Cuma, Mayıs 30, 2008

kıRık beyaz

Çok kızgınım sana, bir türlü gelmeyişine, ortaya çıkmayışına. Bunca ihtiyacım varken yanımda olmayışına.

Öyle çok zaman çalıyorsun ki bizden. Tamam kabul, bu cümleyi senin için kurmamıştım ama senin de yaptığın tam olarak bu değil mi? .

Neredesin?
Ne yapacaksın bu akşam?
Sevgilinle misin yoksa? Öyleyse daha da kızarım sana, sakın söyleme bunu.
Zaten sakın bana her şeyi söyleme. Bir şey söylüyorsan bileyim ki doğrudur. Yalanların söylemediklerin olsun en azından. Sanırım bununla baş edebilirim. Ama sen yine de beni baş edecek bir şeylerle karşılaştırma oldu mu? Öyle yorgunum ki anlatamam sana…

Bu güneşli akşamda, şu yaşımda, oturmuş bunları düşünmekten, hep aynı şeyleri yazmaktan, yaşamaktan öyle yoruldum ki. Yorulmak sözcğünün hakkını verememekten...

Geçen cumartesi evde olanlar ve bu hafta işte olanlar. Olamayanlar.
Bugün bir an nefes alamıyorum sandım. Soluk almaya çalıştıkça göğsümde bir sızı. Bembeyaz olmuşsun dediler, doktora çıkardılar beni. Tansiyon 9 a 5. Söylemedim nefes alamıyorum diye. Bi’de yalan uydurdum “rejim yapıyorum, bi’şey yemiyorum ondandır” dedim. Aptallar inandılar. Öğle yemeğinde yediğim bol mayonezli patates kızartmasını hatırlamadı masamda oturan hiç kimse.

Bu belirsizlik daha ne kadar sürecek? Ne zaman çıkıp geleceksin? Ben ne zaman adam olacağım? Aradığım beni nerede bulacağım?

İş yerinde yeni bir proje var. 120 kişiden 25 kişi seçmişler. En son seçilenlerin haberi oldu durumdan. “Aman da biz sizi seçtik çok özelsiniz, pek güzelsiniz” diye poh pohlayıp duruyorlar. Genel müdür yardımcısı H. Bey varmış işin başında, bizzat ilgileniyormuş süreçle. İnanılmaz bir adam kendisi. Hayranım... Başında o olmasa yapılacak iş direk istifa sebebi. Hoş istifa etme lüksüm yok ya, neyse karıştırma. Diyorlar ki; ‘siz projeye bir başlayın, 15 gün sonra H. Bey hepinize adıyla hitap edecek, o kadar yakından tanıyacak sizi tek tek.’ İnanayım mı onlara bilmiyorum. İnanmaktan başka alternatifim yok aslında. Seçme şansım da yok zaten. “1 Hazirandan itibaren masanız değişecek, çalışma saatleriniz değişecek, yanınızda oturan insanlar değişecek, yöneticiniz değişecek, performans sisteminiz değişecek, ama merak etmeyin geri kalan(?) her şey aynı, bu özel bir proje, sizi seçtik, aslansınız kaplansınız.” Oldu canım!

Baş etmekten, sürekli kendi kendime kararlar almaktan, kimseye akıl danışamamaktan yoruldum… İşten erken çıkıp seni arayamamaktan, hatta aramadan direk ofisine gelip sana sürpriz yapamamaktan, Cuma akşamı kanepede pineklemekten sıkıldım.

Ö., Gel birlikte ev tutalım diyor. Ben ilk tanıştığımız sıralar bi’ara “artık yalnız yaşamak istiyorum” gibi bir laf etmiştim o günden beri diyor bunu. Hiç sevmiyorum hatunu, üstelik kedileri var. Ama şeytan diyor topla pılını, pırtını at kendini. Başını en kötü ne gelebilir? “En fazla geri dönmek zorunda kalırsın.” Bu cümle dönüp duruyor günlerdir kafamda:
en kötüsü, geri dönmek zorunda kalırsın.”
Daha kötüsü ne olabilir ki? Kaybedecek neyim var ki?

Yine cevap yok sorularıma biliyorum.
Yine sen yoksun.
Senden başka anlatacak kimseler yok üstelik. Gelişini hep şen-şakrak hayallerle bekleyemem ya Yokluğunla dertleştim say bu kez. Belki aylar sonra güleriz bunlara birlikte… Ama şimdilik böyle.

Read more...

Perşembe, Mayıs 29, 2008

kaRaRsız kazım

Sevgili blogdaşlarım, bloggerdaşlarım, arkadaşlarım, okurlarım, yazarlarım, yazdıranlarım…

Bir türlü karar veremiyorum, reca ederim bana fikir veriniz. Şimdi durum şu: epeydir burada da sayıklıyorum, malumunuz bir kol saati almak istiyorum. Lakin şöyle görür görmez vurulup alacağım bir saat çıkmadı hala karşıma. Ha pardan bi’tane Tissot beğendim lakin kendisi 4 kişilik bir ailenin bir ay boyunca yoksulluk sınırının üzerinde bir hayat sürmesine imkân verecek bir fiyat etiketine sahip olduğundan aşkımız pek uzun sürmedi maalesef.

Şimdi hem kalbimi fethedecek, hem de etiketi cüzdanımı delip geçmeyecek bir saat bulana kadar atıştırmalık bi’şeyler almaya karar verdim. Zira yaz geldi, geliyor. Saatsizlik iyice canımı sıkmakta. Şöyle gerçek aşkımı bulana kadar bi’kaç zaman takılacağım bir yakışıklı aramaktayım. Bu konuda kendimi sokaklara atmaktansa online alışveriş sitelerine atmayı uygun buldum

Bakındım bakındım bakındım. Seçenekleri yok fiyata göre, yok renge göre, yok kronometreye göre eledim eledim eledim, lakin şu 5 saatin arasından bir seçim yapamadım.

Ve durumu oylamaya açmaya karar verdim. 5 adet fotoğraf var, a-b-c-d ve e. Sence hangisi?

Yorum yapmak isteyenler bittabi yorumlarını bırakabilir. Hatta memnun olurum. Yorumla falan uğraşamam diyenler için de aşağıya minicik bir anket ekledim. Oy verirseniz pek bahtiyar olurum.

Buyurun buradan yakın.



SEÇENEK1

SEÇENEK2SEÇENEK3SEÇENEK4
SEÇENEK5

Read more...

Çarşamba, Mayıs 28, 2008

kaRmaşık mavi

Ben demiştim!

Kolay kolay kaybetmem bi’şeyi demiştim!

Nitekim buldum. Kaybettiğim kalemimi buldum.

Ne demeli ne yazmalı nasıl yorumlamalıyım bu durumu bilmiyorum. Dönüp dönüp bakıyorum yazdıklarıma. Kaleme. Benim olmayan fotoğraflara. Tesadüflere. Nihayet bu gece kurabildiğim msn’e… Habire başlamadan biten gel-git yumağına. Bir vazgeçemeyiş mi bu? Ego mu? Görünmez ve kopmaz bir bağ mı? Hiç bağlanamayan bir yumak mı?

Bilmiyorum.

Bildiğim kalemi bulduğum.

Bildiğim, "Seninle bağlantılı olabilecek tek nesne oydu ve sen gitmeden önce o gitti.Şimdi de biliyorum ki, sen geleceksen eğer bi’şekilde kalemde ancak o zaman çıkacak ortaya. Yani muhtemelen hiç çıkmayacak" dediğim halde kalemin ortaya çıktığı…

Bildiğim, yorgun olduğum. Olup bitenleri kimseye enikonu anlatamamaktan dolayı yorulduğum. İçimde birike birike taştığım.

Bildiğim baharın geldiği. Baharın yorgunluk getirdiği.

Bildiğim… Kalemi bulduğum.

Bildiğim... Bu cümleyi ancak bu kadar toplayabildiğim

Read more...

Pazartesi, Mayıs 26, 2008

amaçsız laciveRt

Ot gibi yaşıyorum diyeceğim ama düşünüyorum da otların da gayet eğlenceli bir hayatı olabilir aslında. Her gün bin bir çeşit insanla muhatap oluyorlar ne de olsa. Aslına bakılırsa ben de çeşit çeşit insanla konuşuyorum. İletişim kuruyorum. Sorun çözüyorum. Hatta bu hafta hiç tanımadığım bir hanım efendi beni başkanı olduğu bir musiki derneğinin konserine davet etti mesela. Çok da gururlandırdı üstelik. “Yanınızda getireceğiniz bir kişiyle birlikte protokolde yerinizi ayırıyorum” dedi. Gidemeyeceğim ama telefonlarımızı mail adreslerimizi aldık karşılıklı belki farklı bir zamanda, neden olmasın?

Hiçbir şey okumadım bu hafta. Gazete, dergi, blog, kitap. Peki tamam biraz kitap okudum. İşimle ilgili 100–150 sayfalık bir iki ufak hikaye vardı onlara göz attım. Ama başka hiç bi’şey okumadım. 12mayıs günü Çin’de olan depremde 60 binden fazla insanın öldüğünü, Myanmar’ı vuran Nargis kasırgasına rağmen askeri hükümetin ülkeye gelen yardımlara izin vermek yerine anayasa referandumu yaptığını, Kylie teyzenin istanbul’a gelip konser verdiğini, başbakan’ın gözlerinin bozulduğunu güneş gözlüğüyle gezmek zorunda kaldığını falan sabah geveze’yi dinlerken araya sıkışan haberlerden ya da biz dünyadan bi’haber kalmayalım diye şirketin her tarafına yerleştirilmiş plazmalardan akıp geçen haber şeritlerinden öğrendim. Yemekhanede yapılan güncel tartışmalardan da kusur kalmadım böylece. Yani insanlar okumadan da hayatlarına devam edebiliyormuş bal gibi, anladım. Ne gerek var ki bu kadar kasmaya?

Hafta sonu için en iyi planım reader’daki 500ü aşkın okunmamış blog için mark as read tuşuna basıp, Cdlerde biriken bi’sürü filmi, diziyi izlemekken; bir iki ilginç başlığa takıldım, aa bilmem kim bilmem nereye gidecekti, yok bilmem kim en son bilmem ne yazmıştı devamında ne oldu acaba derken, yine saatler saatler geçti bilgisayar başında. Neden okuduğumu, neden yazdığımı hatırladım tekrar. Birkaç saatliğine olsun uzaklaştı tilkiler kafamdan, biraz olsun sustu diğerleriM, motorum soğudu azıcık.

Eskiden “neler oluyor hayatta” vardı buralarda. Hatırlayan var mı bilmem. Okudum beğendim gibi, çeşitli haber sitelerinden haberleri işaretliyordum readerda. Benim baktığım pencereden dünyada olup bitenleri listeliyordum. Sonra kaldırdım. Niye yaptım hatırlamıyorum. Şimdi tekrar geri getirmeye karar verdim. Çünkü o orada olunca daha çok okuyor, daha çok takip ediyordum gündemi. Yalnız yine bir sayfa düzenlemesi yapmak gerekecek bu durum için ki; çok sıkıcı bu durum, çok!

Bunları yazmamınsa hiç bir amacı yok. Amacı olmayan eylemler niye yapılır ki hayatta?
Herşeyin bir nedeni, bir amacı yok mu yoksa?

Read more...

Pazar, Mayıs 25, 2008

geçmiş mavi olur ki

Mor ve Ötesi 7. oldu 2008 Eurovision’da. Sahneye çıktıklarında uyukluyordum kanepede.

Aklımda 2003 Eurovision. Yok yok Sertap’ın birinciliğinden değil, gerçi birinci olmasa bu kadar net hatırlayamazdım o tarihi ya, neyse.

Bodrum’dayız.
Finaller daha başlamamış herhalde, kim organize etmiş hatırlamıyorum, bizim fakülteden büyükçe bir grup gitmişiz. 3 gün. Bizim ekip; 2 kız 3 erkek. Kimse kimsenin sevgilisi değil. Flörtöz bir durumda yok ortada. B.nin zaten askerde nişanlısı var, o Y’ye emanet. Zaten beni de gitmeye Y ikna etmiş. Sürekli bir pazarlık halindeyim onunla. “O’lum bak uygunsuz bi’durum olursa ben size haber ederim, ama sakın her yan bakana ‘ne bakıyon lan’ diye dalmayın, kısmetimi kapamayın, bozuşuruz.” deyip duruyorum. Ne mümkün anlatmak, adam 30 saniye yalnız bırakmıyor, şöyle bir İtalyan yakışıklısı bulup kadeh kaldırayım.

Bodrum’dayız ama yıl 2003, aylardan Mayıs. Yani tikkycanların istilasını uğramamış henüz beachler. Gündüz tekne turuna çıkmışız. Şansımız ki hava bulutlu. Güneşleneceğiz diye yağları sürdüğümüzle kalmışız koca gün. Tabi tatile geldik illa denize gireceğiz diye atlayıp 3-5 kulaç savurmuşuz ama sonra herkes havlularla, polar montlarla oturmuş teknede. Erken dönüyoruz otele. Yok yok pansiyon gibi bi’yerde kalıyoruz aslında.
Çıkaramadım şimdi. Ben tutturuyorum “kaleyi fethetmeden gitmem” diye. Söylene söylene peşime takılıyorlar. Kalenin kapanmasına 1 saat var. Koşa koşa geziyoruz surlar arasında. Ebelemece oynayan çocuklar gibiyiz. Bir turist amca fotoğrafımızı çekiyor. Çıkınca süper bir akşam yemeği yiyoruz bütçemizce. Ve tabi, ver elini barlar sokağı… Adamik’e girip girmemek konusunda biraz tartışıyoruz. Ama girip sandozları yuvarlıyoruz. Bir iki derken Y. sıkılmaya başlıyor, çıkıyoruz. Gece daha başlamamış aslında. Saat kaç bilemiyorum. Katamaran’a gitmeye karar veriyoruz. Ama gitmeden önce iyice içmek lazım, öğrenci harçlığıyla sarhoş olunmaz orada biliyoruz. Gülüşerek dolanırken bir başka barın girişinde dev ekranda TRT açık, 2003 Eurovision şarkı yarışması. Tam da Sertap anons ediliyor. B.yle ben avaz avaz geri çağırıyoruz yürüyüp giden bizimkileri. Sertap’ı gören barın önünde duruyor zaten. Şov başlıyor, Sertap detone olmuş o gece diyorlar, Bodrum’a hiç öyle gelmiyor sesi. Biz bütün kızlar hem hep bir ağızdan şarkıyı söylüyor, hem de dans ediyoruz. Keyifler çakır.

Arkadan aksanlı bir İngilizceyle “Göbek dansı Türk kızlarının ortak yeteneği herhalde” diyor birisi. Dönüp bakıyorum. Ve evet, nihayet bir İtalyan yakışıklısı!
Hayatımda gördüğüm en güzel gözler. Olduğum yerde kalakalıyorum. Cümle bile kuramıyorum. “sen Türksün değil mi?” diyor ben öyle kitlenip kalınca. “elbette türk’üm.” diyorum, Sertap’ın harika şovundan feci gururlanmışım.

“Dansından anlamıştım zaten” derken göz kırparak gülümsüyor. Aman Allahım o ne dudaklar, o nasıl bir çapkın gülüş. Eriyorum, bitiyorum…

Ne cevap verdim, nasıl bir cümle kurdum, kurduğum cümle İngilizce miydi, Türkçe miydi, sohbet nasıl gelişti hiç hatırlamıyorum…

Anımsadığım; kalabalıktan uzaklaşmışız (ya da biz yerimizdeyiz ama onlar dağılmışta olabilir, benim gördüğüm sadece O) Bodrum’a ikimizin de ilk gelişi olduğunu ve nereleri gezdiğimizi anlatıyoruz. O yarın İstanbul’a geçeceğini ve 3–4 gün orada kaldıktan sonra Floransa’ya döneceğini söylüyor. “Ben aslında İstanbul’d yaşıyorum” diye atlıyorum tabi. “Nereyi gezmeliyim İstanbul’a gidince?” diyor, Nedense aklıma ilk gelen Kız Kulesi. Bir türlü bulamıyorum İngilizcesini. Virgin tower diyesim geliyor ama değil biliyorum. “Kız kulesi” diyorum gayet Türkçe, anlamıyor elbette. Ben de bir türlü anlatamıyorum derdimi. Küçük bir not defteri çıkarıyor cebinden. “Buraya yaz ben gidince sorarım” diyor. Aklıma şaşayım oraya telefonumu yazmıyorum. İsmimi bile yazmıyorum. Bir anda onun arkadaşları ve benim arkadaşlarım çıkıyor ortaya. Muhtemelen hep civardalar ama ben farkında değilim. Büyü bozuluyor. Onunkiler onu, benimkiler beni tutuyor kolumdan, “İyi eğlenceler, see you’lar, buona notte’ler”le iki farklı yöne doğru ilerliyoruz.
Birkaç adım sonra arkama bakıyorum, arkasını dönüp bakıyor o da, göz göze geliyoruz... Son kez.

Yıl 2008 sadece 5 yıl geçmiş aradan. Yine bir cumartesi gecesi, yine bir Eurovision finali. 22.30 sularında kanepeye kıvrılmış uyukluyorum.

50 yıl değil sadece 5 yıl geçmiş aradan. Ben İstanbul’da bir kanepede uyukluyorum.

Kendime bir küfür savuruyorum akıllara zarar.
Ben kanepede uyukluyorum!


Posted by Picasa

Read more...

Salı, Mayıs 20, 2008

maskeli mavi

Kahramanımız, S hanım’ın yanındaki masada oturmaktadır. Konu az-çok kendisini de ilgilendirdiğinden kulak kabartır konuşulanlara:

—S hanım S hanım
—Söyle İ’cim
—Bir müşteri var hatta. İşlem yapmak için ben aradım ama offerı çıkmıyor. Çok ayıp oldu.
—Dunning segmentine baktın mı?
—Evet FC (efsi) den düşmüş ama A+ (plas)
—Tenure’si olmasın bugün, dikkat ettin mi?
—Yok 5 tane varmış bitmiş.
—Hım. Bugün pazartesi billing devam ediyor galiba.
—Baktım, open amountu yok ki zaten.
—O zaman sen 735064’ten campaign poolu ara. Payment’tan birisini iste, ona söyle.
—Eeeee?
—Sorun yoksa onlar offer tanımlar comet’e zaten. Eğer bi’şey yapamazlarsa not al, raporlayalım corporate tarafına.
—Anladım Ok. Byy.

Konuşmanın ona faydalı hiç bi’tarafı olmamıştır. O zaten teklifi çıkmayan abonelere 'ödemeler' tarafının özel bi’şey yapamadığını, direk raporlanması gerektiğini bilmektedir. Bu konuda sadece geçen hafta 2 tane 'mail' atılmıştır ödemeler biriminden.

Ne İ’ye, ne S’ye bunu söylemek hiç içinden gelmez. "İnsanlar işleri için gerekeli dökümanları bile okumuyorlar ne gıcıklar" der. Üstelik hangi dilde olduğu belli olmayan konuşmaya acayip sinirlenmiştir. Böyle havalı havalı bin tane İngilizce sözcük kullanıp bütün operasyona yaptığı bilgilendirmelere “herkez” yazan insanların astı olduğu için acayip sinir olur kendine. Sonra hala –de, -da’ları karıştırdığını hatırlar, elinde çevirdiği kalemi bırakır, ekranına bakar.


1 saat sonra yemeğe çıkar, İ’yle aynı masada oturmaktadır.

—İ, sen İngilizce biliyor muydun?
—Yok canım, nerde? Zaten bilseydim çoktan 'support' kadroya geçmiştim.
—Hıı anladım. Hadi size afiyet olsun ben kaçtım.


Tepsisini alıp, koşarak uzaklaşır. Arkasına bile bakmak istemez. Terasa atar kendini, yüzünü güneşe döner, gözlerini kapar.

“Ne işim var benim burada?” diye sorar. Yanıtını kendi verir yine. “yolun kenarında ki çalı olmayı sen seçtin. Buradasın çünkü en güçlü, en yeşil çalı olacaksın.”

Okkalı bir küfür savurur dudaklarını hiç kıpırdatmadan. Oysa bas bas bağırmaktadır. Kimse duymaz sesini. İnandığı bile. “Duysa cumartesi gecesi o rezalet yaşanmazdı ki” der kendi kendine. Çat diye cumartesine gider tekrar. Dişlerini sıkar. Aklından başka şeyler geçirmeye çalışır. Ait olamadığı sevdalar, sahip olamadığı aşklar geçer gözünün önünden. Hangisi daha beter emin olmaz.

“Eeehhhhhhh, altı üstü yemek molası verdik, yeter be!”

Gözlerini açar, bir damla yaş süzülür sağ yanağından, boynuna kadar hisseder nemini. Kahvesini alır, masasının başına döner…

Yanında oturan arkadaşı:

—Sen bugün ne kadar neşelisin ya, tatil sana yaramış anlaşılan?
—Hadi ya... Öyle miyim? O senin neşendir, beni de öyle görmüşsündür...

Read more...

Pazar, Mayıs 18, 2008

cevapsız laciveRt

Yine sabah oldu. Uyku alınan onca kararı alıp nereye götürüyor? Yerine şişmiş gözleri, ağrıdan çatlayan bir kafatasını nereden bulup getiriyor?

Neden konuşarak anlaşamıyoruz biz?
Ve neden “Ben böyleyim işte…” deyince akan sular duruyor?
Nasıl büyük bir kaçış bu aslında…

“Ben böyleyim, huyum bu.”
Lanet olsun, biliyorum ve anlıyorum!

Gregor yazmış ya hani kocaman, demiş yaTolstoyher şeyi anlamak her şeyi affetmektirdiye.

Anlıyorum, affediyorum ve en korkuncu acıyorum… Üzülüyorum.
Kendi hayallerimi bırakıp onlarınkiler için üzülüyorum. Boşa geçen yılları, kaçırdıkları fırsatlar için üzülüyorum. “Onlara bunu nasıl yaparım?” diye kendimi kemirip duruyorum.

Ben 2 haftadır hazırlandığım projenin lansmanı ertelenince sinirden çıldırıyorum, istifa dilekçeleri yazmaya başlıyorum, 25 yıllık bir projeyi bir gece de paramparça edebilir miyim hiç? Cesur muyum o kadar?

Falan filan işte.
Şimdi yine uzuuuun vadeli planlar yapmak icap ediyor...


Read more...

Çarşamba, Mayıs 14, 2008

yalancı yeşil


Karlar yağdı bütün kış üstüme. İçime işledi taneler tek tek. Birlik oldular sardılar etrafımı. Her şeyin üstünü örttüler. Çıkışlarımı kapadılar bazen. Bazen soğuktan sızladı parmaklarım, tek bir sözcük çıkmadı titreyen dudaklarımdan. Elimi bile uzatamadım kimselere, kimi zaman sadece gözlerim görünüyordu tipiden, kimi zaman yapayalnızdım bembeyaz.

Sonra güneş açtı yavaştan. Eridi bahçemin karları. Kimi gözyaşı olup aktı, kimi buharlaşıp uçtu hiç var olmamışçasına. Birden tomurcuklar fışkırdı dört bir yandan, sarıp sarmaladılar yemyeşil. İçim açıldı sanki yüreğim ferahladı, yüklerden kurtuldum. Açtım kollarımı güneşe, buz gibiydi ellerim, uzattım. Öyle coştum, öyle gözümü aldı ki güneş, eriyip giden kardan adamı bile unuttum. Buz gibiydi ellerim, uzattım…

Kış çocuğuyum ben, sıcağa alışkın değil tenim. Avucumdan bir sıcaklık akarken yüreğime; “soğuk” dedim. Buz gibiydi ellerim. Gözlerimde sorular. Bahara alışmaya çalışıyordum oysa. Adamlarım hep kardandı benim, alışmaya çalışıyordum sıcaklığına.

Gitti. Arkasına bakmadı.
Gonca yüklü dallarıma ayaz vurdu.

Yoldum bahçemde ki bütün otları. Çevremdeki bütün yaban yeşillikleri söktüm attım. Boş plastik saksıları kaldırdım. Çabalamak, çapalamak, emek harcayıp kıpkırmızı kahvaltı domatesleri yetiştirmek için havalandırdım toprağımı. Öyle yorulmuşum ki; yanıma bir avuç mor menekşeyi, arkama tanıdık bir gülfidanını alıp kenara çekildim. Bir adım uzaktan baktım olana bitene. Geçen kışa, açan bahara, vuran ayaza, hiç gelmeden çekip gidene, başlamadan bitene…


Ben kış çocuğuyum işte… Hangi mevsimde hangi çiçek açar bilmem ki hiç. Yanlış baharda açtı tomurcuklarım. Şimdi kenarda durmuş tekrar kışı bekliyorum. Hiç niyetim yok yeni tohumlar saçmaya. Varsın kahvaltıda domatesler kendi bahçemden olmasın. Varsın açmasın güllerim rengârenk.

Ben şimdi kışı bekliyorum yine.. Kardan adamlarıma da razıyım artık. Bir kuru dal parçasıyla gülümseyiverir onlar bana, bir de mavi atkıyı sardım mı boynuna, güneş açana kadar bahçemde kalacak bilirim. Varsın her bahar alıp götürsün o'nu… Yalancı güneşlere çiçek açmaktansa, buz gibi ayazlara uzatırım ellerimi.

Ben şimdi kışı bekliyorum yine. Alın koca bahçe sizin olsun. Bana kışın sessizliğini geri verin yeter.

Read more...

Pazartesi, Mayıs 12, 2008

inadına mavi


Ohh bitti nihayet!

Artık bi’daha kolay kolay tema değiştireceğimi hiç sanmıyorum hem de hiç! Ne html bilirim ne sayfa tasarımından anlarım, bir de css midir nedir öyle bir zımbırtı varmış ki akıllara zarar.
Anladım ki bu iş benim boyumu hayli hayli aşıyor. Bu kadar pipirikli, detaycı ve meraklı bir insan olarak bu hale getirdiğime şükrediyorum valla. Üstelik hala bence düzeltilmesi gereken bir sürü yeri var, bi’kere başlık havada kaldı öylece, onun resmin alt tarafında durması gerekiyor yalnız bir türlü beceremedim. Tıklanan linklerin rengi, başlıklardaki Türkçe karakter uyumsuzluğu, etiketlerdeki küçük büyük harf uyumsuzluğu ve daha benim fark etmediğim kim bilir kaç şey var. Ama artık sıkıldım bilmediğim bir dili çözmeye uğraşmaktan, yeni olayımız aşağı yukarı budur efenim, arz ederim.
Hoş çoğunuz benim dün akşamki uykusuzluğumdan istifade deneme yazısını da readerlarınızdan okudunuz ya o yazıdan dolayı bu dönüş kimseleri şaşırtmayacak muhtemelen.

Neyse. Zaten niyetim, amacım ortadan kaybolmak sonra tekrar ortaya çıkıp cöö yapmak falan değildi benim. Unutmam ve unutulmam gerekiyordu bu yüzden sonsuz maviyle minik bir virgül koyduk sayıklamalara. İnadına maviyle deli dizgin başlıyoruz tekrar.

Arada geçen zamanda hep yazdım başka başka yerlerde aslında. Emektar defterler, gizli günlükler yetmedi hatta yine bir blogger olarak yazdım savurdum cümlelerimi internetin uçsuzluğuna. Çünkü benim için öyle bir hale gelmiş ki buralara yazmak başka türlü bir yazım şekli artık yetmemeye başlamış. Başıma gelenleri, içimden geçenleri defterlere yazıp kapaklarını kapattıkça onları oraya hapsediyorum sanki. Oysa buralara bir yere yazdıkça benden çıkıyor cümleler. Sonsuzlukta bi’yerlerde kaybolup gidiyor, daha çabuk unutuluyor. Sırf böyle hissettiğim için bir başka blog penceresinden savurdum cümlelerimi sonsuzluğa. Şıp diye eliyle koymuş gibi daha ilk günlerden bulanlar, yorum bırakanlar oldu. Hiç birini yayınlamadım ve cevaplamadım da çünkü orası benim için aslında gizli bir sığınaktı. Eleştirilmeye, akıl almaya, doğruyu aramaya, sorgulamaya halim yoktu ve her cevap yeni bir kapı açacağı için yazılanları aldım, cebime koydum üzerine düşündüm ve öylece bıraktım. Değerli fikirlerini paylaşan herkese teşekkür ediyorum.

Bir de günaşırı gelip baktığı halde hiç sesini çıkarmayanlar oldu. Onlara ne desem diye çok düşündüm, bulamadım. Benimle sessizliği, suskunluğu paylaştılar, sıkıntıma değişme-değişememe kaygılarıma ortak oldular. Sadece dostum dediğim insana anlattıklarımı okudular, dinlediler sessizce. Kimlikleri birkaç haneli dinamik IP’ler bile olsa arkadaştan öteler benim için, bilmek isterler belki bunu…

(şimdi böyle yazınca onlarca kişiden bahsediyorum, yüzlerce yazı yazdım gibi olmuş, hepi-topu 5-6 yazı ve toplamda 3-5 kişiden bahsediyorum aslında.)

Sadece o da değil. Yoğun bir mail alışverişimiz oldu arayıp soranlarla. Aklıma estiği gibi yazamamanın acısını onlara attığım mailler sayesinde çıkardım. Kimisiyle gülüştük, kimisiyle erkekleri çekiştirdik, kimisiyle dünyayı kurtardık, kimisiyle haziran için şimdiden planlar yaptık, daha neler neler… Hepsine birer kocaman teşekkür, arkadaşlıkları, varlıkları ve “orada” oldukları için.

Ne çok şey birikti, ne çok şey var anlatacak. Hâlbuki yaşanan hiçbir şey yok ortada. Bir kaç damla hüzün, bir miktar hayal kırıklığı, bolca rutinden ibaret bir mavi rengim…

Yine, yeniden, inadıma mavi…

Read more...

Pazartesi, Mayıs 05, 2008

yeniden mavi


yakında...



Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP