unutmaz mavi
Dolunay var, denizde yakamoz.. Seni düşünürüm. Gecemi aydınlatan gözlerini bir de..
1 yıl önce bugün… 00:07
Söz uçar, yazı kalır, bir şarkı hatırlatır, yazmaktan vazgeçmedikçe bu kız daha çooook hayıflanır…
biRaz ondan, biRaz bundan çokça benden RenkleR
Bu bir günce. Yani bildiğin günnük işte. Günce deyince daha havalı oluyor hepsi o. Ama “biR delinin güncesi.” Peki kim bu deli? Hem deli diye kime denir ki sahi? Sürekli aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar almayı bekleyene mi, kendi kendine konuşana mı yoksa çok çılgın olana mı? Ben hiçbiri değilim, hepbiriyim. "Kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek; delirebilmenin bedelidir kendini keşfetmek" demiş Elif Şafak. Kendimi keşfetmeye çalışıyorum herhalde. Belki de Murakami gibi "olayları sözcüklere dökmedikçe anlayamayan o yeteneksiz insan türündenim."
Çok zekiyim ama yeterince akıllı değilim. Çok iyi yalan söylerim. Aptal insana tahammül edemem. Yalanlarıma kanıyorsa aptaldır. Siler geçerim. Yazamadıklarımı yaşar, yaşayamadıklarımı yazarım. Mutluysam yazmam, niye bırakıp yazayım, tadını çıkarırım.
Özlerim, umut ederim, beklerim, vazgeçerim. Beklentilerimden vazgeçmeyi, özlediklerime kavuşmayı umarım en çok. Çok soru sorarım. Yanlış soruları, yanlış adamlara, yanlış zamanlarda sorup, doğru cevaplar beklerim. Alamam tabi. Daha çok sorarım. Sormazsam kancasına takılır kalır, devrik noktalar koyarım. Devrilir yine kalkarım. Ama hacıyatmaz değilim devrildikçe kanarım.
Limonatayı tutturamasam da keki güzel yaparım. Pilavda da iddialıyım ayrıca. Severim sofralar hazırlamayı sevdiklerime. Ama en çok rakı-balığı severim. Sohbetiyle, deniziyle, fırında tahin helvasıyla. Mangal yakamayan, güzel karpuz seçemeyen adama adam demem… Kahve + tiramisuya hayır dediğim görülmemiştir. Kebap, şalgam, künefe söz konuysa bütün toplantıları iptal ederim. Toplantı masasındaki kurabiyelerin pelit olması bu durumu zerre etkileyemez. Tüm bunları aynı gün içinde yemişliğim de yoktur çok şükür. Yemekteki zeytinyağı mı mısır yağı mı pek ayıramasam da ağzımın tadını bilirim.
İlkokulda ki okuma bayramında herkes mühendis, hemşire olurken ben ev hanımı olmuştum. Sarı bir mutfak önlüğüyle sahneye çıkıp çok kafiyeli bir ev işleri dörtlüğü okuduktan sonra “biraz da erkekler yapsa dünya mı patlar” dediğimde en çok alkışı ben almıştım. Bugün evimin hanımı da değilim, sahnenin yıldızı da. İkisi olmayı da istemedim zaten. Olduğum her şeyin en iyisi olmaya istedim sadece. Tipik kova’yım yani. Biraz ağlak balık etkileri var haritamda, gıcığım onlara da. Bi’de çift sayılara gıcığım. Tek olanları severim ben; 19 candır, 9 şans. 21. yaşım hayatımın en güzel yaşıydı. 25 onun kadar güzel olmasa da “25 bitmeden yapılacaklar” listemdeki hemen her şeyi yaşattı bana. Tek bir şey kaldı listeden. O da olana kadar 25 yaşında kalacağım. 2009 itibariyle ikinci 25imi yaşıyorum. Yaşamaya İstanbul’dan katılıyor, tüm yaşamacı arkadaşlara baş ağrıları diliyorum. Bu cümleyi de met-üstten aşırdığımı her fırsatta söylerim.
Bu kadarım. Ya da çok daha fazlasıyım.
Bir adım var ama bir sıfatım yok.
Yaşıyorum;
unutuyor ve unutuluyorum. Kişileri ve zamanları tam çakıştıramasam da seviyor ve seviliyorum. “One life, live it” dedikleri için yaşıyorum.
Yazıyorum;
bazen unutup kurtulmak bazen de unutmamak için. Belki de unutulmamak için. “Söz uçar yazı kalır” dedikleri için yazıyorum.
Dolunay var, denizde yakamoz.. Seni düşünürüm. Gecemi aydınlatan gözlerini bir de..
1 yıl önce bugün… 00:07
Söz uçar, yazı kalır, bir şarkı hatırlatır, yazmaktan vazgeçmedikçe bu kız daha çooook hayıflanır…
Lakin bir insan işe gitmeyi nasıl unutabilir? Yok yani aklım almıyor. Tamam zaten akıllı biri olduğumu iddia etmedim hiçbir zaman (yani çoğu zaman) (yani tamam kabul akıllı olduğumu bilirim ama bunu dile getirmem genelde) yine de olacak iş değil yahu! Cuma sabahı işe gitmeyi unuttum! Ben, şahsen bizzat kendim işe gitmeyi unuttum!
Şimdi düşünüyorum düşünüyorum, bir cevap bulamıyorum. Bu ne başlayabildik doğru dürüst ne de bitirebildik haller beni bu kadar mı etkiledi yahu? N’oluyo kızım kendine gel 2 dakka. Bi'silkelen bi'dur bi'sakinleş, düşünme artık, bırak, bitti geçti. Oldu da bitti maşallah. Olamadı gitti yaaallah. Bunca hesap kitap neden hala?
Yok verecek bir cevabım. Saflığımdan, iyi niyetimden, salaklığımdan belki de.
İnsan Perşembe akşamı için futbol manyaaa kocaman bir grupla Rusya-İspanya maçını dev ekranda izlemek dururken, eve gidip pineklemeyi seçerse böyle oluyor aslında. Akşam yemeğinde esen soğuk rüzgârlardan kaçıp, odasına saklanıyor. Biraz kitap karıştırıyor. Aklına bir başka kitap geliyor, kitaplığı karıştırırken kardeşinin maliyet muhasebesi notlarını buluyor.…
—Aşk değil, sevgi değil başka bi’şey bu ama ne, neden atamıyorum aklımdan bir türlü?
—Alternatif maliyeti çok büyük oldu bu ilişkinin, o yüzden sindiremiyorsun hala.
—Fırsat maliyeti neydi alternatif maliyet neydi? Bence fırsat maliyeti daha büyük oldu.
—Aynı şey onlar be, sen diplomayı bakkaldan da almadın halbuki, topla şu kafanı artık kızım.
—Evet, bence de. Ben mesela bu adamla tanıştığımda spora başlamış olsaydım ve onunla geçirdiğim saatleri spor yaparak geçirseydim şu anda Madonna gibi bir vücudum olabilirdi.
—Ya ya diğ mi? Bu örnek verdiklerimizin neden hepsi sarışın oldu kuzum?
—HaHaHa, var ya sarışın bi’hatunla beraberse çok gülerim ha!
—Oooo level atlamışız hayırdır. Sana ne? Kiminleyse kiminle bunların hesaplarını mı yapıyorsun?
—Off hayır yapmıyorum. Keşke onu tanıdığımda yapmakta olduğum şeyden vazgeçmeseydim. Ona bu kadar bağlanmazdım o zaman.
—Sen onun yüzünden vazgeçmedin o "şey"den bu biiir.
İkincisi o şey gerçekleşseydi hayatın boyunca mutlu olamayacaktın zaten.
—E hala mutlu değilim ki. En azından o zaman başarılı ama mutsuz olurdum.
—Şu anki mutsuzluğun tamamen amaçsızlığından şekerim. Sapla çöpü karıştırma birbirine.
—Off bilmiyorum. O gayet iyi bir bahaneydi vazgeçişim için.
—Ama bu herhangi bir ilişkiyi başlatmak için iyi bir bahane değil şekerim. Anlas artık bunu. Bırak dağınık kalsın böyle. Bak şurada ne güzel demişsin “olmuyorsa olmaz yani. ‘Hayatta her şeyin bir sebebi var’cılar”dansın sen.
—Öyleyim di mi?
—Öylesin, üstelik eşsiz bir kar tanesisin. O yüzden bozuyor bu sıcaklar seni, kalk bi’duş al serin serin…
Bu kadar düşünce bünyeye zarar tabi. Duşun ardından serin serin uyku iyi geliyor. Sabah her zamanki saatinde kalkıyor, daha yataktan çıkmadan aklından geçiriyor; “Bu gün önemli bi’şey mi vardı sanki bi’şey mi unuttum ben” kalkıp banyoya gidiyor. Türk’ün aklı ya kaçarken ya yüzünü yıkarken hesabı, tilink bir ampul yanıyor başının üstünde.
“Bu sabah toplantı vardı!!!”
Saate bakıyor, başlayalı yarım saat olmuş… Işınlanmayı hala icat edememiş bilim insanlarına bir küfür savuruyor. Sonra utanıp geri alıyor küfrünü, kendine çeviriyor. Bir insan işe erken gideceğini nasıl unutabilir. Bir insan sabah ilk iş toplantıya gireceğini nasıl unutabilir. Üstelik daha 1 gün önce yöneticisi kendisine “şu yeni projeyle ilgili önerini bu toplantıda mutlaka dile getirmelisin. İ. Bey senin fikrin hayata geçerse başında olacak en üst düzey yönetici. Ben değerlendirmeye aldığımız önerilerden bahsederken topu sana atarım, sen detaylı olarak açıklarsın önerini” diye süper ötesi bir teklif yapmışken.
Geçiş hedeflerimle ilgili böyle müthiş bir fırsatı yakalamışken, o toplantı için işe 2 saat erken gideceğimi nasıl unutabildim hayretler içerisindeyim. Utancımdan nereye gireceğimi bilemedim şirkette. Bir de normal mesai saatimiz geldi üstünden 1 saat geçti hala kimse yok ortalıkta. Uzadı da uzadı, bir türlü çıkamadılar, stresim iyice tavan yaptı. Gerçi ilginç bir şekilde benim fikrimle ilgili konu hiç açılmamış. Şu anda lansmanı yapılmak üzere olan projeyi didiklemişler 3 saat boyunca. Ama çıkan herkes çok verimli geçtiğini söyledi, konuşulanları duyunca bir kat daha arttı kaçırdığım için duyduğum pişmanlık.
Sonra bizim big sister esti gürledi tabi. İşin kötüsü toplantıyı tek kaçıran ben değildim ve toplantı sırasında da ciddi gerginlik yaşandığı için kendisi hırsını biz gelmeyenlerden aldı. “Hepinizden yazılı savunma istiyorum, geçerli bir mazereti olmayanlara yazılı uyarı vereceğim” diye gürledi ve terk etti binayı. Artık kendisinin muhteşem bir hafta sonu geçirmesi için dua etmekten başka çarem yok. Belki keyifli bir hafta sonunun ardından, Cuma gününü unutmuş olur ve pazartesi sabahı bizi biraz kalaylayıp, işimizin başına yollar. Yoksa bu ilişkinin maliyeti, alternatif maliyeti, marjinal maliyeti, sabit maliyeti ve daha başka neyi varsa hepsi işte çok büyük olacak, ÇOK Hatta uzun dönem artan maliyet kavramına en iyi örnek ben olacağım bu gidişle...
dibine not:
—kızım ben Maria’yı bu yıl avusturalya açık’ta şampiyon oldu diye örnek vermiştim, başarılı kadın manasında yani, o fotoğraf ne öyle be?
—ben kolundaki saati merak ettim, ne marka acaba? Süper görünüyor.
Özlem, bütün dünyanın grileşmesidir :
her şeyin renksiz bir arka plan haline gelerek,
yalnızca o geçmiş rengin, bütün dünya içinde
tek renk olarak görülmesi -
bütün dünyaya ancak onun renk verebilmesi...
Özlem, dünyaya renk veren griliktir.
Oruç Aruoba/ UZAK II. BÖLÜM "ÖZLEM ÇEKENE KILAVUZ"
Biraz cips; acılı, büyük bir bardak kola; soğuk. 1000mg.lık 5 günlük dozun ardından 800 mg.lık 10 tablet daha; antibiyotik. Hımm kolanın gazı kaçmış, neyse içmemem gerek zaten, az gazlı iyidir.
4 gün işe gidememek fena. Bir anda ev kızı moduna geçiyor bünye. Ütü konusunda bir felaketim, çamaşır asma tarzımı annem onaylamıyor, yeterince pratik değilmiş, yemek yapmayı unutmuşum. Herhalde 2 yıl oldu salatası, mezesi, pilavı, peçetesiyle baştan sona bir sofra hazırlamayalı. Oysa sofra mutluluktuR. R sonradan geldi cümlenin sonuna. Di’li geçmiş istemiyorum artık. Ya hep ya da şimdi. Aa şöyle bir şeydi vardı sahi: “Time waits for no man. Yesterday is history. Tomorrow is a mystery. Today is a gift. That's why it is called the present.” Eleanor Roosevelt’in sözüymüş sanırsam.
Daha böyle tek bir cümle kurabilmiş değilim hayatımda. Kurmalı mıyım, bilmiyorum. Herkes her şeyi yapamaz diğ mi? Sahi ben ne yapmak için geldim buralara acaba? Çok fazla soru soruyorum diğ mi? Herkese her şey hakkında sorular sorabilirim ben, hiç bitmiyor soru işaretlerim benim. “İyi”, “Doğru” sorular sorabiliyor muyum orası tartışılır. Belki de vazgeçmemeliydim çocukluk düşümden. Hukuk okumalıydım. Belki de hala okumalıyım. Ya da bu yakınlarda gidip biraz T.yle vakit geçirmeliyim. Hevesim geçer belki. Ya da heveslenirim daha çok. Bir amaç edinirim kendime belli mi olur?
Amaçsız bir insan olarak cumartesi akşamı oturdum cine5’te "Interstate 60" izledim. Bir film ancak bu kadar tesadüfe konu olabilirdi. Oldu. Nasıl diyordu O.W. Grant: “Every event is inevitable - if it wasn't, it wouldn't happen.” Hiç dikkatimi çekmeyen sahneler varmış filmde. Bir de güya bi’kez daha izlersem mutlaka dikkat edeceğim araba sesi efekti vardı. Ama öyle kaptırmışımki kendimi , o sahne film bitince aklıma gelebildi ancak. Mesela tam o avukatlarla dolu şehre girmeden önce cold-warm yazan tabelanın önünde epey düşünüyormuş Neal. Kızın olduğu yola mı sapmalı, yoksa paketi teslim etmek için dümdüz devam mı etmeli diye. Bu hiç dikkatimi çekmemişti. Paketi boş verip kıza doğru gitmeye karar veriyor mesela. Ben öyle bir anlaşma yapmış olsam kesin yoluma giderdim gibi geliyor. Hâlbuki insan aşkının peşinden gitmeli. Elim telefona uzanıyor. Oysa bütün numaraları sildim çoktan. Peşinden gidebileceğim kimse yok rehberde. Ama O peşimden geliyor. Okuyor yine güncemi. En son cumartesi 18.24’te gelmiş. S.yle onun hakkında yaptığımız konuşmayı okumuş olmalı. Fazlasıyla yanlış anlamış olmalı. Hatta sırlarını başkalarına anlattığım için kızmış olmalı.
Bu çok büyük haksızlık. Ben onun hakkında hiçbir şey bilmez öğrenemezken o benim hakkımda her şeyi takip edebiliyor. Bence bu akşamda gelecek. Bu yazıyı görmese diye gece yarısına mı kursam yayın saatini acaba? Yazmak ilk kez rahatsız ediyor. Niye normal insanlar gibi yaptığım kurabiyelerden, firefox’un rekor denemesinden ya da haber portallarından aşırılmış copy-paste haberlerden bahseden bir blogum yok benim. Bok mu var yazıyorum her şeyi ulu orta? Şu son cümleyi soru cümlesi haline getiren öbeği konuşurken kaç kişi duymuştur ki benden, yazarak herkese açık ediyorum içimdeki küfürbazı. Emektar defterlere geri dönmek iyi bir fikirdir belki de.
Geri dönmek, gitmek, varmak... Gitme demek mi daha ikna edici, kal demek mi acaba? Sormuştum daha önce, hala bilmiyorum yanıtını. Acayip bir havası var ikisinin de. “Kal” daha emir cümlesi kıvamında. “Gitme”yse daha çaresiz sanki. “Gitme kal” en güzeli belki de, bilmiyorum.
İyi ki kimse bana “gitme” demiyor. Yoksa gidemeyişimin bütün suçunu onun üstüne atardım. "Senin yüzünden kaldım buralarda mahvettim hayatımı " der, kurtulurdum yükümden. Şimdiyse habire kendimle cebelleşiyorum. 'Gitmenin önündeki tek engel sensin salak' diyorum. Sonra da duymazlıktan geliyorum. Hah! Kendimi bile iplemiyorum artık. Biri gelip beni cimciklese iyi olacak. Kırmızım gelse artık, silkeleyip uyandırsa beni bu öküzün rüyasından. Kimin tasviriydi bu? “Hayat belki de bir öküzün rüyasıdır, sinek öküzün burnuna konar, öküz uyanır, hayat biter.”
Acaba benim kırmızımla beyazım aynı olacak mı? Gerçekten merak ettim bak. Galiba asıl soru, ‘acaba benim kırmızım olacak mı?’. Çünkü iyi kötü bir beyazım olacak hayatta ama ya kırmızı? Kırmızı-Beyaz bir arada ne kadar “milli” duygular hâlbuki. Şehitler, bayrak, Euro 2008’de yarı finale kalan A milli futbol takımımız falan. Ben tutmuş neler diyorum! Peh!
Yahu antibiyotikler 3 güne bitecek, onlar bitince de hem hastalık hem üzüntülerim geçmiş olacak dedim ya, kendi kendime bir çeşit plasebo etkisi yarattım sanırım. Antibiyotik antidepresan etkisi yaptı. Üzüntü, hüzün hiç bi’şey kalmadı pms’ye rağmen gayet keyifliyim. Lakin farenjit olduğu gibi duruyor, hatta sanki daha bile kötüye gidiyor. Anlayamadım bir türlü. Bugün 3 günlük raporum bitiyor. Yarın sabah son ilacı içeceğim. Ve işimin başında olacağım, olmam gerek. Ama bu sesle çalışabilir miyim bilmiyorum. Şirkettekiler 3 gündür yoğun bir telefon trafiği olduğunu söylüyorlar. Eh kapıda yazan tabelaya bakınca aksini düşünmek mümkün değil zaten de ben bu sesle nasıl çalışacağım o fazlasıyla düşündürüyor işte.
Şu huyumdan vazgeçebilsem gerçekten huzurlu bir insan olabilirim belki de. Yarınki işi yarın düşünürsün kızım. Ne diye şimdiden kurcalıyorsun kafanı. Hayret bi’şey ya.
Hayatın garip olduğunu, vapurları kuşları falan pek çok kez yazdım buraya. Bir kez daha yazmakta beis görmüyorum. “Hayat ne tuhaf, vapurlar filan.” Geçen hafta, ‘haftaya Salı pazarına tekrar gitmek için iş yerine ne bahane uydursam acaba’ diye düşünüyordum. Bu hafta raporluydum. Salpa’ya gitmemek için hiçbir sebebim yoktu. Doktorcumda göztepedeydi zaten, oradan çıktım hoop pazara.
Geçen haftaki saatçiyi buldum. Geçen hafta methiyeler düzdüğüm adamı bu kez ayıpladım. Çünkü benim siyah kadranlı saati getirmemiş. İşin kötüsü beyaz kadranlı da yok. 'Eh' dedim 'napalım, kaybettin şansını haydi hayırlı satışlar.' Biraz ilerde 10 liraya süper gömlekler vardı. “zara, mango, İspanyol modası bunlar koş koş” diye bağırıyordu. Koştum baktım. “türk malı mı bunlar” dedim. “halis muhlis abla” dedi. Bi’tane pembe gömlek aldım kendime. 2 tezgâh yanda gerçekten “zara basic” etiketli bir gömlek 5 liraya satılıyordu. Hem de mavi çizgili. Onu da aldım hemen. Boğaya doğru çıkarken bir iki saatçi olduğunu hatırlıyordum o tarafa doğru yöneldim. Sevgilileriyle alış-veriş yapan hatunlar gördüm. “yaa hiç insan sevgilisini Salı pazarına götürür mü be?” diye yargılamaya başlamıştım ki, vazgeçtim. Takdir ettim o hatunları. Ben vitrinde denemezsem 3 gün 3 gece uyuyamayacağım bir parça görmediğim sürece herhangi bir hazır giyim tükkanın kapısından sokmam sevgilimi. Ama n’oluyo ben böyle yaptığım için kaybediyorum. Adamı el bebek gül bebek pamuklar içinde büyütünce sıkılıp kaçıyor sonunda. Böyle pazar çantası gibi yanında gezdireceksin, nazdan kapristen adama gına getireceksin ki kıymetin olacak. Bi’de bebek gibi konuşup “sevgülüüüümm bunun pempesi mi daha çok yakıştııı mavisi miiiiiiii” dedin mi tamamdır. Adam içinden küfrü bassa bile “al hayatım ikisini de al, niye düşünüyosun?” dediği sırada kredi kartını da çıkarmış oluyor zaten. Eh bir insan sevgilisinden daha ne isteyebilir ki?!
“İstemez abla istemez! Ütü falan istemez bu örtüler, yıka, kurut, ser masaya. Dertsiz örtü bunlar” diyen satıcıdan yanıtımı alınca gülüp yoluma devam ettim Tam o sırada bir başka saatçi daha buldum. Kadıköy’ün pek sevgili kokoş teyzeleri sarmıştı tezgâhın etrafını. İzin isteyip yer açtım kendime.
“Paris Hilton’ da benden alıyor bikinisini mayokinisini abla, bakmadan geçme, bodrum’da paparazzilere demode mayolarla yakalanma!” diyene dayanamadım sordum, “Yardımcısını mı yolluyor, kendi mi gelip seçiyor Paris hanım bikinisini?” “vay vay vay ablama bak, sesi çıkmıyor ama biliyor sosyetinin raconunu.” “Boşver abla paris’i hilton’u ben sana şöyle bir kırmızı vereyim bak yanınca çok yakışır” “tatil yok bana bu sene, sana hayırlı işler”
Güneş gözlüğü takınca değişen insanlar vardır ya, ben de koluma saati takınca bir acayip oldum, yürüyüşüm falan değişti. Elidor reklâmlarının havalı saçlı kızlara döndüm bir anda. Özlemişim saat takmayı, pek mutlu oldum nihayet alınca. Hatta o kadar ha vaya girdim ki 'siyah kordonlu her şeyle uymaz, bunca havaya girmişken açık renk kıyafetlerle saatsiz kalmayayım' diye düşünüp tam pazarın çıkışından bir tane daha saat aldım. O biraz daha vasat tabi, çünkü sadece 5 lira. Böylece 50 liraya 2 gömlek, 3 sütyen, 2 saat alarak günümü tamamlamış oldum. Hatta bu kadar karlı bir alışveriş yaptığım için kendime hediye olarak bir de geçenlerde bir yerde kendisine atıf yapıldığını görüp merak ettiğim “İnsan Mühendisliği” kitabını da aldım. Bu aralar okuma hızım iyice yavaşladı. Kendime biraz gaz vermek için 566 sayfa yeterli olur umarım.
Şimdi gidip ılık bir şeyler içerken kitabımı biraz karıştırayım. Acaba iş dönüş trafiği başlamadan biraz dışarı mı çıksam? Hafta içi İstanbul’unu da değerlendirmek lazım yahu… Tüh bilemedim şimdi…
dibine not: bi'şi dicem; sakın kimse çıkıp, "rolex daha güzelmiş" demesin ha, aklım kaldı zaten. haftaya bi'daha salı pazarıyla falan uğraşmayalım sonra =D
Boğazım çok acıyor. Doktor 1000 mg. antibiyotiği dayadı yine. Bu farenjit belası başka türlü geçmiyor zaten. Habire ılık bi’şeyler içmekten gına geldi. Yarın bir de iş var. Ve bi’dünya telefon görüşmesi yapmam gerekiyor. Off ki off. Aman niye ofluyosam. Gerekirse öğleden sonra basar çıkarım. Göbek bağımız var sanki şirketle.
S. yi aradım bugün. Kelimenin tam anlamıyla sıçtı ağzıma. İyi de oldu doğrusu, kendime getirdi. Hele son dakikada bütün olaya bir teşhis koyuşu vardı ki… İnsanın hatalı olduğu zamanlarda böyle acımazsızca eleştiren, yerin dibine sokup çıkaran bir dostu olması güzel. Bana demişti zaten çok önceden. Bu defteri en son kapadığımda demişti. 'Ne köy olur ne kasaba sizden, yapamayacağınız belli, adam kendini biliyor yanaşmıyor sana, bıraksende hiç çabalama' demişti. Hepsini tek tek demişti. Ben gittim naptım, o bunları hiç dememiş gibi başa sarmaya çalıştım bütün filmi. Yemedi tabi. Cesaret isterdi 2 kez aldattıktan sonra “tamam varım” demek, diyemedi O da. Ha, bunca yalanın ardından katıksız bir saflıkla “ya gel gir içeri ya da çek git” demek gereksiz bir delilikti. Oda bana mahsus zaten.
Telefonu kapatmaya yakın, ben artık “haklısın”, “evet demiştin” demekten yorulmuş başka bir cümle türetmeye çalışırken, küt diye sustu bizim hatun. 10 saniye falan hiç sesi çıkmadı ben hat mı kesildi acaba diye bakarken resmen gürledi:
“Bana baak, bu adamın ne sorunu var?”
“Yani evet benim gibi bir hint kumaşını bulmuşken birlikte olmaya bir türlü yanaşmadığına göre… “
“Kes zırvalamayı da bu adamın sorunu ne onu söyle; uyuşturucu mu kullanıyor, şizofren mi, alkolik mi, ne tedavisi oluyor?”
“Hönk!”
“Bu herifin bir sorunu yoksa bana da S. demesinler. Sen bana yok de, ben oraya gelip kendi elimle yapıcam aranızı, nikah şahidiniz olucam ulan, sen bana normal olduğunu söyle, yarın ordayım, gelinliğini bile ben alıcam!”
“Ya ne alakası var S. cim. Bak büyük laflar ediyosun hem gelinlik falan biliyosun İtalya’ya gidilecek onun için”
“Sıçtırtma İtalya’ya şimdi hadi ‘hiç bi’sorun yok, gayet normal birisi, öyle kendi çapında çapkın falan sadece’ de bana”
“Ne alakası var ya?”
“Sen, bu adam gerçekten sorunlu olmasa bu kadar uğraşmazdın, bu kadar koşmazdın peşinde. Asıl sorunlu sensin kızım. Önce senin tedavi görmen gerekiyor bi’kere. Allaaan danası! Salak sen bu hayata doktorculuk oynamaya mı geldin sanıyorsun ne diye uğraşıyorsun bu hasta insanlarla anlamıyorum ki.”
“Şşşşşşş ayıp oluyor ama...”
“Git işine yaa. Ayıpmış. M.yi adam ettin topluma kazandırdın yeni hastan ne tedavisi görüyor, yoksa psikolojik falan mı bu sefer, aile doktoru falan da var artık bu konuda, ona da önerdin mi bari?”
“Yok kızım ben seninle arkadaşlığımı kesiyorum artık. Yeter be bu kadarı fazla. Her boku bilmesen olmaz di mi? seni arayanda kabahat zaten. Sus tamam hadi sonra görüşürüz. Kapadım ben”
“Ben biliyorum malımı işte. Sorunlu birini buldun kabardı anaç damarların tabi. O iyileşecek siz de sonsuza kadar mutlu bir hayat yaşayacaksınız hayalleri de kuruyor musun bari? Ah yavrum benim. Kıyamam ben sana ya. Ama sende haklısın bebeğim çıkmadı ki şöyle normal bir adam karşına. Hangisini tutsan elinde kaldı. Sende uzmanlaştın tabi, sorunlu adam paratoneri gibi çekiyosun hepsini etrafına. Başka türlüsü gelse dengem şaşacak diye korkuyosun, bulduğuna yapışıyosun böyle. Bak gerçek hayat böyle değil kuzum. Normal insanlar normal flörtler yaşayıp ilişkiye başlıyorlar böyle daha başında aylarca sürünmüyor işler. Sen elini tutuyorsun. O da öpüyor dudağından al sana aşk! Bu kadar yani. Daha karışık değil.”
Ben bu cümleye varana kadar çoktan ağlamaya başlamıştım. Epeyce bir ağladım, o da konuştu hiç susmadan sağ olsun. Yarayı bulduk. Kanattık da kanattık. Arada beni bi’posta daha sıvadı, bu durumu ona daha önce anlatmadığım için. Sonra topluma kazandırdığım diğer hastalarımı çekiştirdik. Kapatırken epey ferahlamıştım. Gerçi bu sesle 1,5 saatlik bir telefon görüşmesi epey yordu ama bu 2 günde olan tüm yorgunluğumu farenjite havale ettim ben. Bu bet ses, bitkinlik, yorgunluk, bir türlü ağlayamama hali falan hepsinin müsebbibi farenjit.
Şu antibiyotik bir bitsin hepsi geçecek bak. Bu gecekini saymazsak 3 günlük dozum kalmış. 3 gün sonra hepsi bitecek. Semptomlar düzelmeye başladı bile. Şimdi biraz maça bakayım, sonra da yatayım. Yarın güzel bir gün olur belki. Belki şehre bir film gelir. İklim değişir belki, akdeniz olur. Belli mi olur?
Read more...Hayır ağlayamıyorum. Olmuyor bi’türlü. Doluyor doluyor doluyor, 1 damla süzülüyor uzun uzun yol alıyor yanağımdan boynumda. Bitiyor. Demek ki gerçekten üzgün değilim. (Mi acaba?)
Yazmak güzel şey. Sıcağı sıcağına yazdıklarıma baktım da. Hakkaten kafam karışmış. Darmadağın yazmışım, bir dolu imla, cümle hatası da cabası. Şimdi bi’kere şu konuda anlaşalım ben bunu gerçekten beklemiyordum-beklemiyormuşum. Nasıl oldu da bir anda basıp gitti şaştım kaldım. Telefonu facebook arkadaşlığını silmekle olacak iş değildi bizimki. En mühim bağımız msndi. Adam kopardı attı. Helal olsun. Epeydir günceye de uğramıyor zaten. Alkışlar kendisine. (Ben de o yüzden bu kadar rahat yazabiliyorum zaten şu anda) Sırf o okumasın diye başka yerlere yazdıklarımı da taşıdım arka sayfalara. Oh kişisel bütünlüğümü de sağladım kafam rahat. (gizli kalması değil derdim. bir türlü elim varmıyor kilidi açmaya. linkleri gören ses versin, yeter)
Bugüne kadarki msn loglarına, mesaj kayıtlarına, görüşmelerimizde olan bitene kısaca yaşadıklarımıza bir daha baştan aşağıya baktım bu vesileyle… Yüzleştim kendimle. Bak neler buldum, bilinçaltımda.
Aa bilinçaltı demişken Tam şu anda rüyam geldi aklıma. Onu görmek için bir basket sahasına gitmişim. (ben iş çıkışına tünemeyi düşünmüştüm =)) Tek başına oynuyor. Kaçan topunu yakalıyorum. Beni görünce gülüyor kocaman. Konuşuyoruz, neler konuştuk çıkaramadım şimdi. Sonra birden deniz kenarındayız. (Maltepe sahildeki basket sahasına gitsem görebilir miyim acaba, bu rüya buna mı dalalet =)) El ele yürüyoruz. Mutluyum galiba. (zaten onunla olup da bir türlü “mutluyum” diyemedim, rüyada bile belli belirsiz hislerim) son hatırladığım koridor gibi bi’yerde arkasını dönmüş yürüyor. Arkasından sesleniyorum. Bakıyor. “hoşça kal sevgilim” diyorum. “sevgilim” vurgusu öyle baskın ki sanki ona ‘bak biz artık sevgili olduk, sen şimdi git ama sonra gene gel mutlaka’ demek istiyorum. Bir kolunun altında basket topu, diğer kolunu kaldırıp el sallıyor. Ve arkasını dönüp yürüyor karanlık koridorda.
Sanırım bu kez gerçekten bittiğini kabullenmem gerekiyor. Karanlık koridorda yürüyüp gitmesinin başka ne anlamı olabilir ki? Radyo açık, şarkı fallarına hep inandım ben. Son kez diye şarkı tuttum “unut beni sevgilim ben unutmuyorum” çıktı. Demet Akalın’dan şöyle nefret dolu bir şarkı çıkana kadar “bu sefer son” diye kim bilir kaç tane şarkı daha tutacağım. O'nu en son nasıl gördüğümü düşündüm de şimdi, rüyamda ki gibi arkasına dönmüştü, arabaya biniyordu...Bak yine aynı şey. Bikaç damla yaş sadece. Gürül gürül değil bir türlü.
Yüzleşme diyordum. Rüyayı hatırlayınca kötü oldum bak. Sabahtan beri yüzleştiklerimi bir türlü toparlayamıyorum. Keşke not alsaymışım. Neyse başka sefere belki.
Bir yazı gördüm arşivde normalde dikkatimi çekmezdi ya, "kıRmızımsı" demişim şaşırdım. 'Ben kırmızıya hiç yaklaşmadım bile' diye düşünürken açtım okudum. Tesadüfler işte! Bir anlamı olmalı mutlaka(?) Geçen yıl tam bu zamanlar yine interstate 60 filmine gönderme yapmışım. Bir de bahsederken 'route 65' demişim. Bu yıl 'route 69' diye neremden uydurdum acaba =)) Yine O'ndan bahsetmişim (tek cümle ama ben biliyorum ya) umutluymuşum. Şimdi yine aynı film, yine O. Ne kadar uzun bir hikayeymiş bu...
Filmin adını nihayet öğrendim. Bakalım seneye bu zamanlar neler olacak? Merak ettim bak şimdi. Bir paragraf boşluk bırakıyorum kendime. Seneye bu zamanlar doldurmak üzere…
Bugünse boğazım çok acıyor, sesim kısık. Sanırım doktora gitmeliyim. Cumartesi öğleden sonra nereden doktor bulunur ki ya? Off!!!
ben bu adama gerçekten aşık olmadım ki. niye bu kadar hüzün bir çözebilsem.
Bir film vardı. Bi’çocuk elinde sorularına evet ya da hayır diye yanıtlar veren bir topla yolculuğa çıkıyordu. Route 69 mu ne adı, tamamen uyduruyor da olabilirim.
Yolculuk sırasında acayip tiplerle karşılıyordu, bir yandan hayatın anlamını arıyor bir yandan da hayatının aşkına ulaşmaya çalışıyordu falan. Bir otostopçu kadın aldı arabasına. Kadın önüne gelen herkesle yatıyor ve bunları da tek tek yazıyor defterine. Güya o da yeryüzündeki en iyi seksi arıyor. Bizim esas oğlanı da epey bi’baştan çıkarmaya çalıştı. Çocuk tam tongaya düşecekken uyandı. “hayır, seninle seks yapmayacağım o listedeki binüçyüz bilmem kaçıncı adam olmayacağım. Ben tek adam olacağım. Seninle yatmayan tek ve listenin başındaki kişi olacağım sen de ömrünün sonuna kadar benim nasıl seks yaptığımı, yeryüzündeki en iyi sevişen adamın ben olup olmadığını merak edeceksin” dedi ve kadını arabadan indirdi.
Benim esas oğlanda böyle bir şeyin peşindeymiş anlaşılan. “hiçlik belki daha çok şeydir hayat denen şu karmaşada” dedi ve beni msn listesinde engelledi. (silmiştir belki de bilemiyorum) (silmiş evet öğrenmek pek zor olmadı) Engellemeden önce telefonumu sildiğini de araya uygun bir üslupla sıkıştırdı. Ben pek anlamadım n’olduğunu. Daha dün gece “seni özledim”, 1 ay önce “seni seviyorum başka da diyece bi’şeyim yok” diyordu halbusi.
Anlamadım n’olduğunu ama üzüldüm doğrusu. Ağlar gibi yaptım. Böyle 1-2 damla süzüldü falan. Tam sevindim, günlerden sonra nihayet ağlayacağım sandım. Arka pencereden Y.cim saçma sapan bi’şeyler söyledi güldürdü beni. O arada crick online oldu, selam verdi lafa tuttu sağolsun, ben Ipod’u şarja taktım, fotoğraflarını sildim, yeni şarkılar yükledim falan derken… Lan, hani ben oturup ağlayacaktım. Adam bana bal gibi ‘sen beni elde edemedin, şimdi hayatının sonuna kadar otur beni düşün’ deyip gitti. Hiç böyle reddedilmemiştim doğrusu. Hatta galiba ben hayatımda hiç reddedilmemişim. Ağlamak için daha iyi bir sebep olamazdı. Babamın son despotluğunda bile iyi bir sebepti bu. (yok hayır düşündüm de o daha iyi bir sebep aslında ama onun için ağlamaktan başka şeyler yapabilirim, bu konu için ağlamaktan başka yapabileceğim hiç bi’şey yok) Ve fakat ben buna rağmen şöyle anıra anıra ağlayabilmiş değilim. Ice-tea kalmamış dolapta acaba soda var mıdır onu düşünüyorum. Gündüz işyerinde yediğim barbunya gaz mı yaptı mı ne böyle bir şişkinlik midemde, fena.
Hayır, ben kendimi biraz biliyorsam bu hiç hayra alamet değil. Hiç değil hem de. Bunun bi’yerden çıkması lazım yani. Yoksa yarın sabah mesela serviste katılıp kalırsam hiç şaşırmam doğrusu. Yaa off, gene hafta sonu geldi bak. Millet hafta sonu boşta kalsın diye bakar. Ben cumartesi evde olduğum haftalara lanet okuyorum nerdeyse. “hafta sonlarını sevmiyorum çünkü içini dolduramıyorum” demiştim diğ mi?
Diğ mi? Diğ mi?
Çok pis takıldı bu laf ağzıma. Her soru cümlesinin sonuna "diğ mi? diğ mi?" diye ekliyorum. Bu sabah servis beklerken hangi minibüslerin istediği istikamete gittiğini soran yakışlıklıya bile aynı şeyi yaptım. “servise beklemek için pek uygun bi’yer değil sanırım” “diğ mi, diğ mi?” gülüşmeler falan. N’oluyoruz kızım dedim kendime, ne bu kırıtmalar falan. Ağır ol azıcık sen bugüne bugüne mail attın müstakbel sevgiline. Akşam arayacak seni her şeyi sil baştan alacaksınız. Hah! Asıl konumuz da oydu zaten diğ mi? Benim oturup ağlamam lazım acilen. Ciddiyim bak. Reddedildim ulan?! HaHa. Şaka gibi ya. Telefonuma da silmiş üstelik.
—Kızım gülmesene kendi kendine be. Git yat bari. Kulaklığı takmadan önce şarkıları da karıştır. Kesin ağlatacak bi’şey çıkar.
—Hiç yatasım yok valla. Daha oje sürmem lazım zaten.
—E oje sürecektin madem niye bilgisayar başına geçmeden sürmedin şapşal, şimdiye kururdu, yatağa girince yorgan izi oluyor sonra.
—Ha evet oje diğ mi? Bordonun üstünde böyle çizik çizik yorgan deseni çıkıyor falan. Derdim de oydu zaten ojenin üstündeki “yorgan izi”.
—Otur ağla o zaman. Allah Allah!
—Haaaa hakkaten Allah ya. İyi hatırlattın bak onu. Bu gece Perşembe. Söyliyim de dedeciğime iyi baksın oralarda. Hava’ya bir selam yolasın benden. Filiz teyze’nin de ölüm yıldönümüydü sanki bu günler. İnsanlar ölüyo lan. Çok fena.
—Hah şöyle. Akıt o yaşları biraz, anırma ama sessiz sessiz ağla. Hayatın geçip gidiyor. Düşün de ağla.
Hani kağıt keser elini, yanar, bir bakarsın kan damlamış sayfana. Acır.
Sonra bir şarkı başlar. Acıtır.
Hangisi acıdır?
“Hayat bi’durmadı be!” diyor dizideki adam. Üst üste yaşanan olaylardan bunalmış “hayat bir durmadı be!” Ben bir türlü başlamamasının derdindeyim, adam durduramamaktan şikâyetçi. Hayat bir acayip. Geçenlerde bi’yere “hafta sonlarını sevmiyorum çünkü içini dolduramıyorum” yazmışım. Değiştiriyorum, “hayatı sevmiyorum çünkü içini dolduramıyorum.” Ama böyle söyleyince de pek depresif oluyor. “hayat hiç sevilmez mi, her gün yeni güneş, kuşlar böcekler mevsimler yaşanacak uzun yıllar” falan.
Yağmur bir türlü yağamıyor. Çarpışıp duruyor bulutlar…
Yine tartışıyoruz babamla. Çok kızgın bu kez. Dile gelmez laflar ediyor. Lanet olsun ki haklı! Evet, hatalar yaptım. Ama ben de istemedim ki böyle olmasını. 2007 Şubatında verdiğim kararı eleştiriyor. Bi’dur da ayna bak be adam; “ne yaparsan yap ben senin arkandayım” demedin mi bana vazgeçerken. Madem yanlış olduğunu biliyordun bu kararın, “sen hele bir yola çık, dönmek istersen ben hep arkanda olurum” deseydin ya. Söyleyecektim sana bunu. Tam dilimin ucuna gelmişti ki senin sesin titredi: “kimse bana bi’şey yapamaz ama sen beni bitirirsin.” Ne demek bu? Bu bile yeterince ağır bir yük değil mi tek başıma taşımak için? Bunca karar almak için çok küçük değil miyim ben? Büyümüşüm ama, karşında ağlamıyorum artık.
Güçlü bir ışık yanıp sönüyor… Yağmur bastıramıyor bir türlü.
Şirket, kariyer planlarımın için ediyor. Ay sonu değerlendirmesinde dibe vuruyorum. Birincilikten bu yana adım adım düşüyorum zaten. Üstelik hangi pozisyonda devam edeceğim belli değil. 'Özel proje yaptık seni seçtik dediler', ne gelen var ne giden. Yolun kenarındaki çalı olmak kötü bir fikirmiş sanırım. Ayrık otları öyle çoklar ki, onlara kapılmadan yeşil kalabilmek öyle zor ki… Evet, yine yanlış bir karar vermişim anlıyorum.
Kocaman bir gürültü titretiyor camları. Yağmur ıslatamıyor bir türlü.
Benim kara kara oturup geleceğimi düşünmem, kaybolan ehliyetimi ve pasaportumu yaptırmam, bana vize veren ilk ülkeye bir uçak bileti almam ve hala “gitme” diyecek hiç kimse yokken hayatımda, basıp gitmem gerekiyor. Peki ben ne yapıyorum? Google’a ucuz uçak bileti mi soruyorum, konsolosluklara telefon açıp gerekli evrakları mı öğreniyorum, aklıma yatkın bir sertifika, master programının ücretlerini mi araştırıyorum, oralardaki arkadaşlarıma mailler mi atıyorum HAYIR?
Tek derdim bir şarkı. Tam uyumak üzereyken radyodan gelen, baştan sona ezbere bildiğim halde sabah kalkınca "neydi o?" diye yana yakıla aradığım bir şarkı.
Ben baştan ayağa bir zamanlama hatasıyım. Dünyaya gelişim, okuduğum okullar, yaptığım işler. Hep yanlış zamanda yanlış yerde oluyorum. Ha, bunun saat mevzusuyla ne alakası var, yok aslında. Yani varda çok uzun alaka şimdi bağlayamayacağım ikisini birbirine. ,
Nihayet kararımı verdim, e şıkkını sipariş ettim. Siparişi vermeden önce satıcı zibilyon tane soru sorduğumdan mıdır nedir, satıcı bir türlü siparişi onaylayıp kargoya vermedi. Ben de iptal ettim sonunda, satmaya niyetin yoksa ben de alıcam diye peşinden koşamam herhalde.
Sonra dün işe gitmedim, Kadıköy’e Salı pazarına gittim. Nasıl özlemişim sal-pa’da gezinmeyi. Pek bi’şey alamadım ama insanları izlemek, satıcıları dinlemek bile keyifli. Bi’de ben çocukluğumdan beri çok severim pazarları zaten. Doncuların, parçacıların tezgâhlarında didik bi’şeyler karıştırmayı. Velhasılı, gittim hasret giderdim bi’güzel. Bu arada Abi’nin dediği gibi 5 milyona şahana saatler satan saatçilere de rastladım. Bir tanesi hele, gitti-gidiyorda gördüğüm neredeyse bütün şekilli saatler adamın tezgâhında var. Hemide sadece 20 lira! Yahu şimdi şu benim saatte buralarda bi’yerde olsa derken, ta-ta! Benim e şıkkı ilerden bana göz kırpmakta. Gittim yanına baktım kadranı beyaz. “Yok mu” dedim “bunun siyahı”. “Abla geçen hafta siyah getirdim beyaz sordular bu hafta beyaz getirdim siyahını soruyorsunuz” dedi satıcı. “Eee 2 sini de getir madem, niye birini alıp birini bırakıyorsun” deyince güldü gevrek gevrek “bak bi’de şu var” diye başka bi’saate yeltenecek oldu. “Ben bunun siyah kadranlısını istiyorum” dedim. Gitti arabaya baktı. Yok! “Abla sen haftaya gel ben sana siyahını getircem” diye söz verdi. Mutlaka geleyim diye de bana pazarda yerini tarif etti.
İşini böyle yapan adamları seviyorum ben. Satmaya niyeti var adamın. Ben de alıcıyım belli, her yolu her koşulu deniyor kendince. Bi’de bazıları var “şu kaç para?” diye sorunca bile ağzının içinde yuvarlıyor lafı. Alasım varsa bile almıyorum onlardan bi’şey, başka yerde 3 kuruş fazla veririm adam gibi hizmet alırım. Hiç de gocunmam.
Ha ben saat diyordum di mi? Haftaya Salı işe gitmemek için ne bahane bulsam acaba? Bi’de “amirim” çakar mı acaba 2 Salı üst üsüte tüyünce alışverişe gittiğimi. Yahu zaten şirketten bağlanıp duruyorum bloggera, kadının bi’gözü benim ekranda sürekli. Bu aralar yakalanmazsak iyidir. Temkinli olmak lazım.
Hiii! Güncemin şirkette öğrenildiğini düşündüm de bir an! Dağlara taşlara! Bi’yerlere de taşınamam valla, çok dikkatli olmam lazım çok!
Dear God, Sevgili Allah, Pek muhterem Yehova,
Ya da adın her neyse, hangi dili konuşuyorsan, nerede yaşıyor ya da yaşatılıyorsan. Sen orada çok eğleniyor olabilirsin, dışardan bakınca eğlenceli göründüğüne hiç şüphe yok zaten. Lakin biz bile insanoğlu olarak döner tekerleğe koyduğumuz farelere arada bir izin veriyoruz, bir durup soluk alıyorlar. Nedir senin bu dur durak bilmez oyunların? Ne yani amacın? Nereye varmaya çalışıyorsun?
Tamam, büyüksün anladık, eyvallah. Hep senin dediğin oluyor bunu da biliyoruz. Madem eninde sonunda o malum amaca varacağız, bunca oyun, bu kadar dolambaçlı yol niye.
Tamam, seni yeterince tanımıyor olabilirim. Gönderdiğin bütün kitapları okumuş da değilim. Zaten hiçbir yazarın tüm kitaplarını okumuş değilim. Ayrıca yeri gelmişken belirtmek isterim ki, kitaplar arasında ki üslup farkı da fazlasıyla dikkat dağıtıcı. Hiç aynı kalemden çıkmış gibi değiller ama neyse konumuz şimdi bu değil.
Diyeceğim şu ki, tadı kalmadı artık. Valla bak. Ne tahammül, ne zekâ, ne inanç ne ait olma huzuru, güveni… Hiç biri anlamlandıramıyor olup bitenleri. Zaten bi’bok olduğu da yok. Farkında olduğun üzere aynı çemberde dönüp duruyorum. Hayır, madem olmuyor ve olmayacak bu heveslendirme niye. İşte, aşkta, evde. Her yerde bir gösterip de vermeme durumu yaşatıyorsun bana. Mütemadiyen.
“Hah” diyorum “tamam ya, bir adım attık nihayet ortak bir zeminde uzlaştık, onlar beni anladı ben de biraz onların huyuna gideceğim, hepsi bu işte.” GÜM!
“Ah” diyorum “bu sefer oldu galiba, nihayet aynı dili konuştuğum biri çıktı karşıma, zırhların ardında ki bana dokundu birileri, evet evet ben de âşık oldum galiba.” ÇAT!
“Bak” diyorum “Büyük bir potansiyelim var ve bunu burada açığa çıkarabilirim. Biraz zaman alacak ayrık otlarının arasından sıyrılmak ama olsun, buna değecek, gerçekten hak ederek çıkacağım yükseklere” PAT!
Başka ne kaldı zaten hayatta. Yemek? İçmek? Çalışmak? Seks? İyi müzik? Güzel şarap?
Hayır basıp gideyim desem, gidecek yer yok anasını satayım, bütün yollar sana çıkıyor. Bi’de öyle pis kurallar koymuşsun ki, hakkaten onlarca yıl bu kurallara rağmen senin takımında olanlara şaşıyorum doğrusu. Yani tamam, top senin istediğin saatte gelir oyunu başlatırsın ama el insaf yahu. 6 milyar adam!
Bak sana bi’şey diyim mi? Aha ezan’da okuyor. Yatsı olmalı bu okunan. Ben asıl sabah ezanını severim bunu da bilirsin. Neyse diyeceğim şu ki, rahmetli dedemin hatırına kalitemi bozmuyorum sana karşı. Çok sevdirdi seni bana, küçüktüm o zaman çok inandım büyüklüğüne. Her şeye kadir olduğuna. Bir şeyi senden ve yürekten istersem yapacağın(m?)a. Hatta bi’kere lunaparka gitmeyi çok istedim hatırlıyor musun? O akşam lunaparka gittik beraber. Dedem gencecikti, annem ve babam çocuk denecek yaşta. Ben minik bebe. Atlıkarıncada iki avucumu açıp teşekkür ettim sana onu da hatırlıyor musun? Annem ellerimi bıraktım diye kızdı hani oyuncaktan inince.
Mektubuma burada son verirken “ben artık oynamıyorum” demeyi çok isterdim. Amma velâkin ben atlıkarıncaya bindiği için varlığına inanabilen o küçük aptal kızım hala…
Sevgi, selam, saygı hiç bi’şey yok sana. Sen bana biraz umut yollayana kadar küsüm işte. Ne halin varsa gör.
© Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008
Back to TOP