Perşembe, Temmuz 31, 2008

sevindiRik mavi

"Gelecek içermeyen hiçbir şimdiki zaman doldurulamaz."



Son zamanlarda aldığım en güzel hediye bu! Ve bahsettiğim “son zamanlar” oldukça geniş zamanlar aslında.

Nelerden bahsediyorduk, laf nereden nereye geldi orası zata mahsus, ama öyle bir anda dedi ki bunu; eşekten düşmüş karpuz döndüm o an. Ve evet karpuzu çok severim ben. Bıraktım işi gücü bir karpuza baktım, bir de cümleye. İçimdeki boşlukların ya da o en büyük koca boşluğun sebebi buydu muhtemelen. Şimdiki zamanımı dolduramıyordum çünkü gelecek içermiyordu. Düşündüm önce, “kızım” dedim “insan zaman geçtikçe daha tutarlı bir insan olur, sen her geçen gün daha da çelişiyorsun kendinle. Sen değil miydin daha birkaç ay önce gelecek kaygılarından, sürekli planlı programlı yaşamaktan bunaldım, zaten yaptığım tüm planlarda çuvalladım, koy ver gitsin diyen?”

Konuştuk durduk yine içimdeki benlerle. Vardık mı bir yere? Varamadık. Hala amaçsız bir hiç olarak katılıyorum yaşamaya. Bir amaç uğruna sahip olduğum ve olmadığım her şeyi bırakabilecekken üstelik.

Evet, son zamanlarda aldığım en güzel hediye bu cümle. Bir cümle. Hayatımda aldığım en güzel hediyelerden biri bu cümle. Bu cümle benim oldu. Birinden bana hediye oldu. Bana cümlesini verdi. Ben kimseye vermemiştim bugüne kadar bir cümlemi. Hep kendime sakladım onları, “al bu da senin olsun” demedim kimseye. Mektuplarım bile “mahrem”dir benim. Herkese yazmam öyle kolay kolay. Üstünde elimin yazısı vardır kargacık, tenim değer, gözüm değer, kim bilir kokum siner onlara. Yazdıysam… Yazmışımdır işte.
Mektuplarımdaki cümlelerimi bile vermedim ben kimseye. Hep bir örneği, taslağı vardı bende. Cevabı geldiyse, aslıyla aynı zarfta durur öylece. Benimdir o cümleler. O’nun için kurmuşumdur ama benimdir hepsi. Tüm bunlar yüzünden işte, aldığım en güzel hediyelerden biri bu cümle.

Biri bana cümlesini verdi… Deneyimini, bilgisini, değerini verdi. Belki önemsizdi, belki öylesineydi, belki istese geri bile veririm cümlesini hiç sorun değil. Ama öyle güzel bi’şey yaptı ki… Öyle bir yere tutundum ki…

Böyle işte. Biri bana cümlesini verdi. Ben de o’na teşekkür ettim. İçimde çakan kıvılcımın yanında öyle sönük kaldı ki, teşekkürüm… Bu cümleyi bile bitiremedim.

foto

Read more...

Cuma, Temmuz 25, 2008

hiç mavi


Sinirlerim bozuk. Depresif, karamsar, kötümser, ağlak, zırlak vb değil: sinirlerim bozuk. Hayır hayır sinirli de değilim, sinirlerim bozuk. Ayarı bozuk gibi. Yanlış bi’şeyler var. Fazla gergin ve fazla gevşek noktalar var kafamın içinde, tenimde ve bedenimde.


Hiç bu kadar HİÇ hissetmemiştim. Hissetmiştim belki ama bu kadar HİÇ olmamıştım bugüne kadar. (farkettin mi küfür gibi)
Hiçbir sıfatım yok. Hiçbir şey üretmiyorum. Katma değer yaratmıyorum. Ne katma değeri değer yaratmıyorum. Varlığım hiçbir şeye hizmet etmiyor. Şu an hiç var olmasam yeryüzünde hiç bi’şi daha farklı olmazdı. Ama tam şu an. Yani bugüne kadar olan varlığım dolayısıyla bi’sürü şeyi etkiledim şüphesiz ama bugünkü varlığım hiçbir şeyi, hiç kimseyi etkilemiyor.

Bugün neyim ben. Birilerinin kızıyım. Başka?
Birilerinin çalışanıyım. Başka?
Arkadaş? Hayır bugünlerde kimsenin arkadaşı değilim, kimse hafta sonu planlarını yapmadan önce beni aramıyor…

Çok değil (çok olmuş aslında ya neyse) bir kaç zaman önce ne çok şeydim.
Birilerinin kızıydım yine. Bunu geç. Ömrümün sonuna kadar aynı.
Birilerinin arkadaşıydım. En kötü zamanlarında arkalarında, en mutlu zamanlarında yanında olurdum.
Birilerinin öğrencisiydim. Öğrenirdim.
Birinin sevgilisiydim. Severdim ve sevildim.
Birilerinin başkanıydım. Baştaydım, yön verir, plan yapar, uygulardım.
Birilerinin öğretmeniydim. Öğrendiklerimi paylaşırdım. Çoğaltırdım.
Birilerinin müdavimiydim. Her Cuma giderdim, yerim vardı, hazırdı.
Birilerinin özlemiydim. Özlenir, beklenirdim.
Birilerinin kiracısıydım.
Birilerinin rakibiydim.
Birilerinin yardımcısıydım.


Hayır bak. Karamsar kötümser değilim diyorum. Sinirlerim bozuk ve düşündükçe sinirleniyorum yavaş yavaş. Nasıl bu hale getirdim kendimi? Nasıl böyle amaçsız kaldım ben?
Neydi sahi benim amacım ne olacaktım büyüyünce?

Bi’zamanlar "güçlü" olacağım derdim hatırlıyor musun? M. çıktı karşıma, hem gücü hem acizliği yaşattı bana.
Sonra "başarılı" olacağım demiştim. “Ben büyüyünce başarılı olacağım.” Başarılarla uğurladılar beni büyütenlerim. Çifter çifter derecelerle. Ona da eriştim sandım. Vazgeçtim herhalde.
“Mutlu olacağım” diye bi’şey takıldı dilime. O günden beri amaçsızım sanırım. Mutluluk bir amaç değil çünkü. Olamaz yani. Ya şimdi ya hiç. Adım adım varamıyorsun mutluluğa.

Nasıl dolduracağım içimdeki boşlukları? Bir adam gelip dolduramaz artık onları çok geç. Geç kaldın sevgilim üzgünüm. Artık gelsen bile tanıyamayacaksın beni. Ben, ben değilim çünkü. Ne olmak istediğim, ne de olduğum kişiyim şu anda. HİÇim. Amaçsızım. Öğrenmiyorum, gelişmiyorum, büyümüyorum.


20lik dişim sızlıyor saatlerdir. 20li yaşlarımdayım demek hala. Demek hala umut var…

Read more...

Çarşamba, Temmuz 23, 2008

kaRaRlı mavi

Örnek olay 1:

Kız, iş çıkışı 3 kız arkadaşıyla alışverişte. Kadıköy’de. Günlerden Salı. Kadıköy haddinden fazla kalabalık. Esas kız diğer 2 arkadaşına eşlik etmek için gelmiş alışverişe. İşi yok aslında. Moda’da sevgilisiyle buluşacak, akşam yemeğine kadar vakit öldürüyor. Vakit ölüyor. Alışverişler bitiyor. Bahariye’de ayrılıyorlar eve doğru. Esas kız sevgilisini arıyor. “boğa’nın oralardayım, işim bitti, sen neredesin, gel beni al”. Sevgili ne diyor duyamıyoruz. Makul bir boşluktan sonra kız tekrar “yaa öyle mi, zıkkımın dibini ye o zaman, ben eve gidiyorum” telefon kapaklı, . kelimenin tam alamıyla çat diye kapatıyor suratına. “Hayrola” diye soruyor yandaki arkadaş. “öküz, Moda’dan buraya beni almaya gelemezmiş, yürüsem olmaz mıymış, ben bu sıcakta taa moda’ya yürüyecek mişim, aptal herif” daha sövecek aslında ama telefon tekrar çalıyor.
“Ne var, ne arıyorsun?” “…”
“Sus ya, bırak alla’şkına, ben hayatımda beni yürütecek adam istemiyorum olum anladın mı?” “…”
“Aptal herif, sana mı sorucam ne zaman ne yapacağımı, gel beni al dedim adam gibi işte.” “…”
“Kes tamam. Sus dedim sana aptal. Gerizekalı! Ben bilmiyor muyum taksi tutmayı. Aptal! Aptal!” “…”
“Ben 'gel beni al' dediğimde geleceksin oğlum, sabahtan beri patlamışım zaten işte, yürümek zorunda mıyım ben o yolu öküz müsün sen? Ben hayatımda senin gibi aptal adam istemiyorum tamam mı? defol git cehennemin dibine kadar yolun var” “…”
“zıkkım olsun yediklerin!”
Telefon tekrar çat diye surata kapatılır. Devamı var ama bence bu kadarı yeter.


Örnek olay 2:

Kız, hafta sonu 2 kız arkadaşıyla Beşiktaş’ta. Uzun zamandır görüşmemişler. Pek sevdikleri kumpiri yemek ve hasret gidermek amacıyla Ortaköy’e doğru ilerliyorlar. Takside anlatmaya başlıyor. “Maşallah deyin valla çok iyi gidiyor O.’la. ama bu ara iş çıkışlarında beni almaya gelmiyor o yüzden biraz zor oluyor eve dönmek falan”
“Aaa, niye gelmiyor ne ayıp, sen zaten yeni başlamadın mı o şubeye? Tanımadığın etmediğin adamlar, hem semti bilmezsin falan”
“Yok yok eve yürüyerek 20 dakka falan bizim şube. O da gelemeyince mecburen taksiyle gidiyorum sabah akşam”
“E 2 dakkalık yol madem niye seni işten alıp-bırakmıyor”
“Şekerim şimdi ben işe yeni başladım ya, 'ay yapamadım, ay bu neydi, ay beceremedim' deyince bütün şube başıma toplanıyor, benim elimdeki iş 10 dakkada bitiveriyor. Şimdi bu her akşam beni gelip alsa ters ters bakacak şubedeki çocuklara, çocuklarda buna. Ertesi gün haliyle kimse benimle ilgilenmeyecek ne gerek var, atlarım taksiye”
“Eeööö bi’şi sorucam, sen bu adama 'sakın gelip beni işten alma' deyince işkillenmedi mi hiç, malum her yere seni o getirip götürüyor ya?”
“Yok ayol söyledim ona da. İdare et biraz dedim. O da uğramıyor şimdilik. Ama zırt pırt arıyor her an telefondayım böyle giderse kuşkulanmaya başlayacaklar”
“Nası yani, hiç tepki vermedi mi, sen durumu anlatınca?!?!?!”
“Ya bozuldu biraz tabi ama ben aldım onun gazını. Daha ilk günden işe sevgilimle mi gideyim şekerim şubenin yarısı erkek!”


Bu iki olayı benim oturup etraflıca incelemem gerekiyor. Hatta gerekirse altını çizip anlamadığım noktaları esas kızlara bi’kez daha sorup iyice özümsemeliyim bu durumu. Nasıl yapacağım bilmiyorum ama yapacağım . aha yazdım buraya. Ben de böyle olacağım ulan bundan sonra. Manyak mıyım ben bugüne kadar adamları besle büyüt, okut, mezun et, asker et, işlerini kur, sonra seni terk edip böyle hatunlarla birlikte olsunlar. Yok öyle yağma bundan sonra. Ha ben bu örnek olaylardaki hatunların ikisini de severim. Hatta ikincisini pek çok severim. Sevgilisini de yakinen tanırım. O. bizim bu kızı ayartıcam diye tam 3 sene peşinden koştu. Araya şehirler falan girdi, işler biraz uzadı falan ama bu her fırsatı değerlendirdi o 3 yılda. Bizim kız da süründürdü de süründürdü. Şimdi çocuk hem master yapıyor, hem bir dış ticaret firmasında gece yarılarına kadar çalışıyor, hem bir yayınevine çeviri işleri yapıyor hem de kızımzın şoförlüğü asli görevi. Ve bildiğim kadarıyla etliye sütlüye karıştığı da yok. Zaten bunca işin arasında ikinci bir hatun sıkıştırmak gerçekten maharet ister.

İlk olaydaki esas oğlanla ise bahsettiğim kavganın 2 gün sonrasında tanıştım. Allah nazarlardan korusun can ciğer kuzu sarması şeklinde oturuyorlardı karşımda. Hele bizim kızla tanışma hikâyelerini bir anlatışı vardı ki, kazık kadar adamın gözleri parlıyordu valla. Ben sevgilime daha 2 gün önce “aptal! Aptal!” diye hem de sokak ortasında hönküre hönküre bağıracağım, “ben hayatımda beni Kadıköy’den Moda’ya yürütecek adam istemiyorum, defol git” diye suratına telefon kapatacağım ve adam benimle ilk kez tanıştığı insanların yanında yapışık ikiz gibi oturacak, ice tea isteyince nestea getiren garsonu azara boğacak. Ütopya dedikleri böyle bi’şey sanırsam.



Yok yani tahayyül edemiyorum. Ben bi’kere adam özellikle “seni alacağım, seni ben bırakacağım” vb. demediyse her yere kendim gider gelirim. Nedir yani, taksi var, otobüs, minibüs, vapur, dolmuş zibilyon tane seçenek var. İkincisi ben Bahariye’de olacağım ve Moda da beni bekleyen adamı arayıp “gel beni al diyeceğim.” Yok artık, Kadıköy-Moda arası, akşam saatleri, günlerden Salı, adam köprü trafiğinden anca atmış kendini oraya, muhtemelen 2 saat otopark aramış ve ben Bahariye’deyim. Ya benim sevgilim bana bu durumda, “yerinden hiç kıpırdama ben seni almak için kalkıyorum” dese bile yerinden kaldırmam ki. Hala yolda olsa bi’derece. Ama adam hedefe varmış, oturmuş soluklanmış beni bekliyor. Onu 300 metre yol için tekrar otopark mafyasıyla, akşam trafiğiyle muhatap etmenin ne manası var. Bak şimdi düşünürken bile içlendim. Tıngır mıngır giderim moda’ya, hatta ona görünmeden hop uğrarım tuvalete, aynada bir ruj tazelerim, iki allık hafif bronzundan, iki fıs fıs en sevdiği parfümden, sonra gider arkasından sarılır öperim “ne yiyoruz?” diye.


Evet evet var ben de bir manyaklık kesin. Şu akşam yemeğini mesela hayalimde mutlu mesut bir geceye bağladım iki dakikada. Ama n’oluyor, adamı böyle iyiye rahata alıştırıyorsun. Sonra… Sonrası yalnızlık işte. Aha bu örnek iki ilişkide 3 yılı devirmiş çoktan. Benim yalnızlığım 3 yılı bulacak neredeyse. Yuh bana. Oha yalnız dumur oldum. 3 yıl oldu mu lan benim sevgilim, eski sevgili olalı. Bi Dakka şimdi 2006 mayısı sonra 2006 kasımı, kasım mı ekim miydi ya? Neyse ohh. Daha 2 yıl olmamış, olmuşta olmamış yani. Çüş bana. Naptım ben 2 yıldır ya armut mu topluyordum.


—Kızım sen ayvayı yemişin ne armutu?
—Boş durmadık herhalde yavrum, girişimlerimiz oldu yanee
—Hııııı, gördük hepsini. Sen mi giriştin sana mı giriştiler orası tartışılır tabi
—Sus gir içeri, ben ders çalışacağım şimdi. Önce 3 derste “sevgiliye nasıl şoför muamelesi yapılır?”, sonra laboratuar uygulamalı “sevgili Salı pazarına nasıl götürülür, gıkı çıkmadan nasıl geri getirilir?” Evet, evet yapacağım azimliyim.

Read more...

Salı, Temmuz 22, 2008

Renksiz


tam ortaya not: son günlerde güncemde yer alan olaylar ve kişiler tarafımdan uydurulmuş olabilir ya da yaşanmış olabilir. Şüphesiz bu tip olayları yaşayan kadınlar ve erkekler vardır lakin onları benim yazmış olmam bizzat yaşadığım anlamına gelmez, yaşamadığım anlamına da gelmez zira içlerinde bizzat tarafımdan kurulmuş veya bizzat tarafıma kurulmuş pek çok cümle mevcuttur. "E hangisini sen yaşadın, hangisini uydurdun?" derseniz "bunu asla bilemezsiniz" derim. Bakınız yukarda “günce” yazıyor. Deli meli ama günce nihayetinde. Zata mahsus bi’şi yani. Farz edin otobüs durağında unutulmuş bir defter. Okuduğunuz kadarını bilirsiniz. Gerisi hayal gücünüze kalmış. Ve üzgünüm, hayal gücünüzde yarattıklarınızla beni eleştiremezsiniz.
Ha, çıkarsınız 'bak sen şurada bunu, burada bunu demişsin yanlış biliyorsun yanlış yapıyorsun' dersiniz amenna. Ama böyle kaçak oyunlara, ufak-tefek işlere yokum,
Aklınızda bulunsun ;)

Read more...

huzursuz yeşil

—Hayır!
—Sana inanmıyorum
—Gerçeği mi söylememi istiyorsun, senin duymak istediklerini mi?
—Elbette gerçeği duymak istiyorum
—Hayır, onunla yatmadım! Bunu yapmayı isterdim ama ona her bakışımda seni görüyordum. Ve sen olmadığını bile bile bunu yapamazdım. Yapmadım da.
—Ben…
—Sen kimsin? Nesin benim hayatımda söyler misin? Ne hakla soruyorsun bunları bana, ne sıfatla soruyorsun. Kimsin sen, neyim ben senin hayatında
—Sen benim…
—Ben senin hiçbir şeyin değilim, “aşığım, seviyorum” değil “seni istiyorum” dedim ben sana. Gel gir hayatıma, sorularıma cevap ol, benim ol, benimle ol dedim sana. Yolun açık olsun diyen sen değil miydin, hep böyle kal diyen sen değil miydin, daha büyük mutlulukları hak ediyorsun zırvalıklarını kusmadın mı bana… Şimdi karşıma geçmiş neyi sorguluyorsun.
—Ben seni…
—Sen beni sevmedin, istemedin, özlemedin, düşünmedin, arzulamadın. Ben seni diye başlayan bir cümleyi tamamlayacak hiçbir yüklemin yok senin. Şimdi çık-git buradan, evimden, hayatımdan, aklımdan, kalbimden, tenimden çek ellerini, dokunma bana.
—Haklıs…
—Haklıyım evet! Lanet olsun ki haklıyım. O yüzden hemen şimdi git buradan. Bir daha asla çıkma karşıma, ben senin hiçbir şeyin olamadım madem, bende daha fazla yer işgal etmeden git artık!

Boğazındaki düğümü yutmaya uğraşır, beceremez. Göz göze gelmeden kapıyı açar, diğer eliyle dışarıyı işaret eder. Tam kapıda; “Hiçlik bazen daha çok şeydir şu hayatta…” dediğini duyar. Bakmaz ondan yana. Hızla çarpar kapıyı. Duvarları inler evin. Sesleri dinler. Önce asansör kapısı açılıp kapanır. Zemine gelince belli belirsiz bir ikaz öter. Tekrar açılıp kapanır asansör kapısı. Apartmanın kapısı çarpmaz bir türlü. Bekler. Eli kapıya gider. Hızla döner arkasını. Arka odanın penceresine yaslanır, çarpışan bulutları, bir türlü yağamayan yağmurun gürültüsünü izler. Bir şiir gelir aklına nereden geldiğini bilmez, bilmek istemez…


pencereyi kapama
gök dolabilir içeri
sen neyi görebilirsin
ıslak bir bulutun ağışını mı

pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin
kırık bir dalın yükünü mü

Pencereyi aç
soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
Kokusu hayatı yıkasın diye

Pencereyi aç
sesin sarsın dünyayı
duyulur elbet ta ötelerden
Yürek kendini tanır


Arkadaş Zekai ÖZGER/
PENCERE

Read more...

Pazar, Temmuz 20, 2008

cevapsız saRı

“Onunla yattın mı?”

Evet’i duymak için sorulmamış mıdır zaten bu soru?

İnsan neden kendi kendini acıtmak ister? Eliyle deşer kurcalar yaraları, kanatır, acıtır daha çok.

Hayır’sa cevap inanır mı? Hayırsa cevap, sorulan nasıl tamir eder kırılan parçalarını? Kumdan kalelere dalga vurunca tamiri olur mu sanki? Baştan başlamaya var mıdır mecali?

Cevabı önemli mi? Aklına düşmüşse bu soru yetmez mi, bitmez mi zaten?





dibine not: Soruları arka arkaya dizince ne hikâye oluyor, ne deneyim, sadece soru oluyor, sadece merak oluyor. Yaşamadıklarını bilmediklerini merak etmiş oluyor. Fazlasını aramamak lazım, kurcalamamak ve hatta fazla soru sormamak lazım.

Ne kadar çok soru varsa o kadar çok yalan oluyor. Çünkü sorular sordukça yalanlar dinliyorsun karşılığında, cevaplar artık nadir antika parçalar gibi.
O yüzden işte; “sana yalan söylenmesini istemiyorsan fazla soru sormamalısın.”
O yüzden işte; “gel cevap ol sorularıma” dedikçe kaybediyorsun, üzülüyorsun, acıyorsun, acınıyorsun.

Read more...

Pazartesi, Temmuz 14, 2008

sıcak mavi

Ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu. Neyse ki asıl söylemesi gerekenleri izlediği dandik dizilerden arak bir replikte bulmuştu.


Gündüz kalabalıktan girilmeyen plajda yapayalnız oturuyordu. Ayaklarını nemli kumlara gömmüştü, üşüyordu. Hırkasını unutmuştu herhalde. Sarınacak yazlık bir hırkadan çok, sarılacak sıcak bir sineydi istediği. Geldiğinden beri rüzgârlıydı hava. Gece dağınık saçlarını savuruyordu. Yıldızlar dönüyordu tepesinde. Ve votkayla cini karıştırmak hiç iyi bir fikir değildi, poyraz üşüttükçe daha iyi anlıyordu.

Her gece aynı yerde görüyordu onu. “Gündüz tanışacağım” demişti her seferinde ama gündüz hiç karşılaşmamışlardı. ‘Kaybedecek neyim var ki?’ deyip son gece davet etmişti. O gece onları görenlerse kadının adamın davetini kabul ettiğini söylerdi mutlaka. ‘Nasıl da küçük hesaplar bunlar’ diye düşündü. Cüretkâr bakışlarla basbayağı “gel beni al” demeler ama adam gelince hanım hanımcık nazlanmalar. İlk içkiden sonra başlamıştı sahte kahkahalar. Adam hiç fena değildi doğrusu, dans etmeye başladıklarında nazikçe dokunmuştu beline. “benim” demekti bu, kim bilir belki de arkadan o da arkadaşlarına başparmağıyla bir “okey” yapmıştı. Kendisinin kızlara fırlattığı çapkın kahkahayı hatırlayınca midesi bulandı bir an. İçkiden mi, soğuktan mı bilemedi.

Gece gerçekten eğlenmişti aslında. Bir ara kahkahaları bile gerçekti. Hatta gözlerine bakmıştı umutla tanıdık bir ışık görebilmek için. Her yer karanlıktı. Kalabalıktı üstelik. Kendini böyle çaresiz yakalamışken başka kimseye yakalanmak istemiyordu. “Çıkar beni buradan” diye kulağına fısıldadığında sınırlarını aşmıştı. Terinin kokusunu duymuştu buram buram.
Kolundan tutmuş, arkasında sürüklüyordu adam. Kalabalıkta yol açmaya çalışıyordu. ‘Evet istiyorum’ demişti içinden. Aniden durdular o sırada. Adam arkasına baktı, gülümsedi. Sıkışıklık bütün bedenini ona yaslamak için yeterince iyi bir bahaneydi, boynundan öptü adamı. Teninin tadına bakmıştı. ‘Bir vampir gibi’ diye düşündüğünü hatırladı. Daha doğrusu bu benzetmenin nereden aklına geldiğini düşünmüştü. Midesi bulandı tekrar. Kusup atabilecek miydi içindekileri? Kendi başlatmıştı her şeyi. İlk öpen olmuştu üstelik. Sımsıkı yumdu gözlerini. Sımsıkı sarılmıştı bedenine. Akıl hastanelerinde ki histerik tipler gibi bir ileri bir geri sallanıyordu. Bir deli gömleği olsa ne güzel ısınırdı şimdi. Oysa teninin değil ruhunun üşüdüğünü az önce acı bir şekilde öğrenmemiş miydi?

Alev alev yanıyordu bütün bedeni. Her dokunuşunda ürperiyordu. Bacaklarında dolaşan ellerin bir an önce kendisini soymasını isterdi. Öyle olmalıydı, bunu istemeliydi. Oysa içinde fırtınalar kopuyordu, çığlık çığlığa “ben bu adamla sevişmek istemiyorum” diye bağırırken, acemice ayak uydurmaya çalışıyordu dokunuşlarına. Başı dönüyordu. Alev alev yanıyordu. Hırsla, intikamla, delice yanıyordu tenindeki ateş. Durması mümkün değildi. Durmak istememeliydi. Dudaklarından boynuna, yavaş yavaş göğsüne doğru ilerliyordu adam. Öpülüp okşanmaya hasretti. Acıdı kendine. Gözlerini kapadı, hayal etmeye çalıştı, İçindeki çığlığı susturmaya çalıştı. Tam bu sırada adam elbisenin minik fiyongunu çözdü, belki de o sırada bi’şeyler söyledi, nefesinin ritmi değişmişti. Mutlu olduğunu hayal etmeye çalışıyordu. Göğüslerinin arasından sıcak nefesi hissedince durdu. Gözlerini açtı. Her şey dönüyordu. ‘hayır istemiyorum’ diyen çığlığını duydu. Öyle uzaktan geliyordu ki sesi tanıyamadı. Sutyenin kopçasında ki eli tuttu. Geç kalmıştı, çoktan çözülmüştü. Adamın elini aldı. O elin parmak uçlarını, avucunu öpmeyi nasıl da isterdi. Adam anlamsızca “n’oluyor?” dedi. Sesi sinirli miydi, kestiremedi. Daha 2 saat önce tanıştığı adamın sinirini nereden bilecekti. Gözleri dolmak üzereydi Bedenin değil, ruhunun okşanmaya ihtiyacı vardı. Evet, alev alev yanıyordu ama ruhu buz gibiydi.

“Sarhoş kafayla amma çok şey düşünmüşüm be” diye düşündü. Onca düşünce bir işe yarasaydı bari “afferin bana” diye bağırdı. Sesi titriyordu. Ağlamayacaktı, ayağına batan taşı denize atacaktı, eğildi, taşı aldı, kolunu kaldıracak hali yoktu, başını dizlerine dayadı, taşı öylesine savurdu. Minik bir “cop” sesi duydu. Suya bu kadar yakın oturduğunu nemli kumlardan anlamalıydı aslında. Nemli kumlardan mı?! Neredeyse dizlerine kadar ıslanmıştı. Kaç saattir orada oturuyordu? Dalgalar gelip gidiyordu. Sessiz de değil üstelik rüzgâra eşlik ediyorlardı beyaz köpükleriyle. Bu kadar çok üşümesinin sebebini ayaklarının ıslak oluşuna bağlamıştı ki midesi bulandı tekrar. Bütün gece geçti gözünün önünden. ‘yahu insan ölürken bütün hayatı geçerdi hani’



“şey affedersiniz, iyi misiniz?” diyen nazik bir ses duydu. Gözlerini açtığında O’nu görmek için sahip olduğu her şeyden vazgeçebileceğini düşündü yine, bir milisaniyede. Başını dizlerinden kaldırmadan gözlerini açtı. Karşısındaki kendinden muhtemelen küçük efendiden bir delikanlıydı. Biraz uzakta 2 kız 1 çocuk daha duruyordu. 2 çift mutlu mesut dolaşıyordu anlaşılan. Yardım için neden kızlardan birinin gelmediğini merak etti. “aslında” diyebildi. Nihayet kusmuş olduğunu konuşmaya çalışırken fark etti. İnsan hiç farkında olmadan kusabiliyordu demek. Korkunç görünüyor olmalıydı. Elini şöyle bir denize uzattı. Bir dalga gelip ıslattı. Ağzının çevresini temizledi. O tuzlu tadı alınca biraz kendine geldi. “pek iyi değilim” diyemeden “sizi bırakabiliriz, yanlış anlamayın, arkadaşlarım da ilerde, eğer isterseniz yani” Gülümsemeye çalışarak teşekkür etti. Yardıma ihtiyacı vardı.




Ertesi gün bir kahve yaptı kendine. Valizleri hazırdı. Odadan ayrılmadan önce manzaranın tadını son bir kez çıkarmak için uzandı. Fark etti ki; tüm olanlara, onca saçma düşünceye rağmen utandığını bir an bile düşünmemişti. Utanç içinde değildi, hatta neredeyse kendisiyle gurur duyacaktı. Hiç başı ağrımıyordu. Votka+cin sandığı kadar kötü bir fikir değildi demek ki. Zaten ikisinin birlikte kullanıldığı bir kokteyl olmalıydı mutlaka. “long Island iced tea” gibi bi’şeydi adı sanki. Garsonun hayatında ilk kez duymuş gibi bakması ve iki kez tekrar etmesi ‘votka-cin’i kendisinin icat ettiğini göstermezdi. Ve bir de annesinin yaş gününde aldığı beyaz hırkayı nasıl kaybettiğini açıklamak için sağlam bir yalan uydurması gerekiyordu.

Güldü.

Ne düşünmesi gerektiğini gerçekten bilmiyordu. Neyse ki asıl söylemesi gerekenleri izlediği dandik dizilerden arak bir replikte bulmuştu.
“Ben…” “Ben yapamayacağım, üzgünüm…”



Read more...

Pazar, Temmuz 06, 2008

kızgın siyah

Bunları yazmalı mı, yazıp unutulmaz kılmalı mı emin değilim. Ama böyle şeyler unutuldukça daha kötü oluyor sanırım. En azından bu yaşımda neler düşündüğümü unutmayayım ki, yarın öbür gün benim başıma gelirse bunlar (Allah korusun) sineye çekmemem gerektiğini kendim kendime hatırlatmış olayım. Çünkü dayak yemek sineye çekilecek bir olay değil. Koşullar ne olursa olsun çekilmemeli.

Bu ülkede neredeyse içselleştirilmiş aile içi şiddet. İnsanların gıkı çıkmıyor. Öyle ki benim ilk tepkim “o kadar bağırış çağırış esnasında bir allah’ın kulu polis çağırmamış mı” olurken, annemin ki “salak kız kocan madem sinirli neden eve geri çağırıyorsun, bırak dışarıda sinirini atsın gelsin sonra oturup konuşursunuz” oluyor. Anneme dönüp “gel oturalım konuşalım diye eve geri çağırmış olması dayak yemesini mi gerektirir” kavgasına girecek halim yok. Zaten bütün apartman nefesini tutup bağırışları dinlediğine göre böyle bir laf etmem de çok anlamsız kalacak. Herkes ‘neden olmuş’, ‘M. kocasına ne demişte sinirlendirmiş’, ‘hayret aslında Y. aklı başında bir adammış’ derdinde. Ben göremedim, görmeye de takatim yetmezdi zaten söylediklerine göre M. Ablanın gözü mosmormuş, dudağı patlamış. Artık nereye vurduysaymış. Nereye vurdusu var mı, adam Allah ne verdiyse dalmış demek ki kadına, hastaneye gitmiş mi diyorum, rapor alıp karakola bildirmiş mi diyorum, birazdan kız kardeşi gelecekmiş onunla gidermiş belki diyorlar. Birazdanı var mı bu işin, evde olsa ben tutup götüreceğim kolundan. Neredeyse sinirden ağlayacağım. “Çocuklar nerede?” diyorum. 2 tane canavar gibi erkek evlatları var. “Onları getirin bari buraya” diyorum. Hiçbir çocuğun o halde görmemesi gerek annesini çünkü. Ben çok küçükken bir kez babamın annemin üstüne yürüdüğünü gördüm de, kavgalarını unutup aylarca benimle uğraştılar, çocuk bizim yüzümüzden travma geçiriyor diye. Kaldı ki tekme tokat dayak yemiş bir annenin kan revan içindeki dağılmış suratı ve bunu rol model bildikleri babanın yapması. Ve annenin bunu sineye çekmesi. “40 yılın başı oluyor zaten alkollüydü” deyip aynı adamla yaşamaya devam etmesi. Çocuklarda normal sanıyorlar bu durumu, yıllar sonra kendileri de yapmaktan çekinmiyorlar.

Neyse ki M. Ablanın kardeşleri geliyor, hastaneye gidip rapor alıyorlar, kadını görmeye gerçekten cesaret edemiyorum. Bütün apartman evlerine toplanmış zaten. Öğreniyorum ki, dayak yediği sırada evde M ablanın arkadaşları da varmış. “Bir kişi bile aramamış mı polisi?” diyorum. Arkadaşlarının gözü önünde yüzü gözü darmadağın olmuş kadının. Nasıl bir olay bu böyle? Onlar nasıl arkadaş, o adam nasıl bir koca? Bir adam niye döver bir kadını? Nasıl bir iğrençlik bu kendinden zayıf birinin yüzünü gözünü dağıtana kadar dövmek? Hayır tokadı anlayabilirim belki, yani şöyle anlarım, bir an sinirle refleks gibi savurursun, kendimi kontrol edemedim dersin belki… Ama yerlere düşmüş çığlık çığlığa bağıran bir kadına tekmeler savurmak nedir?

Ben bugüne dek bir tokat bile yemedim. Hiç kimseden, ailem, öğretmenlerim, sevgilim, hiç kimse. Şahit de olmadım. İnsanlar durmuş izlerken sokağın ortasında gördüğüm kadınların bile yanına koştum kurtarmak için, başıma bir iş gelecek bir gün biliyorum. Ama benim anlayabileceğim, tolare edebileceğim bi’şey değil tokat-dayak!
Bugüne kadar büyük konuştuğum her şey başıma geldi. Neyi hayatta yapmam dediysem yaptım, nereye mümkün değil gitmem dediysem gittim, üstüne para verseler panasonic telefon kullanmam dedim, ilk telefonum panasonic’ti. Öyle saçma sapan şeylerde bile tükürdüğümü yaladım. O yüzden bunları düşünürken bile korkuyorum aslında. Bir tokat yediğimi düşünemiyorum bile. Bi’kere insan önce kendisini, sonra sevgilisini-kocasını tanımalı, söylenen sözlerin kontrolden çıktığını fark ettiği anda susmalı, susturmalı. “kavgada söylenmez” diye bir laf vardır, sarhoşluk hali gibidir öfke hali bence. Kavgada söylediyse, fenadır, ohadır! Kırar, acıtır, incitir, “demek ki aslında böyle düşünüyormuş” dedirtir, ağlatır kavgada söylenenler. Ama eğer cümlelerine akıtamadıysa bir insan öfkesini… Yok arkadaş, duvara iki vazo fırlatırsın, en sevdiği porselen takımını Ziynet Sali edasıyla parçalarsın, yüz milyonlar yatırdığı kremlerini-makyaj malzemelerini-kıyafetleri camdan dışarı fırlatırsın, arabasının üstüne kocaman bir kaya fırlatırsın…
Komik mi? Barışırsan gülerek hatırlarsın, barışmazsan “hakim bey, şerefsiz 133 taksitle aldığım lancome kremlerimi 5 kat aşağı fırlattı” der tek celsede boşanırsın.

Ama bu ülkede bu tip boşanmalar ütopik tabi. Ben “ilk tokatta bırakır giderim” dedikçe, ‘kazın ayağı öyle değil’ diyorlar hep bir ağızdan. “Benim için öyle” diyorum en savaşçı sesimle. “kimse omzumdan geri iteklemedi bugüne kadar, tokat neymiş” diyorum. Dahasını yazmaya bile korkuyorum açıkçası. Çocuk faktörü, aşk faktörü, para faktörü bu fikirlerimi değiştirir bir gün diye çok korkuyorum hem de.

M. abladan geliyor annem soruyorum nasıl diye? Erkek kardeşi evde, Y. eve gelmeye kalkarsa haddini bildirecekmiş güya diyor. Üzülmüş belli. Anneannem de bizde bugünlerde o da soruyor “ne olmuş?” diye. “Y. büyük oğlanı alıp annesinin evine gitmiş Pazar sabahı, M.yle ufaklık gitmemiş. Y.nin annesi orada M. hakkında oğlunu doldurmuş(?) Y. bir hışım eve gelmiş, çocukları bahçeye yollamış, kavga etmeye başlamışlar. Y. basıp gitmiş. Sonra M. onu eve geri çağırmış, ‘bak annenin anlattığı olay sırasında benim bu arkadaşlarımda yanımdaydı onlardan dinle neler olduğunu’ demiş.” Hikâyenin aslını öğrendikçe midem bulanıyor daha çok. Sonuna kadar dinlemiyorum bile, birleştirdiğim parçalar bana yeterde artar.
Cep telefonumdan 155i arayıp çalmadan kapatıyorum. Tuş kilidini kaldırıyorum. Sadece kendimi gerçekten güvende hissetmediğim zamanlarda yaparım zannediyordum bunu. Son aranana 155i ve o esnada bana ulaşabilecek en yakın kişiyi ayarlayıp (baba-sevgili-ev arkadaşı) telefonu sıkı sıkı tutarak ilerlerdim hep. Bu gecede aynısını yapıyorum. 155ten başka yedek numara yok son aranan listesinde üstelik. En ufak gürültüde önce polisi arayıp, sonra aşağı fırlayacağımı biliyorum bu gece. Gecelik yerine pijama giyip yatağa gidiyorum…


Read more...

Cumartesi, Temmuz 05, 2008

beyaz düş

Hayal kurmayı unutur mu insan? Yüzmek gibi bisiklete binmek gibi bi’şey değil midir hayal kurmak? Bi’kez öğrenince yıllar yıllar geçse bile tekrar yapılamaz mı? Yoksa bir yabancı dil gibi kullanılmaya kullanılmaya, kurulmaya kurulmaya unutulur mu acep?

Ben unutmuşum mesela. Şaşırdım. Uzunca bir zamandır şöyle allı güllü hayaller kurmadığımı fark ettim geçenlerde. Şu Turkcell’in senhayalet zımbırtısı var ya o vesileyle. Dedim ki 'kur bir hayal, yaz gönder bakalım millet hayal kurmak nasıl olurmuş görsün. ' Alla alla düşünüyorum düşünüyorum orijinal bi’şi bulamadım. Yok dünya seyahati, yok pahalı markalardan sınırsız alış-veriş, en ilginç olarak Van’da kahvaltı, İngiltere’de çay, Roma’da makarna şarap, Soho’da akşam yemeği yiyebileceğim bir gün hayal ettim. O da kendim için değil yani, proje gibi kurguladım öyle. Sonra baktım uçuş saatleri falan pek tutmuyor birbirini, vazgeçtim kendim için hayal kurayım bari dedim.
Yok, yok, yok.
Hayalini kurabileceğim tek bi’şey bulamadım. Kariyer falan bunlar hep hesap-kitap plan işleri. Teller duvaklar gelinlik, düğün organizasyonu falan. Hımm, düğün günü fotoğraflarıyla ilgili ufak bir hayalim vardı aslında ama büyük fotoğraf sütüdyoları tarafından yapıldığını öğrendiğimden beri o da bir hayal olmaktan çıktı. Zaten damadın kafası koca bir soru işareti, konsantre olamadım bir başka türlü hayale.

Kaçayım gideyim, kendi dünyamı kurayım dedim, Iııı ııhh aklım hep geride kalıyor, onu bile beceremedim ya, “yuh” dedim kendi kendime. Sinirlendim bilgisayarı açtım. Gençturkcell’in zımbırtısına baktım ki, bizim hayal kurmamıza gerek yokmuş. Zaten onlar bizim adımıza kurmuşlar hayalleri, biz sadece her hafta bir tanesini seçecekmişiz. Bu mudur yahu? Sen tut genç kitlen için ‘hayal et, gerçekleştirelim’ kampanyası yap, sonra de ki: ‘biz senin yerine hayal ettik, sen birini seç yeter.’ Doğru ama bu adamlar 160 karakterle iletişim kuruyorlar ne hayalleri olacak ki plazma tividen, tuttuğu takımın kombine biletinden başka.
Yemişim genç kitlenin hayallerini, benim hayalim yok lan!” diye başlayıp bir küfür savuracaktım ki, Zeynep’i gördüm. "Zeynep’ler esmer olur yahu bu nasıl güzel bir sarışın Zeynep" diye diye baktım Flickr'daki yüzlerce fotoğrafına.

Hayatı yeni keşfeden o şirin şaşkın haline baktım,
babasının kollarındaki huzuruna ve babasının gözlerinden taşan mutluluğa,
annesinin sadece annelerin anlayabileceği şefkat dolu ifadesine,
Amcasının acemiliğine,
büyükanne ve büyükbabasının tarifsiz sevgisine baktım.

Sonra babasının Zeynep hakkında yazdıklarını okudum saatlerce. Kıskanmadım desem yalan. Babamın evde olmayışı, iyi ki mi, keşke mi bilemedim. Kalkıp kendi çocukluk fotoğraflarımı alacaktım ki, minik bebişin her anını fotoğraflamaya uğraşan bir baba geçti gözümün önünden. İlk adımlarını atan veledin arkasından bir elinde kamerayla koşturuyordu. Bebiş bir an dengesini kaybeder gibi yaptı da fırlatıp atacak oldu kamerayı. O, kızının ilk adımlarını yakalamaya çalışırken ben onların şaşkınlığını kazıdım benden başka kimselerin bilmediği fotoğraf hafızama. “Hadi bırak şu kamerayı, yoğurt saati geldi” diye seslendim sonra. “Ama baksana artık koridor boyunca dengesini kaybetmeden yürüyor hayatım, bu anlarını mutlaka kaydetmeliyiz” dedi.. “Sen benim fotoğraflarımı bu kadar hevesle çekmedin hiç” dedim. Hemen bana çevirdi objektifi “ay çekme bu halimle, saçım başım felaket” dememe kalmadan bastı deklanşöre. “kıskanç sevgilim” benim derken öpüvermişti omzumdan. Hala sevgilim diyordu bana. Sevgilimdi.
Sonra mama koltuğunda kah uçaklar indirdik piste, kah yoğurtlu öpücükler kondurduk babamıza. Tam arabaya binip bir park gezmesi yapacaktık ki birden soru işareti oldu yine babamızın gülüşü. Kucağımdan siliniverdi bebişimin kahkahası. Korktum bir an, gerçekten yok oldular sanmıştım ki, bir esinti vurdu camdan. Kokusundan belliydi gece olduğu. Oysa az önce güneşli bir pazardı…

Korkum geçti sonra.

Anladım ki hayal kurmak unutulmuyormuş. Gerçekten imkânsız olanı bulmak yeterliymiş hayale düşmek için.



Read more...

Perşembe, Temmuz 03, 2008

zevzek mavi

Seni aramıyor sormuyorsam bu senden vazgeçtim demek değildir der Kayahan amca bir şarkısında. Kendisine amca dediğimi duysa kızar belki ama olsun haberi olmaz nasıl olsa. Düşündüm de düşünmedim aslında şimdi karar verdim “vazgeçmek” de benim süpersonik filler listemde yer alabilir. 'Özlem' gibi, 'tutku' gibi, (tutku bir fiil değil farkındayım) 'aşk' gibi, 'gel' gibi, 'gitme' gibi, 'kal' gibi, 'istiyorum' gibi, inanıyorum gibi.

Yakışıklı bir adam bunlardan herhangi birini cümle içinde kullandığında beni kolayca tavlayabilir mesela. Hatta yakışıksız bir adamda yapabilir bunu. "benden vazçeme", "senden vazgeçmem" , "seni özledim", "zeynep gel", "fazla uzağa gitme", "sakın bana aşık olma"...Örnekler çoğaltılabilir. Çok zor değil yani.
“Hey adamım, ben senin bildiğin o kolay kızlardan biriyim aslında, kapiş”
Bi’adama böyle söyleyince dumur olur mu acaba? Bilemiyorum tabi. Haddinden fazla alkol almadığım sürece de öğrenemem. Cumartesi gecesi dibe vurasım var aslında. Şöyle zil zurna. Lakin herkes çoktan plan yapmış hafta sonu için. Kimse benimle içmeye gelmiyor. Yalnız da içerim içmesine ama benim içmekten çokd eli deli sayıklamak niyetim. Yani beni sarhoş kafayla çekecek birileri lazım yanıma. Çalışmıyor olsam İzmir’e kaçacaktım aslında. Öff. Güya mübarek gece, ben oturup 2 satır dua edeceğimi ne içsem de sarhoş olsam, kimle içsem planları yapıyorum ya benden bi’cacık olmaz anacım.

Telefonumda bik bik ötüyor yine, şarjı bitmiş güya. Ondan da bi’cacık olmaz artık. Sürekli bir kendi kendine kapanma halleri, bir anda mavi ekran vermeler, son aranılan numaraları göstermemeler falan. Ben de yorulduğunu düşünerek akşamları kapatıyorum kendisini. Ben üni.deyken ona "Cezmi" derdim, artık sadece telefon diyorum ona bozuluyor olabilir. Ne zaman kapatsam bi’şeyler kaçırıyorum. Geçen Cuma kapadım mesela sabah işe gitmeyi unuttum. Cumartesi gecesi yine kapalıydı M.S aramış gecenin üçünde, 3 kere, sonra da mesaj atmış “kim bilir ne güzel uyuyorsundur şimdi” diye. Sabah sabah sinir oldum. Cürete bak! "Sen bana hiç bi'zaman o kadar yakın olmadın ki denyo" dedim kendi kendime ama sonra tuttum “bu saatlerde de sen sızmış olmalısın gece epey içmişsin anlaşılan” yazdım. Çat diye cevap verdi geri. Uyumuyormuş, üstelik hiç içmemiş-miş, izmir’deymiş ve aklına ben gelmişim aramak istemiş-miş. Bunca aydan sonra hiçbir şey olmamış gibi, çekip giden o değilmiş gibi “aklıma düştün” diye nasıl da rahat çıkıyor ortaya. Güzel bi’şi aslında. Benden fellik fellik kaçan bir adamı düşünüp durmaktansa, ısrarla arayıp soran bir adamı düşünüp durmak daha akıllıca olabilir. Denemek lazım. Hafifçe araladım kapıyı. O aralıktan belki biraz serinlik dolar yüreğime. Bir umut işte.



Of, bu şarkı amma arabeskmiş ya, direk damardan yahu. Allaam sen bu mübarek gece de bana daha elit bir müzik zevki ihsan eyle yarabbim. Amin!
Yok vazgeçtim o zevke sahip bir sevgili niyaz eyle. Veladdalin amin!

Allaam sen bana bakma, ama kendi bildiğini de okuyup durma, bak şu mübarek gecede istirham ediyorum senden azıcık normal bir hayatım olsun benim de. Çok şey mi yahu? Bi’el atıversen fena mı olur?

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP