Çarşamba, Ağustos 29, 2007

denemeye değeR



söz: Sezen Aksu-Altan Çetin
müzik: Fahir Atakoğlu-Murat Yeter
düzenleme: Fahir Atakoğlu
Emel Müftüoğlu: artık bir "best of" yapmalı!

Read more...

mavi-siyah

Efenim ben sordum, eksik olmayınız takipçiler olarak 9 kişi oyladınız, 6 ya karşı 3 oyla neler oluyor hayattayı kaldırdık =) Varsa başka bir arzunuz, elimiz değmişken onu da yaparız =)

Bu ara hiç yazasım yok, okuduğum da pek söylenemez zaten. “İki Şehrin Hikayesi” (Charles Dickens) sürünüyor elimde ne zamandır. “Yüzyıllık Yalnızlık” (G.G Marquez) da yatağın başucunda bakmakta bana, bitmeyecek bu gidişle. Yine bitiremezsem bu onu 3. yarım bırakışım olacak, oysa bu kez epey yol kat etmiştim =(
“Satranç” diye bir uzun öykü okudum, Stefan Zweig yazmış. Kartal’dan Kapalı Çarşı’ya gidip döndüğüm bir gün yolda geçirdiğim zamanlarda okundu bitti ama o sayılmaz. 70-75 sayfa bi’şey. “Kültürel Antropoloji” (William a. Haviland) var çalışma masamda, gidip gelip karıştırıyorum iki-üç sayfa ama bu da onu okuduğum anlamına gelmiyor. Sonracığıma çantamda “İyi ve kötü tanrıların önyargılarıdır.” (Helmut Eisendle) var, onu okuyorum aslında ama 130 sayfa 1 aydır hala bitmedi, galiba hep aynı sayfayı okuyorum =D Bitirebilirsem size de tavsiye etmek isterim. “Çalışmak bedava olan tek eğlencedir”, “Savaş kültürün kış uykusudur”, gibi alt başlıkları var. Hatta bi’yerde mesela; Zaman. Sonsuz bir zaman aralığı olan geçmiş ve gelecek arasında sonsuz derece kısa bir zaman aralığı olan şimdiki zaman vardır. Bir saniye bir an hepsi bu kadar. Bu zaman aralığının veya anın yalanı yoktur, uzunluğu da yoktur ama yine aynı anda hem sonsuz hem de hiçbir şeydir. Bir vardır bir yoktur. Değişen veya değişmesi gereken bir şey neye doğru olursa olsun bir an içinde değişir... diyor ama önce benim hepsini okumam gerek değil mi?
Ha bir de hala izle(ye)mediğim filmler var mesela ama hayır onları listelemeyeceğim çok uzunlar, çoooook!

Böyle işte, normal insanlar izledikleri filmleri, okudukları kitapları anlatırlar ben okuyamadıklarımı anlatıyorum. Yaşayamadığım hikâyeleri yazıyor, yazamadıklarımı yaşıyorum... Mütemadiyen sayıklıyorum. “Ben deli değilim” diyorum, kimseler inanmıyor.


Read more...

Pazartesi, Ağustos 27, 2007

şaRap kızılı

Özellikle seçilmiş de bir araya getirilmiş gibiydiler. Saçları sarı, siyah ve kırmızıydı. Dün olsa bu kadar dikkat çekmezlerdi aslında, bu hallerine de alışacaklardı yavaş yavaş. En uzun boyluları kırmızı saçlı olalı daha birkaç saat olmuştu çünkü.

İçerisi epey kalabalıktı, müziğin sesi yüksekti. Kızlar kimseye aldırmadan felekten bir gece çalacaklardı. Kimin ne düşündüğü, ne söylediği, ne söylemediği zaten çok önemli olmamıştı hayatlarında ya, o gece hiç bir şeyi, hiç kimseyi umursamıyorlardı. Önce sarı saçlı olan kaldırdı kadehini “sağlımıza” diyordu ki, durdu; “sağlıklıyken kıymetini bilmeye” dedi. Gülüşerek ve temenniyi tekrar ederek tokuşturdular kadehleri. Sonra kırmızı olan kaldırdı “bizi farklı ve özel kılan cesaretimize!”. “Bizi özel kılan cesaretimize” diye tekrarladılar hep birlikte bardaklar çınlarken. Son shotlarını yapacaklarken kadeh kaldırılması gereken tek bir şey kalmıştı. Hepsi tereddütsüz “aşka” diyecekken, siyah saçlı olan bozdu ezberlerini: “Aşk bize iyi gelmediğinde ondan uzak durabilmeye!” “İşte buna içilir” dedi arkadan tok bir ses. Bir gazetenin bir köşesinde her gün yazıyordu sesin sahibi, kızlara nazikçe gülümsedi, kızlar da kadeh kaldırarak karşılık verdiler!

“Aşk bize iyi gelmediğinde, ondan uzak durabilmeye!” Bir gün aşktan uzak durmak isteyecekleri üçünün de aklına gelmezdi. Oysa o gün en çok ihtiyaçları olan şeydi, aşktan uzak durabilmek...

Read more...

Cumartesi, Ağustos 25, 2007

koklaşmak...

Gaykedi 3 gündür kokularla ilgili yazıyordu. 1 2 3 Ben de bu vesileyle ne zamandır toparlamak istediğim kokuyla ilgili notlarımı toparlamaya karar verdim. Bir dönem ben de kokuların nasıl olup da bu kadar unutulmaz olabileceğine takılmış, bunun üzerine bi’şeyler okumuş, 3-5 not almıştım.
Notlar çok dağınık olduğundan giriş-gelişme-sonuç şeysine uygun bir yazı yazamıyorum maalesef (buna denedim ve fakat beceremedim)


Buyurunuz efenim koku ve parfümün tarihçesi ile ilgili bilgi kırıntıları:


  • Kokunun algılanmasında burnun %5 rolü olduğunu geri kalan %95lik işlemin beyinde gerçekleştiğini biliyor muydunuz? Yani aslında beynimizle koku alıyormuşuz!
  • Koku hücreleri 45 günde bir kendi kendilerini yeniliyorlar, hiç yaşlanmıyorlar.

  • İnsan 0–20 yaş arasında kokuları genel olarak hafızasına yerleştiriyor ve bunları bir daha asla unutmuyor.

  • Üstelik tüm bu kokularla ilgili fikirleri de değişmiyor. Yani;
  • Bir kokunun iyi mi kötü mü, tatlı mı acı mı, güzel mi çirkin mi olduğu tamamen anılarımızla, deneyimlerimizle alakalı.

  • Koklama hücresi, duyumsal nöronlar olarak tanımlanır ve dış ortamla temasta bulunan yegâne nörondur.

  • Bu hücrelerin sayısı insanda 6 milyon kadardır, köpekteyse aşağı yukarı 36 katı kadar (216 milyon) koku hücresi bulunur.

  • Koklama eşiği de insanlarla hayvanlar arasında büyük farklılık gösteriri. İnsanın sarımsak kokusunu algılayabilmesi için 200 molekül gerekirken köpek için 30 molekül yeterlidir.

  • Parfümün tarihi ise ateşin bulunmasıyla başlıyor. Ateşle birlikte yükselen kokuların kişileri Tanrı’ya yaklaştırdığı ya da Tanrı’yı sakinleştirdiği inancı hakim.
  • Kokulara alkol karıştırılarak; özgürmüş gibi serbest bırakmak ama kaçıp gidemeyecek şekilde tende hapsetmek hüneri ise ortaçağ’da ortaya çıkıyor.

  • Dönem Avrupa’sında Hıristiyanlık toplu yıkanmayı yasaklıyor, 16.yyda tüm halka açık banyolar kapatılıyor. Suyun deriden içeri girerek kan dolaşımını bozacağı inancından ötürü yıkanmak suç sayılıyor. Kötü kokuları örtmenin tek yolu ise parfüm.
  • Bu yasaktan dolayı koku kullanımı o kadar artıyor ve çeşitleniyor ki, 15.Lui’nin hükümdar olduğu yıllarda Fransız Sarayı “koku sarayı” olarak anılmaya başlanıyor.
  • 1770’e gelindiğindeyse İngiltere çıkardığı bir kanunla kadınların erkekleri parfüm kullanarak baştan çıkarmalarını yasaklıyor.
  • Bugünse parfümler isimlerini çağrışımlardan, hazlardan alıyorlar. Artık özel tasarımcılar tarafından hazırlanmış büyülü şişelerde baştan çıkarıcı olmanın “hayali” satılıyor.
  • Parfüm temel olarak 3 hammaddeden imal ediliyor. Bitkisel, hayvansal, sentetik hammaddeler. Bitkisel olanlar, reçineler, çiçekler, meyveler, kökler, hayvansal olanlar, misk, amber.

  • Kaliteli bir parfümde ortalama 700 madde öz kullanılıyor. Maestro ise elbette alkol. İçinde ki alkol oranına göre sıralarsak; parfüm concentre > eau de parfum > eau de toilette > eau de cologne > after shave. Konsantre parfümün içine alkol katıldıkça yani saflık azaldıkça kalıcılık da azalıyor.
  • Bugün dünyada parfüm sektörünün beyni “nose/burun” diye anılan 50 kişi. Burunları milyon dolarlara sigortalı. 100.000 den fazla kokuyu ayırabiliyor, 4000 kadarını akıllarında tutuyor ve zihinlerinde farklı koku bileşimleri tasarlayabiliyorlar.


  • Her parfümde; üst nota, kalp notası ve dip notası olarak tanımlanan 3 bölüm bulunuyor. Üst notalar; parfüm ilk sıkıldığında yaklaşık 5 dakika boyunca alınan uçucu kokular. Kalp notası; birkaç saat dayanabilen çok uçucu olmayan ve parfümün arzu uyandıran bölümü, üst notaların hemen ardından duyulmaya başlanıyor 20 dakika–1 saat boyunca duyulabiliyor. Dip notalar ise; parfümün en uzun süre kalan kısmı, tende 6–8 saat duyulabilen ve parfümün kişiliğini yansıtan kokular.




"Işıkları söndürdüğümüz zaman, dünyanın en güzel kadınına ne olur ?
Onun gözlerini, makyajını, saçlarını göremezsiniz.
Geriye ne kalır ?
Onun dişiliği ve
parfümü..."
- Jean Paul Guerlain -

Read more...

Perşembe, Ağustos 23, 2007

mavi düş

—Demek evleniyorsun sen de?

—Benim 40’ıma sadece 5 yıl kaldı ve sen son bir yıldır yanıma gelmemekte diretiyorsun, artık yoruldum.

Ben nasıl yoruyorum insanları bu kadar acaba. Yanımda hep çok huzurlu olduğunu söyleyen adamlar nasıl oluyor da giderken hep “yoruldum” diyor ironi bu galiba, diye düşündü kadın.

— 5 yıl mı? Doğru ya bizim aramızda 10 yaştan fazla vardı.

—10 yaş var fazlası yok, şimdiden küçültme yaşını...

—Ben hep herkesten küçük değil miydim zaten, lafın gelişi dedim.

Eğer evlenecek kimseyi bulamazlarsa 40 yaşında birbirleriyle evleneceklerdi. “Seni kimse almazsa ben alırım sakın merak etme” demişti adam kadına 20. yaş gününde. Hep beraber gülmüşlerdi. Sevgili olmaya cesaret edemeyecek kadar çok değer vermişlerdi ilişkilerine. Korkmuşlardı demek daha doğruydu aslında 2 kocaman korkaktılar.


—Küçüktün, benim küçüğümdün sen, başka kimsenin değil.

Bunları bir kez daha dinleyemezdi kadın, güçsüzdü.

—İzmir’in kızları aldı aklını başından değil mi, biri ikna ediverdi seni evlenmeye?

—Ah İzmirli kızlar, evet hepsi birbirinden güzel

—Ama...

—Ne aması?

—Amayla biten bir cümle oldu bu

—Ama ikna eden İzmirli bir güzel değil N.yle evleniyorum, evleniyoruz yani.

EvleniyoruM ile evleniyoruZ arasındaki fark neydi sahi. Vardı kesin bir farkları ya... Adam bir zamanlar “ne varsa arşivde var, gençlik aşkınla evlendin evlendin” demişti. Demek dediklerini uyguluyordu

—Bunca zaman sonra barıştınız ha, tebrik ederim.

—Sağ ol. Gelecek misin peki?

—Gelmemi istiyor musun?

Aslında kadın gerçekten sevinmişti bu habere. Sadece şaşkındı. Bunca zaman kendi arzularından koruduklarını ilişkilerini, belki tehlikeli sınırlarda ama incinmeden, incitmeden yaşamışlardı. Şimdi biri evliyken nasıl olacaktı, kestiremiyordu.


—Doğruyu bilmek ister misin? dedi adam

Aslında adam gerçekten üzgündü. Hep bir şans vermişti kadına. Ve kadın hep korkakça kaçmıştı. Bir bilseydi kadın kimsenin böyle sevilmediğini, bir dakika durmazdı ya, adam kadına bunu hiç söyleyememişti açık açık.


—Bana bugüne dek hiç yalan söyledin mi?

—Tabi ki! Defalarca! Ama şimdi söylemeyeceğim. Şubatta yolladığım bileti kabul etseydin ve 1 gün olsun yanıma gelseydin her şey başka olabilirdi. Ya da geçen hafta en azından susmasaydın, bir cevap verseydin. “belki” deseydin, “olabilir” deseydin, o zaman kesinlikle bambaşka olurdu her şey.

Zaman bir kez daha kırılmıştı. 2 hece, 2 insanın hayatını baştanbaşa değiştirmişti. Söylenmeyen sözlerin ağırlığıyla birer yumruk oturmuştu boğazlarına. Nasıl derdi kadın, incinmiştim, yeniden kırılmaktan koruyordum kendimi diye. Nasıl derdi adam kapındaydım, cebimde yıllar önce beğendiğin cam yüzükle diye. Türk filmlerinde ki gibi açıklanamayan gerçekler yüzünden mi ayrılacaktı kesişen iki hayatın yolu?

Gülümsemeye çalışarak,

—Ne yani geçen hafta mı karar verdin evlenmeye? dedi kadın

—Evet yıldırım. N. ”benim her şeyim tamam” dedi. Ben de “tamam” dedim.

Zaman gerçekten kırılmış mıydı, yoksa bu kez tek bir hece değiştirebilir miydi iki hayatı. Bir şans var mıydı? Neden korkmuştu kadın bugüne dek, adam defalarca elini uzattığı halde ona neden kaçıyordu? Bir şimşek çaktı sanki, cevabı bulmuştu bir anda: Böyle bir sevgiye nasıl karşılık vereceğini bilememişti hiçbir zaman, sevilmeyi bilmiyordu kadın. Sevmeyi, çok sevdiği adamları büyütmeyi, onlarla birlikte kendini büyütmeyi biliyordu da, teslim olmayı bilmiyordu. Nasıldı sevilmek bilmiyordu...


—Sana mutluluklar dilerim deyip fırlattı telefonu.

Kadın aynada çökmüş gözlerine baktı. Demek sevilmeyi bilmiyordu. Demek hiç sevilmemişti. Demek hiç sevişmemişti. “kargalar gibi karaladılar beni” derken bir damla yaş süzüldü sol yanağından yavaşça.


Adam telefon elinde kalakaldı. Üzmek değildi niyeti, sadece son bir kez sevdiğini söylemek istemişti. “Sen hiç böyle sevilmedin mavi kuş” derken bir damla yaş süzüldü sağ yanağından yavaşça.

Zaman bir kez daha kırılmıştı...

Read more...

Çarşamba, Ağustos 22, 2007

siyah-beyaz


Hayatımdan tüm aslan burcu erkeklerini çıkarmaya karar verdim. Hatta burçla kaleyle ilgisi yok, hayatımda ki tüm korkak, kibirli, duygusuz ve ilgisiz erkekleri çıkarıyorum bundan böyle. Tek tek, geri dönmemek üzere sileceğim hepsini. Kendini tanımayan hiç kimseyle uğraşmayacağım kesinlikle. Ne yapacağını bilmeyen ürkek kadınlar kalabilir, onların bir zararı yok uzun vadede ama bu nitelikte adamlar içimi çürütüyor benim, neşemi, umudumu çalıyor.

GÜÇLÜ adamlar istiyorum hayatımda artık.



Güç dediğimde ilk akla gelen “para” olmayan adamlar. 2 dakika önce tamamen bana katıldığını, aynı fikri paylaştığımızı söylerken, 2 dakika sonra üstü olan bir insanla aynı konuyu tartışırken ve konunun kişiler arası hiyerarşiyi ilgilendiren hiçbir tarafı yokken, birden düşünceleri yumuşayıp, “tabi siz de haklısınız, kesinlikle katılıyorum” demeyecek kadar güçlü bir adam mesela. Ya da beni zıvanadan çıkmış bir minibüs şoförüyle 1lira 25 kuruş için muhatap olmak zorunda bırakmayacak bir adam. Paranın değil tavrın önemli olduğunu anlayıp konuyu kapatabilecek bir adam. Ya da sevgilisi ah dediğinde çevresinde 88 tur atarken, ben 2 adım ötesinde için için ağlarken omzunu benden esirgemeyecek kadar kendinden emin bir adam. Belki valizleri taşımama hiçbir zaman izin vermeyecek ama yorgunluktan ölmüşken, “şu elimdekileri alsana yaa, ağır geldi” diyebilecek bir adam. Otomobile binerken kapıya tutarak güçte gösterilemez nezakette, tam hızını almış giderken, uzakta karşıya bir türlü geçemeyen bir yaşlı teyzeyi fark edip yol verecek ama bunu bana, birilerine yaranmak için yapmayacak kadar güçlü olmalı hayatımda ki adam(lar).


Baştan sona hatalı olan bir astını, herkesin içinde yerden yere vurmayacak kadar kontrollü olmalı gücü, maskelere ihtiyacı olmamalı. Ya baştan sona dürüst olmalı ya da söylediği yalanı ölene dek gizleyebilecek kadar zeki. Önce yalan söyleyip sonra itiraf edenleri de, ettikleri 3 kuruşluk yalanı saklamayı beceremeyip yakalananları da istemiyorum hayatımda. Yalan da olsa gerçekte söyledikleri, tüm varlığıyla ağzından çıkanları savunabilecek kadar güçlü olmalı bir adam.

Ait olmayı da sahip olmayı da, çulsuz olmayı da kral olmayı da bilmeli. Sahip olduklarına ait olmayacak kadar güçlü olmalı iradesi, kralken kibirlenmeyecek çulsuzken isyan etmeyecek kadar güçlü olmalı inancı.

Beni hayatında istemiyorsa karşıma geçip açık açık anlatmalı ne derdi varsa, hayır diyebilecek kadar güçlü olmalı. Ve beni hayatının bir parçası yapmak istediğinde tam olarak hangi parça olacağımı söyleyebilecek kadar hakim olmalı büyük resme...

Anlatamam bunu size belki ama ideal erkek tarifi değil bu benim için. Kardeşimden, kuzenimden ve aslına arkadaşım deyip aynı sofraya oturduğum adamlardan bahsediyorum. Değer verip zaman ayırdığım, derdini dinlediğim, derdimi anlattığım adamlardan... Yoksa aşk gelip kapımı çaldığında şu tükürdüklerimin hepsini tek tek yala(yabili)rım hiç beni bozmaz. Ama sonra, “ben böyle bir adamın hayatıma girmesine nasıl izin verdim, neden engel olmadın bana?” diye ağlarsam, bana katlanabilecek kadar GÜÇLÜ birilerini istiyorum yanımda...

dibine not: kişiye özel bir karar değil bu. kimse yok yere üstüne alınmasın, üstüne alınması gerekenlerle çoktan ilgili konuşmalar yapıldı-yapılıyor...

Read more...

sütlü kahve

Read more...

yeşil-saRı

Bugün neler öğrendim:

Taksiciyle laf kavgası yapma. Bunca yıllık İstanbullusun madem alt bostancı neresi üst bostancı neresi öğren. Hayır anlamıyorum 8 yıl okul okudun sen orada aklın nerdeydi o yıllarda =)

Evli insanlarla arkadaşlık yapma, evlenenlerle arkadaşlığını kes, evlenme potansiyeli olanlarla tanışma bile. Hem düğün dernekte ne giyeceğim derdinden kurtulursun hem de takı toka derdin olmaz, tek taşını kendin alırsın oradan arttırdığın parayla.

İyimser davranma, devlet dairelerinde işler hiç bi’zaman vaktinde yürümüyor. İşini öğleden sonraya bırakma. Sabah yedide git çaycıyla arkadaş ol, bak 15 dakikada ne çok iş yapıyorsun o zaman.

Önemsediğin insanları araya sıkıştırma, onlara adam gibi vakitler ayır. İşler sarkıp görüşemeyeceğini anladığında üzülüyorsun.

Arkadaşının dükkânından alış-veriş yapma. Yapacaksan da dükkânın yarısını deneyip, “beğenmedim hiç birini” deyip şımarıklık yapma. Beğendiğin yağmurluğu da satmayıp, üstüne bir de kapıdan dışarı kovalarsa hiçbir şey yapamıyorsun.


Bi’de pek anlam veremediğim bi’şeyler oldu;

Ben “geç kaldım geç kaldım” diye eve koşturmaktayken bi’baktım bizim sokağın başından, bacak kadar bir velet bacak kadar bir diğer veledi yatırmış yere dövmekte. “Şşit hop n’oluyo” derken kurtardım ufaklığı =). Dayak atan yiyenin ağabeysiymiş ve dayak yiyeni diğerlerini taşlıyor diye dövüyormuş. Dayak yiyen zavallım da “beni hep kaleci yapıyorlar diye kızdım elime geçen taşı” fırlattım diyor. Tabi attığı taş kale direği görevi üstlenen taş olunca biraz ağır olmuş =D neyse dertlerini anladık, hepsini barıştırdık, bütün takımlar 5 golde bir kaleci değiştirecek anlaştık. Bu arada sarı saçlı yeşil gözlü bi’yakışıklı var habire konuşup duran, neyse onunda gönlünü yaptım çıktım eve. “Geç kaldın” diye söylenen anneme hikâyemi anlattım, üstümü değiştirdim, makyaj tazelemeye fırsat bulamadan çekti kolumdan fırladık evden. Kardeşim bahçeden arabayı çıkarırken ben gittim bizim veletlerin yanına maçları bitmiş, kim kazandı falan diye sordum. Herkes gülüyor, şen şakrak maçı anlatıyor falan, “neyse” dedim “ben gidiyorum, hoşça kalın”. Tam bu sırada bizim yeşil gözlü yakışıklı geldi:

“ablaaa?”
“söyle canım.”
“Senin deminki ayakkabıların daha güzeldi”
“bunlar çok mu çirkin?!”
“yok değilde onlar daha güzeldi.”
“15 yıl sonrada böyle açık sözlü ol tamam mı?”
“tamam?!”

İşte ben bu diyalogdan ne anlam çıkarmalıyım karar vermedim.

Önceki ayakkabılarım bilekten bağlı, topuklu, siyah pabuçlar. Sonraki olarak bahsi geçenler üstü böyle incik boncuk dolu, yuvarlak burunlu, dümdüz ayakkabılar mokasen tabir edilenlerden sanırım. Hayır, çocuk bacaklarıma baktı desem etek yok kapri pantolon var. Üstelik tespiti, evden fırlarken aynaya bakabildiğim 0,3 sn.de aklımdan geçenlerle aynı. Hayır, ayağımdaki ayakkabılar kesinlikle kötü değil ama diğerlerini daha güzel yapan ne, bunu o yaşta bir çocuğa söyletecek kadar dikkat çekici kılan ne? Bir ayakkabı, farklı bir saç toplayış şekli neden değiştiriyor insanların algılarını? Yoksa erkekler hep aynı mı, görsel olarak beğenmedikleri bir şeyi, başka türlü beğenmeleri çokta mümkün değil mi? Bilemedim işte.

Bir de kutlanmamış bir doğum günü vardı bugün. Sağ alt köşedeki saat 01:55i, takvimde gün çarşambayı gösterse de ben uyuyup uyanmadan çıkamıyorum salıdan. Taaa geçen yıldan kalma bir sıfatla hatırlattı telefonum bugünün önemini sağolsun. Hatırlatmasa aklıma bile gelmezdi eminim. Aklıma geldi de ne oldu, aklımda olduğu halde, kutlamak içimden gelmediği için ve bunu bana hissettirdiği için bir kez daha kızdım, o oldu. Ama üzgün müyüm? Gönül rahatlığıyla diyorum ki, HAYIR!

Sonra tam gün bitirken bu şarkı çaldı... Kim anlayacaksa artık...


Read more...

Pazartesi, Ağustos 20, 2007

mutsuzluk ahlâksızlıktıR*



Mutluluk bir bilgi işidir: fark etme, ayırt etme, yargılama; düşünebilme işidir! Dürüstlükle başarılır. İnsanın ardında olduğunu söylediği mutluluğun, sorunlardan, acılardan, kaygılardan azade bir ruh haliyle yaşanması gerekmez. Gerçekle yüz yüze, onun sorunlarıyla içice olduğunuz halde mutlu olabilirsiniz.

...

Mutsuzdan araştırmacı olmaz. Mutsuzdan devrimci olmaz. Mutsuzdan başkaldırı, umut, düş bekleyemezsiniz!

...

Mutluluk bir bilinç işidir, yalnız bilinçli olmakla kazanılmaz mutluluk, yürek işidir aynı zamanda. Mutluluk, uyuşukluk, tembellik, atâlet değildir. Hamarat ruhların işidir. Acı çeken, acı çekmiş, duyarlı insanların. Mutluluk bir haz hali değildir. Acı yokluğu hiç değil!


Mutsuzluk yaşama beceriksizliğidir.

Mutluluk iç ve dış özgürlüğe kavuşabilmede bir dönüm noktasıdır. İç dünyamızın, düşünce ve duygu dünyamızın bağımsızlığı, insanlarla kurduğumuz ikili ilişkilerin, toplumsal ilişkilerin özgürleşebilmesinde katkısı olan bir güçtür. Kendimizi ve dünyayı değiştirebilme gücü. Telos'umuza, hedefimize, amaçlarımıza, düşlerimize, ütopyamıza bizi ulaştırabilme gücü. Bu gücü anlayamamak, bu güce bigâne kalmak elbette sorumsuzluktur. Güzel, hakça bir dünya için çalışmamak demektir. Elbette ahlâksızlıktır.


Mutsuzluk kendimizle yüzleşebilme cesareti için gereklidir. Gerçekle, dışımızdaki ve içimizdeki gerçekle, tarihle, kültürle karşılaşabilmek için. Yılgınlığı, tembelliği, kolaycılığı yenebilmek için. Mutlu insan, iç dünyasında gezebilen, içinde kolayca dolaşabilen; kendini tanımaktan ürkmeyen özerk bir insandır. Mutlu, gerçekliğin karşısına çıkardığı sorunlarla karşılaşabilme gücü taşır. Mutlu, kendini, gerçekliği yaşamaya hazırdır: Elbette öteki insanlarla birlikte. Mutlu, birlikte yaşamaya, paylaşmaya açar kendini. Mutluluk, yaşamaya hazır olmadır: Geçmişi üstlenip, eleştirip, eleyip, yorumlayıp, geleceğe doğru yürüyebilme durumudur. Tek başına mutlu olunmaz; birlikte olunur. Paylaşmayla olunur. Ortalık güllük, gülistanlık olduğu için değil; savaşta, kavgada, kuşkuda, zulüm görmede de mutlu olunur. Mutlu, duygularını, aklını, bedenini bir bütün halinde yaşar. Duygu ve aklıyla iletişime geçer; onları tanır. Bedeninden gelen enerjiye haberlere, uyarılara açıktır.

Mutlu, dinlemeye, anlamaya, söyleşmeye hazırdır: Kendiyle ve öteki insanlarla. Taktik uygulayan; insanları sınıflandırıp, damgalayan, denetleyip, elinin altından bırakmayan, mutlu olamaz. Mutluluk umut; mutluluk, içimdeki "daha var" diyen sestir. Mutlu, kendini "aşmak", öğrenmek, üretmek ister. Mutluluk, olanaklarını gerçekleştirmeye çalışmada yatar. Mutsuz, olanaklarını keşfetse de, gerçekleştiremeyendir. Mutsuzluk, insanın yaşama beceriksizliğidir. Kendini gerçekleştiremeyen, düş kuramayan, görüşlerini açık açık dile getiremeyenden mutlu olmaz.

Mutlu insan dünyayı değiştirecek insandır.

*Ahmet İnam/Mutlu Olmak

Read more...

Pazar, Ağustos 19, 2007

md:7 "Söylenmeyen söz ağıRlaşıR"

Yağmurlu bir sonbahar çarşambasıydı, alt katta bi’kaç görevli memur çay içiyordu üst katsa tamamen boştu. “iyi ki herkes o gürültülü kantinde” diye düşünmüştüm. Kötü bir gündü ve herkesten kaçmak için cep telefonumu kapatıp kütüphaneye gitmem yeterliydi. İçerisi sıcacıktı. Acele etmeden birkaç dergi seçtim raflardan, önce camkenarı bir masaya oturdum sonra vazgeçtim ortadaki koltuklara yayıldım. Ayaklarımı sehpanın köşesine uzattım. Ve en sevdiklerimden birini karıştırmaya başladım. Cogito'nun "Aşk" temasına rastlamamıştım daha önce. Nasılda kaçmış gözümden derken "Bir İlişki Nasıl Olmalıdır – Birinci Manifesto", Madde 8: Herkesin kendine ait bir karanlığı olması gerektiği, tartışılmaz bir gerçektir." cümlesinde durdum. Gerisini de bir solukta okudum. Son cümlelere gelirken, gözlerimi yazıdan ayırmadan not defterimi çıkarmaya çalışıyordum çantamdan. Defteri çıkardım, aynı anda yazı bitti ve “seni başka yerde arayan da kabahat” diyen tanıdık sesi duydum.

Sadece başımı çevirip baktım, yanıt vermedim. Sesin sahibine kızgındım ve yazının fotokopisini almanın, not almaktan daha iyi bir fikir olduğunu düşünüyordum o sırada. “Vay cogito aşk özel sayısı mı hazırlamış yoksa?” diye ilgisini belli etti.
“Hıııı” dedim,“ "Aşk = karanlık mı diyor, ilginç”. “Hayır, aşk = f(karanlık) diyor!!!" Yanıma oturdu, dergiyi elimden aldı ve okumaya başladı. Bitirince etkilendiğini ama eleştirdiği yerler olduğunu söyledi. “Şu manifestoyu bulalım mutlaka akşama, o zaman konuşuruz hakkında” dedi. Ters ters yüzüne baktım, okuduğum diğer dergiye gömdüm kendimi. Benim o saatlerde başlayacak olan dersi almak için dönem başında 88 takla attığımı ve ona olan sinirimin bu derse engel olmaması gerektiğini hatırlattı. Haksız olduğu durumlarda haklı olduğu başka bir nokta bulup, konuyu değiştiriyor olması beni daha da sinir etti.

Ders çıkışı elinde bir iki bilgisayar çıktısıyla bekliyordu. “Ne bunlar?” dedi, “Manifestooo!” diye sevindim. “Ne manifestosu o?” diyen 3–4 kişiyi de yanımıza kattık, yemeğe gittik. Yemek boyunca kâğıtlar elden ele gezdi. Üstüne kahve içmek üzere bana gelenler en son saatlerine baktıklarında gecenin yarısı çoktan geçmişti. 20’li yaşlarımızın başıydı, bütün ilişkileri kurtarmıştık, artık huzurla uyuyabilirdik.

www.kitapyurdu.com'dan satın al

Saatim yine geceyi ortasından yarmışken tesadüfen buldum Cem Akaş’ın 7 romanında geçen bu manifestoyu. Pazar sabahı, günü, akşamı yapacak daha iyi bir işiniz yoksa buyurun efenim, okuması ve üstüne düşünmesi oldukça keyifli iki metin:

Bir İlişki Nasıl Olmalıdır Birinci Manifesto

Cogito Sayı:4 AŞK Cem Akaş - Aşk = f (karanlık)

Read more...

Cuma, Ağustos 17, 2007

papatya saRısı

arada bir, bir yanım kaçsam dese de uzağa;


söyleyecek sözlerim bitmedi daha,




ben böyleyim işte...

Read more...

Perşembe, Ağustos 16, 2007

ne bu şimdi?


Şu mim dalgasının bu kadar işe yarayacağını söyleseler inanmazdım. Meğer bana söylediği yalanları itiraf etmek isteyen ne çok kişi varmış. Yazdığım “en sevdiğim yalanlar” sayesinde Artemis’in yazısında değindiği gibi “gerçek bizi özgür kıldı.”
Neden yalan söylemeye karar verdiklerini anlattı önce arkadaşlarım bana, sonra konuşulması gerekenleri konuştuk, açığa kavuşturduk, anlaştık. Ama birisi var ki...

self_knowledge_brings_happinessBu yazıyı yazıp yazmamayı çok düşündüm. Önce kızgınlığımdan, hakkında hiçbir şey yazmamaya, bana benimle ilgili ne düşündüğünü ne hissettiğini söylemeye bile cesaret edemeyen bir insana bir kez daha detaylıca onun hakkında ne düşündüğümü söylememeye yani onu umursamamaya, umursamıyormuş gibi yapmaya karar verdim.

Sonra düşündük taşındık (ben, şahsen, bizzat kendim ve diğerleriM) bunun bana göre olmadığını anladık. Ben hiçbir zaman böyle biri olmadım çünkü. Ne hissediyorsam açıkça söyledim. Yaşamak istediğim ne varsa yaşadım. Varsa sonuçlarına katlandım yoksa da mutluluğumun tadını çıkardım. İnandıklarımın peşinden gittiğim için de hiç pişman olmadım. Bu beni özel kılan, beni ben yapan en önemli şey galiba yaşadığım çeyrek yüzyılda. Ve ben olmaktan vazgeçemem hiç kimse için. Ve hiç kimse benim yazma istediğimi engelleyemez.

Olan oldu, konuşulanların üzerinden 24 saat geçti, yazdıklarıma bakıyorum da fazlasıyla nazik bile davranmışım aslında. Şimdi detayları, o günlerde konuşulanları yazılanları gözden geçirince tek bir yalan olmadığını, her şeyin en başından beri yalanlarla kaplı adi bir oyun olduğunu fark ediyorum. Cep telefonuma gelen ilk mesajdan sonrası koskocaman bir yalan kasırgasıymış meğer.

Şu anda ve onunla konuştuğumuz anda da üzgünüm aslında. Yani şöyle diyelim üzgünlük>kızgınlık. Üzgünüm çünkü; değer verdiğim adam meğer kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyormuş benimle (ya, bu duruma uygun başka deyim yok mu?kedi medi öf..) Her şeyden önce hiç yalan söylemesine gerek yokken boğulmuş yalanların arasında. Üzgünüm çünkü; kendi başlattığı zevkli bir oyunu durduk yere karman çorman etmiş. Ben ona karşı hep samimi olmaya çalıştığım halde, karşıma geçip “işler biraz karıştı” bile dememiş. "Ben senin için kaygılandım" dediğim halde, “bu iş böyle olmaz zaten bana karşı hiçbir sorumluluğun yok merak etme” dediğim halde, bana tek bir söz etmeden kaçak oynamayı tercih etmiş. Ben de burada durmuş “ya kırıcı mı davrandım acaba neden 180° değişti” diye düşünüp durmaktaymışım üstelik. Benim ona verdiğim değerin çeyreğini vermiyormuş bana meğer. (Hayal kırıklığın umuttan demiştin ya bana geçenlerde şu anki kırgınlığım umuttan işte. Beni en azından insan olarak önemsediğini umuyordum bugüne dek)



Kızgınım çünkü en başından beri ikili oynuyormuş aslında. Sadece kendi adıma değil, hemcinsim adına da çok kızgınım şu anda. Kimse birlikte tatil yapacağı adamın arkasında "ben de seninle olmak isterdim" diyen bir başka kadın olduğunu bilmek istemez herhalde. Ya da kadının bu lafı “gittiğim her yere seni de götürüyorum” diyen adama cevaben söylediğini bilmek... Bana 3-5 kilometre uzaktayken görüşmekten her seferinde kaçtığı halde, bir başkası için 800 kilometre yolu bir çırpıda uçabilecek kadar .... (bulamadım uygun bir sıfat) bir adam olduğu için kızgınım. Gerçi bu en azından önem verdiği birileri için bir sürü saçmalığı göze alabilen biri olduğunu gösterir ki, insan tanırken çok da yanılmıyormuşum demek ki... Bana iğne deliği kadar değer vermeyeceğini, saygı duymayacağını anlayamamışım ya en çok buna kızgınım. Kendime kızgınım yani. Bu kadar vur-kaç oyunlar oynayan, doğum gününde özenle atılan mesajlara yazılara (tabi o gün çok daha özel (!) kutlamalar yapıyordu muhtemelen hak vermek lazım) günleeeer sonra üstün körü “sağol be” diyen birinin, beni adam yerine koyup, beni ne olarak gördüğünü açıklamasını beklediğim için çok kızgınım...

Neyse ki her şeye rağmen; tazelenen umuduma, okşanan gururuma rağmen zırhlarımı çıkarmamıştım. Hoş, zırhlarımızı çıkartıp çıplak kalacak kadar yakınlaşmamıştık ya, yine de beni uykumdan ettiği bir gecede aklıma düşmüştü işte, “kalkanlarımdan bir tanesini olsun indirsem mi acaba” diye. Maskesiz, samimi insanlara bile alışkın değilken muhatap olduğum bünye bir de zırhlarımı çıkarsaydım neler olurdu acaba?

Bu olanları kuşandığım zırhlarla karşılamama rağmen kızgınlığıma ve kırgınlığıma engel olamıyorum. Tüm bunları benimle yüzyüze konuşmak konusunda bile “10 yıl sonra görüşürüz” gibi alaycı davranabildiği için, bana tek bir cümle değil cümle, tek bir sıfat olsun söyleyemediği için, ben ona her fırsatta hislerimi açıkça söylediğim, seni ve fikirlerini önemsiyorum vb. dediğim halde bir kez olsun, son seferinde olsun açıkça; “umrumda bile değilsin, takılıyoruz öylesine” diyemediği için kontrol edemiyorum hissettiklerimi. Daha dün ben övdüm kendimi çok iyi yalancıyımdır diye, bu kadar gereksiz ve uzun vadeli bir yalanı ben bile söyleyemezdim herhalde. Yine de zekâsı konusunda sandığımdan çok daha yüksek bir potansiyele sahipmiş, bu bile insan tanımak konusunda epey yol ettiğimi ispatlar aslında. (polyanna’cılık böyle bi’şey oluyordu değil mi? =)) Ha, zeki bir adam konuşması gereken zamanda sessiz kalmasının çok şeye mal olacağını bilirdi...

Şimdi ne mi yapacağım? İşte onu hala bilmiyorum... Gözüme bakmaya tenezzül etmeyen (ya da bundan kaçacak kadar korkak), bana benimle ilgili HİÇBİR ŞEY söylemeyen bir insana ben de sadece MP3 bulucu bir arama motoru gibi mi davranmalıyım yoksa harcadığım onca zamanı çöpe atıp arkama bile bakmadan koşarak uzaklaşmalı mıyım?

Soracağıma koşmaya başlasam daha hayırlı olacak sanırım =D

Read more...

Çarşamba, Ağustos 15, 2007

en güzel yalanlaR[ım]

Ben bu mim dalgalarına bayılıyorum valla. Kaynağını bulacağım diye oradan oraya savrulup duruyorum. Bi’de bir noktadan sonra sahiden başlangıca ulaşmak güçleşiyor, bir kişi bi’kaç kişi tarafından mimleniyor, aile ağacı gibi iş dallanıp budaklanıyor falan =D Bu kez sanal iletişime 3-4 gün ara verdiğimden biraz daha fazla gezindim sayfalar arasında kaynağı bulabilmek için, nihayetinde buldum tabi. Can’ın Defteri’nden çıkmış fikir bu kez. En güzel yalanlarım diye başlamış yeni mim dalgası. Sağolsun pası tanrıça Artemis attı bana da.

Yalanlar ilgili daha önce sorularım olmuştu. O günden bugüne yalanla ilgili şöyle bir tez daha geliştirdim. Hiç kimse aslında yalan söylemek “zorunda kalmaz.” En büyük kaçış yolu bu yalan söyleyen için çoğu zaman, "yalan söylemek zorunda kaldım" deyip çıkmaya çalışıyoruz işin içinden. Ben de diyorum ki, ne olursa olsun yalan bir zorunluluktan doğamaz. Bir insan içinde bulunduğu durumda yalan söylemeye “karar verir.” Yani doğruyu söylediğinde olacaklara katlanmak istemediği için yalan söylemeyi tercih eder. Kimse zorla yalan söylemez. Bu yüzden her yalan aşamasında kendime bunu soruyorum. Ve eğer her şeye rağmen yalan söylemeye karar verdiysem, çok iyi bir yalancı oluyorum. Bu iyi bi’şey mi kötü bi’şey mi bilmiyorum. İyi bir yalancı olmak için fil gibi bir hafızaya sahip olmak lazım her şeyden önce. Söylediğiniz yalanlara uygun, destekleyici yalanlarla onu süslemek lazım. Ve ben tüm bunlara da zihinsel aktivite gözüyle bakıyorum aslında =) hem yaratıcılığı, hem de uzun vadeli hafızayı güçlendiren egzersizler oluyor söylediğim yalanlar =D o yüzden ben söylediğim tüm yalanları seviyorum, onların hepsine hayal gücümü katıyorum çünkü. Öte yandan elbette tasvip ettiğimiz bir durum değil yalancılık. Kötü bir huy. Yapmamak lazım. Ama eğer birisi ortaya çıkma olasılığını göze alıp yalan söylemeyi tercih ediyorsa, bu tercihin ona neler kaybettireceğini de göze almış demektir. Bu yüzden yalancıları en ağır şekilde cezalandırmaya hakkımız var her zaman =D

Neyse bu uzun girizgâhtan ve itiraflardan sonra gelelim en sevdiğim yalanlara:
  • Geç kaldığım bir yere giderken, eğer hala evden çıkmadan yakalandıysam, orjinal yalanlar uyduruyorum ve bunları çok seviyorum : “ya tam çıktım evden, balığın yemini vermeyi unutmuşum, döndüm ona yemini verdim şimdi kapıdayım geliyorum hemen” ya da “ay çıktım çıktım da çocuklar aşağıda bisikletin lastiğini indirmişler, onları yakaladım, iki saattir kulaklarından tavana asmakla meşgulüm hepsini, aa taksi haydi kapadım ben geliyorum” Böyle uzun cümleler kuruyorsam hala evden çıkamamışım demektir ;)
  • Hazırladığım bir yemeğin, tatlının tadının beğenilmediğini anlayınca hemen ölçülerle ilgili, tarifi aldığım kitap ya da kişi ile ilgili suçlayıcı yalanlara girişiyorum. Bunları da seviyorum çünkü benim ne kadar özenle hazırladığımı bilenler “ya Ğ’ye ait olduğunu bilsem bu tarifin yapmazdım. İnternette ölçülerine çok güvendiğim bir sitede yayınlamışlar, ben de O’na güvendim...” diye başladığım bir tiradı, “iyi de buna sadece limon kabuğu rendesi koyman lazımken sen bütün limonu sıkmışsın sanki şekerim, bildiğin ekşi olmuş ama güzel yani değişik =D” diyerek bölünce hem hatamı anlamış oluyorum, hem de sofrada ki herkese eğlence çıkıyor.
  • Sonraaaa insanları barıştırmak için söylediğim yalanları seviyorum. (gerçi bunlar zaman zaman başıma iş açıyor ama fark edilene kadar üzerinde epey çalıştığım için ve iki tarafından da aslında çoktan yumuşamaya hazırken nasıl naz yaptığını izlemeye imkân verdiği için, hem yalan teorisi alanında hem de pratikte kendi ilişkilerim adına bana çok şey kazandırıyor) örneğin dargın bir çiftin arasına girip önce kız tarafına “ya bak aslında seninle konuşmamı O istedi ama ‘sakın haberi olmasın’ dedi, ben de söz verdim o’na sen de çaktırma sakın bu durumu” diyerek ağzından laf alıp, erkek tarafına gidip, “bak burada olduğumdan haberi yok duyarsa bacaklarımı kırar, aslında o şuna şuna bozulmuş, sen de şöyle-böyle deyince darılmış, özür falan da beklemiyor aslında, o gece iyi geceler mesajı atsaydı ben büyütmezdim durumu ama atmayınca ben de aramadım...” Tabi idare etmek için tek ayak üstünde kırk takla atmam gerekiyor ama seviyorum bunları da valla.

Eh tabi mim dalgası en sevdiğim yalanlar olunca, insan en şirin en zararsız yalanlarını seçiyor arşivden, benim de sevdiğim yalanlarım bunlar.

Şİmdi en sevdiği yalanları paylaşmak üzere sahneye rehavet’i, çalışamıyoruz ekibini (artık kimler almak isterse pası alabilir), ve e-vren’i davet ediyorum. Bi'de Elif ilk pasımı almamıştı ve hala kayıp, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa en sevdiği yalanlardan bahsetsin bize istiyorum.

Top sizde buyurun bakalım =)

Read more...

fiRuze

—Hiç geçmez mi gözlerinden bu sonbahar?
—Ben kupa kızı değilim, belki karo kızı olabilirim, keskin ve köşeli. Bana bilmediğim bir şeyler anlatsana
—Sıkıldın mı sorulardan?
—Sadece seni dinlemek istiyorum şu anda...
—Özgür irade dedik ya, aslında hayatta bi’sürü şey irademiz dışında gelişiyor, hayatımız bile. Kimse bize sormadı oyuna başlarken “dünyaya gitmek ister misin diye?” yeryüzünde ki hiç kimsenin kendi hayatı yok aslında. İlk başlarda yani dünya daha yokken, Tanrı Âdem’e ödünç bir hayat vermiş, biliyor muydun? Bu hayatı verirken de bazı şartlar koşmuş. Âdem’in yapması gerekense bu kurallara uymakmış sadece. Ama kuralları kolay olan bir oyun, kimsenin zevk alabileceği bir oyun olmaz hiçbir zaman değil mi, sen de sevmezsin böyle ilişkileri mesela. Tanrı da böyle düşünmüş olacak oyunu zorlaştırmak için şeytanı karıştırmış işe. Oyun yeni bir şekil almaya başlamış şeytanın gelişiyle.
—Bunun sonunu tahmin edebiliyorum, önce şeytan sonra kadın. Kim kimi yoldan çıkardı ne fark eder...

En son bunları söylediğini hatırlıyordu kadın, hikâyeyi tamamlamış mıydı adam yoksa başka bir şeyler mi anlatmaya başlamıştı acaba. Sınırlarını bilmediği bir şehirde, düzenine alışkın olmadığı bir odada uyandığında kimse yoktu yanında. Yavaşça gözlerini gezdirdi dağınıklıkta. Kapağı duvara dayanmış bir valiz, aceleyle değiştirilmiş pabuçlar, küllükte iki izmarit, yerde yarısı hala dolu bir şarap kadehi. Yattığı yerden çok kalkmadan camı araladı, güneşten önce kokusu girdi içeriye. Koku; insan vücudunu en son terk eden. Kollarını başının üzerinden uzatıp gerindi. Kendi kokusunu çekti içine bu kez. Yabancı bir tenin kokusu yoktu teninde. Ne olmuştu dün gece, neden yalnız uyanmıştı?
—Sahi ne kadar oldu, tenime başka kokular karışmayalı?
Belki bi’kaç gün önce, belki de yıllar önceydi hatırlayamadı. Vazgeçti, hatırlamak istemedi.

Peki ne olmuştu dün gece? Başını omzuna yaslamak istemişti önce. Başı omzundayken tokasını çıkarsın, saçlarını açıversin istemişti. Saatlerce konuşsa dinlerdi onu bıkmadan. Sesini, nefesini boynunda hissetsin istemişti. Hepsi olmuştu da nereye kaybolmuştu, niye şimdi yalnızdı?

Bir rüya olamazdı ya hepsi. Dinlediği hikâyeyi duymamıştı daha önce, tanıdık bir omza gömülmenin, tanıdık huzurunu hissetmişti, rüyada bile olsa yaşayamazdı bunu.

Yataktan kalktı, giyindi, çıktı odadan, üstü açık yazlık otomobile bindi, asla sonuna kadar görmeyi beceremediği düşünün peşinden yola koyuldu...



dibine not: dalya yüz!

Read more...

Salı, Ağustos 14, 2007

layyeste layta!





Bu melodiyle gülümsemeyen birileri var mıdır acaba? 23 nisan çocukları gibi eteklerini kaldırıp dans etmeyecek olan, tıkanmış trafikte ön paneli darbuka olarak kullanıp
"salaveli hipput tupput tapput appit tipput, haydi salla" diye eşlik etmeyecek olan?

şimdi hep birlikte:

hilagade hilagade hilagade hilla hilagade hilagade hilagappa
yaledulu yalla daledulu yalla diledaledalidoli delidundan
valetuli yalla delidolu dalla deli deli deli deli dilidili dalla
haletuli tilutuli yalla da yalla delidoludelideli heyrampa!

dibine not: ieven polkka - loituma
en dibine not: youtube'da onlarca versiyonu var neşenize neşe katmak isterseniz bir aratın derim ;)

Read more...

su yeşili

Yağmurla karşıladı bu sabah beni İstanbul.
Böyle başlayacaktım yazmaya.
Vazgeçtim.

Tam ortasındayım yolun.
Yok değil.

Yeni bir yola çıkmak üzereyim.
Hayır bu da değil.

Bir kapıyı kapatıp çıkıyorum artık. Bir son bu. Bir başka son.

Başlayan her şeyin sonu var madem. Bu da başlayan bir şeylerin sonu demek ki. Sonların sonu var mı acaba, sonsuzluk mu yoksa son? Ben inanmam ki sonsuzluğa oysa. Her şey biter. Ama bi’yerde tıkanıyorum mesela, Bi’şey biter, başka bi’şey başlar, o başka bi’şeyde biter, bambaşka bi’şey başlar. Bambaşka şeyde biter... Bu işte! Madem sonsuzluğa inanmıyorum bu biter-başlar döngüsünün de sonu olmalı bi’yerde. E o zaman bi’şeylerin hiç bitmemesi gerekiyor ki, hiç bitmeyen şeylere sonsuz diyor normal insanlar. Ya da bi’şeylerin bitmesi ve sonra yeni bir başlangıç olmaması gerekiyor.
Hiç yani!
Boş... Amaçsız... Hiç...
Aman umurumda değil!

İnanıyorum dediğim bir şeyi ispatlamak zorunda değilim ki kimseye. Mesela “Z kişisinin beni sevdiğine inanıyorum”. Kimse aksini iddia edemez! Ama dersem ki “Z beni seviyor, biliyorum” ispat yükümlülüğü bana düşer. Ki MK madde 6 der ki: Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça; taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.

Sahi sevgi ispat edilebilir bi’şey midir, yoksa ona da sadece inanır mıyız?

Yoksa basit bir Türkçe kuralı mı aslında; “Soyut sözcükler” Ama hayır ben algılanmasından bahsetmiyorum. Beş duyuyla algılayamadığımız sadece düşünerek şekillendirebildiğimiz bu kavramların hiç birini ispatlayamaz mıyız onu merak ediyorum? Ay şimdi çok kolay geldi bu soru mesela bana. Soyut bi’şeyin ispatı mı olur. Neyin kavgasını yapıyorum ki =)

Sahi neyin kavgası bu yapılan planlar, seçimler, vazgeçişler... neyi paylaşamıyoruz biz?

Read more...

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

bana seni mimleyeni söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.

Lyn ve Ümit beni mimlemiş “işe yaramaz teknolojiler” mevzuunda, bu benim ilk mim dalgasına yakalanışım aslında, çok heyecanlıyım =) Blogyazarları gazetesinden de takip ediyorum 10 yazardan 5i bu dalgaya kapılmış durumda. Öncelikle beni mimlediği için hem Ümit’e hem de Lyn’e ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Oralarda birilerinin beni bu oyuna davet etmesi çok güzelmiş gerçekten =))

Uzun uzadıya teknolocik incelemeleri yaparak katılmak isterdim bu oyuna ancak düşünmeye, kurcalamaya fırsatım olmadı. İlk aklıma geleni yazacağım sadece. Bence en dandik teknolojik ürün “radyosu olmayan müzik çalarlar” . Bana müzik sağlamakla görevli bir aletin, radyosu olmaması kolumdaki saatin yelkovanı olmaması gibi bir şey benim için.

Tek ürünle de olsa katılıp Meksika dalgasını bozmadığımı varsayıyor ve hemen pasımı atıyorum:

Ne zamandır sesi çıkmayan Yazar(mı)(?), artık hangi blogunu bu konuya uygun görür bilemem, ilk pasım ona. İkincisi "eh güzel" deyip ufak bir açıklama yapan ama hala kayıp olan Enteldantel'e. Sonracığımaaa Elif'e göre, Gaia’ya göre ve Hipokampüs'e göre nedir en dandik teknolocik ürünler merak içersindeyim doğrusu. Aa bir de Kurabiye Canavarı'ndan ses gelmiyor nicedir, onu da mimledim gitti

Oh görevimi de yaptım. Artık müsadenizle ben kaçıyorum.

İyi haftalar, mutlu haftasonları dilerim herkeslere.

Read more...

umut beyazı

mutlu olmak için...

Çocuklarla vakit geçirmeli mutlaka. Hangi yaş grubundan olduğu mühim değil. 10 aylık olanla ışıklı bir arabanın peşinden emekleme yarışı yapmalı ve şaşkınlıkla yenildiğini farketmeli. Arabaya ulaşmanın sevincini görmeli gözlerinde, gıdısından ısırmalı onu. 5 yaşında olanla parka gidip kaydıraktan kaymalı, tahterevalliye binip onu havada bırakmalı, salıncağı daha yükseğe salladıkça yükselen kahkahalarına eşlik etmeli. Eriyen damlalara aldırmadan dondurma yemeli birlikte.

Yüreği kaldıracaksa bir mezarlık ziyareti yapmalı. Kuru otları yolmalı, kurumuş toprağın suyu kana kana içmesini izlemeli. Toprağın altında gömülü bedeni, onun kendine miras bıraktığı duaları, umutları hatırlamalı. Tüm inancıyla dualar etmeli.

Biraz müzik dinlemeli insan. Beynindeki sesleri susturmak için müziğin sesini açmalı sonuna kadar. Anadilde çekmeli acısını, anasından öğrendiği ve kelime oyunlarını en iyi bildiği dilde toplamalı gücünü yeniden. Her şarkıdan bir mısra seçip kendi şarkısını yapmalı hatta.



Sonra spor yapmalı mutlaka. Giyinip şortları, spor ayakkabıları atlamalı bisiklete. Bisikletle sahile ya da ormana atmalı kendini. Denizin ya da ağaçların fark etmez doğanın dingin, sakin, huzurlu kucağına bırakmalı ruhunu. Kan ter içinde çevirmeli pedalları. Rüzgarı hissetmeli saçlarında, bacaklarında gerçek acıyı, frene asılmadan girdiği bir virajda savrulmalı aniden, dengede durmak için kontrolü elden bırakmamak gerektiğini anlamalı. Nerde okuduğunu hatırlamadığı bir söz gelir belki aklına, hayat bisiklete binmek gibidir, pedalları çevirdiğin sürece düşmezsin.

Giyinip süslenip, kalabalığa karışmalı. Alışveriş yapmalı. Epeydir okumak istediği bir kitabı bulunca kocaman bir hediye paketi yaptırmalı ona. “çok özel biri için sanırım” diyen kasiyere, “evet, uzun zamandır okumak istiyorduM bu kitabı” demeli.
“Bu eteğin bir de mavisi var, görmek ister misiniz?” diyene, “bu üzerimde kalsın, diğerini de paket yapın lütfen” demeli. Bi’kaç gün önce almak istediği yüzüğün satıldığını görünce üzülmemeli, “onlar zaten imitasyondu ben 2007 bitmeden orjinalini alacağım kendime” diye yeni bir hedef koymalı önüne.

Onlarca kez izlediği filmi bir kez daha izlemeli, gecenin esintisiyle ve tam kıvamında bir kahveyle. “aa burası da böyleymiş demek” ki diye bambaşka bir anlam çıkarmalı bu kez, yine tadı damağında kalmalı.
Ne kadar şanslı olduğunu düşünmeli, fark etmeli. Daha bir kaç gün önce kanında bulunan asalak virüsü bile üzülmeye değer bulmadığını hatırlamalı. Dünyadaki milyonlarca insandan daha sağlıklı, daha zengin, daha şanslı olduğunu hatırlatmalı kendine.

Her şeyi herkesi bırakıp arkasında, ufak da olsa bir kaçamak yapmalı, her gün bildiği ezberi bırakmalı, bir tatil ayarlamalı kendi için. Birkaç gün kafasını dinlemeli, kafasını dağıtmalı. Yeni planlar yapmalı, yeni hedefler koymalı ve yeniden yola çıkmalı...

Dibine not: Maillere yanıt yazamadım kusuruma bakmayın lütfen. Elif’ciğime, Ümit’e ve Eda Suner’e çok teşekkür ediyorum. İlgi ve desteğiniz beni çok mutlu etti. (Ümit, sayfanı yönlendirmişsin hayırlı olsun, rss ayarlarında sorun olabilir mi, readerımda yoksun 3-4 gündür, gazetede de göremedim yazılarını...)

En dibine not: Ne kadar çok -meli, -malı kullanmışım. Bu işi en iyi ben bilirmişim gibi. Bende işe yarayan 3-5 olay, durum altı üstü...

Read more...

Pazartesi, Ağustos 06, 2007

yeşil mevta

Bir deneyelim bakalım:

İçim yanıyor. Canım acıyor. Kocaman bir kerpetenle kalbimi kanatıyorlar, tam ortasından sıkmışlar. Kim onlar anlatamam size. Karşı koyamıyorum. Karşı koyacak gücüm yok, benden kat kat kuvvetli bunu yapan. Midem bulanıyor, kusmak istiyorum. Sanki damarlarımdan bütün kanım çekildi, içimi oyuyorlar sanki kör bir bıçakla. Her nefes aldığımda sıkışıyor kalbim, bu son nefesim herhalde diyorum hepsinde. Her nefesim keskin bir kılıç sanki bir samuray kılıcı gibi (ne ironi ama) dudaklarımı, dilimi, damağımı, nefes borumu, akciğerlerimi,kalbimi parçalıyor. Nefes verirken açılan yaralara kolonya, alkol, tuz döküyor sanki...
Foucault Hapishanenin doğuşu’nda, idam cezası alan bir mahkûma yapılanları anlatır hani. Cellât, önce kızgın kerpetenle kollarından, memelerinden, kalçalarından, baldırlarından et parçaları koparır mahkûmun, diğer cellât, kerpetenin vücutta açtığı deliklere, kızgın yağ, kurşun karışımı döker. Yetmez, mahkûmun eklemeleri kopsun diye kol ve bacaklarına 4 at koşulur ve bunlar ayrı yönlere doğru kırbaçlanır. Eklemler kopmayınca atlar 6'ya çıkarılır. Kollar ve bacaklar kopar ama mahkûm hala hayattadır. Finalde mahkûmdan kalan parçalar meydanda yakılır ve küller rüzgâra savrulur hani. O işkenceyi bana, benim hislerime yapıyorlar. Canım yanıyor! İçim acıyor!

Ne yazabiliyorum olan biteni ne de anlatabiliyorum kimseye. En kötüsü de bu galiba. Hayatımın pek çok döneminde yalnız oldum, yalnız kaldım ama hiç bu kadar yapayalnız ve çaresiz hissetmemiştim kendimi bugüne dek. Bu nasıl bir deneyim Allah’ım? Bunu ben nasıl yaparım kendi kendime. Arabaya atlayıp, delice amaçsızca basmak istiyorum gaza. Fonda çalan bir şarkı bile yok. Rüzgârı hissetmek istiyorum yüzümde, saçlarımda ve motorun sadece benim elimde/bana bağlı olan gücünü. Bu kadar basit bir şeyi yapamıyor olmamın bile tek sorumlusu benim üstelik. Çektiğim acının yegâne sorumlusu olduğum gibi...

Küfür falan bir yana, en nefret ettiğim sözcüktür şerefsiz. Benim için içi çok dolu bir kavram olduğundan değil ya, yine de tecavüzcü pisliklerden başka kimseye söylediğim duyulmamıştır. Şimdi ağız dolusu söylüyorum. “ŞŞEREFSİZ PİSLİK” diye. Bela okumam hiç kimseye. Şimdi “LANET OLSUN” diyorum. “LANET OLSUN sana da, verdiğin selama da” Nasıl pis, nasıl şişmiş, nasıl domuz gibi bir Egon varmış meğer. Hiç utanmadan, dünyanın öbür ucundan ve daha ilk günden! Sen nasıl bir adamsın! Şerefsiz! Nasıl bir pişkinlik bu, nasıl bir mide, utanmadan beni nasıl davet ediyorsun oraya! LANET OLSUN SANA! SENİN OLMAYA ÇALIŞTIĞIN YÜREKLİ ADAMA! Dilerim kendi egonda boğulursun bir gün, yapayalnız!

Lütfen birileri gelip hafızamı silsin. Allah’ım şimdi yatayım ve uyandığımda onunla ilgili bildiğim her şeyi, onunla öğrendiğim her şeyi, yaşadığım her şeyi, yaşattığı acıları, mutlulukları ne varsa işte her şeyi tüm deneyimlerimi sil aklımdan, zihnimden, yüreğimden. Başka türlü nasıl dayanacağım ben bu sancıya. 48 saat bile olmadı olan biteni öğreneli, daha fazla acı vermekten korkuyorum kendime. Ya da bu acıyı dindirecek bir aptallık yapmaktan! Kabul ediyorum, evet yapmamalıydım. Bana ait olmayan şeyleri karıştırmamalıydım, ama yapmasaydım hiç bi’zaman bilemeyecektim ne kadar aşağılık ve Egosu tatminsiz bir ŞEREFSİZ olduğunu.
Ah yaptım da ne oldu! Neden zamanında yapmadım tüm bunları, aptal durumuna düştüm bir de karşısında. Şerefsiz, bana “vah yazık” demiştir muhtemelen o konuşmadan sonra. Yazıklar olsun bana, bunu çok daha önce öğrenebilecekken olgunluk göstermek uğruna yapmayışıma...

Ve bir de hayatta herkesten ayrı tuttuğum “dostum” dediğim S. var tabi. Eğer biliyorsan ki bilmediğine hiç ihtimal vermiyorum ben, bu PİS ŞEREFSİZ daha dün bana “hiç arkadaşım kalmadı” diye ağlıyordu, en yakınında bir tek sen varsın, söylememiş olması imkânsız. Bana bile ilk günden selam verdiğine göre... Offf offf nasıl aptal durumuna düştüm böyle.

Allah’ım aklıma mukayyet ol. Hatta olma vazgeçtim, sadece bir kısmını al geri, sil, yok et. Hatta bazı yetilerimi kaybedebilirim buna karşılık sorun değil, koku alma duyumu da silebilirsin mesela. Pazarlık yok mu diyorsun? Öyleyse çok daha güçlü, çok daha yürekli bir genç kadın olarak çıkmama yardım edeceksin, daha batacak olamam değil mi, dip burasıydı?






iki satırlık adamları musallat ettik ömrümüze
bundandır böyle dibe vuruşumuz...

Read more...

Cumartesi, Ağustos 04, 2007

bu da oldu: "NuRay MeRt vs. PeRihan Mağden"


Nuray Mert’le Perihan Mağden arasında ki atışma (yoksa düello mu demeliyim) dikkatinizi çekmiştir muhakkak. Medyatavaya, Hürriyetin ana sayfasına bile düşmüş haber ama bugün Perihan Mağden’in verdiği cevap sonrasında her an magazin programlarına da sıçrayabilir. Şenay Düdek falan olaya el atmadan önce ben değinmek istedim =)

N’oluyor kuzum size, neyi paylaşamıyorsunuz, siz nasıl “entelektüel"siniz, bu nasıl bir gölge oyunu? demek istiyorum kendilerine.

Nuray Mert’i ayrı Perihan Mağden’i ayrı seven, saygı duyan bir okur olarak şaşkınlıktan ağzımı kapatamıyorum yazıyı okuduğumdan beri. Perihan Mağden'in bugünkü üslubu mahalle kavgalarında ki “oraya gelirsem senin saçını başını yolarıııımmm” değilse nedir? Nuray Mert'in yazısının ondan aşağı kalır yanı var mıdır? Pazar günü devam edeceğim demiş üstelik Mağden. Nuray Mert ne yapacak ziyadesiyle merak etmekteyim. Tartışmanın siyasal içerik boyutu (?) bir yana, zaten pusuda bu tip bir olayın çıkmasını bekleyen kurtlara, “bak şu kadının kadına yaptığına, yine birbirlerine düştüler” dedirtmenin ne anlamı var? Vallahi ben her şeyden çok başlaması muhtemel bu tip tartışmalar için üzgünüm.

Nuray Mert’in Bıyıklı Kadınlar kampayasına taktığı sıralarda ben de kampanyanın hiçbir somut amaca hizmet edemeyeceğini savunuyordum (düşüncemin pekte değiştiği söylenemez). Fikrimi belirttiğim yazılarda Nuray Mert’in bu kapışmaya da dahil olan yazılarına link vermiştim hatta. Meğer tartışma uzun aralıklarla devam etmekteymiş ben Mağden’in 31 temmuz tarihli yazısında ki “geçirmeyi” kaçırmışım. Dün bi’baktım Nuray Mert, açık mektup diye kafadan girmiş mevzuya. Bugün de Perihan Mağden bir cevap yazmış akıllara zarar.

Vallahi anlayamıyorum ben olup biteni. Hiç yakıştıramıyorum gibi bi’lafı etmekte bana düşmez o yüzden en iyisi, bildiğim ve gazetelerde yazan kadarıyla olayın gelişimini gösteren yazıları kronolojik olarak sıraya koyayım:

Olay Perihan Mağden’in 13/06/2004 tarihli Atın Kahpeye yazısının son cümlesiyle başlıyor anlaşılan; "Bunca negatif ayrımcılığa maruz kaldığımız buralarda, 'pozitif ayrımcılık' maddesinin geçmesini fuzuli görecek kadar erkek yalakalığına gönül indirmiş kadınlarımızı da, camdan kutlarım bu vesile ile!" diyor.

Aradan zaman geçiyor, başkaca yazılar yazılıyor ne zaman ki Temmuzda seçim olasılığı gündeme geliyor Nuray Mert yine pozitif ayrımcılığa değindiği bir yazı yazıyor 27 Mart tarihinde. Bıyıklı Kadınlar kampanyasına değindiği bu yazıda; "Kulaktan dolma klişelerle siyaset yorumu yapmaya girişip, kadın kotasına karşı çıkmayı 'erkek yalakalığı' diye 'özetleyen' yazarların bulunduğu 'kadınlar dünyamız'da..." cümlesiyle 3 yıl önce kendisine yapılan göndermeye, göndermeyle karşılık veriyor.

Bu arada Perihan Mağden açıkça başka bir gönderme yapıyor mu bilmiyoruz, akabinde Yeni Şafak gazetesinin her ikisine de sorduğu “Bıyıklı kadınlar var, siz de türbanlı kadınları savunmak için türban takar mısınız?” sorusuna önce Nuray Mert 29 martta, Akabinde Perihan Mağden 1 nisanda ve 3 nisanda yanıt veriyor. Mağden 3 Nisan tarihli yazısında “AKP iktidardayken başörtüsü takmak haktır demek çene yormaktır” gibi bir laf ediyor. Bu cümlenin üzerine Nuray Mert yeniden parlıyor ve 24 nisanda " 'AKP ihale peşinde koşacağına başörtüsü sorunu çözsün ben çenemi yoramam' nasıl bir demokrasi anlayışıdır?" diyerek Mağden’e olan eleştirisini açıkça belirtiyor.

Ay maç anlatan spikerleri gibi hissettim kendimi bu olay başka nasıl ifade edilir ki?

Konu burada kapanmış gibi aslında, Mağden fikrini söylemiş, Mert fikrini söylemiş. Üstü kapalı göndermelerle atışmışlar, ne ala... Lakin Perihan Mağden durmuş durmuş, 31 temmuzda Bülent Ersoy ilgili bi’şeyler yazacakken ilk paragrafların birinde konuyla pekte alakalı olmayan bir şekilde (ben kuramadım bir bağ en azından) Nuray Mert’e “geçirmiş”

Artık bardağı taşmış olacak ki, Nuray Mert’te 2 ağustos’ta Perihan Mağden’e Açık Cevap diyerek gayet usturuplu görünen bir yazı kaleme almış. Amma velakin son cümlesi tam anlamıyla Perihan Mağden’in bugünkü yazısına “sebep olacak” (bir deyim vardı konuyla ilgili ama anımsayamadım yahu) cinsten. Efenim rivayetlere göre Perihan Mağden, Cüneyt Özdemir ve de Orhan Pamuk bir taksim gecesinde birlikte gezerken, Ece Temelkuran’la karşılaşımışlar. Perihan Mağden yazılarından ve bilinmeyen(!) bir sebepten (biraz google yapınca o sebepte bilinebilen bir hale dönüşüyor aslında) Ece Temelkuran’a saçına yapışıyor ve iki kadının yol ortası kavgasını Orhan Pamuk ve Cüneyt Özdemir zar zor ayırılıyorlar vs. vb.

Nuray Mert’te (zannederim) bu duruma istinaden son cümlesinde "ben sokak aralarında kıstırıp dövmeye çalıştığı kadın yazarlara benzemem, çevresinde kim varsa, o tür teşebbüslerde bulunmaktan vazgeçirsin." diyerek, olacaklara çanak tutuyor! Ve nitekim Perihan Mağden’de bugün yazdıklarıyla bu mahalle kavgasını bi’güzel alevlendiriyor...

Durum bundan ibaret diyeceğim ama her 2 yazarın açık mektuplarından anlaşılan, daha pek çok yazıda karşılıklı göndermeler yapmışlar. Benden bu kadar, görelim bakalım daha ne taşlar dökülecek eteklerden. Şimdi hazır Pazar gününe denk geldi diye, olaya atlayan bir sürü köşeci olacağı gibi bir his var benim içimde. 'To be continued' mu desem. 'Bırakalım takılsınlar kendi çöplüklerinde, bu saatten sonra onları bu halde görmek istemem ben mi' desem ne desek bilemedim. Yarın ola hayrola demeli en iyisi

Read more...

Cuma, Ağustos 03, 2007

O işte...

Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen-
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- -
O, işte...
Oruç ARUOBA

Read more...

Perşembe, Ağustos 02, 2007

kadınlaR ne isteR?

Harun Reşit, savaşta esir aldığı düşman generale:
—Hayatini bağışlarım ama bir şartım var: Kadınlar hayatta en çok ne ister, budur bilmek istediğim. Bu sorunun yanıtını getir; kurtar kelleni der.
General sorar soruşturur, bu çetin sorunun yanıtını arar ve Kafdağı'ndaki bir cadının bunu bildiğini öğrenir. Günlerce gecelerce at koşturur, cadıyı arar bulur ve sorar.
—Kadınlar hayatta en çok ne ister?
Korkunç cadı, yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki yenilir yutulur değil.
—Evlen benimle, o zaman öğrenirsin istediğini.
Bu ölümcül teklifi kabul eder general ve doğru yanıtı alır almaz koşar Harun Reşit'e:
—Kadınlar, en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister.
Harun Reşit bizimkinin hayatını bağışlar ya; cadıyla evlenmek için de söz verilmiştir. Evlenirler. O ilk gece; general bir bakar ki o korkunç cadı, dünyalar güzeli bir afete dönüşmüş, karanlık odada. Konuşur cadı:
—Benim kaderim böyle; günün sadece yarısı güzel olabilirim, diğer yarısı ise çirkinim. Ne dersin geceleri seninleyken mi, yoksa gündüzleri dışarıdayken mi güzel olayım?
General düşünür ve
—Sen bilirsin, kararını kendin ver der; işte o andan itibaren korkunç cadı sonsuza dek çok güzel bir kadın olarak kalır.

Peki, bu öyküden çıkarılacak üç ders nedir?

Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister.
Özgür iradesiyle hareket eden bir kadın, her zaman güzeldir.
İster güzel olsun ister çirkin, her kadın aslında bir cadıdır =)


Bizim mezunların mail grubuna gelmiş bu hikaye(msi). Uzun bir yanıt döşenecektim cevap olarak ama diyorum ya bugünlerde yazamıyorum. Sms bile atamıyorum, açıp konuşuyorum. Yazmak istediğim halde yazamıyor olmak benim için cidden “keyif kaçırıcı” bir durum. Yazıp, içimdekileri kusup rahatlayıp zihnime “tamam bunu da hallettik, sıradaki” dedirtmek istiyorum. Yazmanın böyle bir işlevi olduğunu okumuştum. Ne zaman nerede hatırlamıyorum. Yazınca zihin, “tamam bunu hallettim, deneyimledim, yenilerine yer açabilirim diye kodlanıyormuş. Sırf bu yüzden bile yazıyor/karalıyor olabilirim, yıllardır. Bu yüzden bugünlerde de yazmaya, içimi boşaltmaya ihtiyacım varmış gibi hissediyorum. Yarın ya da 2007'nin ikinci yarısında beni nelerin beklediğini bilmiyorum çünkü. Sırada ne var acaba algılamam, öğrenmem gereken...Bunları düşünürken, düşünmemek için çabalarken B. dedi ki:
"Hayatı yaşarken müzik sensin. Dururken aptal gibi dinlersin..."

Hah dedim, ben de tam onu diyordum, hayatı "yaşamak" lazım. Sonra mutluluğun uzun vadeli olup olamayacağına değindik birden. Mümkün mü beni bugün mutlu etmeyen bir şeyin, 3 ay sonra 1 yıl sonra mutlu olmama sebep olması dedim. Ben inanmıyorum dedi. Ben de dedim.
Bir de şu var tabi: Aynı şeyleri yaparak farklı sonuç beklemek, deliliktir.

Özgür iradesiyle hareket etmek isteyen kadınlar diyecektim aslında nasıl geldim buraya bilemedim. Neyse dağınık kalsın böyle. Hatta biraz daha dağılsın ortalık, Reha Muhtar’a kulak kabartalım bir de: “Akıllı, başarılı, özgür iradeli kadınlar daha kolay aldatılır.”

Read more...

Çarşamba, Ağustos 01, 2007

wistful blue


Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP