Pazar, Aralık 27, 2009

biR gaRip mavi


Yapacak bir sürü bir sürü şey varken , hiçbir şey yapmadan nasıl vakit geçirebiliyorum?
Şu anda bile yazmamak için, o dizi senin bu oyun benim gezinip duruyorum. Yazmıyorum çünkü yazmaya başlayınca yapmam gereken şeyleri de listelemeye başlıyorum. Bu da canımı sıkıyor doğal olarak. Bi’kere;

Yüksek lisans GERÇEKTEN zormuş, hadi zor deyip moralimizi bozmayalım, emek istiyormuş. Ben nasılsa buradaki masterı bitiremeyeceğim diyerek ( ki 2011 fall döneminden önce hiçbir yere gidemeyeceğim neredeyse kesinleşti, istesem bal gibi bitiririm o tarihe kadar masterı) hiçbir ödevimi yapmadım. Hatta sınavlarımdan birinde de girmedim.
5 ocakta bir başka sınavım var ve ben 6 ocakta Ankara’da olacağım için o sınava da girmeyeceğim muhtemelen. Böylece aldığım bütün derslerden kalmış olacağım. Şimdi “ya salak kız, şimdiye kadar istifanı etseydin de derslerini yapsaydın güzel güzel” hayıflanmasını bir yana bırakayım. Ben Türkiye’deyken ve anadilimde okuyup yazarken, bu makaleleri okumak bu ödevleri yazmak bana bu kadar zor geliyorsa Amerika’ya gittiğimde ne bok yiyeceğim? Hadi okuma anlama kısmını hallettik diyelim. Yazmak konusunda nasıl kendimi geliştireceğim?
Daha bu işin başka bir ülkeye, bambaşka yemeklere, mekanlara, insanlara alışma faslı, uyum süreci falan var bi’de... tüm bunların arasında “ya başarısız olursam” düşüncesi şimdiden tüylerimi diken diken ediyor. “Ha, en kötü ne olur, beceremedim der dönerim, orada geçirdiğim zaman yanıma kar kalır “diye düşünmeye çalışıyorum ama boyumdan büyük bir borcun altına girdim çoktan... Başarısız olma lüksüm yok benim artık!

Off ne kadar geç kaldım hayata.
2009dan 1983’ü çıkartıyorum 26 yazıyor hesap makinesinin ekranında. Yani 2 ay sonra 27 yaşıma mı başlayacağım ben. Yuh!

Yani 28. yaşımın ortalarında yüksek lisans yapmak için, (doktora bile değil) (yok yok hala vakit varken benim buradaki master’ı bitirmem lazım) ABD’ye gideceğim. Neyse doktora hayalini hiç karıştırmayalım. 2 yıl dolu dolu master. Hiçbir anormallik olmazsa 30. yaşımın tam ortasında master bitecek. Gerçekten başarılı bir master yaptım ve doktoraya orada kabul aldım diyelim (ki yola çıkış amacım buydu zaten) en iyi ihtimalle 2 sene de doktora, etti mi sana 32!

Oha! Yuh! Çüş!

Haaa dur daha....Bi’de 32 yaşımda, Amerika’da geçirdiğim 4-4,5 senenin ardından dönüp Türkiye’ye geleceğim veeeeeeeee Adıyaman’a yerleşeceğim! Vay anasını sayın seyirciler. Vay anasını....

Sorması ayıp ben ne zaman evleneceğim? Hadi evlilik sıkıştırılır bir araya dereye. Ben ne zaman çocuk doğuracağım!?!??!?
9 ay 10 gün insan hayatının neresine sıkıştırılır? hadi sıkıştırıldı diyelim, nasıl bakacağım, nasıl büyüteceğim bebeğimi? Oysa ben The Cosby Show’daki gibi 5 çocuklu büyük bir ailem olsun istiyordum küçükken. Dr. Bill Cosby gibi bir babaları olacaktı falan...


Off daha 2 ay öncesine kadar Amerika’ya gidip, her fırsatta seyahat etmenin, bir yandan İspanyolca öğrenirken bir yandan kütüphanede oturup saatlerce makale taramanın, bir sürü yeni ve eski sevgili edinip, bir sürü yeni insan tanımanın hayallerini kurarken, şimdi nasıl oldu da, evlenmenin ve çocuk sahibi olmanın hayalini bile kuramayacak kadar geç kaldığımı düşünür hale geldim ben.



Piç olmuş bir Pazar günün ardından, pms’nin son kalıntıları yazdırıyor bana bunları biliyorum. Aslında her şey çok daha güzel olacak. Çünkü hayatta her şeyin bir zamanı var! Ben bu güne dek kurduğum en büyük hayali gerçekleştireceğim. Her şey yoluna girecek ve evet her şey güzel olacak.

Şimdi sakin olmalıyım sadece. 6 ocakta Ankara’da toplantı var. Orada her şey netleşmiş olacak. ve dönüşte kesin olarak işten ayrılabileceğim. 7'sinde sevgilimle Bolu’da olacağız. Abant’ta tatil yapalım dedik 2-3 gün. Daha doğrusu, fikir benimdi, O da itiraz etmedi. Fikri ortaya attım ama elle tutulur bir plan yapamadım hala. Çünkü bütün oteller yılbaşı için müşteri kapmanın derdindeler. Attığım maillere cevap veren bir Allah’ın kulu yok ortada. Boş bir pazarda hepsini arayıp tek tek tarih ve fiyat bilgisi alabilir, bilet rezervasyonlarını da ona göre yaptırabilirdim halbuki. Neyse bugün geçti...
Bolu’da, abant’ta önereceğiniz bir otel, motel, pansiyon olan varsa söyleyin bari. Zaten kardeşim kendisini terk eden sevgilisi için ağlayıp duruyor yanımda. Çocuğu sakinleştiricem derken benim sinirlerim heba oldu 1 haftadır. Etraftaki herkes ayrılmaları gerektiğini düşünüyor ama bizim oğlan hala, kızı ikna etmek için yerlerde sürünmekte. En sonunda arayacağım kızı, “bi’daha bu çocuğun karşısına çıkma bak, bacaklarını kırarım” diyeceğim o olacak! Benden kötü bir görümce olacağını söylemiştim diğ mi? Benden iyi bir anne çıkacağını da sanmıyorum zaten... Kuralcı, katı, disiplinli, her dakikası planlı, saçma sapan bir ebeveyn olurum muhtemelen. Tabi tüm bu özelliklerime katlanacak kişiyle evlenip, çocuk yapacak zamanım olursa...
Off Off... Başa döndüm diğ mi?

Yarın sabah iş, Salı iş, Çarşamba yılbaşı izni. Alışveriş mi yapacağım, ödev mi yapacağım, teyzemlere mi uğrayacağım... ha bi’de teyzemin nükseden hastalığı var sahi...

Off tamam! Sakin olmalıyım. Sakin olmalıyım. Sakin olmalıyım!
Yeni bir hafta, hatta yeni bir yıl başlayacak. Ve yepyeni bir hayat başlayacak sakin olmalıtım!

Yatayım bari. Koskoca youtube’da da Cosby Ailesi'nin Türkçe dublajlı tek bir sahnesini bulabildim. Vay be....




dibine not: Bolu’da, Abant’ta diyorum, nerede kalınır, ne yenir, ne içilir diyorum?

Read more...

Salı, Aralık 15, 2009

kızıl mavi


http://www.youtube.com/watch?v=i5mrOn4NOPg

Birkaç gündür kafamın içinde sadece bu şarkı çalıyor. Böyle bir 90lar havası falan diyeceğim, değil... bugün hiçbir şey yapmayışın müsebbibi de bu şarkı muhtemelen. Oysa ne kadar güzel bir mesaj almıştım sevgilimden, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle kızartmıştım ekmeklerimi. Pazartesi sabahı koştura koştura işe gidenlere inat, saat 11:00de terliklerimi sürüye sürüye kahvaltı tepsimi tv.nin karşısına götürmüştüm. Zeytinlerimi kekikleyip yağlamış, balın içine birkaç tane de ceviz atmıştım. Kumandaya kayıtlı ilk 5 kanalda sedasayan’ı göremeyince, müzik kanallarını açmıştım hemen, numberone’da reklam vardı, kral’da tanıtım. Powerturk’te Sertap anons ediliyordu. Üstündeki yağı henüz erimiş ekmeğimden bir ısırık, bir çatal peynir, bir yudum çay almıştım ki;

“Sorma bu ara şu halimi, bu acıların hepsi mi daimi,
yazık oldu her iki tarafa da şimdi sence daha iyi mi” dedi Sertap.

Bi’yutkundum.

Geçen hafta kahvaltıya uğradığımda teyzoş fark etti:
—o nedir senin kolundaki?
—basket potası canım, yakışmış mı?
—off bizde görüyoruz herhalde bileklik olduğunu, sen sarı altın takmazsın ki?

O ana kadar kolumdakinin altın olduğunu fark etmeyişim mi, sarı altın olduğunu yadırgamayışım mı, daha takalı 12 gün olmasına rağmen yerinde olmadığında rahatsız edişi miydi beni en çok şaşırtan bilemedim.
“Aa bu altın diğ mi?” şaşkınlığıma, “e bu yaştada hala deri bileklikler takmayacaksın herhalde” diye başladığı takılması benim sersemliğimi fark ettikçe derin bir sorguya dönüştü.

Cevaplarımı duydukça bu kez onun gözlerindeki şaşkınlık büyüdü. Oysa ben olanı biteni anlatırken “ama”lı cümleler kurmuyordum. “Ama boyu biraz benden kısa” değildim ya da “ama lise mezunu yani şimdilik” demiyordum. “Rağmen”li cümlelerim önce biraz kulaklarımı tırmalasa da “ama”larımdan daha samimi olduğumu fark ettim anlattıkça. O ise sordukça soruyor, kurcaldıkça kurcalıyordu. Bir ara Umay’ı “kızım kardeşini de al oynayın odanızda, bak ablanla bi’şey konuşuyoruz rahat bırakın” diye azarladı hafiften. Bugüne dek bir sürü şeyi, çocuklarla boğuşurken konuşmuştuk halbuki...
En son “eee” dedi.
“ee’si aşığım” dedim.
“ah tabi ya aşk!” diye başladı. Bir an durdu. Eminim ilk aşkını, evlilikten döndüğü ve hayatında muhtemelen ilk kez birlikte olduğu H. kişisini hatırlamıştı. Ve o’na yaşattığı acıları. Gencecik bir kızken onunla birlikte olmak için tüm aileye karşı verdiği mücadeleyi ve buna rağmen yediği kazığı...
“bak” dedi “aşk...” karın doyurmuyor diye vurgulanmış bir "aşk"tı bu. Umay içeri girmeseydi muhtemelen böyle devam edecekti.
“anne bize biraz ıslak mendil verir misin, banyodakiler bitti de”
“ne ıslak mendili, ne bitmesi, n’apıyorsunuz siz içerde” diye söylene söylene kalktık ayağa.
Çocukların odalarına doğru yaklaştığımızda banyonun karşısındaki koridor duvarında pastel boyalarla abla kardeş yaptıkları sürrealist çalışmayı gördük. Bir kaç ufak çığlıktan sonra başarılı bir tablo olduğuna ama biraz daha geliştirilmesi gerektiğine karar verdik ve ıslak mendillerle duvarı temizlemek yerine, hafta sonu marketten alınacak duvar kalemleriyle o resmi biraz daha şekillendirmek için anlaştık.

Bense hafta sonu sözümü tutmadım. Tek izin gününde sevgilimleydim. Rakı içtik birlikte. Bir 35liği biraz meze, çokça muhabbetle bitirdik.
Sarhoştum kollarında. Sonra eve döndüm ve ayıldım. En çokta bu koydu zaten.
İlk öpüşme, ilk sevişme, ilk hediye, ilk seni seviyorum gibi yer etti o gece “ilk ayrılık”. Kollarında sarhoştum, taksiye bindim ve bitti. Eve döndüm ve hiçbir şey yokmuş gibi salona girdim. 1 haftadır görmediğim babamın, “nerde kaldın”ına cevap verdim önce, sonra annemin “aç mısın”ına. Sonra gelip bu koltuğa oturdum yine. Bilgisayarın düğmesine basıp yine aynı ekranı açtım. Üzüldüm ve kızdım. Kızgınlığım kendimeydi yine. Üzgünlükse birine yöneltilemiyor. “Sana üzgünüm” olmuyor, mesela. Üzüldün mü zaten hep kendine.

Yatağa uzanıp, O’nu hayal ettim, iyi gelir diye. Korktum yine. Yine sorular üşüştü zihnime. En baskını bir acabaydı bu kez; “acaba birbirimizi bu kadar çok arzuluyoruz ve bu kadar çok özlüyoruz diye mi bu kadar çok sevdiğimizi sanıyoruz?” Olabilir mi bu?
Hani neredeyse Nazım’ın Pirayesi, Dali’nin Gala’sı gibi hissettiriyorken bana, bu soru O’na yapılan bir saygısızlık biliyorum. Ama aklımı kaçırmak üzereyim aşk’tan.
Tarihimde olmayan kıskançlıklar yapıyorum. Benden önce yattığı kadınları kıskanıyorum delice. Hayır hayır seviştiği kadınlar değil onlar, sadece yattıkları!
Olmaz’ım yok O’na karşı. Ada’dayken yaptığım “ya hayatta her şeyi yaparım ama bunlar olmaz” listemin ilk 10unda değil miydi? Ya da rakı içerken söylediğim? Ki fark etmiş O’da bugün gelmiş “böyle bir şey yapacağımı neden düşündün anlamadım” diyor. Korkuyorum çünkü, tüm duvarlarımı aşıp girdi hayatıma, şimdi bütün olmaz’larımı tek tek yıkıyor...
Korkuyorum çünkü O’nu alıp hayatımın merkezine koyamıyorum bir türlü. Çünkü ben bile yokum o merkezde bugün. Bir evet bekliyorum, son bir tamam daha alınca devlet baba’dan, tüm hayatımı değiştirmek için start vermiş olacağım. Ve merkezinin neresi olduğunu benim bile bilmediğim bir hayat için çalışmaya başlayacağım. Ve merkezinin neresi olduğunu bilmediğim bir dünyaya yerleşmiş olacağım.

O yüzden bugün hiçbir şey yapmıyorum. Ne okula gidiyorum, ne de işe. Hala istifa etmediysem, gün içinde O’nunla terasta baş başa kalabildiğim birkaç dakika için bu.
Hala tek satır ödev yazmadıysam, O’nunla olmak varken zaten bitirmeyeceğim bir okula vakit harcamamak için...

Ben Z.G. en çok övündüğüm yetimi kaybettim.
İşle aşkı, okulla özel hayatı, sınavlarla aşk acılarını, toplantılarla sevgili kavgalarını ayıran mekanizmamı kaybettim. Hiçbir şey yapmıyorum!

Ben Z.G maskelerimi bırakıyorum yavaş yavaş. Beni en çok koruyan maskelerimi takmıyorum O varken. O’nunlayken sadece ben oluyorum. İçimdeki tüm karanlıklarım aydınlanıyor gözlerindeki ışıkla. Bütün boşluklarım doluyor varlığıyla.

Ben Z.G. tarihimde görülmemiş duygular yaşıyorum.

Sabah ne diyordu Sertap;

"yoruldu, duruldu, kırıldı, vuruldu birkaç kere...
yazılıdır hepsi hikayede."

Read more...

Çarşamba, Aralık 02, 2009

tatsız mavi

An itibariyle açtığım word sayfasında ödev yazmak yerine günce yazmak işini girişmiş olmamdan çıkardığımız sonuç nedir? Ben buradaki yüksek lisansı çoktan gözden çıkarmışım demektir. 4 gün tatilim olmasına rağmen nasıl bu kadar umursamaz davranabiliyorum, şaşıyorum kendime. Oysa bu üniversite bana daha lazım!

Ben hala işten nasıl izin alacağımın derdindeyim. Lütfen beni kovsunlar artık. Paramı da versinler tabi kovarken. İşe gitmeye devam ettiğim sürece benden bir cacık olmayacak. Bu hızla gidersem, 2011 güzüne bile yetişemeyeceğim zaten.

Facebook hesabımı açtım bugün. Açmaz olaydım. En yakın arkadaşlarımdan biri evlenmiş. Hiiç haberim olmamış. Üni.de en sinir olduğum hatunlardan biri evlenmiş, doğurmuş, bir aile saadeti, bir çocukta yaparım kariyerde pozları koymuş ki albüme akıllara zarar. İlkokul arkadaşlarımdan biri dünyayı geziyor, bir diğeri çoktan genel müdür olmuş.

Sevgilimin eski fotolarına baktım. Yüzü hep gülen, kocaman yürekli bir hobbit’le birlikteyim ben. Tatildeki fotoğraflarımızı açtım sonra. Sevgili olarak hiç fotoğrafımız yok galiba hala...
Bir dizginleme hali ki, nasıl yoruyor belli değil. Neden akışına bırakmıyorum? Diye başlarsam şimdi bir dizi soru işareti koyabilirim arkasından. Oysa garip bir şekilde bu ilişki de soruları hep o soruyor. En uzun sorum “bakmak derken?” oluyor. “ben sana bakarım” dediğinde. O “olmak istediğim ben”i bir yana atıyor, içimde kaç zamandır büyüttüğüm ama herkeslerden sakındığım, kimselere göstermediği beni görüyor, dokunuyor, konuşuyor onunla. O yüzden galiba, yanımdayken tüm soru işaretlerim uçuyor, ne zaman ki bırakıyor elimi, diğerlerim üşüşüyor zihnime, “ama”larla. En çokta bu güne kadar inşa ettiğim o “olmak istediğim ben”i kaybederim diye korkuyorum. Bir dizginleme hali ki, nasıl yoruyor belli değil...

Bir daha böyle bir ilaç içersem, 2 olsun. 2 bile olmasın. Allahım bu nasıl bir eziyet böyle. İnsan 10 gün aralıksız kanayabilir mi? Vücut şişliği, giderek artan sivilcelerim ve gerginliğim de cabası üstelik. Kendime bunu yaptığıma inanamıyorum. Ve çok çok çok kızıyorum. Korktuğumu dile getirmemek için kızgınlığıma oynuyorum bu da ayrıca kayıtlara geçsin. Ayrıca hala doktora gitmemiş olmam da özel korkaklık oscarını hak ediyor, bu da kayıtlara geçsin.

Bu gel-git ruh halimi de dengesi bozulmuş hormonlarıma mal edip, saatin 02.30 olduğunu ve koskoca bir Salı gününü, özlenen bir arkadaşla içilen 2 saatlik kahve içme molası dışında hiçbir şey yapmadan geçirdiğimi beyan edip yatıyorum.

Read more...

Perşembe, Kasım 26, 2009

boşlukta biR mavi

Bu aralar yine bir garip haller. Yazalım uçmasın.

25 kasım. Son dönemlerin en acaip, en stresli günlerinden biri. Önce noterdeki şaşkınlık. “Kimlerle muhattap oluyorum” şoku. Babanın son dakika planı; “oh neyse.” Sonra otobüste “ne çok telefonda konuşuyorsun etrafında ki herkesi kaçırdın” diye azarlayan teyzeler amcalar, sonra şirkette artık baygınlık veren o kurumsal ağızlar, sonra sevgili, sonra sevgiliyle şirket kavgası, yok yok “kavga değil hayatım o konuşuyoruz”ması, sonra kafa karışıklığı, sonra mide bulantısı, sonra yine kafa karışıklığı, sonra ‘acaba çok mu hızlı gittikler’ , ‘acaba bu ilişki nereye gidiyorlar’ bildiğin soru işaretleri işte. Ama garip noktasına takılıp düşmediğim soru işaretleri bunlar. Aklımı kurcalayan ama huzursuz etmeyen sorular. Sonra gece yarısı lastik patlaması. Köprü çıkış soğuk bir arabada lastiğin değiştirilmesini üşüyerek beklemek. Gece 1de evde olmak, yorgun olmak, banyo yapmaya bile üşenmiş olmak, sevgiliyle uyumak istemek uyuyamamak. Uyanamamak. Arife günü çalışıyor olmak. Ve hatta bayramda da nöbeti olmak. Bir türlü kendini işten attırmamayı becerememiş olmak. Okuldan “tez danışmanınızı belirleyin” diye mail almak. Devam edecek miyim, bırakacak mıyım bilememek, dönem sonu gelmiş olmasına rağmen tek bir ödevi bitirmemiş hatta hiçbirine başlamamış olmak.

Çinlilier mi dermiş “garip zamanlarda yaşayasın” diye, yaşadığım zamandan ve mekandan ve ülkeden bi’haber olmak. ‘Memurlar grev mi yapmış, vay anasını’ olmak, ‘domuz gribinden insan ölüyorlar lan, dünyanın sonu mu geliyor yoksa?’ olmak. Micheal Jackson bile öldü, biz de bigün ölcez diye hayıflanmak. NY’u görmeden ölmek istememek. Bunu yazarken artık önceliğimin sadece NY olmadığını fark etmek. Korkmak. Bağlanmaktan korkmak... Ve bir o kadar istemek ; ait olmayı, bağlanmayı...

Bayram gelmiş neyime...
Neydi bu türkü müydü? Google copy paste bile yapmak istememek.... Bitmek... Yazıyı bitirmek...

Read more...

Salı, Kasım 24, 2009

kıRmızılı mavi


Kullandığım ilaç 15 gündür bütün hormonlarımın ağzına sıçtı. Demek ki neymiş; 2 küçük pembe hapın koskoca bir metabolizmaya böyle bir etki yapabilmesine farmakoloji deniyormuş. Hayır ben ruhen, bedenen, kalben, zikren ve de fikren yeterince savrulmuş bir haldeyim zaten. Medikal müdahalelere hiç gerek yoktu. Ama tabi akılsız başın cezasını hormonlu bünyeler çekiyor böyle. Bütün vücudum kasılmış bir halde. Eve geleli daha yarım saat oldu. Ve benim şu anda hayatımda yapmak istediğim en son şey yarın sabah kalkıp işe gitmek. Ve benim şu anda yapmak istediğim tek şey sıcak bir duş alıp sevgilimin koynuna sokulmak. O biraz masaj yapar belki bana, yapmasa bile varlığı yeter ki...
Ve bu bir hayal değil, ne garip, ne acayip! Bir yüzü var artık sevgilimin. Bir sesi var özlediğim, adımı her söyleyişinde yüreğimi ısıtan, serinleten, hoplatan. Gözleri var, ışığında kendi ışığımı görebildiğim. Elleri var, her dokunuşuyla yakan...

Ve imzalamam ve imzalatmam gereken evraklar var, yazışmam gereken üniversiteler, haberleşmem gereken hocalar, öğrenmem gerek yepyeni İngilizce kelimeler var. O, tüm bunların ortasında gülümsüyor bana, sıcacık.

“Seni bir ahtapot gibi sımsıkı sarıp boğarak öldürmekten korkuyorum” diyorum,
“Ben ölmekten korkmuyorum” diyor.

“Öyle çok ki soru işaretlerim benim, ya sorularımla boğarsam seni” diyorum
“Sen cevaplarımla boğulmayasın” diyor.

“Sen kapılarını kimsenin açmadığı gizli bir odaya girdin şimdi, ancak gözlerin alışınca görebileceksin oradakileri” diyorum
“İçinde sen varsan ben beklerim sultanım, yeter ki benimle kal” diyor.

Şimdi ben bile korkuyorum o odaya girmeye sanki. Aldım onu içime, yapyalnız bıraktım orada. Ve hiç yardımcı olmuyorum el yordamıyla tanımaya çalışıyor etrafındakileri. Ve karanlıkta dolanırken eline çarpan her sivri çıkıntıyı törpülenmesi gereken bir sert bir kaya sanıyor.

Ben 1 yıl içinde “gitmek” üzere planlar yapmış ve de eyleme geçmişken elimden tutuyor.
“Taş koymam lazım senin işine ama kıymetini bil bebek, ben imzalarım senin evrakları” diyor.

Sonra ansızın “Kız mı?” deyip gülüyor. Dünyayı unutturan en sevimli, en sıcak gülüşüyle gülüyor bana. Bir de göz kırpıyor üstüne. İçimde fırtınalar kopuyor....

Üstelik tüm bunları düşünürken, bık bık diye ötüyor telefon, yine dile geliyor: “o zaman ben de güzel geçen günlerimle mutlu olayım” diyor. Cevap veremiyorum, öylece kalakalıyorum.

Ve sonra ağzına sıçılmış hormonlarıma, bana güvenmeyen eniştelerime amcalarıma, hala istifayı basamayıp ağız kokusunu çektiğim yönetici bozuntularına ve o iki kelimeyi bir araya getirip söyleyemeyişime küfrede ede ağlıyorum.

Hayatımda her şey “hayal ettiğim gibi” olmaya başlamışken ben oturmuş “Ama”larıma ağlıyorum.

Allah’ım sen her şeyin en doğrusunu, en hayırlısını bilensin. Hakkımda hayırlısını diliyorum senden!



http://www.youtube.com/watch?v=xXgo7imn2hg

Read more...

Cuma, Kasım 20, 2009

şizofRen maviye karışık, koyu laci

Yazmak her zaman rahatlattı beni. Hatta öyle bir hale geldi ki artık konuşarak anlatamaz, habire yazar oldum. İnsanlara onları ne kadar çok sevdiğimi, özlediğimi, onlara ne kadar çok kızdığımı anlatmak için maile boğar oldum.

Hatta öyle bir hale geldi ki yazmak, hep göz yaşlarımı dindiren oldu. Evet kahkahalara boğulmuşken yazmadım hiç ama bunu en baştan söylemiştim zaten, “Mutluysam yazmam, niye bırakıp yazayım, tadını çıkarırım.”

Hatta öyle bir hale geldi ki bu günceyi yazmak; kendini doğrulayan kehanet gibi yazdığım her şeyi, tüm hayallerimi ve tüm kurgularımı yaşar oldum.

Hatta öyle bir hale geldi ki yazmak, tek kaçış yolu oldu. Kaçıp saklanabileceğim en güvenilir kale oldu. Ne babanın, ne sevgilinin koynunda ağlarken (aslında tam oalrak ağlayamazken) dilimin ucuna kadar gelipte söyleyemediklerimi söylemenin yegane yolu oldu...

İşte tüm bu sebeplerden yazmak gerek. Yazmak gerek ki, hem söz olup uçsun hafızamdan, hem yazı olup kalsın sonsuza. Google olan bu güvenim de ayrıca takdire şayan! Sonsuza kadar saklayacak google bu yazdıklarımı, 2012de hepimiz buharlaşmazsak tabi. Google sen bizim her şeyimizsin, öpüyoruz kocaman kib mucks...

Biz olmuşuz bak yine. Diğerlerim de çıkmışlar saklandıkları yerlerden. Hoş, yeni değil ortaya çıkışları. Tatilden döndüğümden beri birer ikişer görünmeye başlamışlardı. Az evvel sevgiliyle yapılan tartışma akabinde çıkanlarda ekibi tamamlamış oldular.

—hiii! Bak sevgiliyle tartıştım dedin, okuyor çocuk burayı, buna da bozulacak şimdi. Bu kadarcık şeye niye tartışma diyorsun, ‘konuştuk sadece, hem ben beğenmediğim yanlarını söyleyemeyecek miyim, niye bu kadar küt'sün sen’ diyecek sana.

Başladılar işte. Şimdi ben hangi birini susturup, anlatacağım olan biteni?

Bugün beni yine aynı konuda azarlayan hukuk profesörünün dediğini yapmaya çalışalım en iyisi. Sistematik bir şekilde sıralayalım ifade etmek istediklerimizi.

İnsan hayatında “ilk”ler hep güzel, hep özel, hep unutulmaz ya buna güvenip hiçbir ilkimi yazmamışım ben. ilk uçağa bindiğimde yazdıklarım vardı onu hatırlıyorum ama o kısa seyahat için aldığım not defterini kaybetmişim sanırım. Onu bile bulamıyorum. O ilk uçuş deneyimim dahil bir sürü “ilk”im hayal meyal gözümün önünde. Bazıları ise hiç yok.

Geçen hafta bugün hem de bu saatlerde sevgilimle ilk tatilimizi yapıyorduk. İlk kez bir odada, yapayalnız baş başa kalmıştık. İlk kez tadıyorduk tenimizin tadını, ilk kez uyuyorduk birbirimizin koynunda. Saatlerce konuşmalarımız baki zaten, ilk kez susuyorduk göz göze.

Neden bu kadar acele etmiştim onunla birlikte olmak için ve neden bu uzun süre beklemiştim onun gelişini, bilmiyordum. Küçücük bir banyoya kısılmış kendimi babamı aldatıyormuş gibi hissederken sormuştum bu soruyu. Neden tam da şimdi, şu anda, sene 2009, aylardan kasım günlerden perşembeyken onunla olduğumu bilmeyişim gibi cevapsızdı.

Sorularım hiç bitmedi bugüne kadar. Bundan sonra da bitmez zaten. Cevapsızlığa da aşinayım bu sebepten. Yormuyor en azından eskisi kadar. Ama şimdi bir de “gerçek mi hayal mi tüm bu olanlar?” paranoyası başladı. 1 hafta önce birlikteyken, yan yana nefes nefese, son yılların “en huzurlu” 3 gününü geçirmişken, O’nu hayatımda asla unutmayacağın bir yere koymuşken ve O’na yazdığım mektuplardan birini, yazıldığı sayfadan bizzat okuyup "hoş geldin" demişken... 1 hafta sonra, 1 haftadır ilk okul çocukları gibi sadece mesajlaştığımızı üstelik bu mesajların yüzünden, yaptığımız günlük konuşmanın tartışmaya döndüğünü, üstelik bu tartışma içinde bana nefes alma payı bile bırakmadan sağlı sollu geçirdiğini fark edince kapattım telefonu. “Hey dostum” dedim kendime, “what’s up” yahu?

Diğerlerim bile cevaplayamadılar bir süre. Nasıl bir ilişki bu yaşadığım, neler oluyor böyle; bir o uçta bir en tezat diğer uçta, neden şimdi oluyor bunlar diye atağa geçtim tabi. Kimse çıkıp tek laf edememişti ki, bilgisayar ekranında açık olan senetleri gördüm ve saklandıkları deliklerden bir bir çıktı diğerlerim:

—sen aşk meşkle uğraşacağına kendi işlerini hallet önce
—hadi senetleri halletin diyelim; 2010 fall dönemine kadar nasıl yetişecek o acceptance
—nereye hallediyosun senetleri ya, F kişisi hayır dedi, E amca’da yanaşmadı olaya, nereden bulacaksın 3 kefili

Hakkaten ha. Hayatta benim için 100.000 YTL’lik senede imza atacak 3 kişi bile tanımamışım bugüne kadar meğersem.

—peki sen böyle bir senedi kaç kişi için imzalarsın, hiç düşündün mü?
—Konuyu dağıtmayalım hanımlar. Her şey yolunda derken, şu son 2 günde hem tüm yol haritası saptı hem de 1 hafta zaman kaybetmiş olduk. Bu kızın her şeyden önce sağlim bir kafayla ders çalışması gerekiyor.
—Evet evet bir de buradaki yüksek lisansı için hazırlayacağı ödevler ve her hafta azar işittiği bir hukukçu var
—İşyerinden önümüzdeki hafta için izin almadığını hatırlattınız mı biriniz kendisine. Noter işlerini hangi ara halledecek?
—En azından yarın gidip şu sağlık raporunu alsan. Güzelim perşembeyi piç ettin, koskoca cumayı da harcama bari. Sonra 2 ayağın bir pabuca girecek.

Offf kesin! Biliyordum günlerdir böyle olacağını. O yüzden yazmak gelmiyordu içimden işte. İçimden onlarca başka Zeynep çıkıyor böyle zamanlarda. Her biri diğerinden beter, huzursuz, huysuz, aksi, plancı, detaycı ve pesimist. Ama hepsi haklı, hepsi doğru.

Günlerdir, onlar konuşmasınlar diye aptal çocukların bile oynamadığı internet oyunları oynuyorum, bir saniye bile zaman kaybetmeden GRE-GMAT zıkkımlarına çalışmam, hatta TOEFL skorumu yükseltmem için pratik yapmam lazımken, eski türk filmlerinden kareler izliyorum youtube’da. Aşk-ı memnu’da neler oluyor onu bile çözdüm. Şirkette işleri iyice savsakladım zaten ama garip bir sadakatle hala fazladan izin almamak için çırpınıyorum. ABD’deki okullarla yazışma işlerine bir an önce başlamam lazımken, daha okuldan İngilizce transkriptlerimi bile istetmedim diye, başvuru takvimlerini bile takip etmiyorum. Beynimin içindeki ben’ler, beni kemirirken kimseyle konuşmuyorum, konuşamıyorum. Tüm bunlar hakkında konuşabileceğim herkes hakkında “ama süreç hakkında hiç bi’şey bilmiyorlar, evet samimiyetle dinlerler belki ama en sonunda “sen halledersin bir şekilde nasıl olsa” diyecekler zaten, ihale gene bana kalacak, hiç anlatmayayım daha iyi diye” düşünüyorum. Bu işi, süreci bilen birileriyle biraz laflayayım diyorum, adamın ikinci lafı evlenip gitmek en güzeli aslında oluyor. Peki, deyip koşarak uzaklaşıyorum oradan da. Şirkette, A.yla karşılaşıyorum “benim New York’ta çok sevdiğim, çok efendi bir arkadaşım var, onunla tanıştırırım seni, ahaha evlenirsiniz belki orada” deyip gülüyor. Cevap veriyorum tabi, verdiğim cevaba ben bile şaşırıyorum. Bambaşka bir iklimde, tek başıma olacağımı bir türlü tahayyül edemiyorum. Bunları düşünürken ve düşünememeye çalışırken birisi geliyor L.A diyor, bir diğeri Washington.

Luter, diyor kız Machiavelli
Şampiyon biziz diyor ali, attığımız gollerden belli...



Inının ınının ınınınıııınn


Saat oluyor 00:42. 22:05 te yazılmaya başlanan yazılar nasıl 00:42de hala bitmemiş olabiliyor?

“Ben bunu istiyorum” diye konulmuş noktalar, nasıl gelip acabalarla ünlemleniyor?

Kabartma tozu pastayı ne kadar kabartır? Peki krema nasıl böyle güzel kokar?

Read more...

Cumartesi, Ekim 24, 2009

nihayet, ama bu niye kıRmızı değil ?!

tarih: 24 ekim 2009

10 gündür yaşadıklarımı tek tek yazsaydım keşke. Keşke değil aslında yazabilseydim yazardım zaten. Daha neler yaşadığımı bile anlamamışken onları yazmak fikri şu an bile çok ütopik geliyor. Ama deneyeceğim. Çünkü bunlar yazılmalı, hatırlanmalı.

Dün beni azarlayan hukuk profesörünün söyledikleri bir işe yarasın bari. Sistematik bir şekilde ifade edeyim yaşadıklarımı. Bakalım neye benzeyecek:

Önce babam. Konuştuk tabi. Bir cumartesi sabahı kahvaltı sonrası:
-sen niye gitmeden annenlerle?
-yok baba ben öğleden sonra işe gideceğim yine.
-senin bu esnek çalışma saatleri iyice esnedi bakıyorum. benim bildiğim cumartesi öğlene kadar çalışılır, sen öğleden sonra gidiyorsun.
-e baba böyle olmasa okulu idare edemem.
-olsun çıksaydın annenlerle, kardeşin işe bırakırdı seni.
-gerek yok baba. hem ben seninle bi'şey konuşmak istiyorum.

bunu söylediğimde, gazetesini almış, gözlüğünü takmış, kanepeye henüz oturmuştu. nasıl bir tonla söylediysem artık önce yüzünden bir sarı yeşil dalga geçti. döndü baktı. suratımda nasıl bir ifade vardı kimbilir, gözlerinden bir acayip hüzün, heyecan, korku geçti... televizyonu kapatmak için kumandaya uzandı. kapattığı sadece uyduydu, tv.den cazur cuzur bir ses yükseldi. gayri ihtiyarı yeniden açtı uyduyu, ekrana çizgi film geri geldi. televizyonun kumandasına bakındı, göremedi. iyice rahatsız oldu. 'ee söyle bakalım' gibi bi'şeyler geveledi, tv.nin sesini kısmaya çalışırken.

o kadar hazırlanmama rağmen yine başlayamadım konuşmaya. babam iyice gerildi. bu gerginlik sayesinde babama evleneceğimi söyleyeceğim günün provasını da yapmış olduk.
sonrasında iki lafı bir araya getirip derdimi anlattım.

-ee ne istiyorsun peki benden?

bi'sürü şey söylemesini bekliyordum da, böyle bir soru beklemiyordum işte. apıştım.

-desteğini baba! derken sesim titriyordu.

uzandı, koynuna çekti beni. duymayı beklediğim her şeyi söyledi. gözleri doldu galiba, çaktırmadı. "dağıldık" dedi. "geç kaldın" dedi. dedi... dedi...

annemi çekiştirdik yine beraber. kızdı... kızdı... aklına geldikçe daha çok kızdı.

kızım ben hayatta olduğum sürece, ben hayatta olmasam bile senin her konuda desteğin olacağım diye başladı. "peki sen ne yapmak istiyorsun?" diye bitirdi. bu milli piyango gibi bi'şey dedim, çok büyük ve önemli bir fırsat dedim... daha diyecektim de, tamam ne gerekiyorsa yap dedi.

yapılacak öyle çok iş var ki. dün evraklarımı gönderdim Ankara'ya. 2 kasıma kadar evraklar incelenecek ve bize kesin sonuçlarla ilgili borçlanma senetleri gönderilmeye başlanacak. peki ben evrak gönderirken ne yaptım? eksik evrak gönderdim!

böyle bir konuda, nasıl böyle bir dikkatsizlik yaptım, aklım almıyor. neden aklım almıyor, çünkü aklım bir karış havada? neden aklım bir karış havada?
çünkü galiba bir ilişkim var bugünlerde.
çünkü galiba bir ilişkim var artık.

cık cümleyi nasıl evirirsem evireyim, duygularımdan bahsedemiyorum. ancak bir durum tespiti yapabiliyorum. ilişki yaşama durumu.

peki şimdi nereden çıktı bu adam? ne işi var aklımda, ne arar elleri saçlarımda, dudakları dudaklarımda? 2 yıldır canım gülümken, şimdi mi geldi aklına, aklıma, aklımıza sevgili olmak?

onunla olduğum anlar dışında, her şey bir garip. kimselere anlatamadım daha. yazayım diyorum, nerede başladığını ben bile bilmiyorum ki bir başlangıç bulayım. onu tanıdığım günden bugüne hakkında 6 yazı yazmışım, hepsi taslakta kalmış. hepsi de eğlenceli anlar...

2 yıldır tanışıyoruz, tanıştığımızda bir sevgilisi vardı, o yüzden kafadan kategori dışıydı kendisi. biraz birlikte çalıştık, biraz farklı birimlerde ama irtibatı hiç koparmadık. birlikte yedik, eğlendik, içtik, sevişircesine dans ettik, hep şirket partilerinin en eğlenceli grubunun en eğlenen 2 kişisi olduk. başbaşa da çok çıktık. daha birkaç ay önce beni aldatan adamların ortak özelliklerini sıralıyorduk, 1 ay öncesine kadar, eski sevgilisinin tekrar kendisiyle yatmak için yaptığı oyunları konuşuyorduk. 1 hafta bir gece yarısı kahkalar içinde evlenip amerikaya birlikte gitmeye karar verdik ve 4 gün önce istanbul'un en güzel manzaralarından birine karşı yine bir bira patates keyfinin ortasında, ben "ya ben nasıl bırakıp gidereceğim bu şehri" diye şapşal şapşal sızlanırken...

işten erkek kaçmıştık, derse gitmemiştim, boğaza karşı, vızır vızır vapurları ve koşturan insanları ve gün batımını izliyorduk, üçüncü biralara "her şey olacağına varır" diyerek başlamıştık. bir gitar, bir de yan flütle 90ların en güzel aşk şarkılarını çalıyordu 2 genç adam. birden "gittiğin yerler nasıl bilinmez güzelim" diye başladı solist. "aa" dedim "çok severim ben bu şarkıyı". güldü, benimle birlikte ezbere söyledi. "bu sabah yine her sabahki gibi sıkıldım istanbul'dan" deyince akıverdi gözüme dolan yaşlar. yan yana oturuyorduk. kolunu arkamdaki koltuğa uzatmıştı. peçeteyle gözlerimi temizleyince "ağlıyor musun?" dedi şaşkınca. döndüm, gülmeye çalıştım, beceremedim. "omzuna yaslanabilir miyim dedim?" (ki bu sorunun bir gün başıma iş açacağı belliydi) güldü. ne cevap verdi hatırlamıyorum, omzuna yaslandım. gün batıyordu, gökyüzü rengarenkti, birazdan köprünün ışıkları yanacaktı, kocaman gemiler, bisikletler gibi hızlı manevralar yapıyordu. şarkı bitmişti. serin bir rüzgar esti. saçlarım gözüme girdi. elleriyle saçlarımı düzeltti. hafifçe alnıma değdi parmakları. "hayır" dedim içimden "sakın yüzüme dokunmasın." rüzgar yeniden esti. yine dağıldı saçlarım. kapattım gözlerimi. sadece saçlarımı düzeltmedi bu kez, yanaklarımı okşadı, gözyaşlarımı yokladı, çenemden tutup hafifçe çekti başımı, burnumun üstüne küçücük bir öpücük kondurdu. daha önce de böyle öpmüştü, tehlikesiz olabilirdi eğer gözlerim hala kapalı olmasaydı. rüzgarın sesini duydum hafiften, bir melodi vardı ama çok uzaktı sanki, seçemedim. derin bir nefes alıp kalkacaktım omzundan. o derin nefeste, o'nun nefesi vardı. kalkamadım. kalkmadım.

sıcacık bir öpüştü dudağımdaki...
ansız, zamansız, plansız yepyeni bir başlangıçtı hayatımdaki...

tarih: 3 kasım 2009
to be continued

Read more...

Çarşamba, Ekim 14, 2009

hazımsız mavi


Midem bulanıyor. Midemde değil aslında. Karnım ağrıyor. Ya da gazım var gibi sanki. İçime hava kaçmışta olabilir. Alt batında bir sorun var işte. İçtiğim antibiyotiklerle ilgili olabilir. Olmayadabilir. Stres. Muhtemelen, belki, evet.
Arayan herkes sesin hiç hasta gibi gelmiyor diyor. Dün önce okula sonra bienal’a gittim ve evet ben de hiç hasta gibi hissetmiyordum. Ama bugün başımı kafamın üstünde tutamıyorum.
Uykusuzluk. Evet geceler giderek uzuyor. Düşünmeye vakti oluyor insanın.

İstifa ederken yazacağım mailde neler diyeceğimi, gitmeden önce arkadaşlarla çıktığımızda nereye gideceğimi ve hangi şarkıyı bangır şangır söyleyeceğimi, kimlere ne mektuplar yazacağımı, kimleri son dakika arayacağımı, neler diyeceğimi şimdiden biliyorum da babama ne diyeceğimi hala bilmiyorum. Artık bu gece konuşmam lazım, ne kadar erteleyebilirim ki? Bu kadar belirsizliği ona nasıl açıklayacağım ve ikna edeceğim başlı başına bir sorunken, annem; “hiç konuşma babanla benim rızam yok seni göndermeye hasretine dayanamam” demeye başladı.

Okunması gereken bir sürü yönetmelik, öğrenilmesi gereken bir sürü detay var. Deneyimli bir akıl hocasına ya da iyi bir psikologa ya da ikisine birden ihtiyacım olacak.

Yarın işe gitmem gerek. Sabah 11 deki dersin paperı için konu seçmem gerek. Karar vermem gerek.

Hiç birini yapmak istemiyorum.
Çünkü yanlış yapmaktan ilk kez bu kadar çok korkuyorum.
Uyusam ve uyandığımda orada olsam...

Read more...

Salı, Ekim 13, 2009

nihayet, ama bu niye mavi değil ?!

ben...

gidiyorum.

gi
di
yo
rum


ben...

nasıl yani?


gi
di
yo
rum


yani.

ben yani...


-bak yine farenjit'e çevirecek o grip, yarın sabah ilk iş doktora gidiyorsun
-
-napıyosun sen bilgisayarın başında?
-
-zeyneeep sabah doktora gidecek misin diyorum?
-hayır anne yakın bi'zamanda amerika'ya gideceğim.

ben evet

bursu kazandım. bursu aldım.

ben yani.

gi
di
yo
rum.


hassiktir!

nasıl yani?

yarın işe gitmeyeyim bence. doktora gideyim rapor alayım. 2'de dersim vardı okulda ama ona da gitmesem olur herhalde. akşama balık mı yapsam? bi'de küçük rakı alsam, kızar mı babam? rakısız kaldırabilir mi bu haberi?! en iyisi büyük alayım.
hiç bi'şeyden haberi yoktu. nasıl söyleyeceğim şimdi?

baba ben gidiyorum.

yok devenin bale pabucu!

bi'dakka ya adıyaman neresi? ha nemrut falan di mi? evet güzel yerler...

babacığım, ben bir burs kazandım.

yok yok bunlara uzun açıklama yapmak lazım. evleniyorum desem yer mi acaba?
cık yemez.

baba bence seneye siz amerika'ya tatile gelin, hem bana da değişiklik olur.

bi'dakka ya amerika neresi? koca kıta. yok mu bunun şehri eyaleti?

hayır yok.
şimdilik yok.
ben seçince olacak.


gi
di
yo
rum

yani

gi
de
ce
ğim.


—gideceğiz diğ mi sabrina?
—pişt sabrina kime diyorum?
—n’aptın kızım sen?
—ben mi, gidiyorum işte.
—tamam sus yat artık, sabah olsun hele bakacağız bi'hal çaresine.
—ne biçim konuşuyorsun kızım sen benimle? gidiyorum diyorum.
—farkındayım. ama sen daha farkında değilsin, ondandır.
—hassiktir lan. böyle şimdi bi'başıma uçağa binip, hiç tanımadığım insanların ortasına inicem ve "en az" 2 sene orada yapayalnız yaşıycam diğ mi?
—hadi anam, hadi canım, bunları o başvuruyu yapmadan önce düşünecektin, kalk şimdi.
—bi’dakka bi’dakka dönünce de en az 5 sene
—bak şimdi yatalım, sabah erkenden kalkar çalışırız bunları tamam mı?
—salonda bir viski olacaktı.
—e ilk geceden içkiye başlarsan sıçtık demektir. hadi yatalım.
—bence de, biraz yatalım.

Read more...

Pazartesi, Ekim 05, 2009

zam(an)sız saRı

Zaman sen diyorlar çaresi.
Geç de nasıl geçersen geç bildiğin gibi.


Read more...

Pazar, Eylül 20, 2009

bayRamlaşamadıklaRımızdan mısınız?

Huzur, sağlık, mutluluk, barış... tüm ramazan boyu bunlar için dua ettik/ettiniz/ettiler.
Bence bayramda değişiklik yapalım. Bu sene başka olsun.
"Çılgın" olsun mesela bayram!
evet evet.

Çok çılgın bir bayram geçirmeniz dileğiyle.


Read more...

Cumartesi, Eylül 12, 2009

biR ölüm, saRı siyah


Bu bir hikayeMsi olsun yine. Ne kadarını benim yaşadığımı, ne kadarını diğerlerimin uydurduğunu kimse bilmesin. Ben bile hatırlamayayım artık. Uykularım kaçmasın. Ne bir youtube karesi olsun, ne de tek bir link olsun gerçeğe uzanan. İsmini bile hatırlamayalım hatta “o kadın” olsun yine sadece. Yok bu kez “Genç bayan” olsun. Yağmurlu bir Salı sabahı olsun.

Ama yok bu bir hikayeMsi olsun demiştik değil mi, öyle olsun.

“19 yaşındaydı ve hayallerine diğerlerinden bir adım daha yakındı” diyordu televizyondaki ses onun için. Diğer 6sı zaten senelerdir işçiydi de, o hem 19 yaşındaydı, hem de stajyer modelistti. Konfeksiyoncu olmayacaktı yani büyüyünce, hayalleri vardı. Ama 19 yaşındaki her genç bayan gibi biraz kıskanç biraz dedikoducuydu o da.
O, işe 2 mahalle ötedeki evinden yürüyerek gelirken, her sabah klimalı, siyah camlı servis minibüslerinden inen diğerlerini görürdü. Servislerin siyah camından bakardı aynadaki aksine. “Benim neyim eksik” derdi muhtemelen içinden. Arkadaşlarıyla yan yana olunca laf bile atardı “mahallenin sosyeteleri geldi” diye.

Siyah camlı klimalı minibüslerle gelenler, onların fabrikanın önündeki simitçiden simit almak için servisi durdururdu. Tıkır tıkır topuklarının üzerinde 4-5 adım atar, ‘2 simit lütfen’ derlerdi. Simitçi Fatma abla 2 simidi poşede koyarken, iphone’undan iş arkadaşını arar “canım simit alıyorum aşağıdan, aa onlarda mı erken gelmiş, e terasta masa tutun o zaman geliyorum” deyip telefonu kapatırken, “Ay şey 5 olsun simitler” der, 20 lira verir paranın üstünü saymadan alır, yine servise binerdi. Fabrikayla kendi iş yerinin arasında 300 m. yoktu ama güvenlik şefinin talimatı vardı, bütün servisler kapıdan giriş yaptıktan sonra personeli bırakacaktı. Klimalı servisin şoförleri talimata harfiyen uyar, simit alanların servise binmesini bekler, 300 m. sonra yine indirirdi.

O, topukları tıkır tıkır giden kızın arkasında bakar, “1 simitte bana versene Fatma abla” der ve “75 kuruştu di mi?”, diye her sabah sorardı. Kim bilir belki de bir sabah indirim yapacağını düşünürdü Fatma ablanın, elindeki 2 yirmibeş, 2 on, 1 de beş kuruşu tek tek sayarken. Simitin ucundan ısırırken kızın elindeki telefonu akşamki dizi de Bihter’in elinde gördüğünü hatırlar, iç çekerdi. O daha 19 yaşındaydı ve hayalleri vardı.

O sabah 19 yaşındaki genç bayan evden çıkarken çok yağmur vardı. Fabrikadan aradılar. ‘Bugün yürüme çok yağmur var, servisle aldıracağız seni’ dediler. Annesinin televizyonda söylediğine göre kırık bir şemsiyeyle çıktı yola. Servisten sağ çıkan arkadaşının söylediğine göre “bahçeye geldiğimizde yerlerde 1 karış su vardı, terlikle çıkmışlardı, ayakları ıslanmasın diye yağmur dindikten sonra ineriz dediler ve kapıları kapadılar.”

Klimalı servistekiler her sabah şirket kavşağında radyonun sesini sonuna kadar açan şoförün bulduğu bir türküyle gözlerini açtılar. Evden çıkarken hiç birinin oralarda damla yağmur yoktu. “Göl olmuş buralar yaa” diye gözlerindeki çapakları silerken, arka koltuktan bir zeynep seslendi “aman İsmail ağbi, bizi arka kapıdan bırak beyaz converse’lerle çıktık evden, madara olmayalım” diğer Zeynep başını çevirip ters ters baktı. İsmail ağbi “bu işte bir bokluk var” deyip şirket yoluna girmeden sokağın başındaki benziciye çekti arabayı. Birkaç saat sonra zeynep’lerin yerinde özlem o benzcide olacaktı.

Şoför İsmail ağabey, servis sorumlularını aradı. Ulaşamadı. Biraz oyalandı. Bir sigara yaktı. 30 saniye dışarı çıktı. Bütün gömleği sırılsıklam geri geldi. Çalan telefonunu açtı. “Yok ağmirim çok şükür canımız sağ, personel sağlıklı, araçta sorun yok.” Neler oluyordu, anlayamadan bir dalga geldi. Klimalı servis savruldu.

Sonrası... Sonrası bütün değil. Çamurlu kareler, ıslak elbiseler, titreyen çeneler, ağlayan gözler, sürüklenen arabalar, çöp kutuları, suda savrulan ölü koyunlar, ‘hayır hayır fare değil onlar’ çığlıkları, akıntı, dalgalı güçlü bir akıntı. Ve soğuk. Ve baltalı bir adam ve beyaz bir servis ve kalabalık. Aa kameralar. N’olmuş. Serviste birileri mi boğulmuş. İstanbul’un orta yerinde adam mı boğulurmuş?

Özlem o benzincide beyaz bir örtünün altında yatıyordu. İstanbul’un orta yerinde bir servisin içinde boğulmuştu. Servisle gidip gelmezdi işe Özlem. En fazla klimalı servislerdeki diğer kızlara özenir, ben de bir gün derdi. Klimalı servistekiler beyaz converse’lerini düşünürken o canıyla boğuşuyordu. Ölümünün kalabalığı kendisini eve götürecek taksiyi bekleyen zeynep’in iphone’una bir fotoğraf karesi oldu. Bir başka Zeynep’in kabusu. Serviste ölen Zeynep’te olabilirdi. Değildi. Verilmiş sadakası mı vardı? Peki Özlem’in ne suçu vardı?

Bunu hikayeMsi yapan... bir video olsaydı keşke.
Keşke “bluetootunu açta şu kalabalığın fotoğrafını atayım sana” demeseydi hiç zeynep.
Keşke ben ertesi gün bir gazete manşetinde aynı karenin az biraz zoomlanmışını görmeseydim hiç.

Keşke ölmeseydi Özlem.
Keşke klimalı servislerde çizimlerinin son rötuşlarını yapıp sunuma/toplantıya yetişeceği sabahlara uyansaydı Özlem.

Keşke...

Read more...

Cuma, Eylül 11, 2009

geRçekten saRı, geRçekten çamuR

Bunlar gerçek evet.
10dakika öncesi "aa hadi telefonla video çekelim"ken, 10 dakika sonrası ölüm. o videoyla o fotoğrafların arası 10 dakika. 10 dakika sonrası ölüm. Bildiğin ölüm.
Ya da bilmediğin. Hiç bilmek, hiç yüzleşmek istemediğin.

Ölebilirdim, 10dk. geç ya da 10 dk. erken olsaydı.
Ölüm benim yanımdan aktı geçti, paçama çamurunu sıçrattı.
Ve ben oradaydım...

Ve arabalar vardı.
Sağda 1 polo, 1 reno, ortada 1 siyah toyota, solda 1 beyaz şahin.































Ve arkadaşlarım vardı. Akıntıdan karşıya geçmeye korkup, geri dönmeye çalışan,



dönemeyen,



ve o tünedikleri güvenlik kulübesi damından fotoğraf çekmeye devam eden;




Ve içinde kimin olduğunu, şimdi ne durumda olduğunu hala öğrenemediğimiz bir mini cooper vardı.




Sular çekildi şimdi.
Hepsi geçti...
Geçsin diye yazıldı, savruldu, gitti.

Read more...

çamuRlu mavi


Hayat öznesi yükleminden bağımsız cümlelerden anlamlı bir bütün çıkartabilmektir.

*bence şimdi, “aşık mı oluyorum” dedin sanki sen. Sevişmeden aşık olanlarla, terlemeden sevişenler mi sizle bizken senle ben olanlar. Hayır, karışık değil aslında. Uyurken bilmek gibi yalnız uyanacağımızı, yine de uyanınca evin içindeki tıkırtıları dinlemek gibi.

*bir şeylere varınca o vardığım şeyleri beni bi’şeylere dönüştüreceğini sanıyorum. Bir büyük yanılgı daha. Tatile gidince; yüzünde akşamdan kalma sevişmenin gülümsemesiyle bisiklete binerken saçları ve beyaz elbisesinin etekleri rüzgarla savrulan yanık tenli mutlu kız olacağımı sanıyorum. İşe giderken, laptop çantası omzunda bir elinde kahvesi bir elinde blackberrysi, yüksek topuklarının üstünde seke seke koşturan mutlu bir kız olacağımı sanıyorum. Okula başlayınca... oysa saçlarım rüzgarda savrulamayacak kadar kısa hala, oysa bir laptopum yok hala ve blackberryim sadece biletixle idefixten gelen etkinlik haberlerini veriyor düzenli olarak.

Derken hayatın “geçiciliğini” kavramaktı hayat. Cümleye kaldığı yerden değil bambaşka bir sondan başlamaktı.

Dünle bugünün arasındaydı sadece hayat.. Ölümle yaşamı ayıran taşkın bir selin damlalarındaydı.

*bir gün önce mutlu mesut güneşli hayaller kurarken bir gün sonra yağmurla birlikte bütün gün ağlamak gibi.

*bir gün önce “İstanbul”lu ve hatta “Boğaziçi”li olmakken, bir gün sonra büyük şehrin küçük deresinin “halkalarında” boğulmak gibi.

*bir gün önce anneyle, babayla kavga bağırış yatıp, ertesi sabah kapıdan girer girmez “ya ben ölüyordum” diye boyunlarına sarılmak gibi.

*bir gün önce 40 çeşitli sofrada “Allah seni bizden ayırmasın”ken bir gün sonra aynı masada çorba-makarna yapayalnız yemek yemek gibi

*bir gün önce “vay anasını mavi”yken bir gün sonra “neredeyse ölü siyah” gibi.

Hayat her şeye rağmen kaldığın yerden devam edebilmekti aslında, çamurlar hiç akmamış, insanlar hiç ölmemiş gibi...

Read more...

Pazartesi, Eylül 07, 2009

ayaRsız laciveRt

Sam neşeli bi’şeyler seçmiş bize.
Dinleyelim madem.



Rüyamda taksiciye 1000 TL verdiğimi gördüm. Üstelik aynı taksiciyi dönüşte de beni bırakması için çağırmışım. M. vardı (ö’nün kocası olan) aşk-ı ilan ediyordu bana. Uyandığımda unutmuştum. Telefonumu da evde unutmuşum. Geri döndüğümde M aramıştı. Ö’nün doğum günü için hediye seçmek istiyormuş.

Teyzoş taşındı yanımızdan. Umay okula başlayacak kadar, büyümüş. Hangi ara? Önlük alınırken “kaz alsana bana” diye tutturdu. Elimden tutup dükkana soktu. “Bak bu işte” diye bembeyaz, yumuşacık bir kaz indirdi raftan. Sonra bir üst raftakini görünce “o sarıyı da indirir misiniz, ona da bakmak istiyorum” dedi. Ben bu cümleyi tek nefeste kurabildiğimde ya 21 ya 22 yaşındaydım. Fiyatını sordu 8TL dedi kadın. “pahalı mı peki?” dedi. Satıcı kadın “yoo bu dükkandaki pek çok oyuncaktan ucuz” dedi. Bana dönüp “ucuz muymuş?” dedi. O kadar çok istedi ki şımarmasın diye almadın. Benden kötü bir anne olur biliyorum. Yarın gidip alacağım o kazı ama bir değeri kalmamış olacak.

Korkuyorum.

Babam yine bir takım planlar yapıyor benim için/benim yerime. Biz daha bundan sonra neler olacağını oturup konuşmuş değiliz.

Ramazan da kilo aldım üstelik. Ki ramazan benim metabolizmamı etkileyen bi’şey değildi bu yıla kadar. Ki ben bayramdan sonra tatil rezervasyonu yaptırmış bir bünyeyim. Şişmemem lazım.

Ufacık bir telefon konuşması yapmadığım için, kısacık bir mesafe yola 10 TL verdim bugün. Rüyam aklım geldi. Ve Umay'ın beyaz kazı.

Özel insanlar tanımıştım. Kimine tutup sen “özel”sin dedim ters tepti. Kimine demedim, “sen ne ayaksın” dedi. Birini daha kaybettim. Sevincimi paylaşmadım hala S.yle Y.yle A.yla. Babası öldükten sonra nasılsın diye sormak için hiç aramadım Y.yi. Ve F.yi sınavlarının nasıl geçtiğini sormak için. Ve askerden döndü döneli M.yi, sadece “nasılsın” demek için.

Çarşambaya kadar kaydım yapılmış ve hatta kardeşimin de hayatını değiştiren sonuçlar açıklanmış olacak. O artık evlilik planları yapıyor mesela. Garip. Ürkünç hatta. Yani uzun süredir birlikte diye, ilk ciddi ilişkisiyle... Hımm... Benden kötü bir görümce olur biliyorum. Ki görümceden başka akrabalık ilişkisi bilmiyorum zaten.

Hayat akıyor, dünya dönüyor, günler geçiyor. İnsanlar ölüyor, insanlar doğuyor.
Ben bugünlerde hep meşgulüm, hem koşturuyorum bir yerlere. Mektuplarım var postalanacak, arkadaşlarım var aranacak... Bozuldu yine balans ayarım. Şu pms de geçsin hele önümüzdeki maçlara bakalım.

Yeni bir Eylül başlıyor yahu.
Relax!

Read more...

Perşembe, Eylül 03, 2009

ışıl, pıRıl mavi



VEEEE DANANIN KUYURUĞU KOPTU:

83,907 41,954 --- 79,830 15,966 --- 70,000 7,000 --- 50 10 = 74,920 = BAŞARILI


Önce beni bi’görüşmeye aldılar. Dediler ki “4-5 sene olmuş sen bu işi bırakalı, şimdi başına saksı mı düştü? Neden geri geliyorsun?” Anlattım da anlattım. Öyle bir sıkıştırdılar ki beni, herhalde ikna edemedim düşünceleri ile çıktım yanlarından. Sonra bi’takım rakamları çarptılar böldüler topladılar çıkardılar ve sonunda bana “başarılı” dediler.

Başarılı olmak bu kadar kolaydı demek. Ama bi'dakka ales-proficiency-mülakat süreci ayrı ayrı yordu beni. Hiç "kolaymış" deyip, durumu hafifletmeyeceğim. Türkiye’nin en köklü, en büyük, en iyi üniversitelerinden birinde yüksek lisansa kabul edildim. Aferim lan bana!

Mutlu olmayı mı unuttum nedir? Şöyle “hayat maksimumda” tipleri gibi havaya sıçrayıp, sevinebilmiş değilim hala.

Bi’silkin kızım ya! Sen ne kadar uzun zamandır bekliyorsun bu haberi.
Yepyeni mavilere yelken açıyosun işte. Kararlılıkla dümen kırılmış, çoşkun dalgalara döndün yüzünü nihayet. Çok bi’güzel, hep bi’güzel olacak her bi’şey :)

Eylül geldi kızım! Yine yeniden okula dönüyorsun!

Hey Sam, neşeli bi’şeyler çalsana bana.

Hımm ezan okunuyor. Bu da bi'işaret sanırım.

Read more...

Perşembe, Ağustos 27, 2009

off mavi off

Yüzdük yüzdük, kuyruğuna geldik galiba.
Artık "tomorrow we'll be free" ya da en azından "i'll be free" ya da en azından ben öyle umuyorum. Artık umacak başka da bi'şeyim kalmadı sanırım.
Güzel bi'sabah bu sabah. Güzel başlangıçların sabahı olarak hatırlayacağım bir sabah olur umarım.
Şimdi geç kalmadan çıkayım.
İyi, güzel, hayırlı, umutlu bi'şeyler var içimde. Dilek, dua, umut, 6.his or whatever işte.

Bugün güzel geçecek. Diliyorum, umuyorum, bekliyorum, inanıyorum!
Bol şans bana.


http://www.youtube.com/watch?v=1oQeWUxM4s8

Read more...

Pazar, Ağustos 23, 2009

teR içindeydik, elleRimden çekiyoRdu*

Sadece 3 gündü.
Sessiz bir Cuma, bir cumanın ertesi; korkak, bir de sıcak Pazar.


Cuma sessizdi.

Mavi çerçeveli pencereden, turuncu ışıklar vuruyordu beyaz çarşafa.
Bir kuş cıvıldadı. Bir kapı tıkırdadı.
“uyandım girebilirsin”di ses, “ama daha yataktasın”dı bakışlar.
Mahremdi yatak.


Zeytinler kırmızı-yeşil, masa örtüsü beyaz, gözleri maviydi.
“Öğleden sonra yüzer, akşamüstü bisiklete bineriz”di plan.
Kahve bol köpüklüydü. Deniz sakin. Kediler miskin.
Sallanan bir sandalye, keyifle okunan iki farklı kitap, ortak bir huzur vardı.

Havlular yeşil, kumlar sarı, deniz maviydi.
“Dubalara kadar var mısın?”dı neşe.
Tatil; nefes nefese yığılmaktı ıslak kumlara, kollarını açıp güneşi içine çekmekti.
Ekmek arası peynirle, buz gibi karpuzdu paylaşılan.
Peçete almak için çarpışan ellerdi, akılları ilk karıştıran.

Evler beyaz, sokaklar gri, bisikletler maviydi.
“Beni beklesene yaramaz”dı uzaktan duyulan.
Umudunu tazeleyen, yüzüne vuran rüzgârdı ve bisikletin çın çın ziliydi kahkahalarına karışan.
Bir tepede bir büyük şarapla güneşin gidişini izlemekti sürpriz.
Ve “ama”yla başlayan bir cümleydi yürekleri hoplatan.


Cumartesi korkak.


Mavi çerçeveli pencereden kızarmış ekmek kokusu doluyordu odaya. Bir de tenindeki yumuşak nemlendiricinin vanilya kokusu.
Bir kuş cıvıldadı. Bir kapı tıkırdadı.
“Erken değil mi?”ydi mahmur ses, “hep sen mi uyandıracaksın”dı şen bakışlar.
Yatak mahremdi.

Sokaklar sıcak ekmek, marina taze balık, sandviçler salatalık kokuyordu.
Tekne boştu, ekipman hazır, kaptan kontrollü.
Giyilen dalgıç kostümleri, patlayan flaşlar, inatla yürünmeye çalışılan paletler vardı.
“Sadece 2 çift misiniz?”di gözlerini buluşturan soru. “Biz çift değiliz” doğru bir cevap değildi.


Deniz tuz, rüzgâr güneş yağı kokuyordu. Küçük mutfaktan domatesli makarna geliyordu buram buram.
Teknenin burnuna çıkıp “i’m king of the woooorld” diye bağırmaktı özgürlük.
“o filmin daha güzel replikleri de var”dı yüzleri kızartan.
Çenesini omzuna dayamış kulağına meis adasıyla kaş’ın öyküsünü anlatan adama “sevgilim” diyememekti saçmalık.
Ve belinden sarılmış kaş’la mesi’in öyküsünü anlattığı kızı öpmek üzereyken, gözlerini kapatmak yerine kaçırmaktı, kararsızlık.

Mangalda balık, tabakta roka, kadehte rakı kokuyordu.
Açık havada, yıldızların altında, yiyip içip şarkılar söylemekti keyif.
Omzundan kayan şalı düzeltmek için uzanmaktı, bahane.
Kendi bile farkında olmadan, omzunu düşürüp, şalın kaymasına izin vermekti, davet.
Önce gözlerine sonra dudaklarına bakmaktı başlangıç.
“emin misin?”di gözlerindeki soru işareti. Cevap yüzüne dökülen saçlarını düzelten parmaklarındaydı.


Pazar sıcaktı.

Anasonun damağında bıraktığı keskin tatla uyandı. Bütün gece içinde fırtınalar kopartan, çoşkun dalgalarında kaybolduğu okyanus mavisi gözlerinde buldu gözlerini.
—Ürperdi.
—Gülümsedi.
-“Rüya mısın?” dedi
-“I-ıh”dedi okyanus gözleri. Başını kaldırıp bütün bedenini kollarının arasına aldı.
Kulağını göğsüne dayadı. Kalbini dinledi. Ve kendi kalbinin sesini. Göğsünden, tam kalbinin üstünden öptü.

Mavi çerçeveli pencereden şekerli bir mutluluk doluyordu odaya. Damağında sıcak bir sevişmenin yakan tadı vardı.
Bir kuş cıvıldadı. Yapraklar hışırdadı.
“Rüyamsın” dedi.
Yatak mabetti.


*Edip CANSEVER-Çağrılmayan Yakup
ter içindeydik. ellerimden çekiyordu. ter içindeydik
beni kurtarmak istiyordu, bir isim gibi Ben'i
ter içindeydik
terlerimiz üstümüzde duruyordu, yıkanmış yeni kaplar gibiydik
üstümüzde ölgün ve kararsız su tanecikleri bulunan

Read more...

Cumartesi, Ağustos 22, 2009

hevesli moR

Bir şeyler yapıyorum. Bir şeyler oluyor. Oluyor yani!
Sınavlardan geçiyorum. Sınavları geçiyorum yani!

Öğrenciyim tekrar. Tam 4 yıldan sonra. Cüzdanımda onunla nasıl başa çıkabileceğim hakkında hiçbir fikrimin olmadığı mavi bir öğrenci kartı var artık. Ve eskimez devrik cümlelerim hala dilimde.
Üzerinde “İstanbul” yazan bir kimlik benim taşımak istediğim. Nicedir kaçmak isterken, içinde olmak için yanıp tutuştuğum bir şehir var bugün karşımda. Gireceğim en az 3 mülakat ve en az 2 sınav daha var. Akabinde verilmesi gereken zor kararlar, silinmesi gereken öğrenci kayıtları var.
Dualar var. Sevinçten ağlatacak güçte dualar onlar. Duaların gücü var.

Bir şeyler oluyor. Daha neler olduğunu tam olarak anlayamasam da oluyor. Aslında saatlerce konuşup anlatmak isterken olup biteni, lal olup susuyorum. Geçen sefer “olana kadar kimseye anlatmayacağım” demiştim. Olmamıştı.
Bu kez bir şeyler oluyor hissediyorum. Biliyorum. Görüyorum. Tutuyorum ellerimde.
Bir “kimliğim” var artık beni “öğrenen” yapan. Beni daha iyilerini yapabileceğime inandıran.

Nereden aklıma geldiğini bilmediğim eski şarkılar söylüyorum. Sevdiğim o şarkılar mı, o zamanlar mı merak ediyorum...
Ezbere biliyorum şarkının bütün sözlerini. Kim bilir daha orada olduğunu bilmediğim neler var beynimin içinde merak ediyorum...


http://www.youtube.com/watch?v=CFvYrFxFu30



Read more...

Salı, Ağustos 18, 2009

mavi tuRşu

ay em kınfüüyüzd



confused ne kaddar manalı bir sözcükmüş meğer.


yaa
yaaa
yaaaa

ama ben bu toefl nanesi yüzünden 1 haftadır balataları yaktığım için durumumu şöyle ifade edeceğim:

ay em in e pıkıl novıdeyz



en dipte kuyruğu görünen bi'tane var ya, hah işte o benim!

Read more...

Salı, Ağustos 11, 2009

buzlu, çilekli mavi

—Biraz konuşabilir miyiz?

Ekranından akıp gitmekte olan 10 haneli rakamlardan gözlerini hiç ayırmadı kıZ. Hafifçe başını ona doğru çevirdi.

—Ne hakkında?

A.dam kızın ekranındaki sayıların akışını durduracak bir düğmeye bastı. KıZ ellerini klavyeden çekti, omuzları düştü bir an. Toparlanıp gözlerini, gözlerine dikti.

—İşle ilgili değil, dedi. A.dam.

—Öyleyse, gerek yok dedi kıZ. yerinden hala kalkmamıştı ve başında dikilen adamla arasındaki boy farkından çok rahatsızdı. A.dam yanındaki sandalyeyi çekip oturacak oldu. Aklı karıştı kıZın. Eğer çekip oturursa bir kez daha aklını okumuş olacaktı. Gözleriyle “hayır” dedi. A.dam da Elini uzattığı sandalyeyi yerine yerleştirirken gözleriyle teşekkür etti; “beni büyük bir yükten kurtardın.” derken gözleri,

—Peki, sen bilirsin, dediğini duydu.

Keşke hiç bi’şey demeseydi, diye düşündü kıZ. Bunu da okumuş muydu A.dam, bilemezdi.

—Hoşça kal dedi sadece.
A.dam dönüp gitti. Arkasına bakmadı. Dönüp giden hiç kimse arkasında bakmamıştı bugüne kadar. Ve bugüne kadar bir tek A’nın gidişine üzülmediğini fark etti kıZ.

En çok M.lerin gidişine üzülmüştü. Sadece M. değillerdi üstelik. Biri K.M, diğeri F.M’ydi. Peki K ile F de gitmiş sayılır mıydı? K.M değil ama F.M çok şey götürmüştü giderken. F’yi, M’yi sildi alfabesinden.

B. vardı sahi. O da S.B.ydi. B’nin S.B olduğunu fark ettiği anda, tüm sevgililerinin iki isimli olduğunu da fark etmiş oldu. Az evvel giden A bile A.D’ydi. Güldü. B’yi de sildi.

G’nin gidişine bir kez daha üzüldü. Üzülmekte değil. İnceden kanar ya hani kabuk bağlamış yaralar... tam olarak böyle de değil. Yara izini görüp onun bir zamanlar acıdığını hatırlar ya insan... belli belirsiz... ne olduğu çok da önemli değildi o anda.
G’yi sildi...Silmişken yumuşak g.yi de silecekti, kıyamadı.
H.yi ölüm bile çıkaramazdı alfabesinden. Dün gece sabahın dördünde ateşler içinde yanan bedenine buzlu suyla kompres yapmaktan elleri uyuşmuşken bi’kez daha anlamıştı; babasına nasıl da kör bir aşkla bağlı olduğunu. Alfabesine Q’lar, ψ’ler, Д’ler eklenebilir, A’lar G’ler M’ler çıkabilirdi ama H. hep orada kalacaktı. İkinci bir H. olmasını da hiç istemezdi.

-Bir sorun mu var dedi uzaktan bir ses.
A. gideli boş oturuyordu. Dikkat çekmişti.
Yüzünün halini görseydi, “bir sorun mu var?” derken işin kastedilmediğini anlayabilirdi belki. Anlayamadı.

1 saat sonra işten çıktı. İstiklal’in hiç girmediği bir sokağında hiç tanımadığı bir barın taburesine oturdu. Sabah evden çıkarken çok güzel hissediyordu kendini. Şimdi tam karşısındaki aynada solgun bir yüz vardı. Tuvalete gidip makyajını tazeledi. Aynadaki solgun ifade yüzündeki boyalardan değil gözlerindeki yorgunluktandı. Tuvaletteki kadın elbisesini nereden aldığını sordu. Bu kadar güzel oluşuna ve fiyatına şaşırdı. Şımarıkça “eh mankeni güzel ne de olsa” derken aynadaki kendine mi, kadına mı göz kırpmıştı emin olamadı.

Barmen, “gittiniz sandım ama tazelenip gelmişsiniz” dedi.
O zaman bir margarita dedi.
Frozen? diye sordu.
On the rocks deyiverdi. Aslında tam olarak istediği çilekli frozendı. Aklından geçenleri okuyan bir kişiye daha tahammülü yoktu.

Güldü. Karşısındaki adamın kendisine gülüyor sandığını fark etmedi.

Çantasından not defterini çıkardı, arasından şirketteki defterinden yırtıp aldığı kâğıdı. Kalemini aradı, bulmak üzereyken barmen içkiyle birlikte bir de kalem servis etti. Kalem siyahtı ama reddetmedi. Güldü.

A,B,F,G ve M nin üstünü çizmişti. T.yi nasıl da unutmuştu. Nasıl silmişti ona ait anıları ki ilklerden olmasına rağmen en son aklına gelen oluyordu? T’nin üstüne bir çarpı koyarken fark etti ikinci bir adı olmadığını. İçkisinden bir yudum alıp, uzaktan baktı kağıda.

A.yı niye silmişti? Çünkü o da bir pixelmandi. Yok bu diğer pixelman’lere haksızlık olurdu. Onlara böyle dediğine üzüldü. A. bir pixelman bile değildi. M.ye bir çarpı daha koydu. Pixelman olan M.S. ydi tam olarak. Ve S, S.B’den sonra ikinci kez silinme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Güldü. İçkisinden biraz daha alıp kalemini parmakları arasında çevirdi. Hiçbir günahı olmayan S. ve E.yi silmemek için J ve I’yı sildi.

Çocukluk aşkı K. geldi aklına. Ve lisedeki S. hala en gizli şifreleri S.nin ve kendisinin lisedeki okul numaralarıydı. Ve hala en güzel aşklar platonik olanlardı. Büyükçe bir yudum daha aldı, platonik aşklarının şerefine.

Barmenin uzaktan kendisini izlediğini fark etti. Bi’şeyler yazıp çizerken niye herkes marslı gibi davranıyordu. Güldü. Karşısındaki adamın kendisine gülüyor sandığını fark etti. Umursamadı.

Müziği duydu. Durdu. Gözlerini kapadı.

“kaybettim yolumu, biri var mı, ışık var mı, zaman var mı?”


http://www.youtube.com/watch?v=ucoGHUE6lp0

Son yudumunu içti. Gözlerini açıp dünyaya dönünce alfabesinin en sonundaki Z.yle göz göze geldi. Z.yle cebelleşirken karaladıkları bile O’nu beklediğinin göstergesiydi işte. Z’yi saran, kimi keskin, kimi yumuşak sınırlarla çepeçevre kapsayan, katman katman bir O’ydu beklediği.

Z mavi, O siyahtı.

Barmen bardağını alırken dikkatle önündeki kağıda bakıyordu. Gülerek baktı adamın soru işareti gözlerine. “Adın ne dedi?” Margarita bu kadar çabuk çarpmazdı onu, şu sevmediği umarsızlığıydı kendi sesinden duyduğu.

M. dedi barmen şaşkınca. Umarsız, sesli, zoraki ama içten bir kahkaha attı. Hani romanlarda "acı acı güldü" dediklerinden.

İşaret parmağıyla M harfinin tam altından tutup havaya kaldırdı kağıdı.

—üzgünüm ama hiç şansın yok.

Bir an anlamadı adam. Sadece bir an. Bir nokta bir an sürseydi anlamamazlığı hesabı ödeyip çıkardı. Barmende büyükçe bir kahkaha attı.

—hepsi de aynı M değildir herhalde?

—yok canım, bir K.M biri F.M, biri M.S.

K’si,F’si,S’si olmasa da hepsi başka başka M’lerdi.

Elindeki boş bardağı kaldırıp “aynısından?” diye sordu.

—hımm. Aslında şöyle tatlı mesela çilekli bi’şeyler olabilir.
Komikti kadın milleti, tuhaftı. Hem istediğini illa dolandırarak söylerdi, karşısındaki düşünüp bulsun diye hem de adam aklını okuyunca ölesiye rahatsız olurdu.

—strawberry daiquiri?

—ne kiri?

Güldüler.

—bacardi sever misiniz?

"Mi siniz?" Çok kurumsal görünüyor olmalıydı. Sesindeki aynı resmi tonla ama Mi sin? diye sormasını tercih ederdi o soruyu.

—severiz dedi.

İçkisini beklerken H’sini süsledi. İşi bitince bara arkasını dönüp sırtını yaslayarak oturabileceği bir masa var mı diye baktı yavaş yavaş dolmaya başlayan mekana.

Barmeni elinde yine margaritayla görünce şaşırdı. Kırmızı pembe bi’şeyler bekliyordu.

-bunu karşıdaki beyfendi yolladı dedi.

Karşıdaki beyfendiler margarita yollar mıydı insana? Yüz yıl olmuştu karşıdaki bir beyfendi tarafından içki ısmarlanmayalı. Bunları düşünmeden önce cevap vermesi gerekiyordu. Beyfendiye baktı. Beyefendi kadeh kaldırdı. Viskiydi galiba içtiği. İçkiye değil adamın yüzüne bakacaksın salak dedi, içinden biri. Güldü. Hani günlük hayatta “ay sinirlerim bozuldu ondan gülüyorum” dediklerinden.

Barmen M.’ye doğru uzattı başını. M., şaşkınca eğilip kulağını uzattı.

-ismini sorsana dedi

M. nin gözlerindeki muzur gülüş bile yeterdi “iyi ki eve dönmemiş buraya gelmişim” demesi için.

Beyefendi şaşırdı.
Dönüşte,

-H dedi barmen listede az önce bu kadar şaşalı görmediğine emin olduğu H.yle karşılaşınca epey şaşırdı.

Adamın tipini beğenmedim, üstelik 1 seneye kalmaz kel kalır bu demedi de, ikinci bir H’yi göz göre göre sokamam hayatıma dedi içinden. Barmen M. H’nin arada derede kopkoyu, kapkalın olmasına bir anlam yüklemeye çalışıyordu hala. “H’nin yeri bambaşka bende, ikincisinin pek şansı yok" dedi, yüksek sesle.

Beyefendi H. bir kâğıda, bir barmen çocuğa, bir kıZa bakıp bakıp olanları anlamaya çalışıyordu.
“Eee?” der gibi baktı barmen M.

-Ne bakıyosun işte, nazikçe reddetmişim gibi yapsana. Usulü ne bu işlerin bilmiyorum ben.

Beyefendi H’nin margaritası geri gitti. Garson M’nin strawberry daiquirisi geldi.

Aynı şarkı bir daha çaldı.

“kaybettim yolumu, biri var mı, ışık var mı, zaman var mı?”

İçkisi bitti. Kağıdı katladı. Bir taksi tuttu.

İnsansız bir evde büyük bir şişenin dibini gördü, ay ışığında yalnızlığıyla uyudu, kâbuslarıyla sevişip, korkularıyla terledi o gece. Uyandığında unutmuştu... Bir aspirin içti. Geçti.




Read more...

Çarşamba, Temmuz 29, 2009

Rutin laci


Alışıyorum. Nasılda “tembel” bir duyguymuş bu alışkanlık. Bir o kadar da güzelmiş meğer. Hala çabalamam gerekirken ben nasılda kaygısız gezip, tozup alışveriş yapabiliyormuşum alışınca. Şimdi baktım da mayısta başlamış bu vaziyet. Giderek artıyor, kaplıyor içimi. Yani evet hala manevi olarak tatmin etmiyor beni yaptığım iş. Ve hatta maddi olarak da. Ama... Aması ne bilmiyorum. Alışıyorum işte. Yaptığım işe. Aileme. Başını sonunu, gidişini değiştirmeden ve değiştirmeye çalışmadan yaşamaya, alışıyorum.

Bir hafta sonu akşamı mesela. Cuma mı? Değil herhalde cumartesi akşamı. Akşamın geç saatleri. Birlikte yeni çalışmaya başladığım bir adam. Kafamızı bilgisayarlara gömmüşüz. Ben yeni bir raporlama mantığını çözmeye uğraşıyorum. Saat onda mail geliyor. İçinde kocaman kocaman excel dosyaları, o dosyalar bize diyor ki, daha gece onikiye kadar buradasınız gençler, hafta sonu diye erkenden kaçmak yok. Aynı mailin üzerinden bir mail daha “hadi kalk bi’şeyler atıştıralım bu gece uzun olacak.” Hiç cevap yazmadan “kalktım” diyorum yanına gidip, omzuna dokunarak. 3 gündür değil 3 yıldır birlikte çalışıyoruz sanki. Öyle bir alışmak, öyle bir benimsemek, kabullenmek hali ki üstümde ki tarifi yok.

Tost hamburger bi’şeyler atıştırıyoruz, havadan sudan şeylere gülüşerek. Yemekler bitiyor, terasa çıkacağız, o sigara içecek ben kahve. Masada iki tane küçük tepsi, 2 tane yaka kartı, 1 sigara paketi, 1 çakmak, 4 tane telefon var. Mümkün değil hem tepsileri hem ıvır zıvırları alamayız elimize. Tepsileri bırakıp geri gelsek, en 3 dakika zaman kaybı. Ki işimiz zaman artık 0:01:01 sn.nin hesabını veriyoruz o koca koca excellerde. O da bunları düşünmüş olacak, bir masadaki ıvırzıvırlara bir de bana bakıyor, tepsileri alıp “ben tabakları bırakırım” derken göz kırpıyor. Arkasından bakakalıyorum. Kalakaldığım epi-topu 3-sndir herhalde. Ben elinde tabaklarla mutfağa doğru giden muzur bakışlı genç bir adam görüyorum. Bu gördüğüm eski bir anı mı, gerçek olmasını istediğim yepyeni bir hayal mi acaba diye düşünemeden, arkasını dönüyor, “sen de masayı sil dermişim” diyerek gülüyor, güldürüyor beni, kontrolsüz bir kahkaha atıyorum. Etrafta kimseler yok. Olsalar da göremezler herhalde kafamın üstündeki düşünce balonunu. Görseler de bilemezler ki A.nın o balondaki noktalı boşlukları doldurduğunu. Terasta elimizdeki akıllı telefonların hangisi daha akıllı, tartışıp duruyoruz. “Blackberry bold’un trackballu Iphone’un dokunmatik ekranını döver ama Iphone’un internet deneyimi hepsine onbasar” diyerek anlaşıyoruz. “İnternet deneyimi ne biçim ifade lan” diye gülüşürken fazla oyalandığımıza kanaat getiriyoruz. Tekrar işe dönüyoruz. Asansörde beyaz gömleğinin düğmelerini incelerken fark ediyorum ki o, “tabakları” değil, “tepsileri bırakıyorum” dese olmayacaktı bunların hiç biri. Ve fark ediyorum ki, onunda böyle bir “eski anısı” olmasa tamamlamayacaktı o cümleyi “sen de masayı sil” diye.

Tekrar işin başına dönüyoruz. Exceller o kadar kocaman ki dahasını düşünecek halim yok. Unutuveriyorum. Yalnız 1 saat kadar sonra kafama bi’şeyler takılıyor. Sanki büyük bir hata var raporların birinde. Arkamdaki arkadaşa soruyorum, “hımm haklısın galiba, A.ya bir sorsana en iyi o bilir” diyor. A. da su almaya kalkmış. “Biri beni mi çağırdı?” diye damlıyor masaya. “baksana” diye başlıyorum. Bir elimde mouse hızlı hızlı geziyor sayfalar arasında, diğer elim ekranda bi’takım sayılar gösterip duruyor. Ve çenem hiç durmuyor. Önce öğrencisinin ne sormak istediğini çoktan anlamış, hevesini kırmamak için sözünün bitmesini bekleyen bir öğretmen ifadesiyle dinliyor. Dinlerken, gözlerini benden ve ekrandan hiç ayırmadan, masanın sağındaki çubuk krakere uzanıyor, yemeye başlıyor. Sanki o çubuk kraker paketi yüzyıldır oradaymış ve o da yüzyıldır her akşam gelip oradan çubuk kraker yermiş gibi bir hali var. Rahatlık? Samimiyet? Doğallık? Beynime sus komutu veremiyorum, altı üstü çubuk kraker yiyor adam! Ben cümlemi bitirince şaşırıyor bir an. Hakkaten bir hata var gibi. Çubuk kraker paketini tam aldığı yere bırakıp yaklaşıyor. Bir karış bile yok aramızda. İçime çekiyorum kokusunu. Teni, teri, belli belirsiz sabahtan sürdüğü aftershavein dip notaları doluyor içime. Boynundan öpmemek için ne alıkoyuyor beni bilmiyorum. Yoo biliyorum, diğerleri yüzünden öpmüyorum onu boynundan koklaya koklaya. Yalnız olsak neler olurdu bin tane sahne geçiyor kafamdan. Ve en çok böyle zamanlarda seviyorum kendimi. Kafamın içinde bunlar olup biterken, o’nun anlattığı hiçbir şeyi kaçırmıyorum. Sorunu çözüp, bana açıklayınca, tekrar doğrulup çubuk kraker paketinin dengesini hiç bozmadan birkaç tane daha alıyor içinden. “..........mış yani doğru mu anlamışım.” Elindeki son parçayı da ağzına atıp, “evvet aynen öyle” diyor. Çubuk kraker bitiyor, sorun çözülüyor. “eee çay yok mu ya?!”

Nasıl yani ya? Bir adam, bu adam bunu nasıl yapıyor? Neden yapıyor? Ne yaptığını farkında mı tam olarak? Değil tabi ki. Ben bile ifade edemiyorum ki bunu.

Eve bırakayım diyor. Yoo teşekkür ederim diye başlamışken düşünce balonum beni istanbul’da hiç kimsenin eve kadar bırakmadığını söylüyor. “niye hiç kimse bırakmaz mı seni eve, gizli mi senin kovuğun” diyor. Nasıl bir şaşkınlıksa gözlerimdeki gülüyor yine hınzırca. Yarın işin var mı?
Yok.
Bi’kahve içeriz o zaman.
Olabilir.
Haberleşiriz.

Haberleşmiyoruz. Ben aramıyorum. O da mail atmıyor. Sonra hafta başı, ‘aramadın’ diyor, ‘senden de ses çıkmadı’ diyorum. ‘E telefonun yok ki ben de ses vereyim.’ Haklı aslında. 1dk diyerek yöneticisini koridorda yakalıyor. Masadaki telefonunu alıyorum. Numaramı kaydediyorum. Geri dönerken telefonunu kurcaladığımı fark ediyor. ‘ben bugün kurumsalla toplantıda olacağım, haydi sana kolay gelsin’ deyip çıkıyorum. 10-15 dk. sonra mesaj geliyor. Mesajlaşıyoruz bir süre. Araşıyoruz. Şirkette pek karşılaşmıyoruz.

Aaa oldu gibi, sanki, galiba. Böyleydi diğ mi bu işler, demeye kalmadan...

Küt! Kesiliyor telefonlar. Bıçak bile değil, jilet gibi. Fol yok yumurta yok ilişki yok iletişim yok.

Hiç bi’şey sormuyorum. Bir süre selamlaşmıyoruz şirkette. Sonra bugün beni yalnız yemek yerken görüyor. Teklifsizliğinden eser yok, izin alıp oturuyor masama. Tatile çıkacakmış onu anlatıyor.

Alışıyorum. Bu adamlara bile alışıyorum artık. Acımıyor artık, acıtmıyor hiç biri. İşin kötüsü “lan ben de mi bir bokluk var” diye bile düşünmüyorum artık. Öyle bir alışmak işte. Artık hiç bi’şeyin eskisi gibi olamayacağını, mutlu kırmızıların benden çok uzaklarda olduğunu biliyorum artık. Kabullendim ve alıştım buna.
Alışıyorum. Uyandığım günün diğerinden farklı olmayacağını biliyorum ve bunu beklemiyorum ve buna alışıyorum


Ve hayır hiçte kötü değil bu alışkanlık. Üzülmüyorum artık. Değişmeye de gitmeye de çalışmıyorum. Sonrasını düşünmüyorum ve sorularımı azaltıyorum yavaş yavaş. İngilizce sınavını veremezsem beni neler bekliyor, bunu hiç düşünmedim mesela. Öylesine rahatım ki...
Gelişine vuruyorum bakalım. Bu sefer neler olacak?

Read more...

Perşembe, Temmuz 16, 2009

kancalı mavi

Bugüne dek kim bilir kaç yüz bin soru sordum.
Ve kim bilir kaç yüz bin yanlış cevap duydum.
Ve kim bilir kaç yüz bin sessizliğin içinde boğuldu sorularım.

Hepsi böyle bir yanıtı duymak içindi oysa...
Soranda mı acaba marifet, yanıt verenin yüreğinde mi bilemedim.
Bir cevapsız soru daha ekledim keseme, geçtim.




http://www.youtube.com/watch?v=pzbJUffY6Gk

Read more...

yeşil'le yüzleşme


Yıldızsız geceleri artık hiç yadırgamıyordu insanlar. Apartmanın kapısında anahtarını ararken yere oturup bunu düşündü bir süre. Hafiften üşüyünce kapıyı açtı, sessizce kapattı. Işığı hiç yakmadan asansörü çağırdı. Kapı açılınca, irkildi. Hiç tanımadığı bir kadınla karşılaşmayı beklemiyordu bu saatte. Gözlerini kadının gözlerinden ayırmadan tek bir adım atarak bindi asansörün küçük dar kabinine. Kapı kapandı. Yerinden hiç kımıldamadan, başını hiç çevirmeden düğmeye bastı. Gözünü kadının gözlerinden hiç ayırmadı. Hiç konuşmadı. Asansör durdu. Kapı açıldı. Bir adım geri çıktı. Işık sönmek üzereyken, 'ben seni nereden tanıyorum?' dedi. Kapı kapanırken kadının dudakları hareket ediyordu. Ne dediğini duyamadı.

Cebinden anahtarlarını çıkardı. Fazla şıkırdamasınlar diye, kapıyı açacak olan anahtarı baş ve işaret parmaklarının arasında sabitleyip, geri kalanları sımsıkı tuttu.

Kapıyı açınca yine gördü o kadını karşısında. Üzerindeki yeşil elbisenin aynısından onda da vardı. Kendisi giydiğinde bütün bakışları üstüne toplardı ama bu kadının üzerinde buruşuk penye bir gecelikten bile kötü görünüyordu güzelim tasarım. Onu süzdüğünü anlamasın diye göz göze gelmeden arkasını döndü. Kapıyı kapadı, anahtarları şıkırdatmadan kilitledi. İçinden cep telefonunu aldığı çantasını portmantoya bıraktı. Minik adımlarla usulca yatak odasına girdi.

Cep telefonunu makyaj masasının üzerine bırakırken yine karşısındaydı kadın. Dolunay olmasa da oda epey aydınlıktı. Gözleri loşluğa alışınca iyice baktı kadına. Çok eskiden tanışıyorlardı sanki. Hiç yabancı hissetmedi. Kadının gözlerine baka baka soyunmaya başladı. Boynundaki düğümü çözmesiyle kavak ağacının rüzgarla hışırdayan yeşil beyaz yaprakları gibi hışırtıyla süzüldü elbisesi bedeninden, ayaklarına. Elbisesinden kurtulunca daha baskın duydu tenine karışmış o yabancı kokuyu. Beğenmedi. Yarım yamalak iliklenmiş sutyenini çözdü. Omuzlarını öne doğru düşürünce kurtuldu askılardan. Parmak uçlarıyla ürkek ürkek dokundu bedenine. Boynuna, omuzlarına, iki göğsünün arasından göbeğine... hafifçe sağa sola kıvrılarak tek eliyle çıkardı külotunu.

Karşısındaki kadınla çırılçıplak bakıştılar bir süre. O bakışlarını çekmeden pes etmeyecekti. İlk çekmecen pamukla temizleyiciyi aldı. Pamuğu ıslatıp tek gözüne sürdü.
Bu kadın. O? Yok, mümkün değil olamazdı. O olsa ilk bakışta tanımaz mıydı hiç?

Diğer gözünü de temizledi. Güneşten yanmış bir cildin deri değiştirmesi gibi soydu attı maskesini. Aynada makyajını temizleyen bir kadının kendiyle yüzleşmesi değildi bu. sadece. Önce bütün gece olanları düşündü. Sonra içindeki huzuru. Arınmış, temizlenmişti artık içindeki intikamdan, nefretten. Yeni yıkanmış bir kahve fincanı gibiydi şimdi.
İlk zaman köpük köpük esmer bir aşkla dolmuştu içi. Yudum yudum boşalırken yüreği, o köpük köpük tutkudan geriye tatsız bir tortu kalacağını bilmiyordu daha. Kimi kuşa, balığa, kimi umuda benzetti dibinde kalan kara tortuları, kimi zamanda ucu asla açılmayacak kapalı bir yola. Evire çevire anlamlandırmaya çalıştı, köpüklerin ardında kalan birikintileri. Döne döne başladığı yere vardığını fark edince vazgeçti çabalamaktan. Ne zaman ki vazgeçti, o zaman mutfağı toplamaya gelmiş bir anne eli gelip akıttı içindeki kapkara telveyi. Duştan çıkıp geldiğinde yeni yıkanmış kahve fincanı gibi bembeyaz parlıyordu yüreği. Damağında şekeriz bir tat bırakacak köpük köpük sevdalara yeniden yer açmıştı içinde.

Aynadaki kadına baktı, o hala yıldızlı geceleri özlüyordu. Güneşin ilk ışıklarıyla uyurken sessizce yanıp sönen cep telefonunu görmedi.


Read more...

Pazar, Temmuz 12, 2009

hıRsız yeşil

Hayır hiç biri tesadüf değil bu olanların. Önce yeşil elbisemi çıkardım dolaptan. Ütülerken, kaçta orada olacağını öğrendim. Sonra kuaförde, sevgilinle olacağını.

En kırmızı rujumu sürdüm otomobilin dikiz aynasında. En masum bakışlarımı gözlerime, en edepsiz kahkahaları dudaklarıma.

Adamın biri bir içki ısmarlıyor önce. Yakışıklı ve nazik değil. Arkamı dönüp gidiyorum. Açık hava lacivert, boğaz köprüsü mavi.

Neden içeride duruyorsunuz bu güzel gecede bilmiyorum.

Omzumun üstünden tanıdık bir ses“hoş geldin” diyor. “seni görmeyi beklemiyorduk.”
“ne kadar güzelleşmişsin”ler uçuşuyor havada. “Çok yakışmış yeşil yanık tenine.” Tam duymak istediklerim bunlar. Parmağımdaki yüzüğü soruyor samimi bir merakla. Hınzırca gülerek değiştiriyorum konuyu. Yanıtı ‘hayır’ olan soruya ‘evet’ demenin en kolay yolu bu gülüşler. Yanıtı ‘evet’ olan sorulara ‘hayır’ demenin sırrı bakışlar.

Müzik hızlanıyor gece ısınıyor. Sevgilin kulağına bi’şeyler söylüyor. Küçük çantasını alıp kalkıyor sandalyesinden. Arkasından gidecek oluyorsun. Durduruyor seni. Yanında 3-4 kızla uzaklaşıyor.

Kulağıma eğilip bir şeyler diyor en son dans ettiğim genç adam. Tenime değiyor ve nihayet aşıyor etrafıma çizdiğim sarı çizgiyi. “Avına yaklaşmanın tam zamanı.”

İçeri girince anlıyorum neden dışarı çıkmadığınızı.
Masanız dışında etrafınız neşeli, o’nun yokluğundan istifade müziğe uygun sallanıyorsun içkini beklerken. Bara arkanı dönünce dans eden kalabalığın ortasında fark ediyorsun beni. Ben gülümseyene kadar bakıyorsun şaşkınca. Gülüyorum, gülüyorsun. Sana doğru gelirken kesiliyor yolum. Neşeliyim, hiç ummadığın kadar. Öyle diyor gözlerin.

Tanıdık bir Latin ezgisi çalmaya başlıyor. Bir zamanlar adımlarını birlikte çalıştığımız. Hiç kimseye hiçbir şey söylemeden çekip alıyorsun beni piste. Sen sonrasını zaten biliyorsun. Bilmeyenlere anlatalım.

Sevişiyoruz seninle. Herkesin içinde, müzikle, ritimle, tutkuyla sevişiyoruz. Sen gömleğinin kollarını kıvırıyorsun ben boynumdaki şalı atıyorum. Kan ter içinde sevişiyoruz kalabalığın içinde.

Hayır hiç biri tesadüf değil bu olanların.

Ben bilmediklerini anlatıyorum sana.

Müzik bitince bitiyor aşkımız. Sen beni elimden tutmuş terasa sürüklerken sevgilin giriyor tuvalet kapısından. Kenetlenmiş parmaklarından kurtulup bara dönüyorum.

Sarı çizgileri geçmenin rahatlığıyla “bir viski iyi gelir şimdi” diyor adam. İki kadehten birini uzatıyor bana.

Hayır geceyi onunla geçirmiyorum.

Sabaha karşı boğaz köprüsünde bir jip geçiyor sağımdan. Beyaz güllerle süslenmiş aynaları. Arka koltuğunda kahkahalar atan yakışıklı bir damatla, bembeyaz bir gelin. Ön tarafta sapsarı elbiseleriyle gelinin nedimeleri.

Solumdan da bir ambulans, bütün gürültüsüyle yol açmaya çalışıyor. Hemen arkasında dörtlülerini yakmış beyaz bir şahin. Direksiyonunda kaygılı bir çift göz. Sağ koltuğunda ağlamaklı genç bir oğlan. Ambulans basıp geçiyor. Beyaz şahinin OGS si var mı acaba diye düşünüyorum arkasından. Varmış, ceza ödemeden geçiyor.


Kimse “neredesin bu saate kadar” demiyor. Ve sen merak edip aramıyorsun. Oysa ben sırf bu açıklamayı yapabilmek için duş almadan çıkıyorum yabancı bir yataktan.

Hayır hiç biri tesadüf değil bu olanların. Bilmediklerini anlatıyorum sadece sana.
Asla bilmek, duymak istemeyeceklerini...

Read more...

Salı, Haziran 30, 2009

fiRuze

Bir mekân.
Büyük camlar. Küçük tekerlekler. Kocaman kanatlar.

Bir kadın.
Saçları kısa. Tırnakları ojeli. Yaşı genç.

Bir adam.
Aklı karışık. Yüreği buruk. Gözleri gururlu.

Bir kadın daha.
Elleri buruşuk. Elleri küçücük. Gözleri yaşlı.

Bir adam daha.
Göbeği şişko. Omzu sağlam. Gözleri ışıl.

Bir ses.
Gürültülü bir motor. Bir merhaba. Bir anons.

Bir el, havada sallanan.
Bir mendil, tüm yüzünü kapatan.

Bir şehir.
Özlenen. 2 yakalı, tek gözlü.

Bir şehir
Beklenen. Gürültülü, yüksek gölgeli, sakin ruhlu.

Bir bina.
Yeri bilinmeyen. Çok pencereli, büyük bahçeli.

Bir masa.
Dağınık, kalabalık,düzensiz.

Bir oda.
Kokusu şarap, rengi mavi, yatağı uykusuz.
.
.
.
Yıllar sonra O kadın.
Saçları uzun, tırnakları ojeli, gözleri genç.
.
.Bir dua. İlminden bir yudum olsun tatmayı, tattırmayı nasip et rabbim bize...
.

dibine not:369

Read more...

Pazar, Haziran 28, 2009

yıldızlı mavi


Gökyüzünde binlerce yıldızın olduğu şehirlerden geldim. Elimi uzatıp topladım onlarcasını, doldurdum ceplerime.

Giderken Aydın otogarındaki tostçuda doyurdum karnımı, ‘kelepir’ kitapevinden son bir kitap aldım. En yakın arkadaşımla güzel bir yemek yedim. Güzel bir şarap açtırdım, güzeldi çok, bir tane daha açtırdım. Saatim yoktu kolumda. Hiç görmedim akreple yelkovanın yarışını. Garson “bir tane daha?” dedi. S. “vaktimiz kalmadı, son otobüsü kaçırmayalım” dedi. “Peki o zaman bir dahaki sefere diyelim”. Öyle bir bakıştık ki S.cimle bir dahaki seferin belirsizliğini anlamak hiçte zor olmadı garson için. “Bugünün hatırına kahveleriniz benim ikramımdır.” dediğinde ağlamak üzereydik. “İyi ki varsın, seni seviyorum” du gözyaşlarını donduran. Gülümsedik huzurla. Zamanın yavaş aktığı bir şehirde hiç koşturmadan yetiştik son otobüse.

Y.yle konuştum yolda, kızdı habersiz gittiğim için. Haklıydı. Benden çok onun emeği vardı o diplomalarda. S. de haklıydı, M yerine Y’yi seçmiş olsaydım hayatım bambaşka olurdu. Y, S’ye selam söyledi, “istanbul’a geleceğim seni görmeye, çok özledim, dönünce haber ver” dedi kapatırken. Kapatınca “Neden olmasın?” dedi S. “Ben bile kendimden 5 yaş küçük biriyle birlikteysem, siz neden denemeyesiniz Y’yle?” S. 87’li bir çocukla birlikteydi. Evet kova erkeği olması bir sürü açığını kapatıyordu ama çocuktu sonuçta. “hadi lan 22 yaşında kazık kadar adam işte” derkenki kahkahası, bir zamanlar patlattığımız “30una gelmiş kızım bu adam, kart artık” kahkahalarımızı hatırlattı önce. Sonra kısa bir sessizlik. Sahi biz niye bu kadar uzun zamandır yalnızdık? İnsan neden en azından bir şans vermezdi bunca yıldır yanında olan, herkesin mumla aradığı, adam gibi bir adama? Aşktan başka ne “evet” dedirtebilirdi 5 yaş farka? Akreple yelkovandan kaçsa da insan sorulardan kaçamıyordu bir türlü, kendinden kaçamadığı gibi.

Bir Güllük sabahıydı uyandığım. Beyaz çarşaflar içinde sıcak, yapış, terli ve huzurlu bir güneşti gözlerimi açtıran. Derin derin çektim içime sükunetin kokusunu. Avuçlarıma doldurup koydum ceplerime.

Boş bir evde, Bin Jip’i izledim sabah sabah. Tatil planlarının arasında film izlemek yoktu, kitapların arasında Aşk ve Gurur’un olmadığı gibi. Ama gelip buluyordu seni duyman gereken cümleler.

Küçük kasabanın daha sezonu açmamış barında son kadehler doldurulurken Fairytale çalıyordu. Peri masallarına inanmayı unutalı kaç zaman olmuştu? Masallarda ki prenslerin prensesten küçük olma ihtimali yok muydu sanki? Öpüşmek unutulan bi’şey miydi, bisiklete binmekgillerden miydi? Evet, evet iyi sevişebilmek için sık sık pratik yapmak gerekiyordu ama bunun için sevgili sahibi olmak şart koşul değildi! Her kafadan başka ses çıkıyordu ve buna içilirdi.
En son üçü bir arada kadeh kaldırdıklarında “aşk bize iyi gelmediğinde uzak durabilmeye” demişlerdi. Hayat, pek garipti. Yelkenliler filan süzülüyordu uçsuz mavide, kelebekler beyaz elbiselerin eteğinde ölüveriyordu bir günü bitince ve ince kadehlerden duyulan şerefe çınlamalarının çook yıl hatırı vardı.

Beni Ankara’ya götürmese de Ankara’ya giden bir otobüsün 13 numaralı koltuğundaydım uyuduğumda. Yolculuğun tozlu keyifi vardı havada. Yanlışlıkla çekilen bir fotoğrafa hapsettim o havayı, koydum cebime.

Gelişimi neşeyle karşılayan “hoş geldin”e, giderken hayatındaki en zor sorulardan birini soracağımı bilmiyordum henüz. Karşılıklı esnerken sabaha öteledik sohbetlerin en tatlısını. 1 yaşına henüz girmiş bir meleğin kahkahalarıyla uyandım. “hayatım oğlana bakarsam hellim yanacak yok ‘peyniri illa kıvamında isterim’ diyorsan, Efe’yi tut yoksa çocuk alnını masaya vuracak” bağırışlarıyla hazırlanan bir kahvaltıydı ruhumu doyuran. Ve fakat baba ile oğul haftasonu gezmesine çıkınca anlaşıldı ki, hiçbir evlilik mükemmel değildi, hiçbir insanın mükemmel olmadığı gibi.

Ö ve M. el ele küçük Efe’nin pastasını keserken fotoğraf çekmeyi bıraktım bir an. Kimbilir kaçıncı mutlu karemizdi bu? 10 yıllık arkadaşlığımız boyunca doğum günlerinde, yıldönümlerinde, iddalaşmalarda ve mezuniyetlerde kaç pasta kesmiştik? Fark ettim ki 4 kişilik o mutlu karelerde Ö ve M hep birlikteydi, benimse neredeyse her karede yanımda başka biri vardı... Kalabalık dağılıp biz bize kaldığımızda, son bir kare daha fotoğraf çekildik. Yine 4 kişiydi karemiz. Ben, Ö., M. ve objektiflerden sıkılmış Efe...

Bir cumartesi gecesi İstanbul’unda aklıma geldi ceplerimin yıldızlarla dolu olduğu, aldım birkaç tanesini serpiştirdim gökyüzüne. Bir tanesi kayıverdi avuçlarımın arasından, “gidebilmek” dedim içimden sessizce... “Kendime gidebilmek.”

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP