Cuma, Haziran 29, 2007

gül kuRusu

Yazın rehavetinden mi, sıkıcı sıcaklığından mı, yenilenme ihtiyacını körüklemesinden mi bilinmez pek çok kişi ara verdi bloguna. Sadece bugün 4 tane veda yazısı vardı benim readerımda, bir de readerdan görünmeyen ayarlar yapanlar tabi. Bazılarına yazmak istedim, “buralarda seni, yazdıklarını özleyecek birileri olacak” demek istedim. Yapmadım, yapamadım mı demeli. Ne bileyim işte. Ama aslolan takdir ettim hepsini.
Ben “eyvallah ahali bir zaman yokum” demeyi bile beceremiyorum şu günlerde. Mesela bir önceki cümleyi bile şu günlerde diye bitiriyorum ki, açık kapı bırakayım kendime.

Bir de yeni bir sorum oldu bugünlerde, sancılıydım zaten ne zamandır, buna gebeymişim meğer. Eğer hala adam gibi bir karar verip harekete geçemediysem bu kimin hayatının neresinde olduğumu, ne kadar yer işgal ettiğimi bilmediğimden. Öyle olsa gerek yani. Ya da bu yeni bahanem, fark etmez. Bilmek istiyorum yahu, bunu (da) bilmek istiyorum. İşletmelerde marka konumlandırması diye bi’şey vardı ya, onun gibi aslında... Kimin hayatında nerede duruyorum, ben orada durmasam o’na ne olur, ne ifade ediyorum senin için, o’nun için, onlar için?

İnsan bi’şeyin kıymetini en iyi o şey olmayınca anlar değil mi? Neden bu kadar tantana yaratıyorum ki?!

Read more...

Salı, Haziran 26, 2007

kuzguni

Dün gece çok garip bi’şey oldu, okuyacaklarımı okudum, yazacaklarımı yazdım, biraz arkadaşlarla sohbet ettim ve bilgisayarı kapayıp yattım. Tam uykuya geçecekken, “içimden bi’şey koptu” aktı gitti sanki. Uykum açıldı bir anda. Sağa döndüm sola döndüm, o his öylece duruyor. Uyuyamadım bi’süre, sonra bi’şeyler okumaya çabalarken sızmışım.
Benzetmek de istemiyorum aslında ama hani klişe bir film sahnesi vardır, mesela sevgilisinden uzakta bir genç kız, o’nun hediyesi olan porselen bebeğin tozunu alırken nasıl olursa olur bebeği düşürür ve kırar, o sırada yönetmenin ufak bir hamlesiyle sevgiliyi görürüz başına kötü bi’şey gelmektedir...
Öylesi garip hissettim işte, çok şükür evde herkes sağlıklı, daha makul bir saat olsa da diğer merak ettiklerimle de konuşsam bir an evvel.

Hayır, anlamıyorum ki dün harika bir gün geçirdim, bugün yüzlerce kilometre uzaktan gelen bir başka arkadaşımla yapacaklarıma dair bir sürü güzel planım var. Nedir bu his şimdi, sabah sabah hala içimde. Neyse güzel düşünelim güzelim şeyler olsun. Sen iyisin değil mi, bak bugün sıcak olacak İstanbul diye bağırıyorlar günlerdir, bol bol su iç emi.

Haydi iyi günler...

Read more...

fuşya

Dün Osman Börütecene yazmış, Şuradan, Buradan, Şuraya ve Buraya Konulu Bloglar yazısında, google meğer biz link verirken kullandığımız kelimede ne yazıyorsa, ondan bahsediyoruz zannediyormuş. “Yazıyı buradan okuyabilirsiniz” cümlesinde, “buradan”a link verince bizi “buradan bahseden blog” kategorisine, “yazıyı” sözcüğüne link verince “yazıdan bahseden blog” kategorisine sokuyormuş, robot işte, algısı o kadar. Ben zaten google’dan gelenleri pek sevmiyorum, hatta bugün yazarken aklıma geldi google aramalarına kapatma seçeneğimin olduğu, yazıyla ilgili düzenlemeleri bitirdikten sonra kurcalayacağım ayarları. Yine de bir yandan istatistikleri incelerken google’dan gelenlerin yazdıklarına bakmak keyifli oluyor.
Aa bir de bu google’dan bahsedenler, özellikle (birazdan benim yapacağım gibi) hangi kelimeleri aratarak benim sayfama gelmişler bakalım tarzı yazılar yazarken genelde “google amca”, “google bey” gibi ifadeler kullanıyorlar. Neden google gibi bir internet sitesi “erkek” çözebilmiş değilim. Hayır niye bir cinsiyet yükleniyor google’a, tamam ben de yaparım bazen, ünlü insanlardan bahsederken mesela “Tarkan amca’da yeni kaset yapmış” falan derim ama google’a "bey" demek "amca" demek hiç aklıma gelmemişti doğrusu, altı üstü robot işte!
Google’ın algoritmaları nasıl çalışır bilemiyorum ama arama yapan insanların google’ı kişileştirdiği, bir arkadaşına akıl danışır gibi sorular sorduğu bir gerçek. Misal bana gelen biri google’a aynen şöyle yazmış :
  • karinin her günki yaptiği işi erkek bir kere yapar sorusuna cevap istiyorum

Korkunç! Tamam bir bilmecenin yanıtını arıyor olabilirsin ama nedir bu tavır, “...sorusuna cevap istiyorum”, istemeyi bile bilmiyorsun sen! İnsan lütfen, rica ederim gibi bi’şeyler ekler sonuna başına bi’yere... Hayır, yanıt aradığı soruya hiç değinmeyeceğim =)

Ya da bir başkası mesela,

  • secmen sandığım nasıl bulurum

Bilinçli vatandaş kabul ama nedir bu soru solma hali? “Google maps işine yarayabilir (yersen)..” diyoruz kendisine.

  • d+ geçer mi?

İşte soru soran bir sivri daha. Okuldan okula değişir arkadaşım, git öğrenci işlerine hocana falan sor, arkadaşlarına sor 2 kelam laf etmiş olursunuz, google’a niye soruyorsun. Google seni ancak benimki gibi konuyla uzaktan yakından alakası olmayan yazılara getirir.

  • kapıyı tanımadığın kişi çalma sı sözünün rüyada yorumu

Hayır rüya yorumu yaz git bir siteye, sitenin içinde ararsın, kapı, tanımadığın kişiler vb. sözcükleri yorumlarsın rüyanı, nedir bu hazırcılık yani. Çok istedin madem al sana yorum : “3 vakte kadar bi’edebiyat hocasının gazabına uğrayacağına delalet eder”

  • şehrazatın bileşiğinin resmi

Bunu diyene ne demeli: “Nitrik asit, kanal d, reyting, şapşal seyirci, tuz ruhu..al sana bileşik..” diyene hak vermeli galiba.

  • mahallenin orospusu oldum

Diyen biri var mesela, buraya gelmesi çok normal içinde aşağı yukarı aynı cümle geçen bir yazım var hali hazırda, amma velakin bir insan bunu neden aratır, bunu aratanın böyle hisseden biri olduğunu düşünmek bile beni yerimden hoplatıyor, bir de mahallenin orospusu oldum diyen birini internette arayanlar olma ihtimali var değil mi? Bırrr ve hatta gırrrr!

  • Önce çayına ilaç atıyor sonra tecavüz ediyor

Eee tamam bunu hepimiz biliyoruz, gerçi o çay değil gazozdu ama, biliyoruz yani mantığı bunun nesini google’da arıyorsun amca. Hangi ilacı kullanıyor onu mu soracaksın nedir yani olayın? anlayan bana da anlatsın.

  • Yatak youtube trt haber iç odası

“Ne içtiysen ben de istiyorum” arkadaşım, olayın nedir ya?

  • Denizlere batacağım deniz kızı olacağım

Dünya işte biri orospu oldum diye beyan ediyor google’a diğeri tecavüzcü hikayeleri aratıyor, bir başkası da deniz kızı olma hayaliyle çıkmış yola. Ne diyelim abla : “Arkandayız.”

  • basrol benim olsa kitabını tanıt
    Bu ne yahu? “Ajdar'ın bi şarkısı galiba”
  • sanal alemde evcilik oyna

“Gerçeği yemiyo di mi?”

  • Başlıklar silinmeyecek çöpe atılacak

“Gelirken 2 de ekmek al.”

  • ben seni seviyorum bunda bir kasıt yok

“He kasten yaptıysan çok ayıp çünkü.”

Daha çok var elbette, "şımarık çocuk sendromu" diye aratıp 76. sayfada olan bu siteyi bile okuyan bilinçli ebeveyn (öyledir herhalde) var, "dondurma maliyeti" aratarak yaz sezonunda bu işte iyi para olduğunu keşfetmiş girişimci var, onun ilginç tarafı şu, sadece bi’yerlerde “fayda maliyet analizi ” yazmış olduğum için google buraya yönlendirmiş kendisini. Hani şöyle 3 saniye falan bakıp çıkması lazım normal şartlarda bu girişimcinin, oysa kendisi gelmiş eski sevgili etiketini tıklamış, internet, edebiyat etiketlerini karıştırmış, oradan oraya zıplayarak epey vakit geçirmiş sayfada, google’dan gelerek bi’şeyler okuyan tek kişi kendisi zannediyorum. Ve elbette favorimi en sona bıraktım:

  • allahım sen bana bi yol göster

“Giderken sağda,dönerken solda” yavrucum, bulursan haber ver yine google’a =)

Dibine not: Efenim italik yorumlar için sevgili arkadaşım g-shock’a özel teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Ben burada sadece bir kaçını kullansam da keywords listesinin tümü için yaptığı yorumlarla geceme renk kattı kendisi; "iyi ki varsın yahu, eksik olma"

Read more...

maden mavisi

Kova burcu genç bir avukat davanız için bulabileceğiniz en dişli, en sağlam avukatlardan biri olabilir ama termometreler 42ºC yi gösterirken, klimasız bir ofiste fikri mülakata girmek için seçeceğiniz en son kişi olmalı, ben bugün bunu anladım. Hele karşı cins iki kova insanı, temelde aynı fikirde oldukları ama bu fikrin uygulanması noktasında taban tabana zıt oldukları bir konuda sakın ha tartışmamalı. 5 saat aralıksız konuşmayı, sohbet etmeyi bilirdim de, 5 saat kesintisiz tartışmayı nasıl becerir iki insan bugün bunu da öğrenmiş oldum. Hayır, görüşmek için taraflar olarak o kadar yol kat etmişken, elimizde “göz atsak iyi olur” dediğimiz bir dosya varken, biz toplumsal rollere, ezberletilen yaşamalara, kadın-erkek ilişkilerinde ki eşitsizliklere, giderek azalan kadın nüfusundan dolayı ortaya çıkacak daha da eşitsiz yeni dünya düzenine nasıl vardık ben hala çıkış noktamızı hatırlayamıyorum. Bir ara seçimlerden bahsederken kadın adaylara lafı getirmiştik oradan mı geçiş yaptık, yoksa önümüzde ki evrakta yazan meslek hanesindeki yanıttan mı, bulamadım gitti. Zaman zaman sinirden yerimden fırlayıp, cümlen bitene kadar bir sağa bir sola volta atmış da olsam, bi’kaç kez kendimi kontrol edemeyip “hoop dur bakalım orada” diye lafını kesmiş de olsam, değdi tüm bu fikri harbe, nihayetinde hakkından geldim ya o zevk bile bana yetti =)) Hoş, hakkından geldim diyorum ama sen de benim hakkımdan geldin aslında, bir kazan-kazan oyunuydu oynadığımız, kaybeden kimse yok. Bak bu saat oldu kafamı toplayıp sistematik düşünmeye geçemedim hala. Yakınıyormuşum gibi oldu ama değil, yine olsa yine yaparım. Uzun zamandır böylesi bir zihin yorgunluğu yaşamamıştım ve böylesi bir keyif...

Anladım ki benim bütün hayatım böyle geçmeli, hep bir sonraki hamlede ‘nasıl alt ederim seni’, ‘nasıl çürütürüm bu fikri’ diye düşündürtecek birileri olmalı etrafımda. “Eee daha daha nasılsın”la, “aman seçimler geliyor kime oy vereceksin”, “nereye tatile gideceksin”le tıkanıp kalmamalı benim muhabbetlerim asla. Düşünen, düşündürten, düşünceli arkadaşlarımdan beni mahrum bırakma, karşıma yeni çıkacak olanları bunların arasından çek çıkar Allah’ım!

Read more...

Pazar, Haziran 24, 2007

koyu moR

Ne yazmalı, nasıl yazmalı. Hangi kelimeler ifade edebilir olan biteni, hissettiklerimi. Geçecek mi bu günler. Zor günler. Of hayır bunları yazmaktan sıkıldım, bırakın beni, dibe vurmak istiyorum dedim zaten uzun uzun. Daha ne? Ya hadi bugün olanlar yaklaşan fırtına öncesi sessizliği bozan bir poyrazdı diyelim, az kaldı iplerin kopmasına bunun sinyallerini veriyorum işte anlayana, dün gece yaptığım aptallığa ne demeli? Nasıl karıştırırım ben sapla çöpü birbirine? Yani insanız nihayetinde hatalar yapıyoruz. Demek ki ben bile tanıyamamışım kendimi, güya rüyalarımı yazıyorum aylardır, bilinçaltımda neler olup bitiyor anlamak için biraz işe yarar belki diye, yarıyor sanıyordum üstelik. Meğer rüyaların bile ulaşamadığı kadar derinlerde neler varmış, vallahi bilmiyordum. Hoş olanlar beynimin işi mi, başka bir organımın işi mi bu da tartışmaya açık...

Ben aslında bunlarla kafa ütülemek istemiyorum, hoş ben böyle hezeyanlarını yazan insanları okurken hiç kafam ütülenmiş gibi hissetmiyorum. Ay halka açtık diye günlüğümüzü ne bu sorumluluk anlamadım ki, habire bir sebep sonuç bildirme hali, beğenmeyen okumasın, okumazda zaten ne bu kaygı anlamadım gitti.

Dünden beri sayfalarca yazdım aslında ama buraya da yazmak istedim, garip bir rahatlık bu tanımlayamıyorum ben ama psikolojide vardır kesin bir açıklaması. Dipten kum çıkartıyorum sanki, dipte ne varsa dile gelmeyen söylenmeyen, yazıyorum, yayınlıyorum, rahatlıyorum. Benden çıktı artık sen düşün hesabı :D Bilinmek istiyoruz demek bir şekilde hep, garip işte.

O değilde gerçekten bunca zamandır bir blogger olarak şöyle eğlenceli "kuşlar böcekler, neşe dolu insanlar tra la la lala" bir Pazar yazısı yazamadım hala. İstemekle olmuyor demek, çabalamak lazım bunun için. Benim de istediklerim olmayacak gibi görünüyor bu aralar, acilen eylem planımı değiştirmem gerekiyor. Hayır hayır yazmayacağım yeniden aynı şeyleri.

Bu arada gözümüz aydın, 21 haziranı geçmişiz, en uzun günü atlatmışız farkında bile olmadan, en azından ben hiç fark etmedim valla. Günler fazlaca uzun zaten, geceler yetmiyor beynimi boşaltmaya. O yüzden 21 haziran demek günler kısalmaya başlıyor yaz gidiyor, kış geliyor demek. Züğürt tesellisi benimki, haziranın ortasında kış geliyor diye seviniyorum. Olsun bunun mutluluğu bile önemli şu an benim için.

Böyle işte, hala batmaya çalışıyorum, hala birileri tutuyor kolumdan bacağımdan, çok uzadı bu batış süreci, bir dibe vursam! En azından bir havuza gitsem bari pazar pazar bunları düşünmekten iyidir kalabalık havuzlar, cıstak cıstak demet akalın, serdar ortaç şarkıları. İyidir de, iyi gelir mi işte o muamma... Gelir belki kim bilir, beynimi uyuşturur incecik kızlar, ben niye böyle olamıyorum diye başka bir tasa bulurum kendime, eski sevgiliye küfür edercesine bağıra bağıra söylenen cıstak cıstak intikam şarkıları, biraz alkollü, biraz alkolsüz buz gibi egzotik aromalı kokteyller...

Read more...

Cumartesi, Haziran 23, 2007

koyu kahve

Hani tam dudakla yanağın birleştiği çizgi vardır, gülünce belirginleşir. Ne dudak ne yanak, hem dudak hem yanak...
Ordayım sanki ne gidiyorum ne kalıyorum, hem gidiyorum hem bekliyorum.
Bu çok tatlı bir tasvir oldu aslında, benim ki daha daha çok ne yardan ne serden hesabı, ne bu deveyi güdüyorum ne bu diyardan gidiyorum.
Görüşmem gereken insanlar var gitmem gereken randevular, mazeret bildirip yazışıyorum onlarla sadece. Hareket alanım daraldı, giderek köşeye sıkışıyorum. Yıllar önce yazmıştım mucizelere inanmak istiyorum diye, tarih=tekererrür işte, daha önce bir kez olmuş hem de bir mucize değil birden fazlası gelip beni bulmuş. Bu odada bu sandalyede yeniden mucizelere inanmak istiyorum. Ya da şöyle bu kez bir mucize yaratmak istiyorum, hayatımı kökten değiştirecek o mucizeye, mucizeler dizisine imzamı atmak istiyorum.

“Aslında her yere gitmiş olabilir, bunun için karar vermesi yeterli” böyle dedi dizideki hayal kahramanı, bir diğer hayal mahsulü kişi hakkında. Ancak filmlerde, kitaplarda, masallarda var değil mi böyle insanlar. Ben böyle olabilecek miyim büyüyünce. Sahi ben ne zaman büyüyeceğim yahu?
"Büyüdükçe büyü bozuluyor" diyen metüst’tü değil mi? Al benden de o kadar işte.

Çok zata mahsus oldu bugünlerde buralar, siz bakıyorsunuz haberlere falan değil mi, ben pek bakmıyor gibiyimde. Seçimlere kaç gün kaldı sahi, mazot 1 lira olacak, ÖSS kalkacakmış, yerseniz! Sahi karpuz var yer misiniz, ben çok severim. Yazı katlanılır kılan tek şey belki benim için. Buyrun buyrun buz gibi.

Read more...

Perşembe, Haziran 21, 2007

borçsuz 2 gün dertsiz 2 gün


Dün akşam bildirmek gerekliydi bu haberi amaca daha çok hizmet edebilmesi açısından ama ben de akşam haberlerini dinlerken haberdar oldum.

TÜDEF, TÜKOBİR, (TÜKODER) Tüketiciyi Koruma Derneği, (THD) Tüketici Hakları Derneği, Bursa Tüketicileri Koruma Derneği, Adana Tüketiciler Derneği, ESTÜKDER, TÜKSAVDER, DİSK, KESK, KAMU-SEN, ASMMMO nun altına imza attıkları bir kampanya başlatılmış. Sloganı : “BORÇSUZ İKİ GÜN DERTSİZ İKİ GÜN


Özellikle kartlardan alınan haksız kullanım ücretlerini protesto etmek ve kart kullanıcılarını bu konuda bilgilendirmek amacı taşıyan kampanyanın asıl hedefi, seçim sürecine girildiği şu günlerde halka hizmet verme yarışında olan milletvekili adaylarının ve partilerin ilgisini tüketici sorunlarına çekebilmek. Bunun için kredi kartı kullanıcılarını 21-22 haziran tarihlerinde 2 gün boyunca kartla alışveriş yapmamaya davet ediyorlar.

Sivil toplum” adına sizleri boykota davet ediyorum efenim =)

Read more...

deniz mavisi

Orhan Veli/DENİZİN DELİSİ

unutmak mi, delisin,
gitmesem de bekler orada deniz.
gelirsem bilmelisin
benim beklememdir burada deniz.
gitmek gibi gelecegim
denizin delisine.
delinin denizi gibi,
o ne kadar giderse.

Posted by Picasa
fotoğraf:muğla/akyaka-2005

Read more...

Çarşamba, Haziran 20, 2007

yağmuR mavisi

Ahmakıslatan bastırdı bugün! Bazı internet sitelerinde “kararsız yağışlar” demişler nezaketen, bal gibi ahmakıslatan işte. Siz de ıslandınız mı bugün, aniden şakır şakır bastırınca yağmur, yoksa ahmak olmayıp girdiniz mi hemen bir saçak altına, bakkal tentesine?

Ben ıslandım valla. Herkes içerilere koşarken ben görür görmez dışarı attım kendimi. Yetişkinler saklanacak yer ararken, çocukların hepsi şen şakrak kahkahalar atıyordu. Baktım öyle duracak gibi değil vurdum kendimi yollara, derin derin içime çektim toprak kokusunu. Açtım kollarımı yüzümü göğe çevirdim, şükrettim o an için, bu an için, yaşadığım için. Hiçbir zaman cevaplayamayacağım sorular gelmedi bir an bile aklıma. O anı düşündüm sadece, ne kadar pis elektrik varsa üstümde aldı damlalar hepsini. Bir paratoner gibiydim, yüzüme vuran her damlada (-) ler akıp gidiyordu toprağa, sırtımı ısıtan güneşe kızmadım bu kez, o da (+) ları yüklüyordu bir yandan. Asfaltlar öyle ısınmıştı ki ıslanmıyordu bile, yere değen her damla anında buharlaşıyordu. Tenime değen damlarla buharlaşıp uçsam, şeker gibi erisem yağmurda? Yok yok iyi böyle!

İyi ki miydi, keşke miydi telefonumun yanımda olmaması bilemedim. Olsa mesajlar yazacaktım; “yine bir yağmuru kaçırdık, toprağın kokusu muhteşem İstanbul’da” diye başlayan. Vardır elbet bir sebebi...

Bir “keşke”m vardı aslında, “keşke bu anı dondurabilseydim bir fotoğraf karesinde” diye hayıflandım bir an ama böyle anlamsız bi’şey canımı sıkamazdı ya, yeni bir karar vermiştim işte, ben de bir fotoğraf makinesi alacaktım.

Geri kalan her şey “iyi ki”ydi o anda, yağmurun hızı, rüzgârın belli belirsiz ıslığı, toprağın kokusu, güneşin turuncu ışıkları bile. İyi ki yaşıyordum, iyi ki o anın tadını çıkarıyordum umursamazca, iyi ki ıslanıyordum, iyi ki yalnızdım, iyi ki kalabalık...

Tüm bunlar geçerken sırasızca aklımdan sıçan gibi olmuştum bile. Saçlarım, kıyafetlerim iyice ıslanmış, insanlar artık “deli bu herhalde” diye bakmaya başlamış ve güneş bulutları ittirip yine tek başına yerleşmişti gökyüzüne. Gitme vakti gelmişti artık. Güzel bir yaz yağmuru geçmişti üzerimden.


Her şeye rağmen yürümek güzel İstanbul’da
Seni düşündüm ısındı içim
...
Yağmur yağıyor içim kıpır kıpır
Yarabbi şükür şükür
Yarabbi şükür şükür


Read more...

kiRli beyaz

artık hayatım boyunca öğrenemeyeceğim "acaba?"mın cevabını...



belki de o "evet"i duyduktan sonra sonsuza dek emin olmalıyım hiç bir cevap olmadığına....

Read more...

Pazartesi, Haziran 18, 2007

kıRmızımsı

(Bu yazı bir pazar geceyarısı sayıklamasıdır, pazartesi pazartesi, iş güç arasında tavsiye edilmeyebilir ya da aksine iyi gelebilir öyle daldan dala falan. Bakın dalganıza işte, bana neyse)

Bu yılda sınavlar bitti. Her zamanki sırasıyla, önce ilköğretim öğrencilerinin yazılıları, sonra üniversitelerin “finalleri”, arada bi’yerde OKS denen zımbırtı ve nihayet ÖSS! Yabancı dil sınavı olsa gerek sahi haftaya falan o da yapılır, biter bu yılda. Hep tuhaf gelir bana yılbaşı diye 1 ocağı kutlarız cümbür cemaat sonra haziranda okullar kapanınca, iş yerinde tatile çıkma dilekçeleri/formları uçuştukça “oh bu yıl da bitti” diye bir rahatlarız. İnsanoğlu işte tuhaf, zamanın akışında kendi böldüğü dilimlere bile uymuyor .

Bir erkekle alışverişe çıkmak mı? Yok kalsın. Üstelik daha teklif edişinde bile hayır yok: “senin zevkin fena değildir, gelsene benle!” Sıpa! Fena sensin bi’kere! Bir daha kanarsam o muzır, muzip bakışlarına 2 olsun. Bir erkekle alışverişe çıkmak mı? “Fena değil” ne demek, "tapıyorum" deseler gitmem.

—Yahu herkes beni neden kutluyor ki, ne yaptım ben?
—Ama Haziran, 3.üncü Pazar, babalar,
—Baba olduğum için mi? Haha, anneniz olmasa ben baba olabilir miydim, sizin gibi harika evlatlarım olabilir miydi? Haydi gelin ona teşekkür edelim hayatımızı anlamlandırdığı için.
Evet rüya olmalı bu, böyle biri var olabilir mi gerçekte, gerçekten?

Yasin suresi, 36. ayet: "Şanı yücedir o Allah'ın ki toprağın bitirdiklerinden, onların öz benliklerinden ve nice bilmediklerinden bütün çiftleri yaratmıştır."yasin suresi ayet:36-41
Tefsiri: Bu itibarla dünyadaki şeylerin hepsi, bir zıddı veya benzeri yahut da herhangi bir bileşiği ve karşıtı bulunması yönüyle çifttirler.

Nebe suresi, 8. ayet: "Sizleri çift çift yarattık."
(kaynak olarak) (orjinal görüntü)

Sadece eş olarak değil zıddı ve benzeri ile çift! Ruh eşi mitolojik bir efsane değilmiş ne güzel, en azından ben böyle inanmak istiyorum kime ne?


Özlem Tekin’in şarkısıdır değil mi bu,
Kime ne karman çorman hayatımdan,
Kime ne yalan dolan masallarımdan, ben mutluysam..

Sorun orada işte: ben mutluysam!?

Bir de Kayahan’ın bi’şarkısı vardı, “İstanbul’da bir güzel, İstanbul kadar güzel” diye, hatta şöyleydi;

Bir gün öyle bir gün ki o benzeri yaşanmamış!
Öyle mutluydum ki İstanbul’da ben...

“İstanbul Hatırası”ydı herhalde adı, bende kaseti vardı eskiden, şimdi baktım yok. Ne güzel şarkıdır halbuki. Halbuki ben öyle mutlu olmak için dönmüştüm İstanbul’a, kaseti aradım, şimdi yok...

“Gitme” mi daha ikna edici “kal” mı?

“Seni özledim” demek ki mi zor “seni seviyorum” demek mi? Biri diğeri demek mi yoksa? ‘Özledim yahu’, ‘özlettin kendini’ falan değil, “seni özledim” nokta. Bunun yazılmışı vardı eskilerde ama kim bulup çıkaracak şimdi.

Peki, gitmek mi zor kalmak mı?

Ne güzel demiş, dilemiş yazan; basitçe evet olsa keşke tüm yanıtlar. Ama her soruya karşılık gelmiyor ki evet.

Bir film vardı, çocuğun bir bilardo topu vardı, 8 numara, yolculuğa çıkıyordu. Topa "evet-hayır" soruları soruyordu. Bir sürü acayip tiple karşılıyor sonunda hayatının kızını buluyordu o yolda. Route 65 gibi bi’şeydi. Ama kaçtı? Cine5 verir arada sırada. Çocuğun doğum gününde başlar film. O da en çok mavi rengi sever. Bulamadım şimdi. Neyse bulurum bi’ara. Benim de cevaplara ihtiyacım var şu sıralar en çok. Doğru cevaplar verebilmeyi, doğru kararlar alabilmeyi diliyorum en fazla. Bir de mutlu olabilmeyi. “Öyle mutluydum ki, İstanbul’da ben” diyebilmeyi.

Colorstrology diye bir site varmış, filmin ismini ararken (biri yazdı çünkü bu filmi blogunda, okudum eminim, hatta yorum bırakacaktım, sonra başka bi’şeye takıldım unuttum. İnsan işaretler, etiketler yahu, nerede aklım kimbilir) Neyse readerın arşivinden bu yazı çıktı, üstelik daha önce okumamışım, yeni bir site keşfetmiş oldum böylece. Baktım ben de benim rengim; BLUSH; imaginative, instinctive, knowledgeable. Buyruun beniimmm ;)
Lakin, persian jewel renkli bir mavi dokunmakta şu sıralar hayatıma: intelligent, seductive ve sensitive’ miş kendisi, kulağa ne kadar hoş gelen bir kombinasyon bu! Velhasılı kelam, ben kırmızıya çalan bir günde doğmuş olsam da mavi var hep hayatımda bi’yerlerde

Bi’de aklıma geldiği iyi oldu. Rica edicem (edeceğim değil, edicem) bana “neler yapıyorsun?” diye sormasın hiç kimse. Duyanlar duymayanlara, tanıyanlar tanımayanlara, tanımayanlar tanıyanlara söylesin! Hele bu soruyu, yüklemi 2 tekil şahıs, gelecek zaman kipiyle çekerek sakın sormayın bana! Aslında hiç soru sormamanızı tercih ederim, cevaplarım olmadığını söylemiştim değil mi. Hem ben size, “hayatının amacı ne?” diye soruyor muyum?

İlla "en azından nasılsın diyeceğim” diyen varsa “iyiyim efenim”. Sağlıklıyım, ailemle birlikteyim, herkes sağ ve salim, dünyadaki pek çok insandan daha zenginim. Spor yapıyorum, dalından erik yiyiyorum, domates suluyorum. Senin gibi, inatla nasılsın diye soran bi’sürü sevgili arkadaşım var. Daha n’olsun yahu :D İyiyim! Gerçekten! =))

Read more...

Cumartesi, Haziran 16, 2007

kuRşuni

“Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimiz hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam “Bu köprüyü geçip bana gelir misin?” işte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlarsam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur şaşar kalırsın.

Hımm, bi'daha gözden geçirelim;

Bir kişi köprüyü geçmek üzere, yani diğerine yakınlaşıyor, o anda karşısında ki kişi, o kişinin zaten yapmayı düşündüğü şeyi yapmaya davet ediyor. O zaman birincisi adım atmıyor; çünkü artık yapacağı şey, diğerine boyun eğmek gibi geliyor, belli ki yakınlaşma yolunu engelleyen şey, güç! ”

"Yaşam planınız sizin elinizde değilse, varlığınızı rastlantıya bırakmışsınız demektir"

Nietzsche Ağladığında, Irvın D. Yalom/Eylül 1997

Sıkıcı, sıcak, vasat, beklenti dolu ama bomboş bir cumartesi günü kitaplıkta bambaşka bi'şey ararken "aa böyle de bi'kitap vardı değil mi, bakalım bakalım" diyerek sayfaları pırrr yaptım. İlk önce köprü paragrafında durdum, bi'kaç sayfa sonra diğer cümlede. Sonra hemen kapattım, daha fazlasını okumaya yetecek cesaretim yoktu, en dibe bi'yere sakladım yeniden, kısa vadede çıkmasın karşıma. Birbirleriyle ilgisiz (gibi görünen) 2 fikir, benim hayatımın tam da bu noktasında! Tam ortasında!

Hayır arkadan "Simyacı" göz kırpıyor "ben de buradayım" diye, onu da alıp bir pırr yapsam, işaretlerle, işaretleri takip etmekle ilgili altı çizili cümleler çıkacak bu sefer uğraş, düşün dur. Neyse, en iyisi kitaplıktan uzaklaşalım, bilgisayar başına geçelim, en iyisi...

Read more...

deli mavi


Hande Yener'in “Nasıl Delirdim” albümünü dinlediniz mi bilemiyorum, elektronik müzik, kılab (club) müziği vb. duyunca tüyleriniz havaya zıplamıyorsa dinlemelisiniz. Bence oldukça başarılı bir albüm olmuş.( Bu isimde herhangi bir çalışmanın benim dikkatimi çekmemesi düşünülemezdi herhalde, üstelik gayet beğendim, tam süper oldu)

Neyse müzik eleştirmeni değilim, ben beğendim diye ballandıra ballandıra anlatacakta değilim. Sadece, dün arabada giderken yüksek ihtimal bir Best FM programcısı ama kim bilemiyorum, şöyle dedi; “Romeo, Romeo ne biçim bi’adam bu yaa, yüzyıllardır bütün kadınlar O’na aşık” biz de kıkırdadık tabi bu yorumu duyunca. O sırada düşündüm de bu Romeo, bir dans şarkısı falan değil, bal gibi, enikonu bir aşk şarkısı yahu. Hele bi’yerde :

"Hassas tüy gibi
umut giyindim zırh gibi
ağlıyordum yalnızdım" diyor ya, 'benim' diyen aşk şarkısı öyle dokunmuyor benim kalbime.

(Aslında tam bu noktada başka bazı şarkı sözlerinin de acayip başarılı olduğu konusunda fikir beyan etmek istiyorum: misal “Yalan Olmasın”da diyor ki Sezen Aksu,

"Gerçek bir tanedir aslında

ve herkes bilir aslında gerçeği
ama senden yana olmayınca
denersin değiştirmeyi"

Zaten çıkış şarkısı olan "Kibir"de bir Sezen Aksu şarkısı, orada da döktürüyor kendisi,
"insan tuhaf ne hoyrat ne şaheser ve nasıl ilkel hayret".
O’nun eli değince daha bi’güzel olmuş albüm.)

Hiç uzatmayayım, benim diyeceğim o ki, Hande Yener güzel müzik yapmış, helal olsun. Bu Romeo’da (her ne kadar Kylie Minogue’un "can't get you out of my head" şarkısına benzediği iddia edilse de) benim son zamanlarda dinlediğim en özgün, en süper aşk şarkısı. İlla “dans edeceğim, bana dans şarkısı lazım” diyenler Nasıl Delirdim’i alabilirler. Amma velâkin, Romeo bir aşk şarkısıdır ve gerekli özen gösterilerek dinlenmelidir. Nokta =)






Read more...

Cuma, Haziran 15, 2007

fıstık yeşili


Çocuğun söylediklerini duymasaydım farkında bile olmayacaktım orada oturduklarının.

—Ben en çok arabaları severim dedi
Karşısındaki kıza bunu neden söylemiş olabilir diye düşünmeme fırsat kalmadan, cevap verdi kız
—Ben modayı ve magazini seviyorum, anlaşılan pek ortak noktamız yok.


Daha devam edecekti ama benim fazlasıyla yavaş hareketlerim dikkatini çekti. Biraz daha ilerlememi bekledi. Bi’kaç adım ötede, bahçe kapısının kenarına tünemiş elindeki cep telefonuyla oyun oynayan bir başka kız çarptı gözüme. Muhtemelen onların konuşmalarının bitmesini bekliyordu. Duyamayacak kadar uzağa oturmuş olması, sadece çocuğun gözünü korkutmamak içindi. Çünkü eminim ki modayı ve magazini seven genç kızımız, arabaları seven genç oğlumuzdan ayrılır ayrılmaz, en ince detaylara kadar noktasına virgülüne dokunmadan anlatacaktı tüm konuştuklarını.
“Sonra o öyle deyince ben de modayı severim, anlaşılan ortak noktamız hiç yok dedim, nasıl iyi demiş miyim yoksa sert mi çıkışmışım?”
“Yok yok iyi demişsin anlasın artık, araba severim ne demek ya, insan gezmeyi severim gibi bi’şeyler der, çok kaba bence bu çocuk...”

13, 15, 25 ya da 45, yaş çok mühim değil, hatun milleti için çok büyük bir zevk bu. Fikrine değer verdiğiniz az-öz bi’kaç dosta, yârene olan biteni tüm ayrıntılarıyla anlatmak. "Ay hiç sevmiyorum, yapanı da sevmem" falan diyene ben rastlamadım henüz. Hayır dedikodu değil bu! Bize bi’şeyler hissettiren, kafamızı karıştıran adamla ne konuştuğumuzu, nereye gidip neler yaptığımızı anlatmakla bir kez daha baştan sona yaşıyoruz o anı. Karşımızda ki dostun, hayatımızda bulunduğu çembere göre de biraz sansürlüyoruz bazen olan biteni. Bazen de bizi bizden iyi bildiğinden hiç şüphemiz olmuyor koyverip anlatıyoruz neler olduysa. Diyorum ya bi’kez daha bi’kez daha yaşıyoruz o anı, keyifle. Bu çok büyük bir keyif bizler için! Ama bunu bir erkeğin anlaması mümkün olamaz herhalde.

Bi'de bugünlerde canım arkadaşlarımdan biri şöyle dedi, "onlar kimseye anlatmazlar hatunları kolay kolay ama biriyle geçirdikleri zamanı, bi'başka arkadaşlarına anlattılarsa vardır bu işte bir hayır". Haksız değil ama bi'şeyler eksik sanki. Sahi onlar neden hiç konuşmazlar hislerini hakkında, yok mudur hiç gerçekten güvenerek fikir alacakları arkadaşları etrafta. Neden içlerine kapatırlar hislerini de, arkadaşım dedikleriyle bir araya gelince yarısı hayal yarısı gerçek fantezilerini anlatırlar?

Neyse anlaşılan pek ortak noktamız yok onlarla, ben de magazin ve modadan hoşlanıyorum, hem bir arabanın nesi sevilir ki, hıh!

Bir de şöyle bir yazısı var Reha Muhtar’ın konuyla ilgili. Bir erkek daha iyi gözlemleyip çözümleyemezdi bu olayı. (Son 20-30 dakikadır bu yazıyı arıyorum nette, bulamasaydım “bu şarkı neydi” diye uykusu kaçan tiplere dönecektim, huzurluyum mutluyum=))

Read more...

güneş saRısı


Ne garip, ne güzel, kilometrelerce uzakta aynı güneşin batışını izlerken, aynı şeyleri düşünmemiz.
Peki bu heyecan yeter mi ayakta kalmaya, “biz” olmaya, birlikte mutlu olmaya?

Hani nerede akışına bırak, su yolunu bulur diyen, şimdi neden bu kadar kaygılı? Anlayan beri gelsin...

Ne çok soru var sorulması gereken, ve ne çok cevaba ihtiyacımız var karar verebilmek için.
Neden Joel’in Clementine dediği “tamam” gibi tek bir cümleyle çözülmüyor ilişkiler? En azından ben neden bu kadar beceriksizim bu konuda?!

—who knows?
—no one knows
—even you?



Read more...

Çarşamba, Haziran 13, 2007

gelin beyazı

Brunei sultanının kızı evlendi! Ben televizyonda gördüm kanallar arasında zıpzıp zıplarken, internet haberlerinde hiç dikkatimi çekmemişken tvde görünce hop diye geri dönmem görüntülerin ihtişamından olsa gerek. Altın kaplı Rolls Royce gezileri, altın tahta oturmalar, bilmem kaç milyon petrollük altın işlemeli kıyafetler ve bonus olarak pırlantalardan yapılmış gelin çiçeği!


fotoğraf
Ben en çok gelin çiçeğine takıldım zaten, yoksa arabayı altından yapsalar n’olur, benim ülkemde insanlar yemeğe sos yapıyor altın yapraklarını... "Peh" dedim geçtim. Ama gelin çiçeği öyle mi ya. Bir düğünde hadi bırakın düğünü gelindeki neredeyse en önemli aksesuar değil midir çiçek? Beyaz olması o kadar mühim değil, zaten saflığı (!) temsilen koskoca beyaz elbiseyi giyiyor gelin milleti, asıl yepyeni taptaze bir başlangıcı simgeleyen eldeki doğal, gerçek çiçekler değil midir? Yani bence öyledir. İddia ediyorum öyle olmalıdır. Yoksa bunca seremoni, bunca şatafat neden olsun ki,
—Benimle evlenir misin?
—Evet!

Akit dediğin bundan ibaret. Gerisi bu durumu insanlara ilan etme telaşı. Hatta biliyor musunuz, Medeni Kanunumuza göre evlenme tarafların olumlu sözlü cevaplarını verdikleri anda oluşuyor. Yani ilgili maddede ki (md:142) tek şekil şartı evlendirme memurunun evlenecek kişilere evlenmek isteyip istemediklerini sorması. Yani resmi memur huzurunda “evet” demek yeterli evlenmek için, tarafların imzası, şahitlerin beyanı ve imzası tamamen sembolik adetler. O yüzden ben mesela mart başında evlenen canım arkadaşıma “kızım bırak nasıl imza atacağım kalemi nasıl tutacağım diye düşünmeyi de, nasıl “evet” diyeceksin ayna karşısında ona çalış” diye akıl vermiştim. Sonra ayna karşısında kıkırdarken damada yakalanmıştık o ayrı tabi.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim bi’şey daha var bu evlendirme memuru diye bahsedilen kişi belediye başkanı veya bu işle görevlendireceği memur ya da köylerde muhtar. (md:134) Şimdi bunların arasında ufak bi’nüans var. Şehirlerdeki, ilçelerdeki evlendirme memurları, “belediye başkanının” onlara verdiği yetkiye dayanarak nikâh kıyarken, muhtarlar ya da belediye başkanları, “kanunun” onlara verdiği yetkiye dayanarak sizi karı koca ilan ediyorlar. Bu usulen söylenen bi’şey aslında, zire ne medeni kanunun kendisinde ne de evlendirme yönetmeliğinde evlendirme memurunun yetkisini kimden aldığını açıklayan bir fıkra yok. Bu yüzden usulen olduğunu düşünüyorum ve bu usul beni inanılmaz rahatsız ediyor.

Şöyle ki, faturaları paylaşmaya, çift kişilik yorgana nevresimi birlikte geçirmeye karar vermiş 2 kişinin bunun için devlet denen soyut kurumdan izin alması külliyen abesken, bir de bu izni veren kişi “belediye başkanın verdiği yetkiye dayanarak” diyor. Belediye başkanı kim yahu, yazın karpuz kabukları sinek yapmasın diye çöpleri düzenli toplamakla sorumlu kişi. Mahallede yanmayan sokak lambalarının müsebbibi kişi. O’nun yetkisine mi kalmış benim kiminle birlikte uyuyacağıma izin vermek. Elbette ki “aile” kavramına sonsuz saygım var, benim hayatta sahip olduğum en değerli kavramlardan biri o, hatta en değerlisi çünkü bugün “benim ilkelerim”, “benim doğrularım” dediğim bi'şeyler varsa bunların temeli, sahip olduğum sağlam aile bağları. Ama bu ülke de evlilik olayına bu pencereden bakıldığını söylemek o kadar zor ki. Babası, erkek kardeşi tarafından öldürülen gencecik kızları düşününce hele...

İşte tam da bu yüzden beni karı, yanımdaki yakışıklıyı koca ilan edecek memur, yetkisini çöp toplamaktan sorumlu birinden değil yasalardan almalı. Çünkü yasa yapma işi meclise ait, meclis dediğiniz 550 kişi beni yönetmekle değil, temsil etmekle ve hazırlayacağı yasalarla bana hizmet etmekle yükümlü. Ve o insanlar orada benim kullandığım oy sonucunda bulunuyor ve aslında benim onlara verdiğim yetkiyle yasa yapıyorlar! Bu yüzden görevli memur, yetkisinden yasalardan aldığını söylediği anda, aslında ona bu izni ben vermiş olacağım. Bu fikir, yaz düğünlerinin arttığı şu günlerde iyiden iyiye beynime yerleşti. Yani bir gün benimle aile ola(bile)cak bi’adamla tanışırsam, kendisine köy nikahı yapacağım =), muhtar amca yasaların ona verdiği yetkiye dayanarak, bizim birlikte çocuk yetiştirmemize izin verebilir, ama günde 195739 tane nikâh kıyan birinin hiç tanımadığım bi’adamdan aldığı yetkiyle benim ilişkimi meşru kılması fikrine tahammül edemiyorum.

Millet medeni hukuk derslerinde tapu sicilini, zilyetliğin naklini, rehinli taşınmazın kısmen devrini falan öğrendi, ben de bunları öğrendim işte: Evlenme için imza şart değil beyan yeterli, boşanma davası açmaya hakkı olan taraf, dilerse boşanma dilerse ayrılık kararı verilmesini isteyebilir, ayrılık kararı çıkarsa eşlerin ayrı oldukları zamanda zina hükümleri işlemeye devam eder vs. vb. Zaten o başta saydığım ıvır zıvırları öğrenmiş olsaydım, bu satırları yaz(a)mıyor olacaktım. Bu bir çelişki midir, bilemedim?

Ya ben Brunei sultanının kızının düğününden bahsediyordum değil mi, nereden geldim buralara şimdi? Şaşırmamak lazım, hayatımda kontrolüm altında olan bi’tek rüyalarım kaldı bu yüzden yazdıklarımın da kendi kaderini tayin etmesi hiç anormal değil.

Bari tek cümleyle özetleyeyim de anlam bütünlüğünü ucundan yakalayayım. Diyecektim ki bu böyle altınlar içinde evlenip, bir doğal çiçek taşımayı bile sıradan bulanlar, nasıl oluyor da mutlu olmayı becerebiliyor ben çözemiyorum, anlayamıyorum, yok böyle bir mekanizman. Üstelik evlenmenin mutluluğu zaten toplamda 54.000 sterlinmiş (ki günde 2 dedikodu yapsanız 80.000 sterlin kazanmış kadar mutlu oluyorsunuz). 54.000 sterlin için milyon sterlinler harcamaya ne hacet. Kimse size fayda maliyet analizi falan öğretmedi mi yahu?

Read more...

Pazartesi, Haziran 11, 2007

gece mavisi

Hiç sırası değildi bu gözyaşlarının! Güzeldi gün, açık hava, kuzenler, mangalda köfte, ip, top, hamak...
Ne kadar çok zırlar oldum bu günlerde, hayır pms değil bu. Keşke yine her zırlıyorum deyişimde “kapı zili mi bu be zııır zııır” deyip güldürsen beni. Ah canım arkadaşım ne çok yol, ne çok an girdi aramıza.

Ben bu gece zırlamazdım ya o yazıyı görmeseydim eğer. Günün yorgunluğu çökmüşken herkese, yatmadan önce şöyle bir göz atayım dedim readera neler olmuş pazar pazar. Bloglar dosyasındaki tek tük yazılarda adını görünce yine onunkini açtım önce. Vazgeçtim hemen readerdan tabi, mekânında misafir olmak istedim yazdıklarına, yaşadıklarına, sağ üst köşedeki kelebeklerle boynu bükük yonca eşlik etsin istedim bana. Çok acayip bi’şey bu diye düşünüyordum, unuttum sonra. Çok muhteşem bi’şey bu çünkü. O kalemin yazdıkları içime işliyor benim hemen her seferinde. Ve üzerine ekleyecek tek bir cümlem olmuyor çoğu zaman. “Vay be” diyorum, “evet aynen böyle” diyorum, “tanısam keşke” diyorum, geçiyor sonra etkisi. Sonra bi’daha yazıyor bi’daha “kal geliyor” bana. Ama bugün bu gece geçmedi etkisi. Okudum. Daha okurken bir yumruk oturdu boğazıma. Hemen kapadım ekranı, içeri gittim. Maaile ekran karşısında Bülent Ersoy’un doğum gününü kutluyordu, babam uyukluyor, ekranda birileri hoppidi hoppidi göbek atıyordu. Bir koltuk köşesine tünedim öylece. Herkes eller havaya eğlenirken tv karşısında ve içinde bana da bulaşır sandım. Bi’baktım o tanıdık tuzlu tat dudaklarımda. Gittiğimi kimselere fark ettirmeden çıktım odadan.
Önce yeni kalemimle, eski defterime yazdım hislerimi. Herkesten habersiz yaptığım planları. Dualarımı yazdım yine akan mürekkebe karıştırdım onları, kimseler anlamasın diye. Sonra bi’daha açtım ekranı, bi’daha okudum bi’daha, bi’daha, bi’daha, bi’daha. Kaç kere okudum bilmiyorum. Öyle okudum okudum ağladım. "Biterken" demiş ya O, biterken deyip Erzurum haritasını koymuş ya. Bakıp bakıp ağladım. O’nun içime işlediği yetmezmişçesine winamp tuttu bilmem kaç gece şarkısının arasından Birol Namoğlu’nun içime işleyen sesini buldu çıkardı (evet sizleri canlı dinlemek farz oldu bana artık farkındayım) ;

“her nereye gidersen kendinle yüzleşirken
kimse duymaz yalan söyle
terk ettiğin şehirler yarım kalmış şiirler
sustukların büyür içinde”

Yetmedi şöyle dedi;

“terk edip gitmek kolay
alışkanlık kalır sadece geriye ve bir tek o koyar...”

Öylesi bir kararın eşiğinde oluşumdan mıydı o kelamların yüreğime dokunması, benim bu kadar cesur bi’insan olmayı beceremeyecek olmamın korkusu muydu bilemedim, bilemiyorum. Sana sorsam belki nazikçe teşekkür eder, “sen bi’de içimdekileri bil” diye düşünürsün ya da düşünmezsin bilemiyorum onu da. Sen ne dersen de, ben buradan bakınca inanılmaz güçlü bir kadın görüyorum. Her yiğidin harcı değil böyle hayatımı refresh ediyorum deyip bir sözleşmeye imza atmak, en adam gibi adamlar bile edemezken bu lafı, cümle aleme ilan etmek : “Sığınılacak liman değil.. sevilecek adamdı..” “pardon ben size aşığım, gururluyum, artık hayatıma devam edebilirim”, her “benim” diyen beceremez böyle delicesine ama durgun yaşamayı: saate sadece 01:03 demeyi, gün başlıyor ya da bitiyor diye yorumlamadan sadece 01:03 demeyi, herkes "ben büyük harfleri sevmem" der de, kimse "noktayı sevmem" diyecek kadar cesur değil....

Yine söylediklerine ekleyecek tek bir cümlem yok, sen zaten söylemiştin önceden,
“ben.. bir noktalı virgül koydum cümleme, ne bitirdim ne durdum.. bi duraksadım.. başlarken bir yenisine bi duraksadım”

Gökyüzüne baktım yıldız yoktu, yıldızlara ihtiyacımız yok zaten gönülden dilekler için. Ben kendi adıma “cesur bir kadın gibi davranabilmeyi, arkama bakmadan çekip gidebilmeyi” diledim bu gece ve senin için senin gönlünden geçenleri sana getiren güzel bir başlangıç olmasını... Kışlar karlar iyidir hem, için üşürken anlamazsın, dudakların heyecandan mı eksi bilmem kaç dereceden mi titrer ayırt edemezsin, işine gelmezse “soğuk” dersin, hatta “çok soğuk” der hiç düşünmezsin...(sahi "alışmak dediğimiz ne ki tam olarak?")

Dibine not: Tanımıyoruz birbirimiz, tanışmıyoruz hiç. Tam da bu yüzden seni rahatsız etmiş olabilir bir delinin sayıklamaları, üstelik “size” sen deyişi... Niyetim asla böyle bir şey değildir, en ufak bir hatam söz konuysa tek cümlenizle silerim hepsini...

En dibine not: Evet pek çoğunuzu ilgilendirmiyor bunlar, ona mail atabilirdim, ama ben böyle hissetmişken mutlaka paylaşmak istedim. Beni bilenler bilsin istedim, oralarda bi’yerlerde bir hayat değişiyor ve ucu bana dokunuyor...

Read more...

Pazar, Haziran 10, 2007

kahvaltılaR anlatıR

Daha önce ilk cümlesini alıntıladığımız hikayenin tamamına ulaştım efenim;

KAHVALTILAR ANLATIR*

Bazen bizim aşk dediğimiz ilişkiler birinin hekim, ötekinin hasta; birinin şaman, ötekinin cin çarpmış olduğu tuhaf karşılaşmalardır.

Kim demiş “hasta” gelinip iyileşerek çıkılan yerler sadece hastaneler diye...
“Aşk yuva”larından da gün gelir “taburcu” oluruz.
Öyle durumlar vardır ki, ilk kahvaltıda başlar tedavi, son kahvaltıda biter...
***

Sabah mutfağa gitmek üzere yataktan kalktığında her şeyi anladığından emindi adam: Ebru hastaydı... Ebru yaralıydı... Ebru sakatlanmıştı!..
Çarşafa dolanmış Ebru’ya baktı. Doymuşlukla yorgunluk aynı bedende sarmaş dolaş olup uykuya dalmıştı.
Çok sevişmiş, fakat hiç okşanmamış bir ruhun izlerini gördü uykudaki bedende...
Su ısıtıcısının düğmesine bastığı sırada yalnız bunları düşünmüyordu adam. Ağır ağır içinde aşka benzer bir duygunun uyandığını da kabullenmeye çalışıyordu.
Yirmi dakika sonra, kahvaltı masasında karşılıklı otururlarken Ebru’nun dudaklarının kenarına bulaşmış yumurta sarısını işaret parmağını uzatıp temizlerken...
Ve sonra parmağının ucundaki kabuklaşmış yumurta parçasını yalayıp Ebru’yu güldürürken...
Kesinkes kabullendi bu duyguyu: Âşık olmuştu!
Aşık olmuştu adam; çünkü sanki yıllardır ilk kez gülen bir insanın berraklığıyla gülüyordu Ebru...
Bundan etkilenmemek imkânsızdı.
Aşık olmuştu adam; çünkü Ebru ilk kez yürümeye başlar gibi kalkmıştı yataktan; tadını ilk kez alır gibi içmişti kahvesini, tabağındaki zeytinleri hayatında ilk kez görüyormuş gibi ağzına atmış, istiridyeden inci çıkarır gibi çıkarmıştı çekirdeklerini...
Aşık olmuştu adam; çünkü Ebru konuşmaya başlamıştı... Bu harikaydı! Çünkü konuştukça iyileşecek konuştukça yaraları kapanacaktı...
***

İlk kahvaltının üzerinden günler, haftalar, aylar geçti.
Her ilişkide nasıl geçerse zaman öyle geçti...
İlk başlarda “neden daha fazla birlikte olmuyoruz, olamıyoruz diye yakınıp durdular.
Daha doğrusu Ebru çok istedi bunu, adam zaman zaman kaçtı...
(“Siz yatağımın başucunda durmadığınızda, koridordaki ayak seslerinizi işitmediğimde, koğuş çok soğuk, çok ürpertici oluyor doktor bey!” diye sızlanan bir hastayı andırıyordu Ebru... ama bunu ancak dışarıdan bakanlar görebilirdi.)
Sonra...
Adam eve bağlanmaya başlayıp, Ebruyla birlikte olmaya daha çok vakit ayırdığında, Ebru da “dışarıdaki hayat”a daha çok bağlanır olmuştu. (ne garip ama ne kadar bildiktir değil mi?)

***
Bir gün kahvaltı masasını Ebru kurdu.
Adamı uyandıran Ebru oldu.
Bir pazar sabahıydı...
Su ısıtıcısının düğmesine hoyratça bastı Ebru, tabakları atar gibi yerleştirdi masaya...
Adam uyukladığı için dikkat etmemişti ya, Ebru’nun yataktan kalkışı da duş alışı da çok farklıydı...
Kendi kollarına bir uyuşturucu kurbanının kollarına bakar gibi bakmıştı bu kez Ebru. Hafifçe çıkık karnını sevmişti. Memelerini her zamanki gibi “acınarak” değil şehvetle gözden geçirmişti...
Buğulanmış aynada omuzlarına hayran hayran bakmıştı.
Kahvaltı boyunca Ebru’nun dergi karıştırıp kahvesini yudumlarken aklından “aşk yuvası” sandıkları bu “kliniğin” dışındaki dünyayı geçirdiğini birden bire fark etti adam.
Artık “dışarısı” içeriden daha çekiciydi.
Belliydi artık “iyileşmişti” Ebru.
Yani...
Adam anladı; aşklarının (siz bakış açınıza göre “ilişkilerinin” diyebilirsiniz) sonu gelmişti.
Mum ışığında yenen yemeklerin, ekran karşısında geçen akşamların, gecenin bir vaktine “sığıştırılmış” sevişmelerin anlatamadığını, kahvaltılar anlatıyordu...


*Haşmet Babaoğlu, Rüyalarını Ver Bana/2003


Bu ürünü beğenenler buna ve şuna da göz attılar...

Read more...

Cumartesi, Haziran 09, 2007

şizofRen mavi

—Sen iyice saçmalıyorsun artık farkında mısın?
—Nedenmiş o?
—Bu saatten sonra ateşle barut yan yana durmaz kızım, niye kendini kandırıyorsun?
—Kendimi kandırmıyorum ben. Neden olmazmış, yeni arkadaşlar edinmeyeyim mi yani ne var bunda?
—Hayır efendim, 2 yalnız karşı cinsten öyle samimi arkadaşlıklar çıkmaz, çıkamaz, doğaya aykırı bu birincisi.
—Dur dur geçme ikincisine niye aykırı olsun x var, y var, q var, w var, j var.
—X evlendi bi’kere, Y'yi çocukluğundan beri tanıyorsun, ayrıca birlikte olamayacağınızı itiraf ettiniz birbirinize yıllar önce, Q evet yalnız ve arkadaşsınız ama eğer seninle ilgili hisleri yoksa yakın zamanda bir sevgili bulur sizin arkadaşlıkta damdaki pabuç olur, W'yle hiç bi'zaman o kadar yakın olmadınız ayrıca uzun zamandır görüşmüyorsunuz, J'de eşcinsel falan olsa gerek, o kadar güzel kadınla birlikte çalışırken yalnız olması manidar yani...
—Eeee haddini aştın ama, saçma sapan tespitler bunlar, etrafında ki herkesin sana asıldığını düşünecek kadar hastasın artık demek.
—Bana sana ne farkı var ha ha ha. Böyle düşünecek kadar zavallı değiliz ayrıca. Ha ha aha
—Gülme!
—İyi gülmeyeceğim. Söyle o zaman bugün kızların ayarladığı buluşmanın bir çöpçatan işi olduğunu bile bile neden gittin?
—Çünkü adam son 6 ayı Kanada’da geçirmiş, gökte ararken yerde buldum, niye gitmeyeyim?
—Hıh, bahaneni sevsinler. İçten içe merak eden, 2 saat kıyafet seçen bendim değil mi?
—Sendin tabi! Hem bi’kere gerçekten içten içe merakım olsa bugün değil, dün olurdu!
—O da ayrı dava zaten, ayrıca bu söylediklerimin hepsi dün içinde geçerli biliyorsun değil mi?
—Ya neden bu kadar kötüsün, ben hiç yeni insan tanımayayım mı yani, önce ben kendimi eve kapatayım, sonra profesyoneller gelsin beni hastaneye kapatsın bunu mu istiyorsun?
—Hayır şekerim, elbette bunu istemiyorum. Sadece olan biteni görmen lazım, ateşle barut yan yana durmaz. Sen “sevgili olmayacağım” diyorsan ve böyle hissediyorsan hiç gerek yok bu yaptıklarına. Denedin gördün zaten bi’kez ne olduğunu. Eğer bile bile, “ben beklentisizce yeni insanlar tanımak istiyorum” deyip, tüm iyi niyetinle bu insanlara zaman ve emek harcarsan, 2 gün sonra onlar başka birini bulduklarında seni o buldukları kızlara bile doğru dürüst tanıtmazlar.
—Haklısın galiba.
—Evet haklıyım, bu yüzden uzak dur ondan, onlardan.
—Uzak durmasam...
—Uzak durmasan ama yakınlaşmadan öyle takılsan değil mi, tipik balık davranışı bu işte!
—Ben balık değilim!
—Madem Kova’sın aklını kullan o zaman, beni dinle. Daha yeni iyileşiyor yaraların, yakın yerlerde başka yaralar açmaya ne kadar meraklısın. Hem bu seni başladığın noktaya götürür ki, bunu ikimizde istemeyiz değil mi?
—Asla!
—O zaman romantik balıklar gibi davranmaktan vazgeç, bu saçmalıkları bir kez daha tekrarlama. Daha yeni yaşadın, olmayacağını anladın merakını giderdin işte. Hem sen değil misin, “gitmeme engel olacak yeni bağlar istemiyorum bu şehirde, var olan bağlarım fazlasıyla güçlü zaten” diyen.
—Evet. Ayrıca beni burcumla sınırlayıp durmaktan vazgeç!
—Yeniden yaralanırsan bu kez toparlanacak gücümüz olamayabilir. Bunu bize yapmana izin veremem.
—Ama yeniden duvarlar arkasına saklayamam kendimi.
—Yeni bir yola çıkmak istiyorsun madem, en azından eski sınırlarını çizmelisin. Her şeye rağmen bizi koruyor o sınırlar ve çemberler...


—Ben bi’kahve koyayım en iyisi.
—Evet, en koyusundan bitterimiz de var, 20 gr. keser mi dersin?
—Tüm bu söylediklerinden sonra, bütün paketi al derim... Zulada baileys var mıydı?

Read more...

Cuma, Haziran 08, 2007

buz mavisi

Ne kadar zor olabilir konuşmak, 2 yaşında ki hallerimiz düşününce dünyanın en zor eylemlerinden biriydi sanki. Peki 22 yaşında, 32 yaşında 42 yaşında ne kadar zor olabilir? Ne söylediğimize kime söylediğimize mi bağlı acaba, yoksa cesaretimize mi bağlı konuşmanın zorluğu?
Konuşmak. Konuşabilmek.

'Ne var yahu, dudaklarıma yolladığım birkaç komutla çıkardığım sesler nihayetinde' diyesim geliyor. Oysa bence her yaşta zor konuşmak, yaşla ilgisi yok bal gibi zor bir insan eylemi!
Karşındakinin gözlerinin içine baka baka konuşmak ve söylemek aklından, yüreğinden geçenleri; illa aşkını itiraf etmek değil, nefretini söylemek mesela. “Hayır” diyebilmekte. Hele özür dilemek ya da içten bir “teşekkür etmek”, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle “günaydın” demek hiç tanımadığın otobüs şoförüne hiç kolay değil çoğu için.

Ve lafı dolandırmadan konuşabilmek! Açık açık kesin ve net söylemek, söylemek istediklerini hiç kolay değil. Kimseyi kırmadan, üstelik kırmayı da hesaba katmayarak tüm fikirlerini ortaya koymak ve kimseyi fikirlerine inanmaya zorlamadan tartışmaya devam edebilmek hiç kolay değil

Teselli etmek en yakın arkadaşını; hayır sevgilisinden ayrıldığında değil, babası bu dünyayı terk ettiğinde. Her şeye rağmen bu kocaman bahçenin yaşamaya değer bir yer olduğunu konuşarak anlatmak hiç kolay değil o anda.
Konuşmak hiç kolay değil büyük bir afet anında, herkes ve sen korkudan titrerken “iyi misin?” demek ya da bu soruya cevap vermek hiç kolay değil...

Ağlarken ‘yıkılmaz bu kale burası benim en güvenilir sığınağım’ dediğin baban küçük prensesi olarak anlamlı sesler çıkarabilmek hiç kolay değil. Annene akıl vermek “başka bir kadın var” dediğinde, küçük kardeşin ilk aşk acısını çekerken onunla konuşmak hiç kolay değil.

Konuşmak ne kadar zor olabilir sence?

Yaşamak ne kadar zorsa o kadar,
Düşünmek ne kadar zorsa o kadar,
İnanmak ne kadar zorsa o kadar,
Güvenmek ne kadar zorsa o kadar.

Read more...

Perşembe, Haziran 07, 2007

acının Rengi






Bazen tabut yeşilidir acınız, bazen batışını birlikte izlediğiniz güneşin kızılı, bazen saçlarının sarısı. Kimi zaman başarısızlık siyahı, kimi zaman korkak gri.
o yüzden beyazdır herhalde acının rengi, çünkü beyaz içinde barındırır tüm renkleri.
ZG

Read more...

Çarşamba, Haziran 06, 2007

buzul beyazı

5 Haziran Dünya Çevre Günü!



5 - 16 haziran 1972 tarihleri arasında Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen Stockholm Konferansında (İnsan Çevresi Konferansı) kabul edilen Dünya Çevre Gününün bu yılki teması : Melting Ice – a Hot Topic?

Buzullar eriyor ya, küresel ısınıyoruz ya, artık kutup ayıların doğum oranları %25e varan miktarda azalmış, buzullar inceldikçe hamilelikleri de zorlaşmaktaymış. Bir de bu yıl kış uykusuna bile yatamamışlar doğru dürüst. Sıcaktan uyuyamadığınız yaz gecelerini düşünsenize ya da uykusuzken kendimize bile tahammül edemediğimizi ya da uykusunu alamamış, huzursuz ayılardan biriyle karşılaştığınızı düşünün.
Ne gam değil mi, biz bu ülkede ailesi tarafından öldürülmesini karar verilen gencecik kızlar, 2-3 çocuklu anneler görüyoruz her gün gazetelerin ara sayfalarında. Ayıların hamileliği zor geçmekteymiş ne tasa!

Allah bizi ayıların gazabından, özellikle uykusuz olanlarınkinden korusun ne diyeyim başka?
Evet diyecek başka sözüm yok. Söylemek istediğim başka bi’şeyler var aslında ama sizi söylemek istediklerime götüren zekâ ürünü geçişler yapamayacağım.

Yağmur bastı ya İstanbul'u, ben kar yağsın istiyorum. Şöyle sessizce, buz gibi bir kar yağsa. Kirlenmiş her şeyin; duyguların, fikirlerin, sokakların, insanların üstünü örtse bembeyaz...

Read more...

Pazartesi, Haziran 04, 2007

kaRamsaR pembe



Yüreğim, kimselerden ihsan dileme;
Bu amansız felekten aman dileme;
Bil ki, derman aradıkça artar derdin:
Derdinle haldaş ol, derman dileme.
Ömer HAYYAM


fotoğraf

Read more...

Pazar, Haziran 03, 2007

topRak Rengi

Hafta sonlarını sevmiyorum. Yazı sevmediğimi söylemiştim değil mi, artık hafta sonlarını da sevmiyorum.

Herkes tüm hafta boyu müthiş bir beklenti ve umutla hafta sonu planları yapıyor. Pazartesi sendrom var, zorla 1-2 rapor hazırlanıyor, Salı pazartesinden yarım yamalak bırakılmış işler yoluna konuyor ancak, Çarşamba ‘artık biraz çalışmak lazım hem haftanın ortasına geldik yupie’ nidaları ve perşembeden itibaren hafta sonu planları. "Cuma yemeği şurada yesek, oradan bilmem kimin konseri varmış oraya geçeriz, cumartesi kahvaltıyı Moda’da mı yapsak, karşıya mı geçsek şöyle Ortaköy’e doğru, sonra biraz sahilde geziniriz, akşamda bilmem kimin filmi varmış onu izleriz sinemada..." Bunlar genellikle şehir insanlarının planları tabi. Tam olarak böyle olmasa da 3 aşağı 5 yukarı herkes benzer bir koşturmaca içinde haftayı bitirip hafta sonunun gelmesini bekliyor. Tabi bütün büyük beklentiler gibi hafta sonları beklentilerinde de çuvallıyorlar. (bunlar çok genel geçer yargılarmış gibi kurdum cümlelerimi idare edin, elbette istisnaları vardır)

Ben de bu çuvallayan beklentiler yüzünden sevmiyorum hafta sonlarını. Alış-veriş merkezleri, şık lokantalar, sahil kenarı çay bahçeleri, otoparklar, İstiklal, Nişantaşı, Cadde, bütün şehir “bugün hafta sonu haydi eğlenelim” bakışlı insanlarla dolu sanki! “Bi’durun yahu ruhlarınız geride kaldı onları bekleyin iki dakika” diyesim geliyor her birine. O yüzden bugün karar verdim hafta sonlarını sevmediğime. Aslında zamanı parçalara ayıran ve sonrasında hep mutlu olmak için daha ileriki zaman parçalarını bekleyen insanoğlundan farklı bir tutum beklemek hata belki de. Şimdi sorsam bi’sürü insan yaz tatilinin hayaliyle yanıp tutuşuyor, oysa yazı hiç aratmayan bir kış geçirdi yaşlı dünya. Neden yaza bu özlem anlamam mümkün değil (evet evet ben yaz mevsimine gıcığım ondan oluyor tüm bunlar =))


Bir de Haliç’teki Redbull hava yarışlarına gidemeyecek olmama sıkıldım galiba o yüzden miskin bir gün geçirmeye karar verdim. Geç kalktım, kahvaltı sonrası gazete keyfini uzatımda uzattım, gazeteler bitti dergilere gömüldüm. Sonra baktım güzel bir esinti beni davet ediyor sokağa, rüzgarın kokusuna kapılıp, 7 tepeden birine attım kendimi, taze demlenmiş birkaç bardak çayla elimdeki romanın akışına bıraktım tüm zihnimi. Serinde bastıran uykuya dayanamayıp geri döndüm eve ve şurada tasvir edildiği gibi bir derin uykuya düştüm gündüz vakti. Kalktığımda kimseler yoktu. “Bizimkiler de beklentilerinin peşinden şehre atmışlar kendilerini anlaşılan, bi'de şu televizyonu kumandadan kapatmasalar” diye söylenirken yattığım yerden, kumandanın başucumda olduğunu fark edip bu seferlik unuttum küresel ısınmayı, israf ettiğimiz tonlarca enerjiyi. Minicik bir kırmızı düğme beni en sevdiğim Türk filmlerinden birinin en sevdiğim sahnesine ışınlamıştı çünkü. Azize, Türkan Şoray, palyaço kostümleri içinde, “gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar yeryüzünde sizin kadar yalnızım” diye şakımaktaydı. (Belkıs Özener farkıyla elbette) Huzurla ağladım! Var mı literatürde böyle bi’şey bilemiyorum ama ben huzur içinde ağladım şarkıyı dinlerken, filmi izlerken.
Herhalde dün Hatırla Sevgiliyi izlerken boğazıma düğümlenen yumruk da bu gözyaşlarıyla akmış gitmiş oldu. Sahi o nasıl harika bir bölümdü yine öyle. Necdet’in “sevilmek bu kadar güzel bi’şeyse, Yasemin’in beni sevmesi...” deyişi. Var mı Necdet gibi birileri yeryüzünde hala, varsa ben talibim! Tam bunlar geçerken aklımdan telefonuma gelen mesaj güldürdü beni, “kızım bu Necdet kesin yengeç burcu bak söylemedi deme” kedileri hiç sevmediğimden kelli “kedi burcu olsa kabulüm” yazıp yolladım ben de.


Çoktan yatmış olmalıydım bu saatte, uyuyamayacağımı bildiğimden yazıyorum bu lakırtıları aslında. Bir ılık süt getirir mi uykumu dersiniz, yoksa zuladaki birkaç şişe yakuttan mı medet ummalı? Ama hayır yarın dedemi ziyareti gideceğim. Hayatı boyunca bize içkinin ve sigaranın zararlarını öğretmiş dedeciğimin yanına alkollü gitmemeliyim. Karşısında el pençe divan duracağım üstü yazılı bir beyaz mermer taş da olsa, bu ona saygısızlık yapmamı gerektirmez değil mi?
Aldırmayın hiç, sayıklıyorum ben yine ve bir de şarkı mırıldanıyorum beceriksiz ıslığımla...

bir gün daha yaşandı ve bitti,
bütün hüzünleri ve bütün kederleriyle
herhangi bir gündü, çok önemli değildi....

dibine not: bir kez okudum ama muhtemelen vardır yine yazım hataları, anlam kaymaları, özne-yüklem çekişmeleri. ben onları salim bir kafayla düzeltene kadar siz çoktan okumuş olabilirsiniz, readerlar 3 vakte kalmaz haber verir zaten. şimdiden affola!


Read more...

Cuma, Haziran 01, 2007

gün batımı kızılı

Evimin rahatında yayılmış, balkondan vuran serin esintiyle buzlu çayımı içiyor ve güzel bir müzik ziyafeti çekiyordum, Sezen Aksu söylüyordu canlı canlı Candan Erçetin’le birlikte “şarkılardan fal tutmamak” olur muydu hiç? Benim falım:

Dönüşü yok beraberce karar verdik ayrılmaya
Alışmalı arkadaşça yolları ayırmaya
Şimdi artık gözyaşları gereksiz akmamalı
Alışmalı kendi yaramızı kendimiz sarmaya

Şimdi artık kelimeler yetersiz anlamı yok
Yitirmişiz anılarla beraber faydası yok
Gel bunları bırakalım artık bir tarafa
Gerçeği görmeliyiz dostum başka çaresi yok


O, bu şarkıyı yaptığında benim yaşlarımdaymış ya, ondan güç alarak söyledim ben de bağıra bağıra.

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler
Şimdi bana seninle bir ömür vadetseler
Şimdi bana yeniden ister misin deseler
Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok.

“Peki” diyorum öyle diyorsa öyledir, Sezen söylüyorsa vardır bir bildiği, sonra hareketleniyorlar zaten, "her ayrılık bir vurgun değmeyin yaşlarıma, benden selam söyleyin bütün aşklarıma" deyip bitiriyorlar programı.
-----------------------------------------------
Çantamda ki not defterini değiştirmeliyim, hiç temiz yaprağı kalmamış. Çıkartınca göz atıyorum şöyle bir, yapılmış işleri özenle karalamışım; B.nin doğum gününü unutma, Perşembe 21:00 de film var, o şarkının adı Venüs’müş, Shocking Blue söylüyormuş ara-bul-dinle, bakkala borcun var 5lira 15 kuruş....ların arasında

“Bizim aşk dediğimiz ilişkiler birinin hekim, ötekinin hasta; birinin şaman ötekinin cin çarpmış olduğu tuhaf karşılaşmalardır.” Bu benim yazım değil, el yazısının sahibine ait olmayabilir bu cümleler, bilemiyorum, arıyorum, açmıyor. Hemen ardından,

“Âşıkların iletişime ihtiyacı yoktur, onlar yaralarına bakıp tanırlar birbirlerini” yazmışım. Kim söylemiş, nerden duymuşum belli değil, hızla yazılmış bir tek o belli, sayfa orada bitmiş. Farkında olmadan birbirini tamamlamış cümleler.
-----------------------------------------------

Hiç atmamalıydın o mesajı bana. "Tamam" demiş, el sıkışmış ve ayrılmışken hiç gerek yoktu. İki yanlış bir doğru yapmıyor çünkü, çünkü âşıklar birbirlerini yaralarından tanısalar bile bu yeni başlangıçlara sebep olamıyor tek başına. En kötü ihtimalle birinin hasta, diğerinin hekim olması gerekiyor bu oyunda, iki hastayla doktorculuk oynanmıyor. Evcilik oynamak içinse her sabah işe giden bir babayla, güzel yemekler yapan bir anneye ihtiyaç var. Gerisi hayat koşturmacası zaten. Diyeceğim o ki, beni şaman seni cin çarpmışken, biz bulamayız yolumuzu. Dahası sen bana köstek olursun, ben sana ayak bağı. "Gel" desen gidemem, "git" desen kalamam. Hani diyorlar ya yanlış zamanlama diye, biz de tutturamadık galiba zamanın akışında karşılaşacağımız anı. Hem ne dedi Sezen dün gece : “aşk kendine rağmen olan bi’şey” . KENDİNE RAĞMEN! O’na, bana, eskiye, geçmişe rağmen değil, kendine rağmen etseydin o lafları doktorculuk oynama şansımız olurdu belki de.

“KENDİNE RAĞMEN” olmadıkça aşk olmuyor hislerin adı madem, olmasın kalsın. Beklemeyi de biliriz, bilmiyorsak öğreniriz telaşa ne hacet.... Panzehir yine O'nda nasıl olsa :

Allahım Allahım ateşlere yürüyorum
Allahım acı ile aşk ile büyüyorum



Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP