Salı, Kasım 27, 2007

keskin laciveRt

Şarabı dudağımdan içmeden SEVGİLİM,
Birlikte en az bir gece sabahlamadan ARKADAŞIM,
Onun derdiyle oturup ağlamadan DOSTUM
olamaz hiç kimse.


Bunu dün akşam insanlar “eski kaşardan tost, eski sevgiliden arkadaş, eski kocadan sucuklu yumurta olur mu?” konulu muhabbetlerinin tam ortasında bana dönüp “sen çok sessiz kaldın ne düşünüyorsun bu konuda?” dediklerinde söylemek istedim aslında. Ama daha ilk cümlenin sonunda sesli harflerden mütevellit bir “AaaaOoooo” ünlemi ile tepki vereceklerini bildiğimden gülümseyip, “sizleri dinliyorum dikkatle, oldukça ilginç fikirler var, mesela....” diyerek topu o ilginç fikirlerden birinin sahibine geri attım.

Sonra gece yattım düşündüm. Ölçtüm biçtim tarttım ve yaptığım segmentasyonun %100 doğru olduğuna kanaat getirdim. Sadece ilk cümle için bir istisnam var. Ancak ve ancak hayatında hiç içki içmemiş bir adam değiştirebilir sevgili tanımımı. Eğer bu yaşına kadar bir kez bile içmediyse, amenna. Ama içkiyi bırakmış birisi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Sen benden önce mumlu, şömineli sofralarda eski sevgilinle kadeh kaldırıcan, yılbaşı gecelerinde şampanyalar patlatıcan, parasız zamanlarda sahilde bira şişelerinin dibine vurucan, bana gelince “içkiyi bıraktım.” Yok öyle yağma! Madem benim geçmişimle ilgili merakların var senin, benim de olayım budur. “
Bizde böyle bundan sonra

Sabahlamak mevzuda mühim, geceyi güne teslim etmeden, sabah ezanının huzur veren makamını dinlemeden ve asıl olarak zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan, saatlerce ve saatlerce sohbetler edemiyorsak, hele “
sessizliği paylaşamıyorsak” biz arkadaş değil de tanıdık, ahbap falan olabiliriz seninle.

Arkadaş dediğin adı üstünde savaşta bile sırtını verebileceğin insandır. Bir de en zor en sıkıntılı zamanlarda yanında olur, dost olur, güç verir, seni ayakta tutmaya çalışır. Ama bir an gelir, sanki dünya durur, bütün çözümler tükenir, kelimeler kifayetsizdir artık. O an işte, o'nun derdi benim derdim olur, oturup ağlarız baş başa. Belki de mutluluktan ağlarız. Uzun zamandır beklediğiniz haberi vermek için arar, '3179' der, 'neeee, yaşasın!' diye bir çığlık atar ve ağlamaya başlarım. Onun mutluluğu benim mutluluğundur o anda. Ötesi berisi, bundan sonra ne olacağı, nasıl çözüm bulunacağı mühim değildir, derdi derdim, mutluluğu mutluluğumdur. Dostumdur.

Read more...

Pazartesi, Kasım 26, 2007

bekle dedi


Özdemir Asaf/BEKLE DEDİ

bekle dedi gitti
ben beklemedim, o da gelmedi...
ölüm gibi bir şey oldu
ama kimse ölmedi...

Read more...

Pazar, Kasım 25, 2007

pembe

Pembe gri bir renktir. Mutsuz çocukların eğlencesidir. Pembe... Henüz kırmızıya cesaret edecek kadar güven verilmemiş, turuncudan heyecan duyacak kadar sevilmemiş, maviyle sakinleşecek kadar okşanmamış kız çocuklarının oyuncağı...

Haşmet Babaoğlu

Read more...

iş dünyası

  • İş dünyasının bir insan oyunu olduğunu hatırlayın ve eğer bu konuda dikkatli olursanız bu çok kolay bir oyundur. Anahtar kelime çok çalışmaktır (ve “küçük” parçaları ciddiye almaktır.)
  • “Onlar” hiçbir zaman sizin devrimsel bir hareket yapmanız için hazır değillerdir; çünkü, zamanından önce yapılan küçük bir hareket sizin hemen eleştirilmenize neden olacaktır.
  • "Bir uçurumu iki sıçrayışta geçmek akıllıca değildir." Çin Atasözü
  • Arkadaşlık geliştirmek yerine, sizinle aynı fikirde olacak kişilerle olan diyalogunuz dostluğa çevirin, böylece düşmanlarla sarılı etrafınızı dostlarınızla doldurmuş olursunuz.

Tom Peters "vay canına dedirtmek"

Bilmeden doğru bi’şey yapıyormuşum meğer. Yeni insan tanımaya uğraşacağıma potansiyel olanlara dostluk geliştirmek çok daha makul bence de.

Çözdüm iş dünyasını yahu tamamdır. İlk terfimi ne zaman alacağım acaba?

Read more...

Cuma, Kasım 23, 2007

çok mavi, hiç kıRmızı

Yazmak lazım,

Bu günlerde saçma sapan bir tempo içindeyim. Plaza insanı olmak nasıl acayip bi’şeymiş çoktan unutmuşum. Ayak uydurmak epey vaktimi alacak. Şimdi bir anlatmaya başlasam var ya, ohoooo. O yüzden kısa kısa geçeyim istiyorum.

Bi’kere bir günüm diğerine uymuyor. Bir gün diyorum ki “kızım gül bahçeleri varken neden yol kenarında çalı olmayı seçtin, salak mısın, ne işin var burada” ertesi sabah kalkıyorum ve “yolun kenarındaki çalı bile olsam burada kendi bahçemi yeşertebilirim, bunu yapabilecek kapasiteye, cesarete ve azme sahibim.” diyorum. Sonra yine ertesi gün oluyor 20 yıldır aynı işi yapan memurlar gibi giyinip, serviste uyuyup, işyerinde makyaj yapıp bilgisayarın başına geçiyorum. Fena!

Ah sahi kendimle ilgili çok önemli bi’şey fark ettim. Yeni insan tanımaya tahammülüm kalmamış benim. Yok pardon böyle değil. Tam olarak şöyle; kendimi anlatmaya, tanıtmaya takatim yok benim. Sürekli bir tanışma hali söz konusu ya bugünlerde, ondandır belki de. Gerçi o tanışmalara özel 3-5 cümlelik bir özgeçmiş var ezberimde, ısıtıp ısıtıp koyuyorum önlerine. Yalnız öğle yemeklerinde, molalarda falan uzun uzun anlatmaya başlıyor ya insanlar kendilerini... Dinliyorum elbette hepsini, yeni hayatlar tanımak, yeni bakış açıları keşfetmek (ki dürüst olmak gerekirse çoğu “normal” insanlar, yeni bi’şey pek çıkmıyor) fikri her zaman cazibesini koruyor benim için. Amma velâkin iş bana gelince, o deli saçması fikirlerimi ortaya döküp, beni daha birkaç saattir “tanıyan” insanlar tarafından soru bombardımanına tutulunca, da-ya-na-mı-yorum! Kısa cümleler kuruyorum, “yok artık daha neler” bakışlarını, uzun cümleler kurup ifade etmeye çalışıyorum “seni TDK mı yolladı, normal sözcükler kullansana” bakışlarını takıyorlar. Evet farkındayım şu anda onları yargılıyorum. Ama inanın bana, benim onların hayat hikâyelerini dinlemek için ayırdığım vaktin, 3te 1ini bana ayırmadan, notumu verdi çoğu: Ukala! Ya da “çokbilmiş” Mesela “Filozof musun sen kızım, yaşa işte?” diyenler var aralarında.

Umurumda mı? Değil elbette! Kimse beni sevmek zorunda değil, ben de kimseye kendimi açıklamak için harcayamam mesaimi zaten.

Bu durumdan çıkardığım asıl elim sonuç şudur ki; ben bu saatten sonra karşıma çıkacak “adam” için de böyle uzun uzun kendimi anlatma seanslarına kesinlikle vakit ayıramam. Ey Eros, sözüm sana, atacaksan eğer sihirli oklarından birini bana, rica ederim kendimi tanıtmaya uğraşmayacağım birisine saplansın diğeri de! Ex’ten next olmayacağını (adımdan daha iyi) biliyorum. Sadece beni az-çok bilen, anlamak/tanımak için vakit harcamış olanlardan birine gidiversin o ok bunu istiyorum senden. Gaz ve toz bulutundan başlarsak işe, ben big bang’e gelemeden terk ederim ortamı... Daha önce* bunu bi’kez denemeye kalkıştım, farklı sebeplerden beceremedim ama bugünlerde tam da bunları yaşadıktan sonra hakkaten hiç güvenim kalmadı bu konuda kendime. Ya da bilemiyorum aşk zaten böyle bi’şey değildi, küçük hesaplarla uğraştırmazdı, gelirdi, aklını alır giderdi falan sanki. Hayal meyal bi’şeyler var hafızamda ama emin olamadım. Alooooooo Eros!!! Kime diyorum şu benim sayfayı bi’refresh yapsan!


ama konuyu dağıtmadan....

Read more...

Pazar, Kasım 18, 2007

dalgalı mavi

Olaylarına akışına yetişemiyorum bu günlerde. “Garipim” öyle sessiz sakin yaşayıp giderken kendi halimde, bir anda değişti her şey. Hayır buna ne sebep oldu anlayabilmiş değilim, 3 gün 3 gece içtim ve vicdan azabıyla dolu bir pazartesi sabahında uyanmaya/ayılmaya çalışırken verdiğim karar her şeyi değiştirdi. Hala ayak uyduramıyorum olan bitene.

Zihnimde inanılmaz bir hızla yazıyorum ama ortada ürün var mı derseniz yok. Tüm not defterlerim kısa kısa hikâyelerle doldu. Hoş ben yazdıklarıma hikâye dersem Sait Faik mezarında ters döner. Bir filmin kareleri işte benimkiler, biliyorsunuz. Ne zaman bir araya geleceğini bilmediğim kareler. Hayatımın akışı gibi.

Hani TRT1 de Mustafa Yolaşan’ın sunduğu yıllara göre adı da değişen Pazar 88-Pazar89-Pazar90 vardı. Bir de yarışma vardı, şans yolu mu ne? Üzerinde sayıların olduğu ışıklı bir yolu tuzak sayılara basmadan bitirmeye çalışıyordu yarışmacılar. Hah işte o yarışmacılar gibiyim. Rasgele karelere basa basa ilerlemeye çalışıyorum, iki adım atamadan tuzağa yakalanıyor başa dönüyorum. Hala yolun yarısında ki o güvenli alana bile gelemedim. Adım attıkça GÜM!

Garipim” işte. Cuma akşamı aylardır izlemek istediğim konser için* Taksim’e doğru yola çıkmışken (2 oldu bu, hala sahnede izleyemedim şu adamları, 3.de affetmeyeceğim artık) kendimi İzmir’de buldum mesela. Cumartesi akşamüzeri ise Muğla’dan uçağa biniyordum, bugünkü a-les’e yetişmek için. Bugünse, neyse işte, kısaca; toparlayabilmiş değilim, büyük resme olan hâkimiyetimi kaybetmiş gibiyim. Ki kontrol delisi bir insan olarak bu durum beni çileden çıkartıyor! Tek dileğim en kısa sürede mavilerimin durulması. Sakin sularıma dalabilmek tekrar, orada keşfedilmeyi bekleyenlere ulaşabilmek tek tek...

Sığınacak bir liman arıyorum sanki. Tüm bunlar olurken, akşam olduğunda beni sarıp sarmalayacak kanatların altına girmek istiyorum. Oysa en çok bugünlerde sadece kendime “dayan”mam gerekiyor. Dün gece yaramazlık yapmış küçük bir kız çocuğu gibi babamın dizine yattığımda ve o sadece saçlarımı okşadığında ve tam yatarken yanıma gelip, “sen bilirsin kızım, istediğin kararı verebilirsin, istediğin zaman vazgeçebilirsin” deyip sarıldığında bir kez daha anladım bunu. Bazen onlarla olmanın beni yavaşlattığını düşünüyorum, bazen de...

Ben bu winamp’ın sihirli güçleri olduğuna inanıyorum artık. Tam bu satırları ağlamadan toparlamaya çalışırken, onca şarkının arasından “daha gençsin” nasıl çıkar insanın karşısına. Babasının küçük prensesi olan beni bilir mi ki sayın vokal, ağla durma ağla, biraz ruhun cilalanır der kulağıma usul usul...

Read more...

Cumartesi, Kasım 17, 2007

love stoRy



Hani sabah uyanırsın, senin dersin ondan öncedir ya da onun izinli olduğu bir cumartesi sen çalışıyorsundur. Sessizce hazırlanırsın odanın içinde, giyinir makyajını yaparsın. En son iki parfüm fısfıslarsın. Kokunu duyar duymaz, yarım yamalak açar gözlerini. “Çıkıyor musun?” diye homurdanır ya da “saat kaç?”tır en uzun cümlesi. Elinin bileğiyle birleşen tombul kısmıyla gözünü ovuşturmaktadır, hafifçe gerinince ayağı çıkıverir yorganın kenarından. “Çıkıyorum canım, hadi sen benim yerime de rüya gör” dersin. O çocuk adamla her sabah uyanabilirmişsin gibi gelir o an. Sanki “gel” dese, sonsuza dek gidersin onunla. Tek kolunu zor bela havaya kaldırıp “gel buraya” der. Başının üstündeki hayal bulutunu üfleyip gerçek hayata dönersin hemen. “Bak makyajımı yeni yaptım, şapur şupur öpmek yok” uzun uzadıya kızacak kadar açılmamıştır uykusu henüz “geeeel!!!” Gidersin. Onun bedeni hiç soğuk gelmez ya sana, sıcacıktır yine; uykunun sıcağı vardır teninde. Senin söylediklerine inat, öpülmedik yer bırakmaz yüzünde, inadına ıslak ıslak öper. “Heeey geç kalacağım şimdi, tamam” deyip kaçarsın. “Sürme şu fondöteni yaavv” diye çıkışacak olur.

“İyi de ben fondöten sürmem ki sevgilim”
“Neyse işte yağlı boya gibi”
“Ne demek yağlı boya gibi ben o kadar kötü mü makyaj yapıyorum”

Uykusu açılmıştır bir kere cevap verir, sen de cevap verirsin, o yine cevap verir, sen yine cevap verirsin.

Servisi kaçırırsın, taksici “apla üstüne para versen girmem ben şimdi o trafiğe” der. Mecburen, kendini tarlada domates taşıyor zanneden bir traktör şoförünün kullandığı minibüse binersin. Kan ter içinde iş yerine/okula vardığında çoktan sinirden çıldırmışsındır. Amirine/hocana servisi neden kaçırdığını anlatmak zorundasındır. Seni bu duruma düşürdüğü için bir kat daha sinirlenir, bir kahve bile içemeden masanın başına oturursun.

Amaaan sevgilin mi var derdin var işte, bak güzelim sabahı ne hale getiriyor elin adamı. İyi böyle valla, makyajım bozulmadan, servisi kaçırmadan yaşayıp gidiyorum. Ohhh.

—Sen buna inandın mı şimdi?
—Olsun, akşam akşam güldüm iyi geldi.

Read more...

Çarşamba, Kasım 14, 2007

garip moR

Garip haldeyim. Eğer hüzün gibi, neşe gibi, kaygı gibi bir hisse eğer “garip” tam da o haldeyim. Hüzünlüyüm, neşeliyim, endişeliyim der gibi “garibim” demek istiyorum beni soran herkese.

Kendime yazmaMA cezası vermiştim aslında. Hayatımda olup biteni algılayana kadar yazmayacaktım hiçbir şey. Ama ne oldu, kendine verdiği sözleri bile doğru dürüst tutamamış bir insan olarak elbette ki cezamı da iptal ettim. Bir de galiba yazmadan idrak edemiyorum artık hayatımda ki bazı şeyleri. Yazıp böyle dışardan bakınca anlayabiliyorum büyük resmi. Sahi tam yeri gelmişken söylemek istiyorum ki; bazı şeyleri birileri okusun diye yazmıyorum buraya. (bazılarını mı?) Sırf kendi kişisel tarihime not düşmek için yazıyorum. Dönüp dönüp okuduğum yazılarım var mesela. İşte şimdi yazacaklarımda, “bunları sakın unutma kızım” demek için. (bir de bu yazıda biraz çizgide gezinmişiz, tek derdi kendiyle yüzleşebilmek olan bir deli için epey "dışsal" değişkenlerden, durumlardan bahsetmişiz ki genelde dikkat ettiğim bir konudur bu aslında. neyse artık bu da böyle olsun.)

Develerini bir türlü güdemediğim bu diyardan gitmeye ilk kez bu kadar yaklaşmışken, ilk kez "işte şimdi oluyor galiba" demişken, ilk kez giderken yazacağım mektupları bile tasarlamışken, PUF! Her şey tepe taklak oldu. Birisi üfledi ve umut mumlarım sönüverdi. Yedim kendimi, bitirdim, demediğimi bırakmadım. Baktım söylemekle olmuyor, içtim. İçince unuturum sandım. İçtim. Ama ne içmek, leş gibi! Bütün sınırlarımı zorladım, rezaletti. Hatta içmekle sınır zorlanmaz, rezilliğimi de yazayım tam olsun. Ne kadar saçmalayabileceğimin kanıtı olsun bana. Ceplerimden çıkan ve kime ait olduğunu bilmeyi bırak, oraya nasıl girdiğini bile bilmediğim telefon numaraları mı istersin, ertesi sabah yüzünü bile hatırlamadığım adamlara anlattığım/uydurduğum hayat hikayeleri mi istersin, yarım saat önce tanıştığım insanla sadece kova burcu diye evinde sabahlamalar mı istersin (saçmaladık dediysek o kadar da değil, arkadaşımın arkadaşıydı hatun) Rezildi işte. Üstelik geri dönüp bakınca gülerek hatırladığım rezaletlerden de değildi. Zayıf insanlar gibi (?) unutmak için içkiye sığındım. Nitekim unuttum da, bütün hafta sonu bir kere bile aklıma gelmedi olup bitenler.

Sonra pazartesi sabahı oldu. Yeni terk edilmiş liseli kızlar gibi uyanır uyanmaz geldi aklıma, yüreğimin sızısı. Resmen ağlayarak uyandım. Aynada hafta sonundan kalan enkazı görünce gömdüm kendime yeniden yatağa. Ne olduysa ondan sonra oldu işte. Açık unuttuğum cep telefonu çaldı. Bir kadın uzun uzun bi’şeyler anlattı. Başım ağrıyordu, kısa kestim her söylediğine “evet” dedim ve....

Zaman (bir kez daha) kırıldı benim için. Metroyu kaçırdığı için eve taksiyle gitmeye çalışan gwyneth paltrow gibiyim. Artık tek hedefim filmin sonunda “doğru” yere ulaşmak.

Bir kapı çat diye kapandı suratıma ve aniden bir başkası açıldı önümde. İşin “garip” tarafı daha önce çarpıp çıktığım bir kapının tekrar açılmış olması. “Ben bunu istemiyorum” dediğim bir hayata; şıkır tıkır kıyafetlerle, en süslü makyajlarla sergilenen bedenlerin içindeki ruhları hapseden bir çelik cam binaya, bir plazaya açılıyor o kapı. Hayır, bu kez şikayet etmiyorum. Bu kez büyük resmi daha net görüyorum. Madem gidemedim bu diyarlardan bu deveyi güdeceğim bu kez. Madem yolun kenarındaki küçük çalı olmaya “evet” dedim hiç düşünmeden, o çalıların en iyisi ben olacağım. En canlısı, en yeşili! Çiçekler açacağım yolun kenarında bu kez... Artık tek hedefim, filmin sonunda “doğru” yere ulaşmak.


—Yarın sabah 8de başlıyoruz hazır mısın?
—çok hızlı olmadı mı bu?
—var mısın yok musun?
—...
—seni burada bırakıp gidebilirim bu saatten sonra hiç fark etmez, var mısın yok musun?
—varım!

Yarın sabah 8:00’de yeniden başlıyoruz...

Nerede benim stilettolarım? Bu kez gülen surat maskesi yok. Nerede benim yeni başlangıçlar için sakladığım gülüşüm?

Yeniden başlıyoruz!
En baştan, yeniden!


Dibine not: Ne kadar güzel arkadaşlarım oldu benim güncem sayesinde yahu. İyi ki varsınız, iyi ki tanıdım sizleri. Şu üç beş günlük suskunlukta “nerelerdesin, iyi misin” diyerek kapıma dayanan canım arkadaşlarım benim, çok çok teşekkür ederim hepinize. Link vermiyorum kimseye, zira yazıştıklarımız bir tıktıktan çok çok daha önemli ve özel benim için. Herkes kendini biliyor nasılsa. İYİ Kİ VARSINIZ!

Read more...

Cuma, Kasım 09, 2007

kim yenmiş kadeRi duayla?


nokta

,


Read more...

Salı, Kasım 06, 2007

ağlak laciveRt

Yazmayayım diyorum. bloga yazacağıma oturayım çaylaklık entrylerimi bitireyim, artık bir ekşi-sözlük yazarı olayım diyorum. Olmuyor.

Sözlük bütün okurlarını yazar yaptı ya, bi’baktım aylardır açmadığım hesabıma, ben de çaylak olmuşum. Dedim "napcaz şimdi", "10 entry gircen sonra yazarsın". İyi dedik yazalım. Ama şu kadar gün oldu 10 tane tanım bulup yazamadım. Yok artık derdim yazar olmak değil, ulaşmak istediğim bazı insanlar var mesaj atabilmek için çaylak olmak da yetmiyormuş, o bakımdan kasıyorum. Ama yok olmuyor.

Çok güzel geçmesini, umduğum, beklediğim, inandığım gün bombok geçti. Yine boşa bir adım atmışım, yine olmadı, yine tutmadı. Şimdi yine karar vermem gerekiyor. Sanırım artık cırmalayacak gücüm kalmadı, teslim olacağım. Kaçmaya, kurtulmaya çalıştığım himayeye sığınacağım bu kez. Yapacak bir şey kalmadı çünkü artık. Bildiğim tüm yolları tükettim. Neden “bu durumda” olduğumu açıklamaktan sıkıldım. Bana dayatılan sistemin içine girmekten hem de bu sisteme koruma kalkanları altında girmekten başka çarem kalmadı artık. Arkama bakmadan kaçtığım yerleri bile özlüyorum şimdi.

Her şeyin böyle olabildiğine inanmıyorum bir türlü! Lütfen sevgilim gelsin uyandırsın beni bu saçma sapan ve korkunç rüyadan. Zira kendi kendime çıkabileceğime, uyanabileceğime inancım kalmadı artık...

Read more...

masmavi

Hissediyorum, çok güzel bir gün olacak bugün.

Serin ama güneşli ve keyifli bir pazarın ardından, bol yağmurlu sakin bir pazartesi bitti. Tesadüfler ve rüyalar bitmek bilmiyor.

Güne DOSTUM dediğim nadir insanlardan birinin sesiyle başladım. “Ne uyuyorsun kızım, kalksana teyze oluyorsun” diye çığlık atıyordu. Çığlık attım, kahkaha attım ve sevinçten ağladım konuşurken. Daha fasülye kadar bile olmayan bi’şeyin insana bu denli mutluluk vermesi ne garip!

Son anda metroya yetiştim, içerde M.yle karşılaştım, güle konuşa inerken C.yi gördüm. Sadece kalabalıkta kaybetmemek için koluna girdiğim M.yi sevgilim sandı. M.de fark etti bunu, bozmadı hatta devam etti. C. “hayatının yoluna girdiğine sevindim” gibi abuk ötesi bir cümle kurdu. ‘Hayatımın rayından çıktığını kim söyledi ki sana?’ deyince şapşallaştı. “Yok, öyle değil de siz ayrıl..” diye başlayacak oldu, yanımdakini sevgilim sandığı için devam edemedi. “Merak etme, çok mutluyum” dedim. Söylediklerine bir nebze olsun aldırmadım. M, “kimdi bu?” diye çıkıştı. Onun en yakın arkadaşlarından biri dedim. “iyi yapmışım o zaman, ne işi varmış İstanbul’da” diye sırıttı. Ben de sırıttım.


Dönerken otobüste zınk diye bu şarkı çalmaya başladı kulağımda.
Ben yeni şarkıyı yüklemedim ki bu alete, adım gibi biliyorum. Hem ondan haber almışken, onu düşünmem gerektiği halde düşünmediğimi fark etmişken. 1 yıl önce bugün dinlesem bu şarkıyı ağlamaktan şişerdim herhalde. Ayrılık sebebimiz, memleketi ve hatta adı, ne ararsan var sözlerinde. Şimdiyse gülümseyen yüzümü görüyorum yansıyan camdan. Gülümsüyorum. Ben yüklemedim bu şarkıyı müzik çalara, biliyorum. Kurcalamıyorum hiç.

Yağmurda bi’güzel ıslanıp eve geldim. İ. benim için çok güzel şarkılar çaldı. Yani bana çalmadı aslında bütün sourberry dinleyenlere çaldı ama ben çok keyifle dinledim, diğerleri umurumda bile değildi =) Kâh eğlendim, kâh içlendim, güzeldi.

Oturup bi’şeyler okudum. Çok hoşuma gitti. Bir kahve yaptım bol köpüklü, çikolatamda vardı keyfim tamamdı. Yalnız magnum çikolata üretmiş kimse bana haber vermemiş, bana haber vermedikleri gibi bizim civardaki tüm marketlerde stokları tüketmişler. Aşk olsun efenim, teessüfler hepinize yani.

Aşk olsun demekle, aşk oluyor muydu sahi?

Umrumda değil, bugün çok güzel bir gün olacak biliyorum, hissediyorum.
Senin günün de güzel geçer umarım.

Read more...

Pazartesi, Kasım 05, 2007

biR mektup

Seni bir kez daha görseydim; elini tutacaktım.

Avucumda atar benim yüreğim bilmezsin. Görseydim eğer seni, yüreğimi koyacaktım avucuna. Gelmedin, ona gittin. Kan ter içinde seviştiniz mi yaz gecelerinde, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; gözlerine bakacaktım.

Öfkem gözlerimden taşar benim bilmezsin. Görseydim eğer seni, ateşler fırlayacaktı gözlerimden, yakmaz oysa öfkemin ateşi. Gelmedin. Uzun cümleler kurup, zor sorular soruyor mu başkaları da sana, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; sarılacaktım boynuna.

Sarıldıysam bırakmam kolay kolay bilmezsin. Görseydim eğer bir kez daha, sımsıkı saracaktım seni. Saatlerce dinlerdim anlattıkların yalan da olsa. Gelmedin. Kendini kendinle hapsettin, gardiyanın da sendin belki de, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; bir buse çalacaktım, yanağının dudağına en yakın köşesinden. Arsızımdır ben bilmezsin, hiçbir şey olmamış gibi gülümseyecektim. Gelmedin. Kimlerle oynadın/oynuyorsun arsız oyunlarını, kim bilir...

Şimdi bir kez daha görsem seni, belki “bi’yerden tanışıyor muyuz bakışı”, belki de bir “merhaba?” tanışmak için. Çünkü yaktım sana yazdığım tüm mektupları.

Yazdıklarını baştan sona okudu kadın, “madem yaktın diğer tüm mektupları bunu niye yazıyorsun ki?” dedi kendi kendine. Kadehindeki son kırmızı yudumu içti. Elindeki siyah beyaz kaleme baktı, özenle imzasını attı, kâğıdı katladı, zarfı yapıştırdı. Sol üst köşeye kendi adını, sağ ortaya alıcı adını yazdı. Adresini ve kim olduğunu bilememişti hiçbir zaman. Çakmağı buldu, son zarfı da tutuşturdu.

Read more...

Pazar, Kasım 04, 2007

şaşkın mavi

Hayat ne tuhaf vapurlar filan!

Pazar Pazar kalk, ayıl, kahvaltı+gazete keyfini yap, 'e bari şu güzel havanın tadını çıkaralım bir sahil turu yapalım' derken 'yeni yorum var mı acaba?' diye meraklan bilgisayarı aç, bir sürü yeni yorum gelmiş, sevin, hepsini oku, yorumları yanıtlamak için yazdığın yazıları da tekrar oku ve ŞOK!

Dumur olmuş durumdayım efenim. Sağolsun "crick" dün gece güncemi yorumları ile şenlendirmiş. Bir adet yorumda Güz Mavisi’ne bırakmış. Buraya kadar her şey normal, vapurlarda falan bir gariplik yok. Yorumu yanıtlamadan önce baştan başlıyorum yazıyı okumaya. Son paragrafında gördüğüm rüyayı yazmışım. Şöyle : “Sonra hamile bir kadın görüyorum, bembeyaz bir yatakta yatıyor, doktor geliyor, karnını enlemesine ikiye ayırıyor, her yer kana bulanıyor, bebek dışarı fırlıyor, kordonu yok, mosmor. Kadın uyanıyor, “dur diyorum sakın bakma, bebeğini verecekler şimdi sana”. Dinlemiyor beni doğruluyor, kendini kan içinde görünce bir çığlık atıyor. O çığlığa uyanıyorum ben de. Kocası neredeydi acaba diye ağlıyorum, sonra fark ediyorum ki kendime ağlıyorum...”

Bu benim 24 Eylülü 25 Eylüle bağlayan gece gördüğüm rüyanın bir bölümü. Hemen 25 Ekim günü yaşadığım ve 26 Ekim gecesi saat 3de yazdığım Hem Hüzünlü Hem Umutlu Mavi’yi buluyorum. Yazı uzun ben özetliyim hemen o gün neler olduğunu. Hastanede işlerim var, normalde hiç kullanmadığım halde o gün şeytan dürtmüş gibi hastane asansörünü kullanıyorum. Asansörde acilen doğuma yetişmesi gereken bir kadın var. Doğumhaneye inemeden kanaması başlıyor, yerdeki kanı fark edince ve kadının acıdan attığı çığlıkları duydukça zaten çok sağlam olmayan benim tansiyonum düşüyor. Ve ben tansiyonum düşerken, doğuma giden genç kadının kocasının neden yanında olmadığını düşünüyorum! Düşünmekle kalmıyor, gecenin ikisinde o yazıyı yazarken hastaneyi arayıp, doğum yapan kadınla ve eşiyle ilgili bilgi alıyorum!

Rüyamdan tam bir ay sonra, yine ayın 25'inde, kanamalı bir doğum, “kocası nerede acaba” düşüncesi...

Ben o rüyayı tatilde olduğum için asıl rüya defterime yazamamış, çoktan unutmuşum. Az önce yorumlar için görmesem, aklımın ucuna bile gelmez. Ancak sıkıntıdan eski yazıları okuyacağım da, belki öyle.

Böyle işte. Şaşkınım. İnsan beyni tabi akıl sır erdirmek (hele bu rüyalar konusunda) mümkün değil. Şaşırmamak da elde değil. Ben buradan müsadenizle sevgili "düş işleri" bakanıma seslenmek istiyorum. Sayın bakanım ben hala “the science of sleep”i izlemedim mahcubum fakat siz ne diyorsunuz acaba bu duruma? Merak ettim =D

dibine not: "sihirli kıyafetler"de bir tesadüfümüz daha varmış, yeni fark ettim!


Read more...

Cumartesi, Kasım 03, 2007

alış-veRiş listesi

Bir saat: Kolumdakini hiç sevmediğimi hatta nefret ettiğimi fark ettim. Tarih ayarı da bozulmuş üstelik. Hiç “ayın kaçı bugün” diye saate bakmam ki!? Solak olmayan ben için sağ koluma takılmak üzere, kocaman, dev gibi bir saat. Zamanın artık aleyhime işlediğini gözüme sokması için.

Bir defter: Kalın kapaklı, çizgisiz. Bir yazar için “o çizgili kağıda bile yazmaz, özgürlüğünün kısıtlandığını düşünür” demiş birileri. Kimdi söz konusu kişiler hatırlamıyorum. (Oysa "bilgi hatırlamaktır" demiş Balzac.) Mutlaka çizgisiz olmalı benimki de işte. Almak için neden bu kadar erteledim, yeni bir defter açmak için hayatımda neyi bekliyorum?

Bir atkı: Kara kartalımı boynumdan çıkarıp, boynuna doladığımdan beri almamışım yenisini. Maça da gitmedim herhalde o askere gittikten sonra. Hatırlamıyorum ki. Gelince gideceğiz nasılsa yine. O zamana kadar almalı mutlaka, bu kez “çarşı” !

Bir başka atkı: “Örgü sevgiyle ürer” demişti Seher teyzecim ilk atkımı örerken. Sevgiyle değil stresle ürüyordu benim ki o zamanlar. Unutmuş olabilir miyim örmeyi, ip almak lazım önce, ne renk acaba?

Bir fincan: Mavi. Desensiz, çizgisiz, karikatürsüz, baskısız. Sadece mavi. Kış günlerinde, üstünde dumanıyla yağmur vurmuş camın kenarında okumalarıma eşlik etmesi için. Sadece mavi

Bir kolye ucu: Nazar boncuklu. Mümkünse gümüş. Olmasa da olur, ama ömrü uzun olsun. Ya da üzerinde tek bir nazarlık olan bir bileklik, incecik. Yüzük yok madem artık, hiç çıkarmamacasına takılabilmeli.

Bir tablo: Tablo benim neyime yahu poster işte. Yine Dali. “Apparition of Face and Fruit Dish on a Beach” yok yok önce “Disintegration of the Persistence of Memory”. Persistence of Memory’nin üstüne asmak için. Sonra duvarda yer kalmayacak zaten. İnternetten sipariş versem mi acaba yoksa şu benim Kadıköy’de ki amca bulur mu? Sahi nerdeydi onun yeri? Bi’de chillichilly.net diye bir yer var orada Dali saatlerinden esinlenip duvar saati tasarlamışlar. Onlardan da istiyorum.

Şimdilik bu kadar. Şu alış-veriş merkezleri içindeki kablosuz bağlantılar ilk kez işime yaradı. Yaradı da ne oldu alışveriş listesi yazdırdı bana. Olsun =)

Şimdi maç izlemeye gidiyorum müsadenizle. Fanatik Fenerli eski bir "arkadaşımla", Beşiktaşkımın maçını izleyeceğiz. Allah bana akıl fikir versin ne diyim =)

İyi pazarlar dilerim herkeslere...

Read more...

EQ

IQ'nuzun kaç olduğu ile ilgili onlarca test, link bulmak mümkün internette ama EQ ölçümü için kaynaklar onun kadar bol değil. (sanırım yani, pek araştırdığım söylenemez) Aslına bakılırsa EQ gibi bir kavramın nasıl olup da "ölçülebilir" hale geldiğini ben pek anlayamıyorum. Yani "duygusal zeka" tanımlaması bile acayip bana kalırsa. Duygu başka bir mekanizma, zeka başka bir mekanizma.

Neyse, insanoğlu meraklı işte, "EQ'ları kapıştıralım var mısın?" diye mail atmış muzur bir arkadaşım, ben de tıkladım tabi hemen. Merak ediyorsanız siz de ölçebilirsiniz EQ'nuzu. 3 dakika sürmüyor. Açıkçası ben daha yüksek bir "skor" bekliyordum 83'ü görünce şaşırdım. Yine de sonucumu buraya bi'yere kaydetmekte fayda var, haklı oldukları cümleler yok değil, hem gün olur devran döner belli mi olur...

"Duygusal Zeka Katsayınız: 83

Ortalamanın üstünde bir EQ'ya sahipsiniz – Tabii daha gidecek yolunuz var!

Genellikle çevrenizdeki insanların, arkadaşlarınızın, ailenizin ve önemli müşterilerinizin duygusal durumlarına karşı hassassınız. Kendi davranışlarınızın başkalarının üzerindeki etkilerinin çok iyi farkındasınız.

Yine de, başkalarına ve onların ihtiyaçlarına duyarlı olsanız da kendilerinizinkini de hatırlamalısınız! Bunları dürüstçe dile getirmekten korkmayın. Dünya zaten kendini feda etmiş insanlarla dolu – bir taneye daha ihtiyacı yok!

Ayrıca işteki hırsınızı ya da diğer ana rollerinizi de düşünmelisiniz. Elbette ki deadline'larınız aksamamalı, çocuklar zamanında okula bırakılmalı, projeleriniz sonuçlandırılmalı ancak, bir yerde durmalı ve size bunların dışında nelerin haz verdiğini, nelerin sizin için anlamlı olduğunu hatırlamalısınız. Bunu düzenli bir şekilde yapmayı başaramazsanız düşmanca ve alaycı bir bakış açısına bürünme riski ile karşı karşıya kalabilirsiniz. Amacınızı yitirirsiniz. Bu da verimliliğinizde, rahat ve mutlu hissetmenizdeki kabiliyetinizde düşüşe yol açacaktır.

Üzerinde çalışılması gereken alanlar:
Kendinize şunları sorun: Hayatınıza en büyük anlam katan üç şey nedir? Genellikle hangi durumlar sizde gerginlik ve stres yaratıyor? Bu durumlarla nasıl başa çıkıyorsunuz? Hangi olumsuz düşünceler sürekli aklınızı meşgul ediyor? İhtiyaçlarınızı ve duygularınızı başkalarıyla paylaşmaktan korkuyor musunuz? Bu korkunuzun altında diğer herkesi daha çok önemsemeniz mi (daha çok diğer insanların sempatisini kazanmak için) yoksa güçlü, sessiz tipi oynamak istemeniz mi yatıyor?

Bu alanlara açıklık kazandırma üzerine çalışırsanız, potansiyelinizi azamileştirme yönünde ilerleyebilir ve hayatınızda daha büyük bir verimlilik, mutluluk ve tatmine ulaşabilirsiniz."
Bu teste su ana kadar 10338 kisi katilmistir.


Read more...

Cuma, Kasım 02, 2007

sihiRli kıyafetleR


İddia ediyorum; kol düğmeleri, vücuda uygun ceket kesimi, paça boyu, ütülü beyaz gömleğiyle yani layıkıyla giyilmiş simsiyah bir takım elbisenin içinde yakışıklı görünmeyen tek bir er kişi yoktur! Tıraş olmayabilir -ki olması kendisine +10 puan olarak geri dönecektir-, kravat takmayabilir, somurtabilir, pişmiş kelle gibi sırıtabilir,15 ya da 65 yaşında olabilir hiç fark etmez.

Lisede hocam olan 1.30 boyunda 130 kiloluk C. Bey de siyah takım elbisenin içinde bambaşka görünür, 18 yaşındaki kuzenim de, en alt kattaki çaycı çocuk da, Ata Demirer de, İlyas Salman da, Brad Pitt de. Erkekler için siyah takım elbisenin sihirli bir kıyafet olduğuna inancım büyük.

Keanu Reeves

Ha söz konusu adam, siyah tişörtüyle ya da terli beyaz atletiyle bile zaten aklınızı başınızdan alan bi’adamsa, siyah takım elbise içerisinde gördüğünüzde geçici şuur kaybına uğramanız, elinizin dilinizin dolaşması, midenize kramplar girmesi gibi aşk semptomları söz konusu olabilir. O tamamen ayrı bir konu =)

Ben diyorum ki; neden biz hatunlar için de, yaşı boyu kilosu ne olursa olsun, içinde süper görüneceği böyle sihirli bir kıyafet yok? Neden pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da işimiz çok daha zor?

Read more...

Perşembe, Kasım 01, 2007

29 Ekim

Cumhuriyet tarihinin en görkemli kutlamaları yapılırken, oradaydım! “Tarihe tanıklık ettim.” Böyle muhteşem bir gösteriyi ben de fotoğraflayabilmiş olmayı isterdim fakat “kısmet değilmiş.”

Web arşivleri arasında kaybolup gitmesine gönlüm elvermedi bu karelerin, güncemde de bulunsun istedim.

dibine not: Fotoğrafları tıklayınız, büyütünüz, tadını çıkarınız.

en dibine not: Bu fotoğrafları benim için bir arkadaşım derledi. Kime ait olduklarına dair fikrim yok. Flickr'da ise gerçek sahipleriyle birlikte çok daha fazlasını bulmak mümkün.













Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP