denemeye değeR
söz: Sezen Aksu-Altan Çetin
müzik: Fahir Atakoğlu-Murat Yeter
düzenleme: Fahir Atakoğlu
Emel Müftüoğlu: artık bir "best of" yapmalı!
biRaz ondan, biRaz bundan çokça benden RenkleR
Bu bir günce. Yani bildiğin günnük işte. Günce deyince daha havalı oluyor hepsi o. Ama “biR delinin güncesi.” Peki kim bu deli? Hem deli diye kime denir ki sahi? Sürekli aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar almayı bekleyene mi, kendi kendine konuşana mı yoksa çok çılgın olana mı? Ben hiçbiri değilim, hepbiriyim. "Kendini keşfedebilmenin bedeli değildir delirmek; delirebilmenin bedelidir kendini keşfetmek" demiş Elif Şafak. Kendimi keşfetmeye çalışıyorum herhalde. Belki de Murakami gibi "olayları sözcüklere dökmedikçe anlayamayan o yeteneksiz insan türündenim."
Çok zekiyim ama yeterince akıllı değilim. Çok iyi yalan söylerim. Aptal insana tahammül edemem. Yalanlarıma kanıyorsa aptaldır. Siler geçerim. Yazamadıklarımı yaşar, yaşayamadıklarımı yazarım. Mutluysam yazmam, niye bırakıp yazayım, tadını çıkarırım.
Özlerim, umut ederim, beklerim, vazgeçerim. Beklentilerimden vazgeçmeyi, özlediklerime kavuşmayı umarım en çok. Çok soru sorarım. Yanlış soruları, yanlış adamlara, yanlış zamanlarda sorup, doğru cevaplar beklerim. Alamam tabi. Daha çok sorarım. Sormazsam kancasına takılır kalır, devrik noktalar koyarım. Devrilir yine kalkarım. Ama hacıyatmaz değilim devrildikçe kanarım.
Limonatayı tutturamasam da keki güzel yaparım. Pilavda da iddialıyım ayrıca. Severim sofralar hazırlamayı sevdiklerime. Ama en çok rakı-balığı severim. Sohbetiyle, deniziyle, fırında tahin helvasıyla. Mangal yakamayan, güzel karpuz seçemeyen adama adam demem… Kahve + tiramisuya hayır dediğim görülmemiştir. Kebap, şalgam, künefe söz konuysa bütün toplantıları iptal ederim. Toplantı masasındaki kurabiyelerin pelit olması bu durumu zerre etkileyemez. Tüm bunları aynı gün içinde yemişliğim de yoktur çok şükür. Yemekteki zeytinyağı mı mısır yağı mı pek ayıramasam da ağzımın tadını bilirim.
İlkokulda ki okuma bayramında herkes mühendis, hemşire olurken ben ev hanımı olmuştum. Sarı bir mutfak önlüğüyle sahneye çıkıp çok kafiyeli bir ev işleri dörtlüğü okuduktan sonra “biraz da erkekler yapsa dünya mı patlar” dediğimde en çok alkışı ben almıştım. Bugün evimin hanımı da değilim, sahnenin yıldızı da. İkisi olmayı da istemedim zaten. Olduğum her şeyin en iyisi olmaya istedim sadece. Tipik kova’yım yani. Biraz ağlak balık etkileri var haritamda, gıcığım onlara da. Bi’de çift sayılara gıcığım. Tek olanları severim ben; 19 candır, 9 şans. 21. yaşım hayatımın en güzel yaşıydı. 25 onun kadar güzel olmasa da “25 bitmeden yapılacaklar” listemdeki hemen her şeyi yaşattı bana. Tek bir şey kaldı listeden. O da olana kadar 25 yaşında kalacağım. 2009 itibariyle ikinci 25imi yaşıyorum. Yaşamaya İstanbul’dan katılıyor, tüm yaşamacı arkadaşlara baş ağrıları diliyorum. Bu cümleyi de met-üstten aşırdığımı her fırsatta söylerim.
Bu kadarım. Ya da çok daha fazlasıyım.
Bir adım var ama bir sıfatım yok.
Yaşıyorum;
unutuyor ve unutuluyorum. Kişileri ve zamanları tam çakıştıramasam da seviyor ve seviliyorum. “One life, live it” dedikleri için yaşıyorum.
Yazıyorum;
bazen unutup kurtulmak bazen de unutmamak için. Belki de unutulmamak için. “Söz uçar yazı kalır” dedikleri için yazıyorum.
söz: Sezen Aksu-Altan Çetin
müzik: Fahir Atakoğlu-Murat Yeter
düzenleme: Fahir Atakoğlu
Emel Müftüoğlu: artık bir "best of" yapmalı!
Özellikle seçilmiş de bir araya getirilmiş gibiydiler. Saçları sarı, siyah ve kırmızıydı. Dün olsa bu kadar dikkat çekmezlerdi aslında, bu hallerine de alışacaklardı yavaş yavaş. En uzun boyluları kırmızı saçlı olalı daha birkaç saat olmuştu çünkü.
İçerisi epey kalabalıktı, müziğin sesi yüksekti. Kızlar kimseye aldırmadan felekten bir gece çalacaklardı. Kimin ne düşündüğü, ne söylediği, ne söylemediği zaten çok önemli olmamıştı hayatlarında ya, o gece hiç bir şeyi, hiç kimseyi umursamıyorlardı. Önce sarı saçlı olan kaldırdı kadehini “sağlımıza” diyordu ki, durdu; “sağlıklıyken kıymetini bilmeye” dedi. Gülüşerek ve temenniyi tekrar ederek tokuşturdular kadehleri. Sonra kırmızı olan kaldırdı “bizi farklı ve özel kılan cesaretimize!”. “Bizi özel kılan cesaretimize” diye tekrarladılar hep birlikte bardaklar çınlarken. Son shotlarını yapacaklarken kadeh kaldırılması gereken tek bir şey kalmıştı. Hepsi tereddütsüz “aşka” diyecekken, siyah saçlı olan bozdu ezberlerini: “Aşk bize iyi gelmediğinde ondan uzak durabilmeye!” “İşte buna içilir” dedi arkadan tok bir ses. Bir gazetenin bir köşesinde her gün yazıyordu sesin sahibi, kızlara nazikçe gülümsedi, kızlar da kadeh kaldırarak karşılık verdiler!
“Aşk bize iyi gelmediğinde, ondan uzak durabilmeye!” Bir gün aşktan uzak durmak isteyecekleri üçünün de aklına gelmezdi. Oysa o gün en çok ihtiyaçları olan şeydi, aşktan uzak durabilmek...
Gaykedi 3 gündür kokularla ilgili yazıyordu. 1 2 3 Ben de bu vesileyle ne zamandır toparlamak istediğim kokuyla ilgili notlarımı toparlamaya karar verdim. Bir dönem ben de kokuların nasıl olup da bu kadar unutulmaz olabileceğine takılmış, bunun üzerine bi’şeyler okumuş, 3-5 not almıştım.
Notlar çok dağınık olduğundan giriş-gelişme-sonuç şeysine uygun bir yazı yazamıyorum maalesef (buna denedim ve fakat beceremedim)
Buyurunuz efenim koku ve parfümün tarihçesi ile ilgili bilgi kırıntıları:
"Işıkları söndürdüğümüz zaman, dünyanın en güzel kadınına ne olur ?
Onun gözlerini, makyajını, saçlarını göremezsiniz.
Geriye ne kalır ?
Onun dişiliği ve
parfümü..."
- Jean Paul Guerlain -
—Benim 40’ıma sadece 5 yıl kaldı ve sen son bir yıldır yanıma gelmemekte diretiyorsun, artık yoruldum.
—10 yaş var fazlası yok, şimdiden küçültme yaşını...
—Ben hep herkesten küçük değil miydim zaten, lafın gelişi dedim.
Eğer evlenecek kimseyi bulamazlarsa 40 yaşında birbirleriyle evleneceklerdi. “Seni kimse almazsa ben alırım sakın merak etme” demişti adam kadına 20. yaş gününde. Hep beraber gülmüşlerdi. Sevgili olmaya cesaret edemeyecek kadar çok değer vermişlerdi ilişkilerine. Korkmuşlardı demek daha doğruydu aslında 2 kocaman korkaktılar.
—Küçüktün, benim küçüğümdün sen, başka kimsenin değil.
—Ah İzmirli kızlar, evet hepsi birbirinden güzel
—Ama...
—Ne aması?
—Amayla biten bir cümle oldu bu
—Ama ikna eden İzmirli bir güzel değil N.yle evleniyorum, evleniyoruz yani.
—Sağ ol. Gelecek misin peki?
—Gelmemi istiyor musun?
—Doğruyu bilmek ister misin? dedi adam
—Bana bugüne dek hiç yalan söyledin mi?
—Tabi ki! Defalarca! Ama şimdi söylemeyeceğim. Şubatta yolladığım bileti kabul etseydin ve 1 gün olsun yanıma gelseydin her şey başka olabilirdi. Ya da geçen hafta en azından susmasaydın, bir cevap verseydin. “belki” deseydin, “olabilir” deseydin, o zaman kesinlikle bambaşka olurdu her şey.
—Ne yani geçen hafta mı karar verdin evlenmeye? dedi kadın
—Evet yıldırım. N. ”benim her şeyim tamam” dedi. Ben de “tamam” dedim.
—Sana mutluluklar dilerim deyip fırlattı telefonu.
Adam telefon elinde kalakaldı. Üzmek değildi niyeti, sadece son bir kez sevdiğini söylemek istemişti. “Sen hiç böyle sevilmedin mavi kuş” derken bir damla yaş süzüldü sağ yanağından yavaşça.
Baştan sona hatalı olan bir astını, herkesin içinde yerden yere vurmayacak kadar kontrollü olmalı gücü, maskelere ihtiyacı olmamalı. Ya baştan sona dürüst olmalı ya da söylediği yalanı ölene dek gizleyebilecek kadar zeki. Önce yalan söyleyip sonra itiraf edenleri de, ettikleri 3 kuruşluk yalanı saklamayı beceremeyip yakalananları da istemiyorum hayatımda. Yalan da olsa gerçekte söyledikleri, tüm varlığıyla ağzından çıkanları savunabilecek kadar güçlü olmalı bir adam.
Ait olmayı da sahip olmayı da, çulsuz olmayı da kral olmayı da bilmeli. Sahip olduklarına ait olmayacak kadar güçlü olmalı iradesi, kralken kibirlenmeyecek çulsuzken isyan etmeyecek kadar güçlü olmalı inancı.
Beni hayatında istemiyorsa karşıma geçip açık açık anlatmalı ne derdi varsa, hayır diyebilecek kadar güçlü olmalı. Ve beni hayatının bir parçası yapmak istediğinde tam olarak hangi parça olacağımı söyleyebilecek kadar hakim olmalı büyük resme...
Anlatamam bunu size belki ama ideal erkek tarifi değil bu benim için. Kardeşimden, kuzenimden ve aslına arkadaşım deyip aynı sofraya oturduğum adamlardan bahsediyorum. Değer verip zaman ayırdığım, derdini dinlediğim, derdimi anlattığım adamlardan... Yoksa aşk gelip kapımı çaldığında şu tükürdüklerimin hepsini tek tek yala(yabili)rım hiç beni bozmaz. Ama sonra, “ben böyle bir adamın hayatıma girmesine nasıl izin verdim, neden engel olmadın bana?” diye ağlarsam, bana katlanabilecek kadar GÜÇLÜ birilerini istiyorum yanımda...
dibine not: kişiye özel bir karar değil bu. kimse yok yere üstüne alınmasın, üstüne alınması gerekenlerle çoktan ilgili konuşmalar yapıldı-yapılıyor...
...
...
Mutluluk bir bilinç işidir, yalnız bilinçli olmakla kazanılmaz mutluluk, yürek işidir aynı zamanda. Mutluluk, uyuşukluk, tembellik, atâlet değildir. Hamarat ruhların işidir. Acı çeken, acı çekmiş, duyarlı insanların. Mutluluk bir haz hali değildir. Acı yokluğu hiç değil!
Mutsuzluk yaşama beceriksizliğidir.
Mutluluk iç ve dış özgürlüğe kavuşabilmede bir dönüm noktasıdır. İç dünyamızın, düşünce ve duygu dünyamızın bağımsızlığı, insanlarla kurduğumuz ikili ilişkilerin, toplumsal ilişkilerin özgürleşebilmesinde katkısı olan bir güçtür. Kendimizi ve dünyayı değiştirebilme gücü. Telos'umuza, hedefimize, amaçlarımıza, düşlerimize, ütopyamıza bizi ulaştırabilme gücü. Bu gücü anlayamamak, bu güce bigâne kalmak elbette sorumsuzluktur. Güzel, hakça bir dünya için çalışmamak demektir. Elbette ahlâksızlıktır.
Mutsuzluk kendimizle yüzleşebilme cesareti için gereklidir. Gerçekle, dışımızdaki ve içimizdeki gerçekle, tarihle, kültürle karşılaşabilmek için. Yılgınlığı, tembelliği, kolaycılığı yenebilmek için. Mutlu insan, iç dünyasında gezebilen, içinde kolayca dolaşabilen; kendini tanımaktan ürkmeyen özerk bir insandır. Mutlu, gerçekliğin karşısına çıkardığı sorunlarla karşılaşabilme gücü taşır. Mutlu, kendini, gerçekliği yaşamaya hazırdır: Elbette öteki insanlarla birlikte. Mutlu, birlikte yaşamaya, paylaşmaya açar kendini. Mutluluk, yaşamaya hazır olmadır: Geçmişi üstlenip, eleştirip, eleyip, yorumlayıp, geleceğe doğru yürüyebilme durumudur. Tek başına mutlu olunmaz; birlikte olunur. Paylaşmayla olunur. Ortalık güllük, gülistanlık olduğu için değil; savaşta, kavgada, kuşkuda, zulüm görmede de mutlu olunur. Mutlu, duygularını, aklını, bedenini bir bütün halinde yaşar. Duygu ve aklıyla iletişime geçer; onları tanır. Bedeninden gelen enerjiye haberlere, uyarılara açıktır.
Mutlu, dinlemeye, anlamaya, söyleşmeye hazırdır: Kendiyle ve öteki insanlarla. Taktik uygulayan; insanları sınıflandırıp, damgalayan, denetleyip, elinin altından bırakmayan, mutlu olamaz. Mutluluk umut; mutluluk, içimdeki "daha var" diyen sestir. Mutlu, kendini "aşmak", öğrenmek, üretmek ister. Mutluluk, olanaklarını gerçekleştirmeye çalışmada yatar. Mutsuz, olanaklarını keşfetse de, gerçekleştiremeyendir. Mutsuzluk, insanın yaşama beceriksizliğidir. Kendini gerçekleştiremeyen, düş kuramayan, görüşlerini açık açık dile getiremeyenden mutlu olmaz.
Mutlu insan dünyayı değiştirecek insandır.
Read more...Yağmurlu bir sonbahar çarşambasıydı, alt katta bi’kaç görevli memur çay içiyordu üst katsa tamamen boştu. “iyi ki herkes o gürültülü kantinde” diye düşünmüştüm. Kötü bir gündü ve herkesten kaçmak için cep telefonumu kapatıp kütüphaneye gitmem yeterliydi. İçerisi sıcacıktı. Acele etmeden birkaç dergi seçtim raflardan, önce camkenarı bir masaya oturdum sonra vazgeçtim ortadaki koltuklara yayıldım. Ayaklarımı sehpanın köşesine uzattım. Ve en sevdiklerimden birini karıştırmaya başladım. Cogito'nun "Aşk" temasına rastlamamıştım daha önce. Nasılda kaçmış gözümden derken "Bir İlişki Nasıl Olmalıdır – Birinci Manifesto", Madde 8: Herkesin kendine ait bir karanlığı olması gerektiği, tartışılmaz bir gerçektir." cümlesinde durdum. Gerisini de bir solukta okudum. Son cümlelere gelirken, gözlerimi yazıdan ayırmadan not defterimi çıkarmaya çalışıyordum çantamdan. Defteri çıkardım, aynı anda yazı bitti ve “seni başka yerde arayan da kabahat” diyen tanıdık sesi duydum.
Sadece başımı çevirip baktım, yanıt vermedim. Sesin sahibine kızgındım ve yazının fotokopisini almanın, not almaktan daha iyi bir fikir olduğunu düşünüyordum o sırada. “Vay cogito aşk özel sayısı mı hazırlamış yoksa?” diye ilgisini belli etti.
“Hıııı” dedim,“ "Aşk = karanlık mı diyor, ilginç”. “Hayır, aşk = f(karanlık) diyor!!!" Yanıma oturdu, dergiyi elimden aldı ve okumaya başladı. Bitirince etkilendiğini ama eleştirdiği yerler olduğunu söyledi. “Şu manifestoyu bulalım mutlaka akşama, o zaman konuşuruz hakkında” dedi. Ters ters yüzüne baktım, okuduğum diğer dergiye gömdüm kendimi. Benim o saatlerde başlayacak olan dersi almak için dönem başında 88 takla attığımı ve ona olan sinirimin bu derse engel olmaması gerektiğini hatırlattı. Haksız olduğu durumlarda haklı olduğu başka bir nokta bulup, konuyu değiştiriyor olması beni daha da sinir etti.
Ders çıkışı elinde bir iki bilgisayar çıktısıyla bekliyordu. “Ne bunlar?” dedi, “Manifestooo!” diye sevindim. “Ne manifestosu o?” diyen 3–4 kişiyi de yanımıza kattık, yemeğe gittik. Yemek boyunca kâğıtlar elden ele gezdi. Üstüne kahve içmek üzere bana gelenler en son saatlerine baktıklarında gecenin yarısı çoktan geçmişti. 20’li yaşlarımızın başıydı, bütün ilişkileri kurtarmıştık, artık huzurla uyuyabilirdik.
Saatim yine geceyi ortasından yarmışken tesadüfen buldum Cem Akaş’ın 7 romanında geçen bu manifestoyu. Pazar sabahı, günü, akşamı yapacak daha iyi bir işiniz yoksa buyurun efenim, okuması ve üstüne düşünmesi oldukça keyifli iki metin:
Bir İlişki Nasıl Olmalıdır Birinci Manifesto
Cogito Sayı:4 AŞK Cem Akaş - Aşk = f (karanlık)
arada bir, bir yanım kaçsam dese de uzağa;
söyleyecek sözlerim bitmedi daha,
ben böyleyim işte...
Şu anda ve onunla konuştuğumuz anda da üzgünüm aslında. Yani şöyle diyelim üzgünlük>kızgınlık. Üzgünüm çünkü; değer verdiğim adam meğer kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyormuş benimle (ya, bu duruma uygun başka deyim yok mu?kedi medi öf..) Her şeyden önce hiç yalan söylemesine gerek yokken boğulmuş yalanların arasında. Üzgünüm çünkü; kendi başlattığı zevkli bir oyunu durduk yere karman çorman etmiş. Ben ona karşı hep samimi olmaya çalıştığım halde, karşıma geçip “işler biraz karıştı” bile dememiş. "Ben senin için kaygılandım" dediğim halde, “bu iş böyle olmaz zaten bana karşı hiçbir sorumluluğun yok merak etme” dediğim halde, bana tek bir söz etmeden kaçak oynamayı tercih etmiş. Ben de burada durmuş “ya kırıcı mı davrandım acaba neden 180° değişti” diye düşünüp durmaktaymışım üstelik. Benim ona verdiğim değerin çeyreğini vermiyormuş bana meğer. (Hayal kırıklığın umuttan demiştin ya bana geçenlerde şu anki kırgınlığım umuttan işte. Beni en azından insan olarak önemsediğini umuyordum bugüne dek)
Kızgınım çünkü en başından beri ikili oynuyormuş aslında. Sadece kendi adıma değil, hemcinsim adına da çok kızgınım şu anda. Kimse birlikte tatil yapacağı adamın arkasında "ben de seninle olmak isterdim" diyen bir başka kadın olduğunu bilmek istemez herhalde. Ya da kadının bu lafı “gittiğim her yere seni de götürüyorum” diyen adama cevaben söylediğini bilmek... Bana 3-5 kilometre uzaktayken görüşmekten her seferinde kaçtığı halde, bir başkası için 800 kilometre yolu bir çırpıda uçabilecek kadar .... (bulamadım uygun bir sıfat) bir adam olduğu için kızgınım. Gerçi bu en azından önem verdiği birileri için bir sürü saçmalığı göze alabilen biri olduğunu gösterir ki, insan tanırken çok da yanılmıyormuşum demek ki... Bana iğne deliği kadar değer vermeyeceğini, saygı duymayacağını anlayamamışım ya en çok buna kızgınım. Kendime kızgınım yani. Bu kadar vur-kaç oyunlar oynayan, doğum gününde özenle atılan mesajlara yazılara (tabi o gün çok daha özel (!) kutlamalar yapıyordu muhtemelen hak vermek lazım) günleeeer sonra üstün körü “sağol be” diyen birinin, beni adam yerine koyup, beni ne olarak gördüğünü açıklamasını beklediğim için çok kızgınım...
Neyse ki her şeye rağmen; tazelenen umuduma, okşanan gururuma rağmen zırhlarımı çıkarmamıştım. Hoş, zırhlarımızı çıkartıp çıplak kalacak kadar yakınlaşmamıştık ya, yine de beni uykumdan ettiği bir gecede aklıma düşmüştü işte, “kalkanlarımdan bir tanesini olsun indirsem mi acaba” diye. Maskesiz, samimi insanlara bile alışkın değilken muhatap olduğum bünye bir de zırhlarımı çıkarsaydım neler olurdu acaba?
Bu olanları kuşandığım zırhlarla karşılamama rağmen kızgınlığıma ve kırgınlığıma engel olamıyorum. Tüm bunları benimle yüzyüze konuşmak konusunda bile “10 yıl sonra görüşürüz” gibi alaycı davranabildiği için, bana tek bir cümle değil cümle, tek bir sıfat olsun söyleyemediği için, ben ona her fırsatta hislerimi açıkça söylediğim, seni ve fikirlerini önemsiyorum vb. dediğim halde bir kez olsun, son seferinde olsun açıkça; “umrumda bile değilsin, takılıyoruz öylesine” diyemediği için kontrol edemiyorum hissettiklerimi. Daha dün ben övdüm kendimi çok iyi yalancıyımdır diye, bu kadar gereksiz ve uzun vadeli bir yalanı ben bile söyleyemezdim herhalde. Yine de zekâsı konusunda sandığımdan çok daha yüksek bir potansiyele sahipmiş, bu bile insan tanımak konusunda epey yol ettiğimi ispatlar aslında. (polyanna’cılık böyle bi’şey oluyordu değil mi? =)) Ha, zeki bir adam konuşması gereken zamanda sessiz kalmasının çok şeye mal olacağını bilirdi...
Şimdi ne mi yapacağım? İşte onu hala bilmiyorum... Gözüme bakmaya tenezzül etmeyen (ya da bundan kaçacak kadar korkak), bana benimle ilgili HİÇBİR ŞEY söylemeyen bir insana ben de sadece MP3 bulucu bir arama motoru gibi mi davranmalıyım yoksa harcadığım onca zamanı çöpe atıp arkama bile bakmadan koşarak uzaklaşmalı mıyım?
Soracağıma koşmaya başlasam daha hayırlı olacak sanırım =D
Read more...Eh tabi mim dalgası en sevdiğim yalanlar olunca, insan en şirin en zararsız yalanlarını seçiyor arşivden, benim de sevdiğim yalanlarım bunlar.
Şİmdi en sevdiği yalanları paylaşmak üzere sahneye rehavet’i, çalışamıyoruz ekibini (artık kimler almak isterse pası alabilir), ve e-vren’i davet ediyorum. Bi'de Elif ilk pasımı almamıştı ve hala kayıp, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa en sevdiği yalanlardan bahsetsin bize istiyorum.
Top sizde buyurun bakalım =)
Read more...—Hiç geçmez mi gözlerinden bu sonbahar?
—Ben kupa kızı değilim, belki karo kızı olabilirim, keskin ve köşeli. Bana bilmediğim bir şeyler anlatsana
—Sıkıldın mı sorulardan?
—Sadece seni dinlemek istiyorum şu anda...
—Özgür irade dedik ya, aslında hayatta bi’sürü şey irademiz dışında gelişiyor, hayatımız bile. Kimse bize sormadı oyuna başlarken “dünyaya gitmek ister misin diye?” yeryüzünde ki hiç kimsenin kendi hayatı yok aslında. İlk başlarda yani dünya daha yokken, Tanrı Âdem’e ödünç bir hayat vermiş, biliyor muydun? Bu hayatı verirken de bazı şartlar koşmuş. Âdem’in yapması gerekense bu kurallara uymakmış sadece. Ama kuralları kolay olan bir oyun, kimsenin zevk alabileceği bir oyun olmaz hiçbir zaman değil mi, sen de sevmezsin böyle ilişkileri mesela. Tanrı da böyle düşünmüş olacak oyunu zorlaştırmak için şeytanı karıştırmış işe. Oyun yeni bir şekil almaya başlamış şeytanın gelişiyle.
—Bunun sonunu tahmin edebiliyorum, önce şeytan sonra kadın. Kim kimi yoldan çıkardı ne fark eder...
En son bunları söylediğini hatırlıyordu kadın, hikâyeyi tamamlamış mıydı adam yoksa başka bir şeyler mi anlatmaya başlamıştı acaba. Sınırlarını bilmediği bir şehirde, düzenine alışkın olmadığı bir odada uyandığında kimse yoktu yanında. Yavaşça gözlerini gezdirdi dağınıklıkta. Kapağı duvara dayanmış bir valiz, aceleyle değiştirilmiş pabuçlar, küllükte iki izmarit, yerde yarısı hala dolu bir şarap kadehi. Yattığı yerden çok kalkmadan camı araladı, güneşten önce kokusu girdi içeriye. Koku; insan vücudunu en son terk eden. Kollarını başının üzerinden uzatıp gerindi. Kendi kokusunu çekti içine bu kez. Yabancı bir tenin kokusu yoktu teninde. Ne olmuştu dün gece, neden yalnız uyanmıştı?
—Sahi ne kadar oldu, tenime başka kokular karışmayalı?
Belki bi’kaç gün önce, belki de yıllar önceydi hatırlayamadı. Vazgeçti, hatırlamak istemedi.
Peki ne olmuştu dün gece? Başını omzuna yaslamak istemişti önce. Başı omzundayken tokasını çıkarsın, saçlarını açıversin istemişti. Saatlerce konuşsa dinlerdi onu bıkmadan. Sesini, nefesini boynunda hissetsin istemişti. Hepsi olmuştu da nereye kaybolmuştu, niye şimdi yalnızdı?
Bir rüya olamazdı ya hepsi. Dinlediği hikâyeyi duymamıştı daha önce, tanıdık bir omza gömülmenin, tanıdık huzurunu hissetmişti, rüyada bile olsa yaşayamazdı bunu.
Yataktan kalktı, giyindi, çıktı odadan, üstü açık yazlık otomobile bindi, asla sonuna kadar görmeyi beceremediği düşünün peşinden yola koyuldu...
dibine not: dalya yüz!
Read more...dibine not: ieven polkka - loituma
en dibine not: youtube'da onlarca versiyonu var neşenize neşe katmak isterseniz bir aratın derim ;)
Yağmurla karşıladı bu sabah beni İstanbul.
Böyle başlayacaktım yazmaya.
Vazgeçtim.
Tam ortasındayım yolun.
Yok değil.
Yeni bir yola çıkmak üzereyim.
Hayır bu da değil.
Bir kapıyı kapatıp çıkıyorum artık. Bir son bu. Bir başka son.
Başlayan her şeyin sonu var madem. Bu da başlayan bir şeylerin sonu demek ki. Sonların sonu var mı acaba, sonsuzluk mu yoksa son? Ben inanmam ki sonsuzluğa oysa. Her şey biter. Ama bi’yerde tıkanıyorum mesela, Bi’şey biter, başka bi’şey başlar, o başka bi’şeyde biter, bambaşka bi’şey başlar. Bambaşka şeyde biter... Bu işte! Madem sonsuzluğa inanmıyorum bu biter-başlar döngüsünün de sonu olmalı bi’yerde. E o zaman bi’şeylerin hiç bitmemesi gerekiyor ki, hiç bitmeyen şeylere sonsuz diyor normal insanlar. Ya da bi’şeylerin bitmesi ve sonra yeni bir başlangıç olmaması gerekiyor.
Hiç yani!
Boş... Amaçsız... Hiç...
Aman umurumda değil!
İnanıyorum dediğim bir şeyi ispatlamak zorunda değilim ki kimseye. Mesela “Z kişisinin beni sevdiğine inanıyorum”. Kimse aksini iddia edemez! Ama dersem ki “Z beni seviyor, biliyorum” ispat yükümlülüğü bana düşer. Ki MK madde 6 der ki: Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça; taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.
Sahi sevgi ispat edilebilir bi’şey midir, yoksa ona da sadece inanır mıyız?
Yoksa basit bir Türkçe kuralı mı aslında; “Soyut sözcükler” Ama hayır ben algılanmasından bahsetmiyorum. Beş duyuyla algılayamadığımız sadece düşünerek şekillendirebildiğimiz bu kavramların hiç birini ispatlayamaz mıyız onu merak ediyorum? Ay şimdi çok kolay geldi bu soru mesela bana. Soyut bi’şeyin ispatı mı olur. Neyin kavgasını yapıyorum ki =)
Sahi neyin kavgası bu yapılan planlar, seçimler, vazgeçişler... neyi paylaşamıyoruz biz?
Lyn ve Ümit beni mimlemiş “işe yaramaz teknolojiler” mevzuunda, bu benim ilk mim dalgasına yakalanışım aslında, çok heyecanlıyım =) Blogyazarları gazetesinden de takip ediyorum 10 yazardan 5i bu dalgaya kapılmış durumda. Öncelikle beni mimlediği için hem Ümit’e hem de Lyn’e ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Oralarda birilerinin beni bu oyuna davet etmesi çok güzelmiş gerçekten =))
Uzun uzadıya teknolocik incelemeleri yaparak katılmak isterdim bu oyuna ancak düşünmeye, kurcalamaya fırsatım olmadı. İlk aklıma geleni yazacağım sadece. Bence en dandik teknolojik ürün “radyosu olmayan müzik çalarlar” . Bana müzik sağlamakla görevli bir aletin, radyosu olmaması kolumdaki saatin yelkovanı olmaması gibi bir şey benim için.
Tek ürünle de olsa katılıp Meksika dalgasını bozmadığımı varsayıyor ve hemen pasımı atıyorum:
Ne zamandır sesi çıkmayan Yazar(mı)(?), artık hangi blogunu bu konuya uygun görür bilemem, ilk pasım ona. İkincisi "eh güzel" deyip ufak bir açıklama yapan ama hala kayıp olan Enteldantel'e. Sonracığımaaa Elif'e göre, Gaia’ya göre ve Hipokampüs'e göre nedir en dandik teknolocik ürünler merak içersindeyim doğrusu. Aa bir de Kurabiye Canavarı'ndan ses gelmiyor nicedir, onu da mimledim gitti
Oh görevimi de yaptım. Artık müsadenizle ben kaçıyorum.
İyi haftalar, mutlu haftasonları dilerim herkeslere.
Read more...Onlarca kez izlediği filmi bir kez daha izlemeli, gecenin esintisiyle ve tam kıvamında bir kahveyle. “aa burası da böyleymiş demek” ki diye bambaşka bir anlam çıkarmalı bu kez, yine tadı damağında kalmalı.
Ne kadar şanslı olduğunu düşünmeli, fark etmeli. Daha bir kaç gün önce kanında bulunan asalak virüsü bile üzülmeye değer bulmadığını hatırlamalı. Dünyadaki milyonlarca insandan daha sağlıklı, daha zengin, daha şanslı olduğunu hatırlatmalı kendine.
Her şeyi herkesi bırakıp arkasında, ufak da olsa bir kaçamak yapmalı, her gün bildiği ezberi bırakmalı, bir tatil ayarlamalı kendi için. Birkaç gün kafasını dinlemeli, kafasını dağıtmalı. Yeni planlar yapmalı, yeni hedefler koymalı ve yeniden yola çıkmalı...
Dibine not: Maillere yanıt yazamadım kusuruma bakmayın lütfen. Elif’ciğime, Ümit’e ve Eda Suner’e çok teşekkür ediyorum. İlgi ve desteğiniz beni çok mutlu etti. (Ümit, sayfanı yönlendirmişsin hayırlı olsun, rss ayarlarında sorun olabilir mi, readerımda yoksun 3-4 gündür, gazetede de göremedim yazılarını...)
En dibine not: Ne kadar çok -meli, -malı kullanmışım. Bu işi en iyi ben bilirmişim gibi. Bende işe yarayan 3-5 olay, durum altı üstü...
Harun Reşit, savaşta esir aldığı düşman generale:
—Hayatini bağışlarım ama bir şartım var: Kadınlar hayatta en çok ne ister, budur bilmek istediğim. Bu sorunun yanıtını getir; kurtar kelleni der.
General sorar soruşturur, bu çetin sorunun yanıtını arar ve Kafdağı'ndaki bir cadının bunu bildiğini öğrenir. Günlerce gecelerce at koşturur, cadıyı arar bulur ve sorar.
—Kadınlar hayatta en çok ne ister?
Korkunç cadı, yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki yenilir yutulur değil.
—Evlen benimle, o zaman öğrenirsin istediğini.
Bu ölümcül teklifi kabul eder general ve doğru yanıtı alır almaz koşar Harun Reşit'e:
—Kadınlar, en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister.
Harun Reşit bizimkinin hayatını bağışlar ya; cadıyla evlenmek için de söz verilmiştir. Evlenirler. O ilk gece; general bir bakar ki o korkunç cadı, dünyalar güzeli bir afete dönüşmüş, karanlık odada. Konuşur cadı:
—Benim kaderim böyle; günün sadece yarısı güzel olabilirim, diğer yarısı ise çirkinim. Ne dersin geceleri seninleyken mi, yoksa gündüzleri dışarıdayken mi güzel olayım?
General düşünür ve
—Sen bilirsin, kararını kendin ver der; işte o andan itibaren korkunç cadı sonsuza dek çok güzel bir kadın olarak kalır.
Peki, bu öyküden çıkarılacak üç ders nedir?
Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister.
Özgür iradesiyle hareket eden bir kadın, her zaman güzeldir.
İster güzel olsun ister çirkin, her kadın aslında bir cadıdır =)
© Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008
Back to TOP