hemen her birinde tüylerim diken diken oluyor. Hatta imkân olsa da şu sanatta kadın videosu gibi yani tam olarak öyle değil de, aşağı yukarı öyle bir kurguyla bir video hazırlamak istiyorum. (zihnimde ki karelerden tabi =)) Her dili konuşan insanlar geçiyor hızla, 2 saniyeden uzun değil görüntü süreleri, sevdiğine, sevgilisine, aşkına, karısına, kocasına, biriciğine “gel” diyor, herhangi bir anda...

Böyle işte, b
i'de şu var, bu kadar.



Read more...

Salı, Temmuz 10, 2007

elektRik mavisi

Dün gece uzun zamandır yapmadığım bi’şeye, küveti doldurup içinde keyif yapmaya karar vermiştim. Canım sıkkındı, haberler vasattı, annem menopoz teyze olmuş her yere esip gürlüyor, babam dalgın dalgın televizyona bakıyordu. Su bütün kötü elektriğimi alır götürür nasılsa, su kaynaklarının yetersizliğini bu seferde ben dert etmeyivereyim dedim. Ve kötü elektrik nasıl oluyormuş, insan nasıl elektrikle doluyor, nasıl deşarj oluyormuş bizzat yaşayarak öğrendim.
Islak elinizle hali hazırda çalışmakta olan ve kaçak yapan çamaşır makinesine dokunursanız siz de deneyimleyebilirsiniz bu durumu =)

Hayatımda ilk kez kalbimin attığını hissettim desem, abartmış olmam herhalde. Hayır, öyle nabzımı hissetmek falan değil, kalbimin attığını, ilgili kapakçıkları açıp, ilgisizleri kapadığını ve muhteşem bir güçle güm diye tüm vücuduma dağılmak üzere kanımı pompaladığını hissettim. Sonrası garip bir bilinçsizlik hali, yani olan biteni hissediyorum, duyuyorum ama ne bir ses çıkarabiliyorum, ne de herhangi bir hareketle fiziksel olarak tepki verebiliyorum üstelik hiç bi’şey göremiyorum. Bir an öldüm mü acaba diye düşündüm ama hemen kafam çalıştı:
—Salak ölmüş olsan önce hayatın geçerdi gözlerinin önünden, öyle bir film seyretmediğine ve hala ayakta durduğuna göre ölmüş olamazsın. Şoktasın şu anda, bir tepki ver de telaşa kapılanları rahatlat, yoksa hastaneye götürecekler birazdan.

—İyiyim ben tamam, yok bi’şey!

"Aman çok şükür" nidalarıyla, hemen banyodan çıkarıldım, ama kafam çalıştı ya bi’kere “iyiyim”den sonra söylediğim 2. cümleye bakın:
—Suyu kapatın boşa akıyor banyoda!
Üstelik ben cümleyi böyle gramatik kuralla uygun olarak kurduğumu zannederken meğer bizimkiler hiç bi’şey anlamamış, aslında kekeliyormuşum =)

Sonra birden gözlerim açıldı, daha doğrusu ışık gözlerimi aldı. Meğer çarpmanın etkisiyle sigorta atmış, dolayısıyla benim gözlerime perde indi sandığım şey, sadece karanlıkmış. Neyse uzatmayayım cümbür cemaat epey korktuk gece gece. Ama ben mesajı aldım:
“titre ve kendine gel” dedi çamaşır makinesi bana!

Çamaşır makinemizin sözlükte bahsedilen içine şeytan girmiş çamaşır makinesi ile aynı model olması, garip bir tesadüf olamaz herhalde.(özellikle mortifera’ya ait ilk entryi mutlaka okumalısınız) Artık kendisiyle uzaktan yakından işim olmaz, kendim yıkarım çamaşırlarımı, mazaallah! Zaten babam ona haddini bildirecektir en kısa zamanda =))

Neyse bu sayede koca bir Salı gününü evde geçirmek için mazeretim oldu. Bir de tabi böyle durumlarda adet olduğu üzere hayatın ne kısa olduğunu, ölümün hiç uzak olmadığını falan
düşündüm. Bi’süredir konuşmadığım insanları aradım, ne zamandır yazılacak mailleri, mektupları yazdım. Ama asıl mühimi ilk kez kendi ölümü düşündüm. Hiç düşünmemişim bugüne kadar. Garip bi’duygu insanın kendi cenazesini düşünmesi tabi. Sigortalar atmamış olsa şu an itibariyle (ki dışarıda öğlen ezanı okunmakta) cenazem için namaz kılınıyor olabilirdi. Kimlerin haberi olurdu acaba. Mesela insanların birinin ölüm haberini alır almaz, o kişiyi tanıyan diğerlerine neden hemen haber verdiklerine pek anlam veremezdim, hani ailesi arar nasıl olsa sana ne oluyor gibi düşünürdüm ama değilmiş işte, ailenin böyle bir durumda hali mi olur haber vermeye, tanıyanlar birbirine ulaşacak işte.
Bunları düşünürken fark ettim ki, tanıdığım bir sürü insan haberdar olmayacaktı böyle bir durumdan. Bu blog vasıtasıyla ya da çeşitli internet platformlarında tanıştığım yazıştığım insanlar mesela. Hadi sanal kişilikler olarak birbirimizin hayatında kapladığımız yer 0,1 birim olsun. Ya aslında çok şey paylaştığım, hayatımda benim için önemli olan ve onlar içinde önemli olduğumu düşündüğüm/bildiğim arkadaşlarım. Ailem hiçbirine ulaşamazdı sanırım. Ortaokul arkadaşlarım mesela. Hadi fakülteden arkadaşlarımın haberi olurdu anahtar kişiler vasıtasıyla da aynı bölümde olmadığım ama hala görüştüklerim. Eski iş yerinden arkadaşlarım mesela, haftaya onlardan bazılarıyla bir yemek planımız vardı var yani, hadi oraya gitmedim diye arar öğrenirlerdi ya olmasaydı öyle bir plan. Ya da arşivde ki eskiii eskiii arkadaşlar. Ölüm ilanlarının ne işine yaradığını da anlamış oldum böylece.

Bir de ne garip, bana mahsus bi’şey mi bu bilemiyorum ama herkes bilsin istediğimi fark ettim. Tanıdığım herkesin haberi olmalıydı sanki. Neden böyle düşündüm, bunun altında ne var hiçbir mantıklı açıklamam yok, birileri eksik kalsa bilmese ne olur sanki? Bilmiyorum.

Odaya ben yokmuşum gibi baktım bugün, ojeler, tokalar, kremler, kalemlikler, dağınık çekmeceler. Çok garip geldi benim ardımdan bütün (kirli) çamaşırlarımın ortaya dökülecek olması fikri. Eşyalarım, daha bir kez giyebildiğim ve elbise dolabında en yakın arkadaşlarımın en mutlu günlerini bekleyen kırmızı elbisem, ona uygun hevesle aldığım ayakkabısı çantası, yarım kalan okunmamış kitaplarım, cep telefonumda arşivlenmiş mesajlarım, fotoğraf albümüne kimini ben görmek istemediğim ama atmaya da kıyamadığım için, kimini bizimkiler görmese daha hayırlı olacağı için gizlediğim fotoğraflarım, bilgisayarda şifreli dosyalarda duran hikâyelerim, yazı taslaklarım, yine fotoğraflarım ve ayakkabı kutularım elbette. Bütün anılarım, yıllardır yazdığım günlükler, peçetelere çikolata kâğıtlarına yazılmış notlar, kurumuş çiçekler, gazetelerden kesilmiş kupürler, sinema biletleri, davetiyeler, mektuplar...

Benim yarım bıraktıklarım konusuna ise hiç girmeyeceğim. Sadece bugün için bile bitirilmesi gereken onlarca işim var, en basitinden daha dünyanın yeni yedi harikası-3 ü yazmadım =))
Neyse efenim kimseleri üzmek için yazmadım bunları, zaten üzülecek ve büyütülecek bi’şey yok ortada. Gayet iyiyim. Sadece ben hayatıma hiç böyle bakmamıştım, garip oldum, paylaşmak istedim.

Hayat kısa vesselam, hiçbir şeyi ertelememek lazım! Her anın kıymetini bilmek lazım. sahip olduğumuz tek şey'in içinde bulunduğumuz an olduğunu akıldan çıkarmamak lazım.

Ben şimdi gideyim, bu şımarık günümün tadını çıkarayım, akşama ne yemek istesem acaba?

Read more...

Pazartesi, Temmuz 09, 2007

yine kaRa, kapkaRa


Yasemin Kınık

Duydunuz mu bu ismi daha önce. Daha önce dediğim, bu hafta sonu. Baktınız mı haberlere. Bakmadınız mı, baktınız da kanıksadığınız için hiç umursamadınız mı yoksa. Babası öldürdü onu, babası eline silah alıp vurdu Yasemin’i.

Kızını ‘töre böyle’ diye öldüren baba tutuklandı

1.5 aylık hamile Yasemin de ‘töre’ kurbanı

Ölüme 'töre' elbisesiyle gitti

Babadan hamile kızına töre kurşunu!


19 bilemedin 20 yaşındaydı. Tarlada çalışırken âşık olduğu Murat’la evlenmek istedi, vermediler. Koca bir aşireti, töreyi bıraktı ardında ve Murat’la kaçtı. Adana’ya yerleşti. Sevdiği adamın nikâhlı karısı oldu Yasemin. Babasından alamadığı rızayı devletten aldı, sevdiği adamın koynuna girdi, sevişti onunla.

Bundan sonrası biraz karışık, babası diyor ki "boşanmak istediği için öldürdüm, gelin çıktı kefeni döner ancak geri". Eşi Murat diyor ki "biz ailesiyle barıştık ben başlık parası bile ödedim aileye, amcalarıyla hasret gidersin diye gönderdim, bize komplo kurdular".

Bu nasıl bir kavram? Nasıl bir bilinç? Nasıl bir algı? Nasıl işliyor bu mekanizma?

Bir baba, nasıl vurabilir kızını? Baba ve kızı! Kız çocuklarının ilk aşkı babaları olurdu hani, babaların küçük prensesleri. Ah hadi bu tasvirler çok masalsı diyelim, Yasemin nasıl tepki vermedi, hiç mi anlamadı, kilometrelerce öteden ben bile biliyorum öldürülecek kızlara siyah giydirildiğini, o siyahları nasıl giydi Yasemin? O boş tarlaya geldiğinde bile anlamadı mı olacakları, koca bir töreyi arkasında bırakıp sevdiği adama kaçabilen o yürekli kız, hiç mi kaçıp kaybolmayı geçirmedi aklından, yoksa konduramadı mı babasına? Silahı görünce n’aptı peki? Babası ona silahı doğrulttuğunda demedi mi ona can taşıyorum, yapma diye? Yasemin nasıl düştü bu tuzağa aklım almıyor? Kaçmayı, her şeyi ardında bırakmayı bir kez başarabilen bu cesur kız kendi eliyle siyahları giyip, boş tarlaya gitmiş olamaz, olmamalı! Eşinin söylediğine göre hamile olduğunu biliyormuş üstelik.

Of, Of!


Bitmedi dahası var Yasemin’in naaşına kimse sahip çıkmıyor, hiç kimse! Kadın kuruluşlarından üç-beş kişi alıyor, kimsesizler mezarlığına defnediyor. Be Murat nerdesin sen, insan ölüm haberini alır da kuş olup uçmaz mı sevdiğinin, helalinin, çocuğunun anasının yanına. Onu öylece kimsesiz bırakır mı buz gibi morgda? Yoksa sen de mi korkuyorsun töre’den diyeceğim ama erkeğe bi’şey yapmıyor ki hiç bi’zaman töre! Senin korkacak neyin var ki? Nasıl bırakırsın Yasemin’i yapayalnız.

Ya diğerlerine ne demeli. Ailesinden bahsetmiyorum hayır, hani bıyıklı kadınlar vardı, şimdilerde partilerin vitrin süsü olan milletvekili adayları. Kadınlara pozitif ayrımcılık diyenler hani, onlar nerede?
Ya da başörtülü kadınlar. Hani "başımız kapalı diye eğitim hakkımız elimizden alınıyor" diyenler içlerinden bir kişi çıkıp, Yasemin’in yaşama hakkını yok edenler için tek cümle söyledi mi? Laf etmekle olmuyor ya bu işler, fikrini beyan eden kaç kişi var alla’aşkınıza?

Gözyaşlarım hiçbir işe yaramıyor şu anda. Kızgın olmak, üzgün olmak hepsi anlamsız. Suçluyum ben çünkü. Sen de suçlusun! Hiçbir şey yapmıyoruz bi’şeyleri değiştirmek için. Böyle 2 satır yazı yazıp, en katılımcısından 3–5 yere mail atıp, dilekçe imzalamakla olacak şey değil bu! Ben burada, eğitimli, şehirli, sosyal ve ekonomik pek çok imkâna sahip bir genç kadın olarak hiç bi’şey yapmadığım sürece, sen bu sorunla ilgili eyleme geçmediğin sürece daha ne Yaseminler, ne Güldünyalar katledilecek gencecik yaşında, ne Ü.K'ler tecavüze uğrayacak...

Ve biliyor musun eğitimle falan olacak iş değil bu.

Bu ülkede CİNSEL DEVRİM olmadığı sürece hiçbir sorunu halledemeyiz biz! Hiçbir sorunu!

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP