Çarşamba, Ekim 31, 2007

mim'sel döRtlükleR

Sevgili Artemis beni yine mimledi. Bu mim mevzuu ile ilgili düşüncelerimi gitmeden önce yazmıştım. Fikirlerim değişmiş değil ama pası almamanın da kabalık olduğunu düşünüyorum. O yüzden beni en iyi anlatan dörtlüğü düşünüp duruyorum bi’kaç gündür. Şiirle olan münasebetimin geçmişi çok eski olmadığından zor oldu böyle bir dörtlük tespit etmek. Bi’de şu var bugüne dek bu günceye yazdığım tüm şiirler benim için çok özel. Sadece sevdiğim için değil benim için anlamı olduğu için yayınlandı tüm o mısralar.* * * *

Ama beni anlatan bir dörtlük dendiğinde nedense aklıma ilk önce Murathan Mungan’ın en meşhur mısraları geldi.

...ve hala bilmiyordun sevgilim, ben sende bütün aşklarımı temize çektim. Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana. Bütün kazananlar gibi terk ettin.

Bazen vapurda gelir aklıma, yüzüme bir iki damla su sıçrayınca ya da yağmurda ıslanırken mesela, içimden geçiverir bu dizeler. Oysa beni anlatan hiçbir tarafı yok. Yalnız bir opera'nın içinden ezberime kazınmış cümlelerin acayip bir etkisi var üzerimde, neden acaba?


Sonra Elsa’nın gözleri geldi. Aragon’un Bir büyük sır söyleyeceğim sana, Zaman sensin dediği Elsa. Oysa ben öyle bir aşkın ne öznesi oldum bugüne kadar, ne de yüklemi. O yüzden, çok yaklaşmış görünse de

İnsanlar vardır hani istasyonlarda
El sallayan tren kalktıktan sonra
Yani ağırlığıyla göz yaşlarının
Kolları yana düşer onlara benzerim ben.
dizeleri için de beni anlatıyor diyemedim.

Sonra Can baba’nın muhteşem mısraları dökülüverdi dilimden “işte beni anlatan dörtlük bu” dedim, kuşkusuzca.

Başka türlü bir şey benim istediğim
Ne ağaca benzer ne de buluta
Burası gibi değil gideceğim memleket
Denizi ayrı deniz
Havası ayrı hava...

Read more...

Pazar, Ekim 28, 2007

sevgileRde


Posted by Picasa

Behçet Necatigil/SEVGİLERDE

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen isler yüzünden
(siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşla bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeyi az buldunuz
Yahut vakit olmadı.

Read more...

zaman sadece biRazcık zaman*


Hani bugün saatleri geri aldık ya, hani bir saat fazladan yaşayacağız ya, hani Pazar günümüz 25 saat oldu ya; diyorum ki o fazladan bir saatte, zamansızlıktanbir türlü arayamadığımız, bir “alo nasılsın” demeye bile fırsat bulamadığımız insanları arasak. Çok değil 3 kişiyi mesela. Hani feysbukta da bulmuşken hazır birbirimizi tekrar kaybetmemek için somut bir adım atmış olsak.

Hani diyorum ki, mektup yazan kimseler kalmadı ama “ne yaptın ne ettin yahu, ne zamandır görüşemedik, eşin, sevgilin iyi mi, işlerin epey yoğundu yazın, bu mevsimde biraz daha rahatladın mı bari, sağlığın yerinde mi?” diye başlayan bir mail yazsak. “Ben de biraz grip olmuşum hava değişiminden o yüzden Gripin’i izlemeye gidemedim geçen hafta çok üzüldüm” diye şirin şebelek kelime oyunları yapsak devamında. “Evdeki herkese selamlarımı ilet, havalar iyice bozmadan bir akşam toplanalım da mangal yapalım yahu” diye bitirsek maili mesela. Hani elimiz değse o maile, bizim cümlelerimiz olsa içinde... İlla süslü olsun isterseniz altına FW bir fotoğraf da ekleyebilirsiniz, paşa keyfiniz bilir.

Hani diyorum, fazladan bir saatimiz varken, “çok meşgulüm” diyerek kendimizi kandırdığımız, aslında deli gibi özlemiş olduğumuz birilerinin en azından sesini duysak telefonda, iyi dileklerimizi yollasak onlara ve hatta bir adım ileri gidip sevdiğimizi ve çok özlediğimizi söylesek, kıvırmadan, “özlettin ağabey kendini” yapmadan.

Hani diyorum, fena mı olur?

Read more...

Cuma, Ekim 26, 2007

hem umutlu hem hüzünlü mavi

Asansördeki kadında avaz avaz bağırıyordu. Kırk yılın başı, sağlıklı yaşam nanesini bi’kenara bırakıp asansöre bindim. Kırk yılın başı, “aman be” dedim “yediğim son çikolatada erimeyiversin, kalsın göbeğimde”. Kendi kendime sırıtarak girdim küçük kabine. O, asansörün köşesinde, bir eli karnında, diğer eliyle yanındaki hemşireden destek alıyor ve etrafındaki yabancılara aldırmadan acı çekiyordu. Doğum sancıları gelmiş, ama daha 30 haftalıkmış, acilen doğumhane hazırlanacak, doktor hanımda doğuma çağrılacakmış. Elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırdım bir anda. Zaten 2 kişiyiz durumdan habersiz asansöre binen. Doğumhane -2 de, biz +4 de, asansör her katta duruyor. Elinde telefon olan görevli bizim bile inmemize izin vermeden hızla kapatıyor kapıları, “acil doğum acil doğum” diyor şaşkın bakışlara. Yaşı benden büyük olamaz, muhtemelen küçük, gözlerinin altı morarmış, elleri ayakları davul gibi şişmiş, mavi bir gecelik var üzerinde, saçında mavi bir bant varmış karman çorman olmadan önce, erkek mi acaba bebeği, kan mı o eteğine bulaşan, kanıyor mu sahiden. “Şey” diyebiliyorum sadece, benim baktığım yöne bakınca herkes, müstakbel anne bir çığlık daha atıyor. “Sakin olmalısın” diyor elini sıkı sıkı tutan hemşire. “Her şey yolunda gidecek hiç merak etme”. Eli telefonlu görevli bi’kez daha arıyor, “Hazır mı doktor hanım, hastamızın kanaması var” Bu kez tüm gücüyle bir kez daha inliyor müstakbel anne; “Ben hasta değilim, çocuğumda hasta doğmayacak” İçimden bir şey kopuyor, gözlerim doluveriyor tuzlu yaşlarla. Öyle iyi biliyorum ki “ben hasta değilim” çığlığını.
Asansör duruyor, kocaman bir ekip açıyor kapıyı, sedyeye alıyorlar müstakbel anneyi hemen. “Bize bi’şey olursa önce kızımı kurtarın.” Asansörde elini kanatırcasına destek aldığı hemşirenin gözlerinden bulutlu bir bakış geçiyor sanki. “İkinize de bir şey olmayacak, kötü düşünme!” diyor. Asansörün kapıları yüzümüze kapanıyor. “Allah kurtarsın” diyor yanımdaki genç adam. Yüzüne bakmaya mecalim yok, sol elinde ki yüzükten evli olduğunu ve empati kurarak bu kadar üzülebildiğini tespit ediyorum. Zihnim neden hep çalışıyor? Zihnimin hem tespitler yapacak kadar çalışmasına, hem tespit yaptığını fark edip bunu eleştirmesine, hem müstakbel anne için dua edip, hem de acaba eşi neredeki diye düşünmesine, üstelik yerdeki kan izlerine bakıp acaba kan vermek gerekir mi diye düşünürken aynı anda kendisinin kan veremeyecek olduğunu ve zaten bunun için hastanede olduğunu hatırlamasına ve “ben hasta değilim” diye çığlık atmak istemesine sinir oluyorum. Aklımdan tüm bunlar geçerken “hayır şimdi ağlamamalısın ve şu genç adamın temennisine eşlik edecek bi’kaç cümle söylemelisin” diyerek dürtüyor diğerlerimden biri beni. Yüzüne bakmak üzere başımı kaldırırken, “Siz iyi misiniz, çok etkilendiniz sanırım, kafede bir su içmek ister misiniz?” diye soruyor. “İyiyim” diyecekken başım dönüyor, yine zihnim çalışmaya başlıyor; ‘Hayatında hiç bayılmadın kızım sen, şimdi hiç sırası değil, daha laboratuara gidip kan vereceksin, çıkınca evrakları teslim etmen lazım müşteriye, sonra T.ye uğrayacaksın, yapılacak işlerin var bi’sürü, burada bayılıp vakit kaybetmemelisin’.
“Yoo, iyiyim. Yani pek değilim, biraz etkilendim sanırım evet, Allah acil şifalar versin” “Ben bile fena oldum, etkilenmeniz normal tabi ama renginiz değişti, bence bi’şeyler atıştırmalıyız kafede” diyor ısrarla. Asansör duruyor, giriş kat direk kafeye açılıyor, daha fazla o asansörde kalmam mümkün değil, atıyorum kendimi dışarı. Başım dönüyor hızlı hareketimden, dengemi kaybedecek gibi oluyorum, nazikçe kolumu tutuyor, ilk gördüğü görevliye “Hanım efendinin tansiyonunu ölçebilir miyiz lütfen, pek iyi hissetmiyor kendini” diyor. Böyle bi’adamın evli olduğuna şaşmamak lazım diye bir tespit daha yapıyorum. Zihnim hala çalışıyor. Tansiyonum düşmüş. İlaç verecek oluyorlar, saçmalamayın diyorum, geçer şimdi. Geçiyor nitekim. Benim için olanlar “Bi’ara tansiyonum düştü hastanede, ondan uzadı işlerim”den ibaret günün diğer yarısında. Şu saat olup pc başına gelene kadar unutmuşum bile.

Telefona uzanıyorum. “İyi geceler iyi nöbetler. Bugün bir erkek çocuğu dünyaya geldi mi acaba kontrol etmemiz mümkün mü?” diyorum. Doğum servisine bağlanırken fark ediyorum ki bir sürü doğum yapılmış olabilir bugün. Nasıl öğrenebilirim ki başka. Uykulu bir ses ‘ne var’ dercesine “Efendim” diyor anlatıyorum derdimi; saat 14.00 sularında 30 haftalık prematüre bir erkek bebek doğuma gidiyordu apar topar hani. Şaşırıyor, “eee-vet” diyor tereddütle. “İyi mi bebek ve annesinin sağlığı peki” diyorum, “Bebek kuvözde, dahi iyi olacak inşaallah, anne de biraz kan kaybetti ama iyi” diyor. "Ohh" diye derin bir iç çekiyorum. "Affedersiniz" diyor, “Siz kimsiniz?”. “Bugün anne doğuma giderken, aynı asansöre binmiştik de, merak ettim durumunu sadece” diyorum. Gülümsüyor telefonda ki, anlıyorum. “ben de asansördeydim” diyor. “Yüzünüz sapsarı olmuştu kanamayı görünce”. Bu kez ben gülümsüyorum. “Bu saat oldu aklıma takıldılar işte.” Teşekkür edip kapatmak üzereyken, tutamıyorum dilimi. “Babası yanlarında mı peki?”, gülüyor yine, “sadece yarım saatliğine yanlarından ayrılmıştı baba zaten, asansörde yoktu ama doğumda eşinin yanındaydı, bir an bile ayrılmadı.”

Mutlu ailelere doğan, mutlu bebekleri düşünüp seviniyorum, oturup bunları yazıyorum, biraz ağlıyorum, duruma uygun bir şarkı-türkü dinlemek istiyorum bulamıyorum, zihnim yine çalışıyor, yarın yine zor bir gün olacak biliyorum, şimdi yatıyorum...

Read more...

Salı, Ekim 23, 2007

meRaklı mavi

Sadece cümlelerle bir insanın hayatında var olabilmek mümkün mü dersiniz?

Sesini, kokusunu duymadan, eline, tenine dokunmadan, kızmadan, kavga etmeden, birlikte gülüşmeden, 40 yıl olmasa da hatırı bir ithal kahve olsun içmeden... Sadece yazdıklarından ötürü sevebilir misiniz birini, özler misiniz onu? Hiç böyle sevdiniz mi? Hiç böyle sevildiniz mi? Böyle bir sevgi mümkün mü?

Dibi kendinden uzun not: Sadece blog olarak düşünmeyiniz lütfen, mektuplarını 4 gözle beklediğiniz ama bir türlü tanımadığınız, tanışmadığınız mektup arkadaşlarınız oldu mu sizin hiç? Hani doğan kardeş’e falan yazardık "13 yaşındayım bıkbıkbık okuluna gidiyorum, kitap okumaktan özellikle Gülten Dayıoğlu hikâyelerinden hoşlanıyorum, benimle mektuplaşmak isteyenlerin mektuplarını bekliyorum" diye ilan verirdik...
Ya da mesela bir yazara tutkuyla bağlandınız mı hiç, yazıları yayınlanacak diye gün saydınız mı mahalledeki gazetecinin önünde... Ne bileyim öyle işte...

Read more...

sonbahaR saRısı

—Sen benim yanımda yazdın sıcaktın, dedi kapıya yaslanmıştı.

—Geçmiş zamanın hikâyesi... Şimdi neyim peki, buz gibi bir kış mı?

—Soğuk ve kuraksın. Yanımda olmadığın için olabilir mi sence?

—Soğuk ve kurak. Giderek soğuyorum sanki haklısın ve evet kurak topraklar gibiyim. Çatlamış dudaklarım suya hasret. Kana kana içmeye hasret. Öyle özledim ki yaşadığım, gürül gürül çağladığım zamanları.

—Uzun bir yaz tatili gibi düşün. Gezdin, düşündün, açıklarını tespit ettin, şimdi sağlam bir alışverişle okula dönme zamanı.

—Ne güzeldir okul alışverişi.

—Oldum olası seversin; rengârenk kalemler, not defterleri, post-itler, kalemlikler, takvimler ve..

—Ve?

—Boş ver hadi kahve içelim, sonra da alışverişe gideriz.

—Gidemeyiz param yok, kahveyi de sana ben yaparım. Kurabiye ister misin?

—Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi? Asla teslim olmayacaksın?

—Ne çok isterim teslim olmayı bi’bilsen.

—Neden kaçıyorsun o zaman, neden direniyorsun?

—Neden kaçıyormuşum ben?

—Kurabiye istiyorum evet, kahvem de sütlü olsun. Hatta sütlü kahve yapsana, ders çalışırken sabaha karşı yapardın hani.

—Yapardım di mi? Kocaman beyaz bir cezvemiz vardı. Sen de çıkar brownie alırdın.

—Brownieler cebimde olurdu, ben çıkıp sigara içerdim sen kızmayasın diye. Ama sen bunu hep biliyordun değil mi?

—Biliyordum =)

"Sen benim yazım, benim ışığım, benim güneşimsin hala, içimi ısıtan sıcağımsın!"

Desin isterdi, demedi. Gülümsedi. “Bu filmi izlemiş miydin çok güzeldir” dedi, o filmi taktı, kahvesini aldı, ayaklarını uzattı, gelsene diye koynunu açtı.

Tepsiyi sehpaya bıraktı, yanına uzandı, başını göğsüne dayadı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Bir kez kırılınca yenisi gibi olmuyordu vazolar. En iyi ihtimalle kırık tarafı arkaya getiriyordun, gözün görmüyordu yapışkanın izini.

Hiçbir şey eskisi gibi olmuyordu, zaman her şeyin ilacı değildi, bu su hiç durmuyordu...

Read more...

Pazartesi, Ekim 22, 2007

koyu gRi

Pegasus airlines'a internet üzerinden cv gönderebilmek için, kredi kartınızdan 10 YTL kesilmesi gerektiğini biliyor muydunuz?

Şaka gibi!!! Bir şirket sizden sadece başvurunuzu kabul etmek için 10 ytl istiyor. Öyle de güzel açıklamışlar ki, “yolcularımıza daha iyi hizmet sunabilmek, çalışanlarımızın iş yükünü gereksiz özgeçmişlerle artırmamak için bık bık bık tık tık tık kredi kartınızdan 10 Ytl kesilmesi sonrasında başvurunuz elimize ulaşmış olacaktır.”

Zaten kime söylediysem (siz de dahil) “hostes olup napcaksın deli” demişti! Şimdi pegasus da yoluma taş koydu! Anlaşılan o ki benden hostes de olmayacak, köy de kasaba da...

Read more...

siyah kuRdele

Otuz kupona alınmadı bu vatan.

Bugün gelen, PKK’ya karşı bir damla bile olsa düşmanlığı olan herkesin 21.30 da ışıkları açma kapatma eylemi yapacağını haber veren mailde yazıyordu bu cümle...

İnsanlar ölüyor!

Ateş düştüğü yeri yakıyor... Pazar sabahı evden çıkarken radyodan duydum haberi. Hangi bölgede çatışma olduğunu tam anlayamasam da Yüksekova’da askerlik yapan arkadaşım, sevgilim, kardeşim, yeğenim, kuzenim olmadığı için sadece içim buruldu, bir yumruk oturdu boğazıma “Allah rahmet etsin hepsine” deyip çıktım evden. Oyumu kullandım. Arkadaşlarımla buluştum. Planlarımı ertelemedim. Hayat benim için durmadı.

Ama insanlar ölüyor!

Birileri ülkeme korku pompalıyor sürekli, birileri oyunlar oynuyor, kanlı planlarına alet ediyor ülkemi. Silah satıyor! Silahlar alınıyor, okullar kapanıyor, köyler taşınıyor...

İnsanlar ölüyor! Öldürüyor! Öldürülüyor! İnsanlar artık “savaş istiyorum” diyor!

Bunun adına Terör diyorlar...
Ve amaçlarına ulaşıyorlar nihayet. Artık ben de korkuyorum olanlardan, olacaklardan....

Read more...

Perşembe, Ekim 18, 2007

ayna Rengi

Bir evler kuyusunda yüksek bir odaya tırmandıktan sonra, üstündeki elbiselerle kendini darmadağınık yatağa atıverdi, yastığı boş yere akan gözyaşlarıyla ıslandı.

Güneş mahzun bir şekilde yükseldi. Yetenekli ve duygulu olmasına rağmen bu özelliklerinden faydalanmasını bilemeyen, kendini mutluluğa kavuşturamayan, bütün bunların onu yiyip bitirmesine göz yuman adamın görüntüsünden daha hüzün verici bir manzaraya rastlanamazdı.

Charles DICKENS İki Şehrin Hikâyesi/sf:107

Mr. Dickens’ın yazarlık dehası hakkında konuşma cüretini gösteremem elbette. (belirtmeden geçmem mümkün değil; O’da kova burcuna mensuptur.)
Yalnızca demek isterim ki; bu manzaradan daha hüzün verici bir manzara varsa o da bu satırları boş yere akan gözyaşlarıyla dağınık yatağında okuyan ve kendini yiyip bitiren genç bir kadının manzarasıdır herhalde...

Read more...

ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ


Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun, bilirdim
Bir sevdiğin vardı, duyardım
Çöp gibi bir oğlan, ipince
Hayırsızın biriydi fikrimce

Ne vakit karşımda görsem
Öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu, ağlardım

Ne vakit Maçka'dan geçsem
Limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi gülerdi
Sessizce bir cigara yakardın
Parmaklarımın ucunu yakardın
Kirpiklerini eğerdin, bakardın

Üşürdüm, içim ürperirdi
Felaketim olurdu, ağlardım

Akşamlar bir roman gibi biterdi
Jezabel kan içinde yatardı
Limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin
Benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın

Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi

Hele seni kollarına aldı mı
Felaketim olurdu, ağlardım

Attila İlhan/ ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ

Gözleri gözlerine değmeden "seven" biri var (sa eğer) ekranın karşısında; onun için..

Read more...

Çarşamba, Ekim 17, 2007

anılaRdaki kıRmızım

Anahtar Sözcükler: Yazmak ya da yazamamak, ucundan facebook, ilk aşk, çocukluk
Özet: Kendimden sıkıldım o yüzden yazamıyorum, ilk aşkımla görüştük içim kıpır kıpır ama O'na yeniden aşık olamam, yaşadığım en masum aşkın özeti.

Döndüm dedim ama günceme dönmeyi başaramadım henüz. Dedim ya, ben bile sıkıldım kendimden diye, hakikaten sıkıldım bu ölgün, baygın, karamsar hallerimden. Yazamayışımın asıl sebebi de bu sanırım. Yani tamam kişisel bir blog dedik, adını günce koyduk falan ama bir insan da bu kadar bayık olmaz, bu kadar şikâyet etmez ki kardeşim. Beğenmiyorsun madem hayatını harekete geç ve değiştir işte. Ne bu böyle yok bittim, dibe vurdum ben, yok tutunamadım doğduğum şehirlere, yok bağlarım çok güçlü bırakıp atamıyorum, yok ben hiç bi’yere ait değilim... ay yazarken bile sıkıntı geldi yine.

Yazamadığım için blog hareket gününü de kaçırdım. Bu yazıyı yazmadan önce, konuyla ilgili bi’şeyler karalıyım dedim, ortaokul sınavı kompozisyonlarıma benzedi, silip attım. Zaten sırıtıyor sanki böyle güncel şeyler yazdığımda, “bunları bırak ya, senden ne haber” tarzı geri dönüşler alıyorum çoğunda. Aslında “biR delinin güncesi” dediğimde daha şen şakrak en azından bugünkünden daha neşeli bi’şeyler ortaya çıkarmak fikri vardı aklımda. Geldiğim nokta ise: "bir delinin hezeyanları" oldu. Hatta taşınmayı düşünüyorum bu günceden. Şu wordpress yasağı olmasaydı şimdiye çoktan taşınmıştım ya, alternatif blog sağlayıcısı arayışlarım sürüyor. Ben “ha” dedin mi şu blogu bile oradan oraya taşıyamam, tipik detaycı kovayımdır ya çaktırmayın. Hele bu günlerde facebook olayına direnememiş, âlemlere dahil olmuşken hiç beceremem herhalde taşınma işini.
Aa ben size garip bir facebook hikâyesi anlatayım sahi. Yani benim için fazlasıyla garip. Yazayım siz de bana akıl verirsiniz belki. Efenim birlikte ip atladığım, seksek oynadığım, ilk kez serviste sağ arka cam kenarı kavgası yapığım arkadaşlarımı(n bazılarını) buldum ben de bu teknolojik icat sayesinde. Adının aşk olduğunu bilmeden her teneffüs öpmeye çalıştığım ilkokul aşkımı ve aşkın her halini (bilmeden de olsa) doya doya yaşadığım ilk aşkımı da buldum. Gerçi biz O'nunla kopmamıştık zaten görüşüyorduk arada ama feysbukta ortak arkadaşlarımızı bulunca muhabbetimiz aniden çoştu, hemen hergün görüşmeye, birbirimize baklava çikolata falan yollamaya başladık =) O’nunla yeniden görüşmek, yeni resimlerine bakıp “hiç değişmemişsin” demek, “sen de aynısın”ı duymak, buluşup saatlerce sohbet etmek nasıl iyi geldi anlatamam. Utanmasam yeniden âşık olacağım ilk aşkıma. Âşık olmak sorun değil, oluveririm iki dakkada da 10 yıl sonra onunla bir ilişki yaşamaya kalksak, beceremesek, tartışsak, ayrılsak... Düşünmesi bile korkunç! Tek güzel hatıramı ellerimle bozamam. Bunu kendime yapamam. O böylece dursun hayatımda, “öyle böyle değil ben seni çok sevdim” dediğimde utangaçça gülümseyen, gülüşü dünyalara bedel yakışıklı bir genç adam olarak kalsın orada. Hiç yaşlanmasın hatta. Yüzü hiç değişmemiş zaten. Hatları belirginleşmiş sadece; gözlerinin etrafı çizgilenmiş biraz, attığı kahkahaların izi dudaklarının kenarına yerleşmiş. Yakışıklı bir çocuktu o zamanlarda şimdi çok yakışıklı bir genç adam olmuş öylece kalsın hafızamda, ben bile dokunmayayım onun güzelliğine, masumiyetine isterim. Hayatımda unutulmaz olan ilk adama, tek aşkıma ihanet etmek gibi geliyor yeniden ondan hoşlanmak, ona âşık olmak. Hem beceremem ki bir daha öylesine delice sevmeyi onu.

Gördüğüm ilk gün âşık olmuştum o’na. İlk yıl aynı sınıfta değildik, sırf onunla aynı serviste diye arkadaş oldum bi’kızla. Sonra o kız en yakın arkadaşım oldu. 2. sınıfta kimlerin hangi sınıfta olduğunun belirlendiği gün en yakın arkadaşımın elini kıpkırmızı yapmıştım heyecandan, O’nun adı ve benim adım aynı sınıfta okunsun diye. Bugün bile gözümün önünde hocanın elinde liste sınıf mevcudunu okuduğu an. Ve 2. sene artık aynı sınıftaydık. Bir yıl boyunca sadece teneffüslerde görebildiğim aşkımı artık her gün, her an görebilecektim. İkincisi sınıfta devamsızlığımın aniden azalmasının, derslerimde bir anda kayda değer iyileşmeler görülmesinin sebebi o’dur. Kimse bilmez. O ikinci platonik yıla dair çok fazla hatıra yok zihnimde. Sanırım o sırada o da bir başka kızdan hoşlanıyordu, o yüzden silmişim o günleri.

Sonra 3. sınıfa başladık. O’ndan başka herkes biliyordu deli gibi âşık olduğumu herhalde. Onun yüzünden Fenerbahçeli bile olacaktım bir ara. Ama öyle fanatik Beşiktaşlı bir ekiptik ki bırakamadım takımımı. Zaten onunla maç konusunda atışması daha zevkli oluyordu. Daha fazla muhabbet ediyorduk farklı takımları tutunca =)

Orta son sınıfta kabak çiçeği gibi açılmaya başlamıştık. Okulu kırıp Bağdat caddesine kaçmalar, servis saatine yetişmek için taksicilere yalvarmalar. Bi’kere de sinemaya gitmiştik hep beraber, O’nunla okul dışında geçirdiğim ilk gün oydu galiba. Bize uzak oturuyordu, o yüzden ders çalışmak için falan buluşamamıştık hiç.

Sonra sıkıldım ben! “Eeeh be!” dedim “Yeter, 3 yıl oldu adam bana dönüp bakmıyor. Ömrüm boyunca onu bekleyemem ki.” En yakın arkadaşlarından biriyle çıkmaya(!) karar verdim, hatta mezuniyet zımbırtısına da o arkadaşıyla gidecektim. Bizim sınıftaki arkadaşları bu işe uygun olmadığından yan sınıfa haber yolladım. Servisteki özge’ye de “ne yap et, şu oğuz’la benim aramı yap” talimatı verdim. Kız kendine kendine ne yapacaksa, çocuk aklı işte. Neyse efenim, ben artık teneffüslerde direk yan sınıfa transfer oluyordum. Şans bu ya, Oğuz’da benimle ilgileniyor, patatesli ekmek, kola ısmarlıyor teneffüslerde, beni servise bırakıyor kendi öyle biniyor servise falan. Allah’ım nasıl mesudum, intikam alacağım ilk aşkımdan, hem de en yakın arkadaşıyla =D Aklım hala onda yani. Zaten biz oğuz’la gezerken bizi görüyor mu falan diye fır dönüyor gözlerim. O’nun da bi’yerlerden bizi gözetlediğini görünce rahatlıyorum, bir anda daha samimi davranmaya başlıyorum falan (kadın her yaşta kadın işte, o yıllarda taktik maktik nereden bileceğim, bunları bile yapıyordum işte) Sonra bir gün aşk meşk mevzularına geldi konu bahçede dolanırken. Kalbim yerinde fırlayacak, kesin çıkma teklif edecek bu çocuk bana ne cevap vereceğim diye düşünmeye başladım =D Ama bizimki nedense bi’anda benim ilk aşkımın ne kadar iyi, yakışıklı, efendi bir adam olduğundan bahsetmeye başladı. Eridim tabi iki dakikada, ‘ne alaka şimdi nereden çıktı O’ diye düşünmeden hiç, ben de oğuz’a katıldım. “Aa tabi, okuldaki en yakışıklı çocuklardan biri” , “bence de, bence de diğerleri gibi serseri değil”, “evet evet çok da düşünceli geçen gün ben hasta olup okula gelmeyince ‘nasılsın’ diye aradı beni.” Nihayet bunu söyleyince jetonum düştü. Yahu bu çocuk 3 senedir 3 kere aramadı son zamanlarda ödevdi, hastalıktı ne çok aradı evi!? Benden bu kadar onayı alan oğuz’da ortadan kayboldu bir anda. Ben kafam soru işaretleri dolu girdim derse. Ne dersi hiç bilmiyorum, bizim kızlarla mesajlaşıp durdum. Kâğıt fırlatırdık o zaman ya da elden ele yollardık notumuzu arkadaşın sırasına. Aradakilerden bir tanesi bile “bana ne lan” deyip yollamamazlık yapmaz ya da açıp bakmazdı notta ne yazdığına. Teneffüste hemen kızlar konseyi toplandı. Bu çocuk niye bana kendinden değil O’ndan bahsetmişti. O da bu aralar neden beni bu kadar çok aramıştı. Aa hatta geçenlerde sıra arkadaşım gelmeyince kendi kendine gelip benim yanıma oturmuştu!!! Sahi, benim beden dersinde soyunma odası nöbetçisi olduğum günde beni sorup durmamış mıydı kızlara!!!

Ertesi güne kalmadı herhalde ya da en fazla bir günde işte her şey çıktı ortaya. 2 yıllık platonik aşkım da (nihayet) bana âşık olmuştu! Hayatımda hiçbir söz onun aşkını itiraf edişi kadar heyecanlandırmadı herhalde beni. Kalbimin nasıl çarptığını şu an bile hatırlıyorum. Öyle bir soru sordu ki bana, cevabını verirsem o hiç bi’şey söylemeden bu işten sıyrılmış olacaktı! Oysa O’nun aşkını, O’nun bana olan aşkını, O’ndan duymak için canımı bile verebilirdim o yıllarda.

Sonra ilk aşkım, ilk kez elimi tuttu. İlk kez karşıya geçirmek ya da kalabalıkta kaybolmasın diye değil, elimin sıcağını elinde, kalbinde hissetmek için elimi tutmuştu birisi. İlk aşkım!

İlk kez “eve vardın mı?” diye servisten iner inmez arıyordu birisi beni, benim için kaygılanıyordu birisi. İlk aşkım!

Bana şarkılar dinletiyordu, “bugünüm sensiz geçti” diyordu Kenan Doğulu telefonun öbür ucundan bana, okula gitmediğim günlerde. Hatırlaması bile nasıl mutluluk veriyor insana!

Bunları benim yaşadığımı, hayal kurmadığımı, her birinin benim anılarım olduğunu bilmek, aynı insanla yeniden gülüşebilmek nasıl da güzel! Bunlar bile yeter sebep aşkın hala bi’yerlerde var olduğuna inanmaya. O çirkin, kalın kaşlı, üstelik tombiş halimle bile 2 yıl sonra da olsa sevildiğime göre, hala benim için umut olabileceğine inanmak bile güzel...

Ya ben bunları anlatmayacaktım ki! Bambaşka bir feysbuk hikâyem vardı, ne yapsam sizce diye fikrinizi almak istediğim, onu anlatacaktım. Nasıl geldim buraya kadar. Vay anasını. Peki şimdi ben bunu yayınlar mıyım, taslakta mı bırakırım acaba?

dibine not: Bunun kadar güzel kaç anı var ki şu günce de, yayınlarım tabi! ve hatta kıRmızı bile derim O'na.

Read more...

Pazar, Ekim 14, 2007

bol buzlu+limonlu kola Rengi

“İşte geldim buradayım, ben bu işte ustayım”

Diye bir dönüş yapmak isterdim lakin bir cif likit jel kadar bile olamıyorum.

Döndüm işte yine buradayım. Evde, şehirde, İstanbul’da. Maaşlı bir işte çalışmamanın en (tek) güzel tarafı bu olsa gerek, ‘Eee heytere be’ deyip bırakıp gidebiliyorsun. Yarın üç beş soruya cevap vermem gerekecek belki ama neredeyse tüm ramazanı da yollarda, tatillerde geçirdim. Olacak o kadar.

Köklerimi bulurum belki diye ummuştum giderken, kök salacak topraklar bulurum sanmıştım. Şimdi çok iyi anladım ki ben hiçbir yere ait değilim aslında. Ne oralara ne buralara. Plaza insanı olmaktan vazgeçmeden önce fark etseydim bu durumu, acaba yine vazgeçer miydim? Yol boyunca bunu sordum kendime. Host bey tüm güler yüzüyle “içecek olarak ne alırdınız?” dediğinde ise uzun zamandır yapmadığım bi’şey yaptım: karar verdim. Hayır, portakal mı vişne mi kararı değil, ben zaten sevmem vişne. Her şeyi bırakıp, hostes olmaya karar verdim. Madem hiçbir yere ait değilim ben, madem bulamadım bu yaşa kadar köklerimi ve madem dallarımı besleyecek insanlar, topraklar yok hayatımda sürekli uçmaktan daha güzel ne olabilir ki? O uçuşla bu uçuş arasında otel odalarında yaşasam, bir valiz olsa bütün mal varlığım, hırs yapsam 8-10 dil öğrensem, dünyanın her yerine uçsam...

Üstelik sürekli güler yüzlü, sürekli sakin, sürekli kontrollü, sürekli bakımlı, sürekli şık, sürekli nazik olmamı gerektirecek bir hayat bu. Öfkelenme, kendini salıp haftalarca kuaföre uğramama, türbülansta kontrolünü kaybedip korkma lüksüne sahip değilsin. Her zaman neşeli her zaman güler yüzlü! İnsan bundan da sıkılır elbet bir gün ama madem ait değilim ben hiçbir yere, başka ne seçeneğim var ki?


Of amma kötümser oldum ben de ya! Vallahi ben bile sıkıldım bu “tutunamadım” hallerimden. Bugün Y.cim aradı, utandırdı beni, asker adam ben arayıp soracağıma o beni arıyor. Konuştuk biraz (35.dk ya biraz mı denir epey mi?) "N’olmuş sana böyle ya?" dedi. "N’olmuş be?!" dedim. "Ne bileyim yani şey, eskisi gibi değilsin". "Nasıldım ki eskiden, şimdi öyle değilim?" "Ya böyle çalışkan, aynı anda 88 yere birden yetişen, enerji dolu, neşe saçan kız gitmiş yerine karamsar amaçsız biri gelmiş. Gazı kaçmış kola gibisin be!" "Yok" dedim "o söylediklerininin hiç biri değil(d)im de son söylediğin doğru"

İşte son 2 yılın beni getirdiği nokta bu: gazı kaçmış kola gibiyim. Üstelik kolanın gazı kaçınca şekeri kalır ben şekeri kaçmış da asidi kalmış bir acı kolayım! Dolapta günlerce kimsenin yüzüne bakmadığı, en sonunda birinin gelip çöpe attığı.

Hayır, biri gelip olduğu gibi çöpe atmasa bari şişeyi kurtarsam en azından. Ne bileyim şişe bu işe yarar elbet; su şişesi olur, rezervuarın içine koyarsın tasarruf yapar, ağzını kesersin vazo olur, içine turşu bilem kurulur!

İşin kötüsü iki arada bir derede söz aldı adam benden, toparlanacağıma o’nun tanıdığı ve sevdiği hatun olacağıma dair, yoksa men edecekmiş beni arkadaşlıktan sivil hayata dönünce! Kaybettiğim zaman yetmedi bir de adam gibi adamdan, güvenilir arkadaştan olacağım iyi mi?

Neyse ki kararımı vermiştim ben. Var mı hava yollarında tanıdığı olan? N’apmak lazım kabin memuresi olmak için? Tanıdık falan yoksa bari kopya verin bana. Şu “biz seni bunca yıl bunun için mi okuttuk?” “neden kendi işini yapmıyorsun sen?” “bunu mu layık görüyorsun kendine?” sorularına vereceğim cevaplar için.

Read more...

Cuma, Ekim 05, 2007

koyu moR

Leylekleri havada gördüm bu yıl ben, ondan olsa gerek duramıyorum, yeniden gidiyorum. Bu kez hesapsız, çok plansız her şey.

“Aa bi’dakka kızım, sen de gelsene bizimle”
“ben napcam gelip?”
“gelmeyip ne yapacaksın burada?”

Hakkaten ne yapacaksam bana mutsuzluktan başka hiçbir şey vermeyen bu şehirde. Ben “tamam” bile demeden onaylandı rezervasyonlar: Cuma THY 15.05 Sabiha Gökçen.

849 mil uzağa götürecek beni çelik kuş. Hayatımda hiç görmediğim bir şehre bırakıverecek. İnsanlarını, yemeklerini, adetlerini az çok bildiğim ama içinde nasıl yaşanır bilmediğim bir şehre...

Şehirle ya da gidişle hiçbir alıp veremediğim yok aslında. Şirin ve turistik tarafları olacağı söylenebilir hatta çok güzel kareler fotoğraflayabileceğimi bile varsayabiliriz. Üstelik “gitme” diyen birilerini aramıyorum arkamda. Kimin özleyeceği kimin bekleyeceği umurumda bile değil. Neye ağlıyorum peki dünden beri ben?

Oysa aşk dolu bir yazı yayınlayacaktım dün gece. Öyle hevesle yazmıştım, yazarken bile öyle mutlu olmuştum ki. Hani şu midenizde patates kızartılıyormuş gibi hissedersiniz ya gülüşünü görüşünce, hani yerde mi gökte mi olduğunuzu anlamazsınız yürürken, tozpembe oluverir her şey hani işte bunları yazmıştım. Bunları sadece hatırlamanın bile nasıl huzur verdiğini, aşkın bir anda nasıl da her şeyi değiştiriverdiğini yaşamıştım, yazmıştım. Sonra yine bir anda değişiverdi her şey işte. Bir anda vazgeçtim dünyadan.

Vazgeçtim evet, şimdi istiyorum ki uçağa havada bi’şeyler olsun kimselere zarar gelmesin ama ben ortadan kaybolayım mesela. LOST olayım. Tek kare lost izlemedim oysa. Ölmek istiyorum demeye varmıyor dilim, yaşamaktan vazgeçebileceğim fikri bile tüylerimi ürpertiyor. Ben gerçekten kaybolmak istiyorum ortadan, buharlaşıp uçmak istiyorum. Madem sahip olduğum imkânların hiç birini değerlendirmeyi başaramıyorum, madem mutsuz olmak için “geçerli” hiçbir sebebim yokken ben bir türlü mutlu olamıyorum bari hiçbir şeyin olmadığı bir adada tek başıma oturayım bütün gün. Niye tüketiyorum ki ülke kaynaklarını burada boşu boşuna.

Şimdi gidiyorum. Bayramdan sonra “dönecekmişiz.” Bilmiyorum. Diyorum ya ben buhar olup buluta karışmak istiyorum sadece. Aslında belki de içten içe orada kalmak istiyorum. Köklerimi bulmak onlara tutunmak istiyorum. Üzerinde kök salabileceğim topraklara basmak, dallarımı yapraklarımı besleyecek kaynaklardan beslenmek istiyorum.

Şimdi gidiyorum. Bu gidişle bir defter kapansın istiyorum. Eğer “içime” dönmeyi başarır, mutlu olmayı becerebilirsem yeni bir sayfa açarım hatta yeni bir deftere başlarım, bunu eski ayakkabı kutularından birine koyarım anıların yanına. O zaman şen şakrak bir delinin güncesini okursunuz belki.

Şimdi gidiyorum. Birilerine hakkım geçtiyse hepsini helal ediyorum.


Read more...

Perşembe, Ekim 04, 2007

biR mimdiR, iki mimdiR döRt mimdiR on döRt mimdiR


Efenim mim dalgaları hızla büyüyor durduramıyoruz. Özellikle şu 187. sayfa mevzuu herkesi sardı. Hangi blogu açsam birileri mimlenmiş. Henüz 187. sayfadaki ilk cümleye tav olup bir kitap almaya karar vermiş değilim ama ilgiyle takip ediyorum bu akımı. Bir de bugün iki farklı (ve birbirinden habersiz) blogda (1-2) aynı cümleyi görünce çok şaşırdım. Blog sahiplerini bilgilendirmek gibi ulvi bir görev biçtim kendime hemen ikisine de yorum bıraktım. Yorum demişken Explorer kullanıcıları "okudum yorumladım" köşesini göremiyorlar bir süredir. Cocomment kaynaklı mıdır, ie kaynaklı mıdır sorun bilemiyorum, kurcalamadım da. Merak eden olduğunu da sanmıyorum zaten. Yalnız orası boş bir köşe değil aslında, firefox ile çatır çatır görünüyor içeriği haberiniz olsun.

Gelelim şu mim meselelerine. Öncelikle ben daha önce akışına kapıldığım birkaç mim dalgası sonrasında kimseyi mimlememeye hatta pasları da almamaya karar vermiştim. Bi’kere bana gelen pasının çıkış kaynağını bulmadan kesinlikle rahat etmiyorum, sonra benim pasladığım herkesi ve onların pas verdiklerini falan tek tek takip etmeye uğraşıyorum. Pasımı almayanlar olunca üzülüyorum falan. Yani tamamen kişisel uyuzluğumdan ötürü “artık yanaşmayacağım bu mim işlerine” demiştim kendi kendime. O yüzden beni bu 187. sayfa konusunda ilk mimleyen Ümit’e (nazımın da geçeceğini de bildiğimden) sadece yorum yazarak cevap vermiştim. Bir süre sonra Tuncel Ergün’de beni aynı konuda mimledi. Ben mesela kendisinin bloguna arada bir bakardım lakin onun benim blogumdan haberdar olduğunu hiç sanmıyordum, onun tarafından mimlenince sevindirik oldum. Böylece bloglar arası hareket sağlama, tanışma kaynaşma amacı gerçekleşmiş oldu. O yüzden bu pası almamazlık yapamadım. 187/1 kod adıyla başlayan mim dalgası hususunda hem Ümit hem de Tuncel Ergün tarafından 2 kez mimlendiğim için en yakınımdaki 2 farklı kitabın cümlelerini seçiyorum:

Hemen pc'nin yanında Suç Ve Ceza’nın ilk cildi var, yayınlasam mı yayınlamasam mı hala bilemediğim bir yazı için alıntı yapmıştım Raskolnikov’dan. 187/1 de ise diyor ki,

“...bir şey olmadığını söyledi bize. Bir sinir kriziymiş bu...”
Aha aha cümlelerden fal tutsam bu kadar olurdu yani.

Onun hemen altında Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Acılar Denizi kitabının okunmaktan lime lime olmuş annemin gençlik yıllarından kalma bir baskısı var.

187. sayfa da ise "İstanbul Işık Işık" şiirinin son 3 kıtası.

“İstanbul kadeh kadeh sevdiğim
İçtikçe içesi gelir insanın
Sarhoşluğu tutuşup yanmaya benzer
Ve bir gölgedir yalnızlık meyhanelerinde
Seninle dolaşır, seninle gezer”

Bu gece bu şiir hiç olmadı işte....
Neyse.

Bir de bloglar alemin tanrıçası Artemis semalarından gelen bir mim dalgası var; “insanı çıldırtan detaylar”dan bahsedecekmişiz bu kez. Bi’kere bu mim sayesinde ilk kez mimin çıkış kaynağına bu kadar yakınım, bu benim için güzel bir detay. Gelelim çıldırtan detaylara:

  • Bozuk oje. Kırmızı, bordo gibi iddialı renkte ojelerin kurumadan bozulması ya da maksimum kullanım süresi 2-3 gün olan bu renk ojelerin bozulduktan sonra inatla kullanılması. Hakkaten çıldırıyorum.
  • Derdini anlatmaya çalışan insanların olaya dünyanın gaz ve toz bulutundan oluştuğunu anlatarak başlaması. Detay mıdır bilemedim ama özet yapmayı bilmeyen insanlarla karşılaşınca çıldırıyorum.
  • Bir de asla arandığında bulunamayan cep telefonları! O çantanın neresini nasıl giriyorlar aklım almıyor, çantayı baştan aşağı dökmeden bulabilirsem mutlaka ödül veriyorum kendime.

Bu her iki güzel mim dalgasının da bende sonlamasını istemem. Amma velâkin kimseyi mimlemeyeceğim bu kez. Şöyle yapalım, mesela arada bir okuyan ama mesela hiç yorumlaşmadığımız, mailleşmediğimiz birileri varsa onlara olsun benim pasım.

Read more...

seni özledim

Bazen (her zaman?) “seni seviyorum” kadar anlamlıdır “seni özledim.” Çünkü hiç kolay değildir araya başka şeyler karıştırmadan “seni özledim” demek, Türkçede her zaman vurgu yüklemden önceki sözcüğedir ya burada da "sen”dir vurgu. Ve “seni özledim” diyorsanız, bu cümle özlemden çok daha fazlasını ifade ediyordur aslında. Herhalde bu yüzden hep "özledim bee", "özlettin kendini", en iyi ihtimalle “özledim seni yahu” ile geçiştirilir özlemin ifadesi. Oysa “seni özledim” en az “seni seviyorum” kadar güçlü, etkili ve içtendir.

Özellikle erkek milleti mümkün değil kurmaz bu cümleyi. Hele erkek erkeğe söylenmesi söz konusu bile olamaz! Çünkü eşcinsel çağrışımlara sebep olduğu düşünülür nedense. (zamanında bununla ilgili bir araştırma okuduğuma yemin bile edebilirim ama kaynak gösteremiyorum maalesef.) E hal böyle olunca bir hatunun sevdiği adamın ağzından özlendiğini duyması biraz hayalci bir yaklaşım oluyor ister istemez. Normal hayatta kurmadığı bir cümleyi öyle çat diye kurmuyor hiç kimse. Oysa aynı adamlar her gün defalarca kez küfür ettikleri için yanlarında kimin olduğuna aldırmadan (çocuk, saygı duyulması gereken bir büyük, sevdiği kadın vb.) okkalı küfürler savurabiliyor.

Neyse sosyolojik tespitler yapmak değil niyetim. Bu yakınlarda hiç tahmin etmediğim iki kişi “seni özledim”e çok yakın ifadelerle konuşunca epey şaşırdım. Hem söyleyenlere şaşırdım, hem de söyleyişlerine. Biri ; “galiba seninle kavga etmeyi bile özledim” dedi, diğeri; (...dolayısıyla) seni özlediğimi fark ettim” dedi. Hoş her ikisi de çok değil 1-1,5 cümle sonra toparladılar durumu, “kop-gel artık valla özlettin”e, “hadi kızım artık yaaa özledik bee”ye dönüştü cümleler ustaca. “Seni özledim”in o buğulu güzelliği dağıldı gitti. Ben de normale döndüm hemen tabi, unutuverdim sihirli sözcükleri falan. Ama neden bilmiyorum yazmadan duramadım işte. Başka mecralara da yazmıştım vakt-i zamanında bu özlem mevzuunu, o yüzden herhalde güncemde de bununla ilgili bir kayıt bulunsun istedim.
Özlemin benim için sevginin mutlak göstergesi olduğunu, birini söyleyerek diğerini de ima ettiğimi, sözcüklerimi seçerken bunu aklımdan çıkarmamam gerektiğini kendime not düşmek istedim... Bir de tabi kelimelere kafama göre etimolojik analizler yapmanın çok gereksiz olduğunu, böyle deli saçması tespitlerimi kendime saklamam gerektiğini not etmek lazım bir kenara.

Böyle de anlamsız saçmalarım işte, siz ne bakıyorsunuz bana, dönün işinize gücünüze yahu.

Read more...

Salı, Ekim 02, 2007

so tell the giRls that i'm back in town


i’ve been travelling light to reach my final destination diyor ya J.J amca oradan yakalıyor beni. Yol boyunca kendi kendime "nasıldı bu şarkı" diye mırıldandım, gelir gelmez ilk işim bulup dinlemek oldu. Her ne kadar bir erkek vokal şaheseri olsa da, ben de söylüyorum işte:
söyleyin kızlara (sevgililerine mukayyet olsunlar) şehre geri döndüm =D

Read more...

Pazartesi, Ekim 01, 2007

yeşilmişim

Zamansızlık hakikaten yoruyor.
Şimdi ne günlerden, bir cumanın ertesi? Yüzünde haftasonu huzuru yok kimsenin, değil demek. Demek ki birkaç günüm daha var burada, kaç gün oldu ki sahi? Pazar mıydı ilk yağmur düştüğünde. Cumalardan bir sabah mıydı, gecelerden bir Perşembe mi? Neydi sahi?
Neden kaçıyordum ben? Kimden kaçıyordum? Kime kaçıyordum ben?

Kime kaçıyordum?
Doğru soru bu mu? Bilmiyorum. Ama bu güzel bir soru, düşünmeye değer. Düşününce düşü veriyor benim düşlerim, tutamıyorum. Tutunamıyorum. Düşüyorum. Düşünce acıyor dizlerim, ağlıyorum. Kirli yaşlar düşüyor yanaklarımdan, izi kalıyor. Dizim acıyor. Acıyan bakışlara dayanamıyorum, koşuyorum. İçime doğru hızla kaçıyorum. Dizlerimi çekip karnıma, o en küçük çembere saklanıyorum.

**********************

Çok iyi bildiğim o çemberin içinde bu kez hiç bilmediğim bi’şey buldum. Halinden belli ki hep oradaymış aslında. Ben büyüdüm, değiştim, adam oldum sandıkça onu saklıyormuşum meğer. Şimdi çıktı karşıma. Ne yapmalıyım bilmiyorum. onunla kalabilir miyim bilmiyorum. Burada olmuyor mesela. Bu zamansız zamanlarda her an hatırlatıyor bana orada olduğunu. Şehirde yine unuturum, yine saklarım onu biliyorum ama saklamalı mıyım, bilmiyorum. Yazıp anlatsam, “aha işte her şeyin sorumlusu bu” diyerek şikayet etsem sana? Cidden tek sorumlu o biliyor musun? Gerçekten! Son 2 yılın, verilen yanlış kararların, vazgeçilen sözleşmelerin, zar zor unutulan adamların, umut veren mesajların, yazılamayan mektupların, izlenemeyen filmlerin, geri dönülen şehirlerin, gidilemeyen yolların... Her ne olduysa/olmadıysa işte. Ama yazmak için erken galiba, biraz daha baş etmeye çalışacağım önce. Yüzleşmeye gelmiştim madem, yüzleşeceğim.

Peki, ya baş edemezsem? En azından yarayı bulduk, teşhisi koyduk bu kez. Az kaldı galiba.
"At a theater near you coming soon!"

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP