Pazartesi, Eylül 29, 2008

sessiz laciveRt


Hızlı hızlı okuyordu. Zıplaya zıplaya geçti kelimelerin üstünden çünkü önce bu son iki bölümü sonra kitabı baştan sona tekrar okuyacağını gayet iyi biliyordu. Kitap daha başlamadan düşülmüş olan “yazar ve yayıncı bu hikâyenin son bölümünde sayfa karışıklığı olmadığını önemle belirtirler.” notunun merakıyla son bölüme ulaşmaya çalışıyordu. Şimdiye kadar kitap 2 kere bitmişti aslında. Söylenene göre kitabın 3 resmi sonu vardı. Yazar ilk sonu yapmıştı. Ona göre yazarın “birinci finalimiz budur” dediği yere gelmeden önce bitmişti aslında kitap. Ona göre kahramanlar o odada öylece sonsuza kadar baş başa kalmalıydılar. Kendi finali oydu ama daha kitap bitene kadar 2 ayrı final olacağını biliyordu. Artık sonları merak etmiyordu aslında, kitabın en başına not düşülmesine sebep olan o ‘sayfa karışıklığını’ merak ediyordu sadece.

Hızla çevirdi sayfayı bir kez daha. İçerden bağıran sesi belli belirsiz duydu: “hadi ama geç kalacaksın” Artık neredeyse sadece diyalogları okuyordu. Son bölümden önceki son sayfaya geldi:

Sonunda ona bakabildi Sarah. Gözleri yaşlarla doluydu ve bakışı inanılmaz ölçüde çıplaktı. Böylesi bakışlarla hayatımızda sadece bir-iki kere karşılaşır ve onları paylaşırız; içlerinde kelimeler erir, geçmişler çözülür, öyle anlardır ki en derin gereksinimlerimizin kesinliğiyle, çağların beşiğinin sadece aşk olduğunu anlarız. Birleşen bu iki eldeki bir başın diğer başın altına sokulduğu bu kör sessizlikte var olan aşk; sıkıştırılmış bir sonsuzluktan sonra Charles bu sessizliği bozdu, ama sorusu bir sesten çok bir nefes gibi çıkmıştı.

Sorunun ne olduğu önemli değil kitap resmi olarak ikinci kez, onun gözünde 3. kez bitmişti. Artık son bölüme gelmişti. Hızla ilk 2 sayfayı okudu, çevirdi hakkaten garip bi’şekilde geriye gitmişti kitap. Bir iki satır okudu. Saatine baktı. Kapatıp masanın üzerine koydu kitabı.

Ceketini giydi, ayakkabılarını bağladı. Kapıyı çekti. Dışarıda yağmur çiseler gibiydi. Kapüşonunu kapatmadı. Okudukları kafasında dönüp duruyordu. Böyle çıplak bir bakışla kaç kere karşılaşmıştı hayatında? Karşılaşmış mıydı?

“2 tane lütfen”
“Teşekkür ederim”

Kelimelerin eriyip, geçmişin çözüldüğü bir bakış var mıydı gözlerinde?

“Aa size de iyi bayramlar.”

Alt bahçedeki merdivenlere varmadan ezan sesini duydu. Olduğu yerde durdu. Dinledi. Küçük bir parça kopardı sıcak pideden.

Hayır yoktu. Hiç olmamıştı öyle bir bakış. Kimseye çırılçıplak bakmamıştı bugüne kadar. O sahne geldi gözünün önüne. Bir otel odasında, aniden ve ansızın, şehvet ve günah dolu ve AŞK dolu o an.

Yağmur hızlanmıştı. Durduğu yerde kendini dışarıdan gördü bir an. “n’apıyorum ben?” kısacık saçlarında gezindi parmakları. Fark etti ki kaybedecek hiç bi’şeyi yoktu/kalmamıştı (yüklem önemsiz) Poyraz esiyordu ve yağmur toprağı besliyordu usul usul. Şimdi ekse tohumlarını, kışa filizlenirdi.

Ve her şeye baştan, en baştan başlayabilirdi.
Aşka bile.






Kitabın son bölümünü okumadı...






Read more...

Cumartesi, Eylül 27, 2008

bitkin mavi


Off çok şükür bitti. Nasıl bir haftaydı, nasıl bir cumartesiydi. Ve nasıl da bitti gitti. Bir kez daha anlamış bulunuyorum ki hiçbir şey sonsuz değil. Her şey başlıyor ve bitiyor. Aradaki sürenin uzunluğu tamamen görece. İzafiyet teorisi herhalde bununla alakalı. Keyif alıyorsan hızla akıp geçiyor zaman ama sıkılıyorsan akmak bilmiyor. Ne olursa olsun sonunda hep bitiyor. Başlayan her şey bitiyor.

Bir ara “pazartesi de çalışıyoruz” dediler, sonra “gönüllü gelmek isteyen varsa bayramda bile gelebilir” falan dediler. Bütün amirlerime uçan tekme atacaktım ki herkese bir kutu çikolata dağıttılar. Vazgeçtim. Çikolataların Pelit’ten olması ve bana gelip “senin pazartesi çalışmana gerek yok” demeleri de bu vazgeçme kararımda etkili olmuş olabilir tabi. Hemen akabinde soluksuz çalışılan bir cumartesi dayadılar ama olsun BİTTİ!

8 gün. Pazar, pazartesi, bayram1, bayram2, bayram3, Cuma, cumartesi, pazaaarr!
9. gün hiç gelmesin. Hiç pazartesi olmasın bence. Bayramda donduralım zamanı. Hep bayram olsun. Kırmızı pabuçlarım, mavi balonum olsun. Bi’de saçlarım uzun olsun yine. Böyle lüle lüle!

Sahi, kesinlikle tahmin etmediğim şekilde olumlu tepkiler aldım olmayan saçlarıma. Herkes önce “naaptın!!??!!” diye şöyle 1-2 saniye duralıyor tabi. Ama sonra sandığımın aksine “bu ne böyle be” bakışları gözlerinden hiç geçmeden “kızım süper olmuşsun, acayip tarz olmuş” falan diye lafa giriyorlar. “ya ben bu yaz evlenmeyecek olsam hiç düşünmem yaparım”lar, “bu kadar yakışacağını bilsem bugün gider kesitririm”ler, hatta cesaretimden dolayı beni kutlayan haset dolu gözler bile gördüm bu arada. Anladım ki kafandaki saç, türban, toka vb değil, yüzündeki gülümseme, gözlerindeki enerji seni “iyi” gösteren. Sağ olsun canım teyzoşum gaz verdi bana bu konuda. Daha ben telefonda ağlak ağlak “ya iğrenç oldu, oğlan çocuklarına benziyorum böğ” derken “kuzum senin yüzün güzel bi’kere, ne kadar kötü kesilmiş olursa olsun gözlerin yeter” dedi. Gördükten sonra da önce samimi eleştirilerini yaptı ve “senin uzun zamandır ihtiyacın vardı böyle bir değişikliği bence gayet iyi olmuş” diye bağladı.
Aynadaki ben'e, duvardaki gölgeme hala alışamasam da, her sabah yüzümü yıkarken “noluyoruz lan bu adam kim” tepkili 0.45 saniyelik bir ebleklik yaşasam da eğleniyorum bu halimle. Hayatımın bu dönemi bir daha hiç geri gelmeyecek mesela. Allah korusun bu bir hastalık dolayısıyla da başıma gelmiş olabilirdi ve ben o zaman asla “aa süper olmuşsun”lara inanmazdım. Oysa bugün inanabilirim. Ve inanıyorum. Yüzümdeki gülümseme devam ettiği sürece güzel bir kadın olacağım ben, yaşım, boyum kaç olursa olsun!

(bu arada göz makyajına biraz özen gösterirsem, dünyayı yerin oynatabileceğimi de anlamış bulunuyorum, kaldıraca gerek yok ama saçlarım biraz daha uzadığında işim daha kolay olacak)


Tatil başladı yaşasın!
Alla’m sakin ve huzurlu bir 1 hafta geçireyim, test çözmeye bol bol vaktim olsun, şu Ekimi atlatalım hayırlısıyla Kasım'da yine kapına dayanacağım zihin açıklığı duaları için. Çalışma azmi ve iradesi istiyorum senden. Gerisini ben hallederim biliyorum.

Bayram geldi yaşasın!
Alla’m yağmurda kazalar olmasın insanlar bayram kutlamasında ölmesin artık bu ülkede. Sevdiğine hasret olanlar, uzak olanlar kavuşsun, yakınlar kıymet bilsin bu bayramda. Büyükler barışsın, küçükler şeker yesin bol bol. Bi’de babam inat etmesin şu fırını yapsın, biz de annemle baklava açalım yine. Hayır bak valla niyetim 40 kat baklava açan kısa saçlı, uzun tırnaklı marjinal kız olmak değil. Ne güllüoğlu ne bayramoğlu anne baklavası gibi olmuyor. Kıymeti ni anlamışken bırak tadını çıkarayım bu zevkin.

Hani şair diyor ya;
“Şu dünyadaki en mutlu kişi mutluluk verendir...”

Aha işte öyle olsa,
Hayat bayram olsa…

Read more...

Perşembe, Eylül 25, 2008

mutsuz mavi :'(

Bu ne ya! Bu aynadaki ben miyim?! İğrenç!

Tek kelimeyle iğrenç! Nasıl kıydım ben o güzelim saçlarıma alla’m. inanamıyorum kendime! Ne işim var benim o kuaförde tekrar? Daha geçen sefer kırıklarını alacakken bir karış kesti diye sinir olmuştum zaten. Şimdi kes dedim, kafam da saç bırakmadı beceriksiz.

Ya valla oturup ağlayacağım şimdi. Oğlan çocuğundan beter oldum ya! Of off off. Zaten yeterince mutsuzdum şimdi çok mutsuzum! Millet depresyonda diye saç kestirir ben saçımı kestirdim diye depresyona gireceğim. Hatta tam şu anda girdim.

Ghosttaki demi moore gibi olmuşum diyecektim ki demi moore’un o saçları benim 2 ay sonraki halim falan olabilir ancak. Ya, bu bu bu…

KORKUNÇ!!!

İyi bir kuaför bir kadının sahip olabileceği en büyük nimetlerden biri. İyi bir terapistten bile öenmli. Bunu oldukça acı bir şekilde öğrenmiş oldum böylece. Bir önceki saç kesimine neden 70 lira verdiğimi, o zaman ne kadar doğru bir karar vermiş olduğumu bir kez daha anladım. Cimrilik edersen böyle korkunç saçlarla aylarca gezmen gerekiyor. Bundan böyle değil 70 lira 170 lira deseler umurumda değil. Ama ne yazık ki artık kestirecek bir saçım yok. Ya of n’aptım ben ya?!

Bi’de eve gelince annemin iğnelemesi vardı ki… Be kadın benim suratım sirke satıyor zaten görmüyor musun bi’de tutup “15 yaşında çocuk gibi davranıyorsun, can sıkıntısından n’apacağını şaşırdın artık” demenin ne manası var. Daha babam görmedi üstelik! O da kesin sağlam bi laf sokacak! Of of.
Hızlı saç uzatmanın yolu nedir, her gün yıkasam, çabuk çabuk uzar mı?

Of bi’de bayram var, yılda bi’kere zorla gördüğüm gerekli gereksiz bir sürü insan bu halde görecek beni! Of of of!

O kadar kısa ki, düzeltmek için başka kuaföre gitsem, “sen bunun üstüne bi bardak soğuk su iç, biraz uzamadan hiç bi’şey yapamayız” diyecekler bana biliyorum. Ya ben hayatta sevmem bu kadar kısa saçı. Nasıl yaptım böyle bi’şey?

“bu yaşta yapmayacaksın da ne zaman yapacaksın?” sanırım ben bu cümleyle bi 5 yıl daha bir sürü abuk sabuk şey yapabilirim. Geçti kızım o yaşların alooo?? Annen haklı 15-16yaşında olabilir belki ama insan 25 yaşında oğlan çocuğu gibi saç kestirmez! Ya çok mutsuzum ya!

Daha bi’de yarın iş yerinde “aaa ne yaptın?”larla, zorla “eıı güzel olmuş, yakışmış”larla falan muhatap olacağım! Neyse ki yarın free friday. Kot giyince idare eder belki biraz. Sonra 8 gün tatil. 8 günde uzar di mi saçlarım?

Ne 8 günü be! 1 yıldan önce adam olmaz bu saçlar. Mümkün değil. Olsun benim saçlarım hızlı uzar, 3 ayda yani yılbaşına kadar normal bir genç kıza benzerim sanıyorum. Umuyorum yani.

- Eee tamam yeme kendini. Oldu bi’kere. Ders olsun bu sana.
- Böyle ders olmaz olsun ya. Ben ilkokuldan beri bu kadar kısa saç kestirmemiştim.
- Ay evet, hatırlıyor musun ortaokulda saçların uzarken Murat amma çok alay etmişti seninle.
- Off, sus ya! Hatırlatma! Demek ki 3 yıl sürmüş adam gibi bir boya gelmesi! Lise1 de fönlüyordum hatırlıyorum.
- Hımm evet aşağı yukarı.
- Ve o zamanki saçım bu kadar kısa değildi üstelik!
- Neyse artık napalım? Yapacak hiç bi’şey yok. Yalnız bak hepsini toptan kırmızıya boyatma fikri bence hiç iyi bir fikir değil.
- Hiç bi’şey bilmiyorum şu anda. Ya hadi ben aynaya bakmadan da yaşayabilirim, peki böyle iğrenç bir halde nasıl insan içine çıkacağım?
- Ya saçını ilk kısacık kestiren sen değilsin ya, abartma, kökü sende uzayacak elbet.
- Bu demektir ki 3 yıldan önce evlenmem de mümkün değil.
- N’alaka anlamadım ama 3 yıl içinde evlenmek gibi bir planın yoktu bildiğim kadarıyla?
- Yoktu da, gelin topuzu diye bi’şey var şekerim. Artık istesem de evlenemem 3 yıldan önce =)
- Zaten 3 yıldan önce teklif eden biriyle karşılaşacağını da sanmıyorum ben bu halde.
- Böğüüüüüüü, çok çirkinim di mi?
- Ya dur ağlama, sen öyle gülünce şaka yaptım ben de Bak peruk var, postiş var, tıpta bir sürü yeni çareler var ağlama dur!

Mutsuz ve çirkinim evet.

Read more...

Salı, Eylül 23, 2008

YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER


Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler okumayanlar,
Müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörmeyi barındırmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler,

İzzeti nefislerini yıkanlar,
Hiçbir zaman yardım
istemeyenler.

Yavaş yavaş ölürler

Alışkanlıklara esir olanlar,
Her gün aynı yolları
yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve
değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyen
veya bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler

İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan
kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar,
Yavaş yavaş ölürler.
Yavaş yavaş ölürler
Aşkta ve işte bedbaht olup istikamet
değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk
almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin
dışına çıkmamış olanlar.
Yavaş yavaş ölürler.

Pablo Neruda


Nobel edebiyat ödüllü, Şilili şairPablo Neruda'nın ölüm yıldönümü anısına...

Read more...

Pazartesi, Eylül 22, 2008

zamansız pembe-2


başlarken...


Camını kapattı. Ne yapacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Ya ikinci ışıklardan dönecekti ya da aynen basıp gidecekti. “Off Sertap ne işler açtın başıma” Müziği kapadı. Bu küçük trafik flörtlerine dair meşhur bi’şehir efsanesi vardı sahi. Adamın biri kadını yol boyu takip ediyor. Sonra yan yana yakalayınca camdan içeri kendi telefonunu fırlatıyor ve “seni arayacağım” deyip basıp gidiyordu. İlk ışıklara gelmişti bile. Kendi başına gelse ilk işi o telefonu alıp mesajları karıştırmak olurdu herhalde. Yalnız gerçekten zekice bir plandı bu. Hiç bi’kadın sim kartı çıkarıp telefonu çöpe atmazdı herhalde. O kadın beklemiş miydi acaba adamın telefonunu? Bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı. Işığın yeşile dönmesine 4 saniye vardı.

3 “kaybedecek neyim var ki?”
2 “bu yaşta bunları yapmazsam 40ımda zaten yapamayacağım.”
1 “en kötü ne olabilir ki?”


Düşünmeye, eşelemeye kalkarsa kötü bir sürü senaryo yazabilirdi. Düşünmeden bastı gaza. Adam epey önden gidiyordu. "Takip eder gibi görünmemek için mi beni geçti acaba?" Gerçi kızı kaybetmeyecek kadar makul bir uzaklıktaydı. Yine de iyiye işaretti arkada değil önde olması. YSM’ ye varmadan sahil yolundan çıkabilirdi isterse. Ama çıkmayacaktı. İçine ilaç atılanlar nuri alço gazozlarıydı, starbucks kahveleri değil.
Aynada tekrar kendine bakmak istedi. Bu gece dikiz aynası yüzünden kaza yapmazsa bir daha hiç yapmazdı herhalde. Kızdı kendine. Aynada saçını başını düzeltecek hatta ruj sürecekti belki. Güldü sonra. Beğenilmek ne olursa olsun güzeldi işte. İkinci ışıklarda sola dönüş kuyruğuna girdi. O beklerken adamın dönüp otoparka girdiğini gördü. Hala vazgeçebilirdi.

El frenini çekti. Arkadan ceketini aldı, giydi. Saçlarını düzeltti. Hayır, ruj sürmedi. Telefonunu aldı. Kardeşini aradı.

—naber bebek?
—sırnaşma, evde misin?
—şimdi girdim kapıdan, noldu?
—yok bi’şi sahil yolundan geliyordum,
—trafiğe takıldın, artık gelemiyorsun…
—ya sus da bi’dinle. Starbucksta bi’kahve içeceğim. Arabada migrosun otoparkında bu arada.
—sen ne işler çeviriyosun?!
—bi iş çevirmiyorum. Nerede olduğumu bil diye söyledim.
—başına bi’şey gelirse kurtarmaya oraya geleyim yani. Bak şimdi babama veriyorum telefonu, ona anlat sen bunları beni hiç bulaştırma antin kuntin işlerine.
—bana bak! Bizimkilere 1 saate kadar geliyormuş dışında bi’şey söylersen bi’daha adımını atamazsın bu arabaya!
—öff tamam, telefonunu açık tut!
—sesi yükseltme ablaya, taş olursun! ben dönerken ararım seni yine merak etme kuşum.
—kendine mukayyet ol!

Telefonu alıp çıkacaktı araban. Ruhsat, cüzdan, kimlik. Yine aldı koca çantayı yanına. “Hayatımda kimseyi çantayla dövmedim, bu gece ilk olur belki.” Yağmur hafif hafif çiseliyordu hala. Etraf tenhaydı. “N’apıyorum ben, gidip ne konuşacağım o adamla.” Gözünün önünde sinekler varmış gibi kovaladı kötü düşünceleri. Kendisinin bi’şey konuşması gerekmiyordu ki davet edilmişti. Adımlarını hızlandırdı yoksa her an vazgeçebilirdi. Şöyle bir döndü çevresinde Cumartesi gecesi için oldukça tenhaydı ortalık. Adamın arabasını gördü.
Hah başka zaman olsa yok efendim arabanın markası, adamın dış görünüşü hiç mühim değil içi güzel olsun, mühim olan ruhumu okşasın falan diye saatlerce nutuk atabilirdi. Şimdi orada olmasının belki de tek nedeni sağlam bir imajdı. Bunu kimseye anlatmamalıydı. Gülerken kaldırıma adımını atmasıyla irkildi tekrar.

“teşekkür ederim, geleceğini hiç sanmıyordum”

Adam dükkândan içeri girmemiş kapıda bekliyordu. Arabasına baktığını görmüştü mutlaka. Ne düşündüğünü sanmıştı kim bilir!

“ben de hiç sanmıyordum”

Güldüler karşılıklı.

“ıslanacağız gel hadi”

Adam kapıyı tuttu. “Gerçi türk kahvesi içtik ama bir chai tea latte fena olmaz sanırım”
Aptallaştı bir anda. Gerçekten de çok doyurucu bir akşam yemeğinden dönüyordu. Meyvesi, tatlısı, kahvesi bir gıdım bile yer yoktu midesinde yeni bi’şeyler yiyip içmek için.

“olabilir” dedi saf saf. Her halde adam kendi akşam yemeğinden bahsediyor olmalıydı. “Nereden bilecek benim akşam yemeğimi”

Bardakları alıp oturdular. Kız hala şaşkın eblek bakıyordu.
“resmen tanışabiliriz sanırım artık ben Levent” elini uzattı adam.
Gülümsedi “Yelda. Memnun oldum.”
Şu yemek işinin kendisiyle bir ilgisi olup olmadığını öğrenebilse daha çok memnun olacaktı aslında. Levent aklından geçenleri okumuş gibi.

“tamam. İtiraf ediyorum. Yemekte aynı yerdeydik. Sen içeri girerken merdivende karşılaştık aslında. Sen pardon derken yüzüme bakmadın ama ben o saatten beri gözümü senden alamıyorum.”

Masada herkes onu bekliyordu, geç kalmıştı. Hızlı hızlı merdivenlerden çıkarken biriyle çarpışır gibi olmuştu. Pardon deyip çekildiğini hatırlıyordu da yüzü hayal meyal gelmişti gözünün önüne. Bardağından bir yudum aldı. Ne biçim bir adamdı bu, “ne içersin” diye bile sormamış çat diye vermişti siparişi.

“Yan masanızdaydım. Bizim sıkıcı iş yemeğinin arasında sizin neşenize kulak misafiri olmak iyi geldi doğrusu. Bir de senin kahkahaların tabi.”

Arabanın arkasındaki kravatı o zaman tanıdı. Bir ara karşı masadaki adamda görmüştü demek ki…

“Daha orada konuşmak istedim seninle ama hiç fırsat olmadı. Bizim konukları gönderdikten sonra sen çıkana kadar vakit geçirdim aslında. kapıda konuşurum diye düşünüyordum ki arabaya giderken kaybettim seni.”

Bütün gece göz hapsinde olmasına rağmen nasıl hiç fark etmemişti bunu.

“Sonra tam anayola çıkacakken gördüm tekrar seni. Bir de arabada öyle keyifli keyifli şarkı söylediğini görünce. Gitmene izin veremezdim.”

“Yani ben”

“Bi’şey söylemek zorunda değilsin. Biliyorum kulağa çok aptalca geliyor ama ben hayatımda hiç böyle bi’şey yapmadım. Böyle bi’şey hissetmedim bugüne kadar.”

Ne diyeceğini bilmiyordu zaten. Bir anda şişti bütün egosu. Ama kendiyle kavgayı da bırakmıyordu elden. Adam hala anlatıyordu masada yaptıklarını, söylediklerini. Tamam ikna olmuştu samimiyetine de şimdi kendisi ne yapacaktı. Gayet hoş bir adamdı. Kendini anlatmaya başlamıştı yanlış anlamadıysa reklamcıydı.

“Nedense ancak reklamcıların böyle bi’şey yapacağını düşünürüm zaten”
“Niye bankacılar, muhasebeciler yapmaz mı böyle şeyler?”
“I ıhh finans sektöründekilere göre değil böyle delilikler, onlar gün içinde yeterince risk alıyorlar zaten”

Güldü adam. Güldü o da. Buzlar erimişti işte. Laf lafı açtı. Sürekli bi’şeylere gülüyorlardı. İkiside kendini tanıtmak zorunda kalmadan kim olduklarını söylemişlerdi. Telefonu çalana kadar aralıksız lafladılar.

—Nerdesin sen? Her şey yolunda mı, 1 saate evdeyim diyordun hani?
—Tamam canım merak etme. Yolda oyalandım biraz.
—Emin misin? Bak konuşamıyorsan iki kere “tamam tamam” de, ben hemen geliyorum oraya. Aynı yerdesin değil mi sen?
—(küçük hafiye seni) saçmalama canım, her şey yolunda. Birazdan geliyorum zaten.
—Eminsin di mi?
—Eveeet, hadi görüşürüz

“1 saati geçmiş oturalı evden mi merak etmişler?”

Acayip sinir oldu bu soruya. “Sana ne benim telefon konuşmamdan. Ben açıklama yapmak istersem yaparım zaten.” Benzer bi cümle kuracaktı ama adam sorunca çok sinir oldu. Telefonu çantasına yerleştirirken sol elindeki yüzük izini fark etti. “Nasıl yani?”

“Hıı evet, hava yağmurlu ya biraz gecikince aman yolda kaza mı var diye arıyorlar.”

Off bu cümleyi onun ev hayatına nasıl çevirecekti şimdi. “Kalkalım istersen seni de merak etmesinler evden?” Eh olduğu kadar…

Rahatsız edici bir sessizlik oldu.

“Beni merak edecek kimse yok evde, sorun değil.”

O yüzük izini görmese hayatta sormazdı bu soruyu: “Yalnız mı yaşıyorsun?”

“Eeee, pek sayılmaz Sam var.”
“?”
“kedim”

"Kedisi olan bir adam! Bi’dakka bi’dakka bunun burcu ne ki?"

“Yaa, ne güzel. Dürüst olmak gerekirse ben kedileri pek sevmem aslında.”
“Aa öyle mi? ilginç. Köpeklere bayılırsın o zaman?”
“Tabi ki! Zor olmuyor mu evin içinde tüyler falan?”
“Aslında biraz zor tabi. Yani benim gibi titiz biri olunca zor tarafları yok denemez.”

BİNGO!!! “Yaa, başak mısın sen?”

“Hayır aslan-aslan! Yani yükselenimde aslan”

Kendine dışarıdan bakıp o anki yüz ifadesini görmeyi çok isterdi. Gülmek üzere, ağlamak üzere, kızgın, üzgün, şaşkın karışımı bi’şeydi heralde.

“Memnun oldum ben de kova!”
Kocaman bir kahkaha savurdu adam. “Tahmin etmeliydim.”

“Kahve için teşekkür ederim. Bana artık müsaade.”
“Ne demek asıl ben teşekkür ederim burada olduğun için. Çok güzel vakit geçirdim.”

Ceketini giymeye çalışırken adam kartını uzattı, arkasına bir telefon numarası yazdı. “seni tekrar görmeyi çok isterim” Gülümseyerek aldı kız kartı.

Arabasına bindi. Kardeşini aradı. “Küçük hafiye ben şimdi çıktım yola, 15 dakikaya evdeyim merak etme" dedi. Otoparktan çıktı. Sahil yolu tamamen boşalmıştı. İyice hızlandıktan sonra kolunu camdan çıkardı, avucunu açtı, parça parça yırtılmış kağıtlar rüzgarla savrulup gitti.


Read more...

Pazar, Eylül 21, 2008

pıRıl mavi

Ben bir yıldızım elbette. Gözlerinde parlayan ışıl ışıl bir yıldızım ben. Işığımı gözlerinden alıyorum, sadece seninle parlıyorum.
5 köşeli bir yıldızım ben. Ruhum seninle besleniyor, bütünleniyor. Senden aldığım ışığı sana yansıtıyorum geri. Sensiz bir adım bile kaçamam, boğulurum karanlığımda.

Sen bilmesen de seninim. Delinim. Tane tane ağladığım sensin gecelerde. Tane tane yaşlarım sensizliğim. Renksizliğim. Kulağımdan üflesen. Sesin dolsa içime, tenime nefesin. Bir tek sana inanırım, yalnızca senin söylediklerine, sadece sözlerine. Harf harf, hece hece çizdiklerine.

Ve kanatlarımı açacağım yarattığın rüzgara ve alevlerle yıkanacak özüm. Ve kimse sen olmayacak elbette. Sen olmayınca kimse benim gibi olmayacak. Bir daha ben olmayacak. Bir daha biz. Herkes hiç kimse olacak. Sen olmayınca çamurdan bebekler olmayacak. Kirden öbekler sadece. Toprakla su karışmayacak bir daha.

Bundan böyle ışık olmayacak…


Read more...

sebepsiz mavi


Hayatta her şeyin bir sebebi var. Eğer hukuk okumuş olsaydım hep yanlış sorular soran başarısız bir avukat olacaktım muhtemelen. Şimdi avukat, savcı, hâkim gibi ağır sıfatlar taşımadığım için yanlış sorular soruyor olmam da, başarısız olmam da çok dikkat çekici değil.

'İstediği cevabı alana kadar aynı soruyu farklı şekillerde sormak' var bi’de. Bunu yazmak için henüz erken, üzerine biraz daha çalışmalı. Ama var böyle bi’şey yani. Es geçmemek lazım.

Bir de hiç sormadan sorularının yanıtını alan şanslı insanlar var bu dünyada. Öyle şanslılar ki “neden” in yanıtını bile öğreniyorlar. Hem de hiç sormadıkları kim bilir belki de hiç merak etmedikleri halde. Nereden nasıl buluyorlar böyle insanları, hayatlarına nasıl dâhil ediyorlar, onlarla birarada kalmayı nasıl beceriyorlar çok merak ediyorum doğrusu. Gerçekten. Ama bi’yerlerde böyle süper insanlar yaşıyor işte. Ben de uzaktan bakıyorum onlara. Gerçi bu da güzel. En azından var olduklarından haberdarım. Bu bir ütopya değil yani. Madem bu bir gerçek ve madem bu kadar yakınımdan geçiyorlar biraz hayal kurmanın kimseye bir zararı olmaz değil mi?

Mesela o yanıt benim neden’imin yanıtıymış. Ben “neden”siz duramam zaten (gerçi sormam gereken yerde sormam ya) bu sefer tam da doğru yerde sormuşum meğer “neden… ?”

Boşluklarda ne olduğu değil, yanıtı mühim. Yanıt “çünkü”süz. Hatta yanıt “çünkü ben”siz. Yanıt tek cümle. Yanıt net. Yanıt ben’li. “Çünkü sen”li.
Gülümsüyorum. Sabahtan beri çıkmadığım yatağımdan çıkıp bilgisayarı açtığıma değmiş mesela. Hiç hasta değilmişim sanki. Gülümsüyorum. Sorulmamış tek bir sorunun yanıtı, sorulacak binlerce soruyu en baştan alaşağı etmiş. Bir sürü neşeli, renkli kare geçiyor gözümün önünden. Öyle hızlı geçiyor ki kareler neredeyse finalde “and they lived happily ever after” ı göreceğim. STOP!

Vasat bir Pazar için ne kadar yoğun bir yazma isteği bu içimdeki. Cümlelerim geri mi geliyor yavaş yavaş. Birkaç basit problem çözüp, “harekete geçtim işte” diye kendimi mi kandırıyorum yoksa?

Sen sen ol sağanak yağmura şort, t-shirt, parmak arası terlikle çıkma. Larenjit farenjit neyse de zatürre diye bi’şi var bak çok fena çok!

dipsiz not: biterken neden "dance me to the end of love" çalıyordu?

Read more...

zamansız pembe

Nerede nasıl ne zaman doldurmuştu bu cd.yi, arabaya ne zaman götürmüştü de cd çalara takmıştı? Hah. Bir kere daha küfredebilirdi gereksiz ne varsa hatırlayan ama havuz problemi formüllerini hatırlamayan zihnine. Gerçi doğruya doğru arabada olduğunu bilmiyordu. Yağmurda kitlenmiş klasik İstanbul sıkışıklığında aynı cümleleri tekrarlayıp duran klasik İstanbul djlerinden bıkmıştı.
“Cumartesi günü sadece gece dışarı çıkmak için icat edilmiş bir gün değildir kardeşim. Şu anda trafiği tıkayan taşıtlardan biri de benimkiyse bu illa gece gezmesine gittiğimi göstermez keyifli bir iftar yemeğinin ardından evime ulaşmaya çalışıyorum sadece.”
'Bizi arayın' diye telefon numarasını veren adamın numarasını tuşlarken bunları söylemeyi düşünüyordu. Neyse ki aradığı numara meşguldü. “Benim bu işleri 15 yaşında bırakmış olmam lazımdı” diye gülerek bastı cd düğmesine. Birden bire aniden başladı Latin gitar ezgileri. Hemen akabinde davul. “Aa bu Sertap” sesini biraz daha açtı.



Get this widget | Track details | eSnips Social DNA



Zannettim ki en fazla bir kaç yıl sürer en büyük ayrılığın acısı
bir askın bittiği yerde biri baslar
Elbet onun da diner sancısı


Sesi sonuna kadar açtığında eşlik ediyordu artık.


Zannettim ki gün gelir avunur insan
Her kederin vardır tesellisi
En büyük acıları dindirir zaman
bulunur her şeyin bir çaresi.

Trafik biraz açılmıştı, fırsattan istifade gaza yüklenmeye başladı.


Ah hayır, yalan, hala seninim
hep senin deli sevgilinim
ah yalan, yalan, yalnız seninim
hep senin, senin...

Nasılda içten “ah” çekiyordu sevgilisine. Öyle kaptırmıştı ki, tekrar tıkanan trafik sinirini bozdu. Gazlayıp gitmek istiyordu sadece. Neyse ki durmuyordu şarkı. Levent yüksel seslenmeye başladı arkadan.

Unutamadım, unutmadım
hasreti büyüttüm içimde
gerçeğimde, düşümde
sen bin bir biçimde

Eve döndüğünde öğrenecekti direksiyonuna gitar muamelesi yaptıran adamın Erdem Sökmen olduğunu. Sıkıcı toplantılarda uzun tırnaklarıyla masayı tıngırdatmayı da çok severdi zaten. Ara melodi tam da buna uygundu. Oradaki Sezen’in çığlıkları mıydı?

Kim bilir kaç ilkbahar geçti, yaz geçti
yetti bu sürgün bu ceza yetti
yokluğunu aldım koynuma her gece,
sevincim ümidim hepsi bitti.

Buraya kadar ezbere gelmişti de bu kısmını ilk kez dinliyordu sanki. Ne demek lan “yokluğunu aldım koynuma her gece.”? Daraldı. Tokasını çıkardı. Dikiz aynasının arkadaki araçları görmek için icat edilmiş olması çok can sıkıcıydı. Kendini görmek üzre açıyı düzeltirken göz göze geldi arkadaki şoförle. Eve gidene kadar bu şarkıyı dinlemek istiyordu. Repeat, alt+f den sonra icat edilmiş en süper kısa yoldu.

Camını açtı. Geçen gece bastıran yağmurda hasta olmuştu zaten, içeri birkaç damla daha girse erimezdi şeker gibi.
Sertap başa döndü. Yine kısılmış sesine aldırmadan bağıra bağıra eşlik ediyordu artık.

En büyük acıları dindirir zaman
bulunur her şeyin bir çaresi.


Sadece parmaklarıyla direksiyonda ritim tutmuyor, omuzlarını oynata oynata, deli gibi çığlık çığlığa şarkı söylüyordu. Aynada gülen gözlerini gördü. “Ah hayır yalan, hala seninim” derken yüzündeki ifadeyi gören sevgilisine yakarıyor zannerder, duyan sertap’la aşık atıyor sanırdı. O ,“gerçeğimde düşümde sen bin bir biçimde” dedikçe unuttuklarıyla yüzleşiyordu… Cumartesi gecesi bundan daha iyi bir eğlence olmazdı.

Öyle kaptırmıştı ki, zaten ıslak olan yolda arabaya patinaj çektirmesi hiç de zor olmadı. Güldü yine. Gaza gelmesi için tek bir şarkı yeterliydi işte. Bütün günün yorgunluğu bagetler bateriyi dövdükçe parçalanıp gitmişti. Davulun ritmine uygun bi’şekilde durdu yine trafik. Parmaklarında gezen saçlarına takılan birkaç dökülmüş teli dışarı atarken fark etti solundaki şoförü. 'Nerden tanıyorum?' diye düşünmesine fırsat kalmadan az önce dikiz aynasında göz göze geldiğini hatırladı. Gülümsedi adam. Ne yapması gerektiğini bilemedi. Bu şehir trafikte ona gülümseyen genç bir adama nazikçe karşılık vermek için fazla tehlikeliydi. O ise her şeye rağmen kafasını kabaca sağa çevirip, camı kapatamayacak kadar umutluydu medeniyetten. Yine de ne yapması gerektiğini bilemedi. Eğer aynada göz göze geldiklerinden beri izliyorsa adam şarkının 2 tekrarı boyunca yaptığı bütün şebeklikleri görmüştü. Bu gülümsemek için yeterince iyi bir sebepti, aynı oranda temkinli olması içinde… Arabanın marka, modelinden arka tarafta asılı duran ceket, kravattan şehir hanzosu olamayacağı yönünde çıkarımlar yapıyordu bi’yandan. Belli belirsiz gülümsedi adama. Ufak bir trafik flörtü ne kadar tehlikeli olabilirdi ki? Müziğin sesini kıstı. Şarkıyı duyuyor ama hissetmiyordu artık.

Aniden, yolunu değiştirip sahilden gitmeye karar verdi. Hızlı bir manevrayla sağa geçti. İlk sapaktan kıvrıldı. Sahile çıkan yol gayet açıktı ama sahil trafiği beterdi kuşkusuz. Arabayı nereye çekip soluklanabileceğini düşünüyordu bi’yandan. Bu ani yol değişikliğinin o küçük flörtten kaçmak için değil oyunu uzatmak için verilmiş bir karar olduğunu itiraf edemezdi kendine. Bu yüzden sahile çıkmak için meşru bir sebebe ihtiyacı vardı Tabi ya! Yaz ortasında görüp âşık olduğu bilekten bantlı o mor pabuçlar ya da minik fiyonklu maviler sezon sonu indirimine girmiş olmalıydı mutlaka. Bu ayki ekstresi de kesildiğine göre derimod depo’ya gidilmeli, o pabuçlar denenmeli ve sahip olunmalıydı. Bunu nasıl akıl edememişti bugüne kadar. Evet, süper bir karardı sahil yoluna kıvrılmak! Yol şaşırtıcı derece akıcıydı. Birkaç yüz metre ilerdeki ışıkları yeşilde yakalayabileceğini düşündü ve epey hızlandı. Oysaki en mühim murphy yasalarından biriydi; Acelen varsa hep kırmızı yanar.

Önünden çocuk arabasıyla geçen genç çifti takip etmeye başladı gözleriyle. Bu saatte hem de çocukla yağmurda gezmek için çıkmış olamazlardı. Herhalde mecbur kaldılar… Ürperdi birden. Camı hala açıktı ve üşümüştü. Kapatmak için kafasını çevirince boş bulundu ve koltuğunda hafifçe zıpladı. Ürpermesinin sebebi rüzgar değil, üzerindeki bir çift yabancı gözdü. Genç adam yine solundaydı ve yine gülümsüyordu. Bu kez oldukça cüretkardı bakışları. Şaşkın şakın güldü o da. Adamın camının da açık olduğunu ancak sesini duyunca idrak edebildi. “pardon yanlış anlaşılmak istemem böyle takip ediyormuş gibi ama…”
"Lanet olsun!" dedi içinden. "Bu herif şimdi eve kadar takip ederse ne halt edeceğim ben.?"Nasıl bu kadar düşüncesizce davranmıştı. Düşüncesizce davranmamıştı aslında, adamdan kaçmak için yolunu değiştirdiğini söyleyebilirdi. Arkadan çalan sert kornayla kendine geldi. Normalden yavaş bi’hızla ilerlemeye başladı. Ne yapacağına karar verene kadar hızlanmazdı. Migrosa girip orada vakit geçirebilir ve eğer dönerken kendisini hala takip ediyorsa oralarda polis çağırabilirdi. Mado, migros, YSM cumartesi akşamı yeterince kalabalık olurdu zaten. Basıp hızlanabilir, ilk gördüğü trafik otosunun yanında durup plakasıyla birlikte şikâyetçi olabilir, duruma göre kardeş ve/veya baba eskortuyla eve dönebilirdi. Bu fikre acayip sinir oldu. Kendi işini kendi halletmeliydi.

Kafasını tekrar çevirince adamı göreceğini sanıyordu. Yoktu. Dikizden arkayı görmek istedi, kendine göre ayarlanmış aynada kaygılı gözlerini gördü. Bu kadar yavaş gitmesi de tehlikeliydi aslında. migrosun otoparkına ulaşana kadar gaz kesmeyecekti. Sola geçmek için dikizden bakınca tekrar gördü arabayı. Hızla tekrar yanına geldi. Bu arada ikinci kez kırmızı ışığa gelmişlerdi. Sahil yolunda ne zamandan beri bu kadar çok trafik lambası vardı?

“Bak gerçekten seni korkutmak istemem. Ben YSM’nin starbucksında bi’kahve içeceğim. Eğer oraya dönmez devam edersen, arkanda olmam.”

Ne kadar hızlı konuşuyor, bu ışık daha kaç saniye sürecek…

“O kadar doğal ve tatlıydın ki şarkıyı söylerken, kalabalıkta seni kaybetmek istemedim. Sadece bir kahve.Lütfen!”

“Seni kaybetmek istemedim”
“Seni kaybetmek istemedim”
“Seni kaybetmek istemedim”

Işık yeşile döndü. Debriyaj, vites, gaz bunların sırası böyle miydi?

“Seni kaybetmek istemedim”
“Seni kaybetmek istemedim”
“Seni kaybetmek istemedim”

Kim bilir kaç ilkbahar geçti, yaz geçti
yetti bu sürgün bu ceza yetti

Dedi Sertap kim bilir kaçıncı kez.
“kaybedecek neyim var ki?” dedi kız kim bilir kaçıncı kez.
Karar vermek için zaman ihtiyacı vardı.
Sahil yolu akıcıydı…



kim blir belki de to be continued'dur bu hikaye. neden olmasın

Read more...

Cuma, Eylül 19, 2008

olmaz mavi


Tek bir seçeneğin olması illa onu seçeceğin anlamına gelmez.
Farz et arabadasın. Yol bitti. Yollar bitmez ya... Bile bile çıkmaz sokağa girer misin? Girme. Gerek yok. Tak geri vitese.

Köprüden önce son çıkışı geçtin diye köprüyü de geçecek değilsin ki. Durup bütün trafiği tıkayabilirsin. Bütün İstanbul’u durdurabilirsin böylece. Ya da kenara çekip bir sigara içebilirsin polis gelene kadar. Ki sigara içmemelisin, ramazandayız bi’kere, içen var içemeyen var.


Maharet kısa cümleler kurabilmek. Ben de o kabiliyet yok. Olsa da benden önce çoktan söylenmiş her şey. Milyarlarca kez yaşanmış bitmiş hayatlar. Kim bilir ne aşklar, nice sevdalar...
Sonsuzluk Kitabevindeki adam gibi imzalayabilirim altını, hiç gocunmam:

Sevgi çaresizlikten doğmaz adı o zaman sevgi olmaz

Read more...

Salı, Eylül 16, 2008

bulutlu mavi


Geçen hafta bugündü. Pazar sabahıydı. Uykusuzdum. Biraz hızlı hareket etsem 8.45’e yetişirdim. Ama “mutlaka 9.15’le gel bak.” demişti. Bir planı vardı belliydi. Kurcalamadım. İskelenin yanındaki banklara oturdum. Pazar sabahının sakinliğini izledim önce. İstanbul günün her saati yaşıyordu, akıyordu, durmuyordu, otomobiller vapurlar insanlar sürekli yer değiştiriyordu. Ben de değişiyor muydum, akıyor muydum hayata, değiştiriyor muydum mekânlarımı, zamanlarımı, anlarımı. Bunları düşünürken şöyle yazmışım:
Uçabilsem, uçuversem uzaklara. İçindeyken yapamadıklarıma hayıflanmasam da dışındayken eremediklerimi özlesem. Ben gitmeyi beklerken sen gelsen, uzatsan elini… Kimsin, neredesin, nedensin hiç sormasam.
Uçsam, uçuversem uzaklara. Hiç arkama bakmasam. Arkamda sen bile olmasan.”
Kime yazmışım belirsiz. O’na mı o’na mı ben bile bilememişim. Vazgeçmişim herkesten, uçup gitmişim.

Güneş gözlüğünü gözüme indirip İstanbul turisti 4 kıza baktım. Fonda Haydarpaşa’lı fotoğraflar çekiliyorlardı. Biri hep objektifin arkasında. Bir an “isterseniz hepinizi ben çekeyim” diyecektim. Kızlardan biri kötü kötü baktı bana. “ne var çok mu komik fotoğraf çekilmek sanki güneş gözlüğünün arkasına saklanmış ne gülüyorsun öyle” dedi bakışlarıyla. Fotoğraf makinesi hırsızı olduğumu düşünmesinler diye kafamı başka yöne çevirdim. Bunca yıllık Denizatı, Deniz yıldızı olmuş üzüldüm. Adalar vapurunu anons etti nazik ama duygusuz ses. 2–3 kişi indi vapurdan sadece. “çıkış kapısıdır, girilmez”den çıktılar.

İstanbul’a ilk gelişiydi. Askerden sonra mıydı? Bu oturduğum bankın tam arkasında ayakta duruyordum. Arkamı dönünce orada bekleyen bankacı beni gördüm. 2006 mayısıydı. İşten çıkmıştım. Pembeli bi’şeyler vardı üzerimde ama neydi, seçemedim. Evet, askerden sonraki ilk ve henüz bilmediğim son gelişiydi. Vapurdan indi. Sarıldım. Sarıldı. Sarıldık. Ne gözlerinin içindekileri, ne kalbimden geçenleri hatırlamıyordum. İçimde tek bir dal kımıldamıyordu. Oysa rüzgâr saçlarımı dağıtıyordu. El ele tutuştuk. Sımsıkı tutmuş muydu elimi? Tutardı. Ama o gün? Taksiye bindik. Moda teras’tı planım. Çin lokantasını görünce durdurdu arabayı. Çin yemeğini özlemişti. Boştu restoran. Hemen sipariş verdi. Yediği ördeğin menşeini öğrenmek için baş aşçıyı çağırttı. Elbette ki Pekin’den gelmiyordu ördekler ama aynı cinsti Antalya’da özel yetiştiriliyordu.

Bir vapur düdüğü çaldı. Ada vapuruydu herhalde kalkan. İnsan zihni ne kadar gereksiz ayrıntılarla doluydu. Aşçının o gece söylediklerini nasıl ve neden hatırlıyordum ben bu Pazar sabahı? Epey aksanlı olsa da aşçının konuşması anlaşmalarına engel değildi. Restoranda sevdiği (!) (sevgi? zaman? görece?) adamın aşçıyla muhabbetini dinleyen bana baktım uzaktan. Mekân karanlıktı. Masada mum ya da kandil gibi bi’şey yanıyordu sadece. Gözlerimi göremedim ama içimi gördüm, griydi. Aylardan sonra birlikteydik ve ilk işimiz ördeklerin memleketini öğrenmek olmuştu. Özlediği; çin yemeğiydi… Bunu o zaman fark etmemiştim belli ki. Ben o kendinden emin, kararlı, ukala hallerini seviyordum(!) Tipik aslandı. İçim buruktu. Hayır, o gün elimi sıkmamıştı. Taa o zaman bitmiş meğersem, ne kadar fazla süründürmüşüm. Tek damla bile süzülmedi. İçime bile akmadı yaşlar. Buharlaşıp uçmuştu çoktan.Yoktu artık. Çoktan bitmişti. Acaba o çin’li kızla da çin yemeği yemişler miydi? Bu kadar anlamsız sorulara alayla gülünürdü ancak. Dudağımın tek tarafı kıvrıldı. Ayağıma dolanan yavru kediyi gördüm. Kedi de olsa yavruydu, küçük ve savunmasızdı. Hangimiz daha küçük ve daha savunmasızdık?

“Alışır her insan alışır zamanla, kırılıp, incinmeye” dedi Sezen Aksu kulağıma. Bağıra bağıra hem de. Güzel güneşli bir Pazar sabahı, insan görmeyi hevesle beklediği birini beklerken ipod shuffleda yalnızlık senfonisi’ni seçmemeliydi, biri bunu apple’a söylemeliydi. Saat 9 olmuştu, rüzgâr giderek hızlanıyordu, biraz daha bu bankta oturursam korkunç cadılar gibi kabaracaktı saçlarım. Ve bir cadı gibi görünmeyi kesinlikle istemiyordum. İçerde 3lü koltukların birine oturdum. Boş boş bakındım bi’süre. Herkes bi’şeyler yapıyordu. Yandaki sırt çantalı kız kalınca bir kitap okuyordu. Karşımdaki anne-oğul yaşlarındaki ikili gazetenin Pazar ekine göz atıyordu. Çocuk kim olduğunu görmediğim bir kadının güzelliğini övdü. Kadının ne dedi anlayamadım. O sırada yanıma oturan iki zıpır kesinlikle anlamadığım bir Türkçeyle bir bilgisayar oyununun hilelerinden bahsediyorlardı bağıra çağıra.
Birden irkildim. Üzerimde bir çift yabancı göz varmış gibi. Bariz bir şekilde yerimde kıpırdanarak etrafa bakındım. Burada olabilir miydi? Hadi canım daha neler? Arkadaşları burada olabilir miydi? Kızım saçmalıyorsun kendi kendine. Dön önüne. Olsun yine de çantadan kitabı çıkarıp okumak lazım. Herkes bi’şeyler yaparken ben boş boş bakınmak istemem. 2 sayfa okudum. Kitabı kapatırken ayracı 2 sayfa geriye koydum. Hiç bi’şey anlamamıştım okuduklarımdan. Kitabı yerine koyarken mesaj sesi geldi. Sahi ya, banktan kalkmadan mesaj atmıştım. “hazırlanorum”. Typo sıfır, sırıttım kocaman. Tam cevap yazacakken vapur yanaştı. Telefonu cebime koyup kapıya doğru ilerledim. İskele verilmeden inenleri görünce, tabi ya neden olmasın? Neden illa 9.15ki? Kes saçmalamayı, vapurun ön tarafına geç bari poyraz çarpsın da suratına ayıl ve kendine gel. Uyanamadın hala belli! Off tamam, orası büfeye yakındır hem. Sıcak bi’çay içerim iyi gelir.
Rüzgâr hakkaten çarpıyordu. Mesaja tekrar yanıt yazana kadar ayılmakla kalmamış, üşümüştüm bile. İçeri geçtim. Ipod bu sefer tanımadığım bir sesle fısıldıyordu kulağıma. Ekrana baktım. Aa sahi tanıyor muydu acaba bu kadını? İnince sormalıydım mutlaka. Rüzgar aklımı başıma getirmişti getirmesine ama... Çok fazla kıpırdanmadan gözlerimle etrafı süzdüm yine. Kimse benim farkımda bile değildi. O da vapurda değildi, olamazdı zaten saçmaydı. Müziğin sesini açtım.
“avucumda buruşmuş hayaller, kuma döner
ki dökülsün binbir giz kucağına o koyu siyahtan”

Bi’zamanlar 'Kadıköy- Beşiktaş vapuruna anı bulaştıramam' demiştim. Vapuruma anı bulaşmış değil hala. Kadıköy iskelesine ait anılarım bunlar. İspatlanamaz, yanlışlanamaz veya doğrulanamaz ama ben bunları yaşadım. Bunlar benim anılarım. Bunlar benim kayda geçsin istediğim anlarım. Unutulmasın, mutlaka hatırlansınlarım…




Yayınlamak için gereksizce dürüst, bir sürü yanlış anlamaya, bir dolu doğru anlaşılıp “aaa yok yanlış anlamışsın sen”e fazlaca müsait bir yazı. Pazardan beri taslaktı. Taslak olmak için fazla gerçekti. Benden çıktı artık. Fiber optik kablolar arasında o da bir yer bulur kendine elbet…

Read more...

Pazartesi, Eylül 08, 2008

dikkat, mim vaR

Rehavet beni mimlemiş. Çok pis yakalandım doğrusu. Zira geri sayım var ve ben 2 günü kaçırdım bile. Yani olay şöyle: dünyanın sonunun gelmesine 4 gün kalmış sen son 4 günde ne yapacaksın?

Ben de gazetede 'Atlas projesi' haberini okuduğumdan beri bu mevzuyu düşünüyorum. Meğer yalnız değilmişim. Bu mim dalgası da buradan çıkmış zaten. 10 Eylül günü başlayacak olan yüzyılın deneyi sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkacağından kara delikler oluşması, big bange benzeyen bir ortam ortaya çıkması falan bekleniyor. Fizikçiler 2’ye ayrılmış durumda birileri “külliyen yalan olmaz öyle şey altı üstü deney bu” diyor, birileri de “yahu zamanda kırılmalar olacak bu durum insanlık dışı” diyerek AİHM’ye dava açma yolunda falan. Dedim ya ben haberi okuduğumdan aklım bu konuda zaten. Her gün her gece dua ediyorum.;“Allaaam lütfen deney yapıldığı sırada uzayda ve zamanda kırılmalar olsun ve ben 2005 Mayısına geri döneyim” diyorum. Her gün yapıyorum bunu. Boş kaldığım her an dua ediyorum “Allaaam biliyorum ben iyi bir kul olamadım bugüne kadar ama bak fırsat bu fırsat, bugünkü aklımla 2005 yılına geri gideyim söz ondan sonra sadece şükretmek için kapına dayanacağım, bi’daha ölene kadar uğraşmazsın benle.”

Var ya hayal etmesi bile süper, içim kıpır kıpır oluyor. İşyerinde çalışırken birden kendimi pat diye odamdaki çalışma masamda bulmuşum mesela. Yok yok komodinin yanında yerde oturuyorum. Kucağımda laptop, etrafta altı çizili, üstü yazılı onlarca kitap, fotokopi, notlar… Bitirme tezini bitirmeye çalışıyorum. 4 gündür evden çıkmamışım. Evden çıkmak ne ki, odadan çıkmamışım. M. dışarıdan paket yapıp getirdiği yiyeceklerle hayatta kalmamı sağlıyor. Ve ben birden bu aklımda 2008 den 2005 e geri dönmüşüm. M.yi görür görmez hemen oracıkta ayrılır mıydın ondan acaba?

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Düşündüm. Düşünürken onunla ilgili en kötü anılarımı geçirdim gözümün önünden. I ııh ayrılmazdım. Yine biterdi zaten kendiliğinden o ilişki ama en azından ben bitene kadar, dibine kadar yaşardım. “bu hafta sonu olmaz sunuma hazırlanmam lazım”ları, “bu saatte olmaz yarın sabah 8de ikimizin de dersi var”ları, “ya bu evin dağınıklığı ne böyle, amma pasaklı adamsın kalk şu bilgisayarın başından da ortalığı temizleyelim”leri postalayıp atardım.

Ertesi gün okula gider Atilla bey’i bulurdum. “Hocam” derdim “verin şu listeyi bana finaller de bitirme tezi de umurumda değil neymiş derdiniz okuyalım anlayalım bakalım.” Ramazan bey’i bulurdum. “Hocam” derdim “ben fikrimi değiştirdim. Kabul eder misiniz?” Özlem hanım’ı bulurdum, “o 40’lık final kâğıdı vardı ya, hani 50 olsun diye kapınızda yattığım, basın o kağıda 40’ı ayrıca şu kıçı kırık makalemsiyi inceleyip bunu da notlarsanız sevinirim. Bu konuda biraz daha çalışmak istiyorum.” derdim.
Üst kata çıkar Recep bey’i bulurdum “hocam o vermediğiniz referans mektubu var ya hani, cumartesi gecesi teknede onun şerefine bir rakı balık yapacağım sizi de davet etmeye geldim” derdim. Nevin hanım’dan özür dilerdim. “Zamanında çok dik başlılık yaptım biliyorum ama akademik İngilizce çok mühim bi’şeymiş hocam Allah rızası için beni affedin” diye yalvarırdım. Ki Fransızca okutmanı nişanlısından ders almak için bekleme listesine adımı yazdırabileyim.

Sonra okuldan çıkar S. ye uğrardım. Kitaplıktan Eric Hobsbawn’ın o ünlü üçlemesini alırdım. (ki bu kitap-lar- ikimizin de hayatını değiştirdi aslında) Soru sormasına mahal vermeden onu da alırdım. Yağmur’a giderdik. 2 bira, 2 tost söylerdik. Sonra 2 bira daha. Sonra 2 tane daha… İçerdik.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.


Konumuz bu değildi ki bizim. Neydi sahi. 4 gün mü vardı dünyanın sonunun gelmesine, 10 Eylül’de mi nihayete kavuşacaktı her şey?
Her neyse 2 gün de 4 gün de olsa benim için fark etmez. “Ölmeden önce mutlaka” dediğim hiçbir şeyi sığdıramam ne 2 güne ne 4 güne.
N’apardım?
Gider önce mavi kuş’u bulurdum sanırım. Gerçi onu görmesi gerekene gösteremedikten sonra anlamı yok ama olsun… Sonra New york’a uçardım. Manhattan’a. Yol zaten kafadan 10–12 saat herhalde. E bi’de jet-lag olayı var inince. 2 gün gitti bile. Orada da kesin şöyle manyak bir “yaşasın dünyanın sonu geldi hadi bunu içerek, sıçarak, sevişerek kutlayalım” grubu bulunur. Onların arasına karıştım mıydı, ne kara delikler ne big bangler bana mısın demez zaten. Sen sağ ben selamet…


Yazıp bitirdikten sonra düşen jeton: Aaa sahi bir de pas atmak gerekiyor tamamen unutmuşum. Efenim konumuz “10 Eylül’de dünya havaya uçuyor, son günlerinde n’aparsın?” eğer 10 Eylül’ü geçtiysek ve ben hala 2005 Mayısına dönmediysem ya da hep beraber havaya uçmadıysak mim konumuz “dünyanın havaya uçmasına 4 gün kaldı, ne halt edersin?” olacaktır. Bu konudaki yazılarını okumak üzere sahneye Ms. Parılda’yi, Beenmaya’yı, (nasıl mimlenmemiş hayret) Artemis'i ve Nautilus’u davet ediyorum efenim. Kızlaaarrr, alkışlar sizin için.


En dibine not: geçen yıl düşen Isparta uçağında ölen Prof. Dr. Engin Arık’ın da cern’deki bu atlas deneyi için çalıştığını çooooktaaannnn unutmuşuz tabi…

Dibinin körü: daha bu yılın başında ölmeden önce yapılacaklar başlıklı bir mim dalgasında bu konuyu uzuuun uzuuun yazmışım meğersem. Hiç düşünmeden çat diye aynı 2 cevabı vermiş olmama çok mu şaşırmalıyım hiç mi şaşırmamalıyım bilemedim…

Google reader’a özel not: sen benim her şeyimsin! Google search falan hikâye senin yanında. Neleri bulup çıkardın lan bana bu gece. Helal olsun valla! Öperim gözlerinden.

Read more...

Salı, Eylül 02, 2008

zephyR


Hoş geldin Eylül,
Nihayet bittirdin yazın saltanatını. Şükürler olsun bu yıl da kavuştum sana. Nur içinde yatsın dedeciğim her ramazan böyle derdi. “rabbim sana şükürler olsun bu yıl da ramazana kavuşturdun bizi.” İlk iftarda böyle ederdi duasını mutlaka. Herkes bayramı bekler, bayrama hazırlanırken onun bayramı ilk teravih namazıydı. En güzel takımını giyer, traşını olur giderdi ilk teraviye…

Hoş geldin baharım,
Hem ramazana hem eylül’e kavuşturdun bu yıl. Birden kesildi sıcaklar. Bereketiyle geldi ramazan, sabaha karşı paldır küldür bir yağmuru bastırdı ki ağustosun son gecesi "hoş geldin eylül’üm dedim, hoş geldin baharım. Bu yıl da hoş geldin."

Alıp götürdüğün yıla baktım da şimdi. Yenilikler getirdin yine bana. İbrelerimi değiştirdin. Önceliklerimi değiştirdin, kararlar aldırdın… Uykuluyum bu akşam. Aslında uykusuzum dünden. Muhasebeler yapmak istemiyorum. Yine dileklerim var. Yıllardır beklediğim tek bir dilek var biliyorsun. Önce yine o. Olacaksa bir tek o!

Sonra yeniler var sırada. Gemiler kalksın yüreğimden gizlice mesela. Nereden ve nasıl olduğunu anlamadan ben dalga kıranları aşıp dalgalara kapılsam mesela.
“Yine aynı dilek mi?” dedin. Değil işte. Farkını ben biliyorum. Yine aynı kayıkları, sandalları yollarsan bana dönüp bakmayacak kadar burnum büyüdü artık. Bütün karanlıkları aşan ışıl ışıl bir gemi kalksın yüreğimden bu kez… Rüzgârına kapılıp gideyim arkasından. Hiç dönmemecesine…

Vur deyince öldürme ama. Kendimi kötü hissettirme baharım. Birisi diyorsun hani, uzaktan uzağa durmakta orada, neden olmasın diye dürtüyorsun içimdeki şeytanları. Olmaz baharım. İlk dileğim olmadan olmaz. İçim erimiş, ateşim sönmüşken olmaz. Bu halde mümkün değil olmaz. O poker sever bi’kere. Ben Rıfkı elimde patladıktan sonra bıraktım o işleri. O 3 dil konuşur kafadan ben anamdan öğrendiğimde bocalamakta. O en sevdiğim spor diye başlayan cümleyi tamamladığında ben spor ansiklopedisinin yerini aramaya başlarım, o şarkılar söyler aşka dair benim repertuar serdar ortaç taklidi yapan yumuşakçanın notalarında kalır. En sevdiği romanı okur (hepi topu 5 karakter) hangisi babasıydı diye sorarım son sayfayı kapatınca. Bisiklete bile binemem yanında ne dengede durabilir ne kafa göz yarmacasına düşebilirim. Hep eksik kalırım onunla. Olmaz baharım. Böyle olmaz, şimdi olmaz onunla… Aceleyle çelme aklımı yok yere. Ben beklerim uzun kışları. Soğuk karları. Sen cümlelerimi geri ver önce.

Şimdi bir poyraz estireceksin bana baharım. Ne kuzeyden ne doğudan tam kuzeydoğudan eseceksin. Soğuklarını getirdiğin dağlara götüreceksin beni… Umutlarımı alacağım oradan geri. Bir başka bahara eseceğim tüm gücümle.

Hoş geldin Eylül! Hoş geldin baharım.
Pencereyi kapatmadan gir içeri. Daha anlatacaklarım var sana…


Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP