Pazartesi, Aralık 31, 2007

yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl bizleRe kutlu olsun!




Sayılar, tarihler, takvimler değişiyor diye kutlama yapmak, hediyeler almak eskisi kadar anlamlı gelmese de güzel dilekler dilemekten imtina etmemeliyim değil mi?

Dilerim sağlıkla geçer bu yıl, bol kazançlı aylar, neşe dolu hafta sonları/hafta başları, mutluluk dolu günler ve aşk dolu dakikalarla bezeli olur 2008.

Dilerim “keşke”li değil “iyi ki”li cümleler kurarız bu yıl bol bol.

Haydi, toplan bakalım sayın deli, yeni bir başlangıç fırsatı daha! Sıfırdan. Topla kendini, hedeflerine gözünü dik ve koşmaya başla. Kaybedecek tek bir saniyen bile yok artık. Ne aşkla ne işle ne ailenle ilgili tek bir yanlış karar daha verecek kredin kalmadı artık. Haydi bakalım 10’ dan geriye...

Şerefe!
Şerefe!


Read more...

Pazar, Aralık 30, 2007

güz yapRağı saRısı

Parçalandım ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım diyor ya Candan Erçetin. İşte aynen öyle. Ama ben giden parçalarım yerine yenisini doğuracak güce, azme, yüreğe, dayanıklılığa işte her ne gerekiyorsa ona sahip değilim ne yazık ki.

Öngörümü kaybettim bi’kere. Artık yok böyle bir mekanizmam. Sararmış bir çınar yaprağı gibi savrulup duruyorum rüzgârda. Yere düştüğüm an biri basacak üstüme “çıt” diye paramparça olacağım.

Sırf düşmemek için tutundum birine. Beni yakalamasına, elimi tutmasına izin verdim. “Çok hızlı gidiyorsun” dedim “hayır” dedim ama durduramadım, durdurmak istemedim ki. İşime geldi. Yarın öbür gün “nereye, ne oldu, neden gidiyorsun?” dediğinde (ki diyecek, çünkü ben onda kalmayacağım, onla kalmayacağım, biliyorum) “ben sana demiştim” diyeceğim, “çok hızlı gelişti her şey ben yetişemedim olanların hızına. Şimdi bana izin ver, gitmeliyim” diyeceğim. Bak cümlelerimi bile hazırlamışım, hiç düşünmeden bir çırpıda nasıl yazardım yoksa. Ne korkunç bu yaptığım değil mi, karaktersiz, adi insanın tekiyim ben değil mi? Hele biraz daha geleneksel olursak ne kadar güzel küfürler var bana söylenebilecek... Peh! Oysa ben sadece bir bitter çikolata ısmarlatmak için şımarıklık yapabileceğim birisi olsun istemiştim yanımda, ne bileyim oyuncak mağazasında birbirinden komik maskeleri denerken aniden fazlaca yakınlaşmak o anın neye benzediğini hatırlamak istemiştim. Sadece biraz bira, biraz patatesten sonra koluma girip beni taksiye bırakan, eve vardın mı diye merakla arayan birinin varlığını hatırlamak istemiştim. Sadece biraz kontrolü elden bırakmak istemiştim. Sadece birazcık... desem inanacak mısın, hak verecek misin bana. Boşverseneeeee.

Beceriksiz, küçük, aptal bir kız çocuğuyum ben, asla büyüyemeyeceğim.

Read more...

sevgili gençlik


Can Yücel/SEVGİLİ GENÇLİK

Öyle parçalandım ki ömrümde sevgiyle öfke arasında
Sevgimi öfke vurdu
Öfkemi sevgi kaçırdı
İçim parçalandı arada

Bir de bigün baktım gökyüzüne, bir bayram gecesi
Bir kestane fişeği açmış yedi rengimden
Yağıyorum çocukların üstüne...

Read more...

Çocukların ebeveynlerinin evliliğine ilişkin boşanma davası açma hakkı olmalı. Evet olmalı.

Read more...

Cuma, Aralık 21, 2007

1 cümle, 1 cevap

Gelelim bugünlerde ev yemekleri yemekte olduğunu tahmin ettiğim Tuğçe’nin mimine. Severim ben böyle bir kelime bir işlem oyunlarını. Hatta itiraf edeyim bu günlerde sadece böyle bir kelime oyunuyla aklımı çeldiği için “noluyoruz yahuu” dedirten bir arkadaş var etrafımda. Neyse biz mim diyorduk aslında.

Ben küçükken; mutluydum. Kırmızı bir bisikletim vardı. Nasıl sevinmiştim ilk alındığında. Yıllarca bana dünyanın en büyük bahçesi gibi gelen bir bahçede bindim 3 tekerlekli bisikletime. Yıllar sonra “bak bizim ilk oturduğumuz ev burasıydı” diye gösterdiklerinde çok üzülmüştüm. Altı üstü 15-20 adımlık bir kapı önüymüş benim kırmızı bisikletimle dünya turu yaptığım yer. Sonra biraz daha büyüdüm iki tekerlekli bir bisikletim oldu. Siteye en yakın boş arsada babam öğretti dengede kalmayı, düşsem de yeniden kalkmayı. Bir gün o beni selemden tutmasa da iki tekerin üstünde rüzgâra karşı yol alabilmeyi. Yıllar sonra o boş arsaya benim 1.sınıfını okuduğum lise inşa edildi. Sahi arada bi’de Sindy bebeğim oldu. Gelin Sindy! Bir yılbaşında kocaman bir oyuncakçıda beğenmiştim. Annem “daha sonra alırız” diye kandırıp dışarı çıkarmıştı beni. Kalbimin yarısını orada bırakıp çıkmıştım. Yılbaşı gecesi bütün paketleri açıp bitirdikten sonra “aaa bunu unutmuşsun” dediklerinde ve paketi yırtıp açtığımda dünyalar benim olmuştu. Velhasıl ben küçükken; mutluydum

İlk kopyam; ilkokul birinci sınıftaydım. Öğretmen yazılı kâğıtlarını bizde bırakıp teneffüse çıkmıştı. Temiz çocuk olmanın şartları mı ne, öyle bir soru vardı. 6 tane madde yazıyordu ünite dergisinde. Bende ya 4 ya 5 madde yazmışım kâğıda. Aklıma takıldı son maddeler nelerdi diye. Hazır öğretmende çıkmışken açtım baktım dergiyi. “her sabah dişleri fırçalamak”tı hatta okuduğum madde. Onu okur okumaz sonuncusu da aklıma geldi. Ben de yazıp verdim kağıdı ve 100 aldım. Sonra şişko bir mert vardı, (aha aha şişko ve mert, başıma işler açacağı o yıllardan belliymiş haberim yokmuş) hoş ben de o yıllarda şişkoydum ya karıştırmayın şimdi orasını. Öğretmene şikayet etti beni 100 adlığımı duyunca. Ben yaptığım işe kopya çekmek dendiğini bile bilmiyordum. “Hatırlayamadım, o yüzden dergiyi açtım öretmenim” diye ağlamaya başlamıştım. Sonra ilkokulda bir daha hiç kopya çekmedim. Ortaokul lise ve üniversitede ise fırsatını bulursam hiç kaçırmadım =) ama ister inanın ister inanmayın ortaokul ve lisede her türlü bilgi hırsızlığını yapan ben üniversitede hep kopya veren taraf oldum.

Aslında ben; fazla sıradan biriyim. Hiçbir zaman kalabalıkta fark edilen, sokakta dönüp bir daha bakılan, ilk görüşte etkilenilen, tanışılmak konuşulmak istenen birisi olmadım. Fakat benimle biraz vakit geçiren (hemen hemen) herkes için ya vazgeçilmez ya da kesinlikle uzak durulması gereken biri oldum. Biraz ılımlı olmak gerekiyor sanırım hayatta. Biraz orta yolcu olmak, ortamlara ayak uydurmak gerekiyor bazen, bunu da yeni yeni öğreniyorum.

En saçma huyum; bazı insanlar benden nasıl davranmamı bekliyorsa öyle davranıyorum. Bunu bilerek ve isteyerek yapıp o bazı insanları mutlu ediyorum. Sonra başıma iş alıyorum tabi, “sen böyle yapmazdın eskiden”le başlayan kavgalara tutuşuyorum onlarla. Bi’kaç kez anlatmayı denedim, “demek ki kendinden taviz veriyorsun” dediler, kesinlikle öyle olmadığını anlatamamıştım o zaman. Burada da uzun uzun yazabileceğimi sanmıyorum. Garip bir huy işte.

Cep telefonum; 3210 yok pardon o ilk çıkan nokia’lardandı di mi, 3120 o zaman. Bataryayı çıkarıp bakmam lazım. Neyse işte renkli ekran, mms alıyor, maillerimi okuyor, toplama çıkarma yapabiliyorum. Uyuyacağım zaman sadece 3-5 kişinin aradığını duyup diğerlerini sessize alacak şekilde grup yapabiliyorum, doğum günü ve yapılacak işler için takvimi ayarlayabiliyorum. Bence yeterde artar bile. Cep telefonu yerine caka satın alanlardan değilim çok şükür. Ama PDA konusunda ciddi bir bütçe planlaması yapmıyor değilim =) o tamamen ihtiyaç.

Aşk dediğin şey; unuttuğumdur. Nasıldı, ne işe yarardı, adama neler yaptırırdı tez zamanda hatırlamak istediğimdir.

En sevdiğim blog; derseniz size şıp diye bir isim söylemem elbette. Ama şöyle diyebilirim readerım da 5 farklı blog klasörü var sırasıyla 1–2–3–4–5 isimleri. 1 ve 2. klasördekilerin hiçbir yazısını okundu olarak işaretlemem mesela. Okudum beğendim yazılarının çoğu onlar arasından çıkar zaten. Bir de tabi her fırsatta “canım, ciğerim, sevgili” vb hitaplarla seslendiğim blogdaşlarım var. Okuyan biliyor hepsini zaten. Tek tek isim vermeye yok hacet.

Efenim bu konuda da paslarımı Maybe’ye, Hüseyin’e, Gregor Samsa’ya ve ne zamandır sesi soluğu çıkmayan Elif’ciğime atıyorum.

Oh be! Bu da bitti.

Ben şimdi Sevgili Dünürüm seyredeyim, yarın da işe gideceğim. Haydi size iyi bayramlar, iyi tatiller.

Read more...

güncemin hayatımdaki yeRi

Efenim uzun zaman oldu sözümüz var hem Tuğçe’ye hem Ümit’e. Sağolsunlar kendilerine "iyi halt ettiniz" dediğim halde beni blogdaşlıktan men etmediler. Ben de arayı fazla uzatmadan yazayım artık. 10 aralık’ta ilk pası atan Ümit. Konumuz blogun hayatımdaki yeri.


Ben yazıp bitirene kadar canım Turuncu'cum da mimlemiş beni. Sıradaki yanıtlar onun için de gelsin efenim...

1- Blog yazmaya ilk defa nasıl başladım?

“biR delinin güncesi” su yüzüne 2007 Ocağında çıktı. Hatta ilk yazının tarihi 21 ocak. (Kova burcuyuz yani =)) Bu tarihi özellikle seçmiştim galiba, net hatırlamıyorum. Çünkü sanal âlemde yazmaya 2006 ortasında sosyomat’ta başladım. Orada tanıdığım pek çok insanın bloglarını okurken ben de bir blog oluşturmaya karar verdim. Ama hali hazırda sosyomat’ta yazıyor olduğum için bu işi hep erteledim. Sonra 2007 başında beni sosyomat’tan kovdular, ben de güncemi halka açtım =)

2- Blog yazılarımın konusu belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum? Yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?

Başlangıçta mesaj kaygılı yazılarım oldu, aslında hala zaman zaman mühim meseleler hakkında yazmak istiyorum ama kapıda “biR delinin güncesi” yazarken pek olmuyor, daha doğrusu içime sinmiyor. Galiba içimden geldiği gibi değil, içimden taştığı gibi yazıyorum diyebilirim.

3- Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?

Hımm. Soruda ne kast edildiğini tam olarak anlayamadım aslında. Yani elbette feragat ediyorum. Zaman ayırıyorum bu iş için. Yazdıklarımı 2-3 kez kontrol edip öyle yayınlamaya çalışıyorum. Resim, foto vb. ekleyeceksem “işte tam da bunu arıyordum” dediğim görseli bulana kadar geziniyorum. Bazen kendim fotoğraf çekmeye çıkıyorum blog için. Çoğu zaman onları beğenmiyorum. Readar da 50 den fazla blog yazısı birikti mi huzursuz oluyorum. Okunacakları bitirmeden yazarsam blog küreye ihanet edecekmişim gibi hissediyorum. İşi gücü bırakıp blog okuyorum. Hatta bugünlerde iş yerinde blog okuyamadığım için kendime bir PDA almayı bile düşünüyorum. Bunlar feragat sayılıyorsa, evet gün içinde bazı şeylerden feragat ediyorum.

4- Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?

Eeööö, dürüst olayım bir ara oldu böyle bir dönemim. “Her gün yazmalıyım, her gün daha fazla insana ulaşmalıyım” gibi bir dürtü geldi ve fazla kalmadan geçti. Yazdıklarımın internetteki Türkçe içeriğe bir katkısı olmadığı aşikâr lakin “mahallenin delisi” olmamın kendimi keşfetme, dünyayı algılama yolculuğum sırasında bana yaptığı katkıyı birimlerle ifade edemem. Hem yazıyor olmanın hem de bir şeyler yazabilmek için kendimi sürekli okumak zorunda bırakmamın benim gelişimimde/değişimimde yeri çok büyük.

5-Blog yazmayı daha ne kadar sürdüreceğim?

Bak bu soruyu sevdim. Çooook uzun vadeli olmasını dilediğim bir hobi benim için güncem. Şöyle bir 20 yıl sonra mesela, bu yazıya link verip, “bakın taa o zamanlar demiştim ben, uzun vadeli olacak bu iş” demek istiyorum. Ne bileyim daha daha ilerleyen yıllarda mesela kızımı yaptığı bir yanlıştan dolayı eleştirince, “hey anneeee şimdi bol keseden atıyorsun ama bak ... tarihinde sen neler neler yapmışsın, hatırlatırım, alooo” diyebilsin istiyorum. Niyetim fena yani blog yazma konusunda, kısmet artık göreceğiz...

Efenim sıra geldi sobeleme faslına; öncelikle gizemini korumakta büyük bir ustalık sergileyen medae cezire’yi sobeliyorum. Umarım beni okuyordur.

Sonracığıma acemi blogcu Piel Roja’nın, daldan dala konup sonunda yuvaya dönen sevgili Rehavi’nin ve de Arzın Merkezine Yolculuk’un bu sorulara verecekleri yanıtları merak ettiğimi beyan ediyorum.

Haydi bakalım sıra sizde, top benden çıktı!

Read more...

Perşembe, Aralık 20, 2007

bayRamlık Rugan pabuç kıRmızısı

Başucumdaki kırmızı rugan pabuçlarımı giyerdim uyanır uyanmaz, pijamaların altına. Bayram kahvaltısını kurardı annem. Dikdörtgen bir masamız vardı mutfakta. Uzun kenarlarından biri duvara dayalı. Kısa kenarlarında karşılıklı annemle babam oturur, diğer uzun kenarda kardeşim ve ben yan yana. Bayram, Pazar ve her türlü tatil sabahı kavga ederdik kardişle, babama yakın köşede kim oturacak diye. Çünkü o oyunlar yapardı illa. “eveeet aç bakalım ağzını, daha büyük daha büyük, boşuna mı sürdüm ben bu kadar çikolatayı”, “hımm, bu tahin pekmezli dilim kime gidiyor bakalım, bardağındaki sütü kim çabuk bitirirse onaaaa” şimdi düşünüyorum da ikimize de aynı oyunları yapardı aslında. Çocuk aklı işte, sadece ona yakın olana veriyor zannerdik yağlı ballı lokmaları. Sonra dişlerimizi fırçalayıp giyinirdik, annem saçlarımı örerdi, salonda toplanır bayramlaşırdık. Babam her seferinde, “o kadar alış veriş yaptık yahu ne harçlığı” derdi, iki dakika sonra vereceğini bilsek de her seferinde üzülüp surat asardık. Bayramlar o zaman bahara denk gelirdi, montlara atkılara sarınmazdık, bayram sabahları efil efil elbiseler, etekler giydiğimi hatırlıyorum. Şimdi kucağında çocuğuyla kayınvalide, kayın peder ziyareti yapan arkadaşlarımla apartman bayramlaşmasına çıkardık. Zemin, 1 ve 2. kattaki herkesin zili çalınırdı, tam 12 daire. Sonra asansörle sırayla 5,6 ve 8'e uğranıp diğer apartmana geçilirdi. Ben elinde torbayla hiç bilmediği kapıları çalıp bütün gün “iyi bayramlaaaar teyzeeee” diyen, akşama karın ağrısından kıvranan çocuklardan ol(a)madım hiç. Elbiselerimi kirletmeden, mümkün olduğunca harçlık almadan, site dışına çıkmadan ve fazla oyalanmadan eve dönmemi tembihledi annem hep bana. Tanıdıkları bitirip dönerdik eve, sonra da ver elini dede, babaanne, amca, teyze ziyaretleri.

Nerde o eski bayramlar demeyeceğim, olsa olsa çocukluk özlemi bu. Artık bayram sofralarında palyaçoluk yapma görevi benim mesela: “kim ağzını daha kocaman açarsa ona gidiyor mide ilacıı” , “hımm valide sultan sütünü içmemiş hala, kalsiyum hapına geri dönmek isteyenler mi var aramızda yoksa?” , “sayın merkez bankası omleti beğendiyseniz, şu bayram gezmelerindeki benzin masrafları için 0 faizli bir kredi açsanız diyorum, hem bu durumda bir dilim fazla baklava ve duble porsiyon kavurma için mutfaktan geçiş izni çıkartabilirim size, ne dersiniz?”

Pile pile elbiselerin, eteklerin üstü kat kat montlarla örtüldü artık. Kapı kapı gezme âdetini unutalı kaç yılı oldu, saymadım. Artık kapıya gelen ve gözleri parlayan veletlere ben harçlık veriyorum. Minik keselerin içinden gelen bozuk para sesini duyunca aptal oluyorlar birden. “Aa harçlık mı bu abla”, “ver elini öpcem valla, boşver çikolatayı”, “apla be, sağol ya lunaparka giderim ben bununla biliyon mu?”, “sen seneye de burada mısın be yaa” dediklerinde de ben aptal oluyorum her seferinde. Artık çıkarken saçlarımı örmüyor annem, kuaförle bayramlaşıyoruz onun yerine. Sonra hep birlikte çıkıyoruz yine evden ama artık ilk durak mezarlık ziyaretleri, gezilecek eskisi kadar kapı yok üstelik kimi tatilde, kimiyle çoktan ipler kopmuş, köprüler yıkılmış. Değişmeyen tek şey kırmızı pabuçlar galiba. Bir de Barış Manço’nun “bugün bayram” şarkısı. Ama onlar bile eskisi gibi değil, pabuçlar belki kırmızı deri, belki siyah süet, “bugün bayram”sa şen şakrak bir bayram şarkısı olmaktan çok “sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki, yalnız sen anlarsın” diyen hüzünlü bir ağıt...

Yine de güzel bayramlar. Hala sağlıklıyken ve bir aradayken kıymetini bilmek lazım.


Read more...

iyi bayRamlaR

Fiii tarihinde gelmiş bir FW mailmiş bu aşağıda ki dua. Okunmamış 2bin bilmem kaç mailin arasında öylece durmaktaymış. Ben bambaşka bir maile ulaşmaya çalışırken gmail seçtiğim anahtar sözcük için bu maili de gösterince dikkatimi çekti. Mübarek günlerde edilen dualar daha makbul oluyordur belki. Hem bayramınız kutlu olsun, hem dualarınız kabul olsun efenim. Neşeli, mutlu, huzurlu nice bayramlara erişmek dileğiyle...

Sevdiğim kim varsa, kendim de dâhil, sevebileceğim herkes de dâhil...
Sağlığı iyi olsun. Kalbi ritmini çalsın.
Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun. Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın.
Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın.
Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.

Sevdikleriyle bir arada olsun. Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın.
Lafları birbiriyle başlasın.
Nesi varsa, bölüşecek biri olsun; nesi yoksa bulup getirecek biri olsun.
Bu birileri az ama öz olsun.
Bazıları dünyada tek olsun. Sevgisinin tamamını harcasın.
Harcasın ki, ona büyük bir miras kalsın.
Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun. Onun yeri ayrı olsun.
Onu soysun, başucuna koysun ama yalan uydurmasın.
O her şeyine, her haline tek tanık olsun.
Bir hareketiyle güldüren, bir hareketiyle ağlatan olsun. Duyguların hepsi onda olsun.
Kalbi buna teslim olsun. Bütün şarkılar onu anlatsın.
Âşık olsun, sırılsıklam olsun. Kurumasın.

Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun.
Başarının gerçek adının bu olduğunu unutmasın.
İbadet eder gibi, bu keşfini her gün yeniden kutlar gibi, onu yapıp dursun.
Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün.
Daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün.
O başkalarının bunu gördüğünü, dış gözüyle görsün, iç gözüyle işine baksın.

Neşesi bol olsun. Kendini mutlu etsin, durduk yere neşelenmek nedir bilsin.
İçinde bir şey durup durup zıplasın.
Duydukları, gördükleri onu gıdıklasın, kahkaha attırsın.
Gürültü çıkarsın. Saçma şeyler söylesin.
Çocuklukta en şımardığı ana, sık sık gidip gelsin. Nereye gidip geldiği bilinmesin.

Değiştirmek istedikleri değişsin. İçte ve dışta, iyi günde ve kötü günde tadilat yapsın.
Eskilerini atsın, ruhunu havalandırsın. Kapıda hep kamyonu dursun.
Dilediği yere taşınsın.
Kendinden taşınmak isterse, içindeki güç, dışındaki sevgi ona yardımcı olsun.
Bileği, bütün alışkanlıklarıyla, bağımlılıklarıyla güreşsin. Birşey ona sürpriz olsun.

Günlerinden bir günü, bir pakete sarılı olsun.
Açılınca, içinden hiç beklemediği güzel bir haber çıksın.
Bu gün üçyüzaltmışbeş'ten herhangi biri olsun.
Öylesine bir pazartesi, arkaya kavuşturduğu ellerinde, unutulmaz bir salı saklasın.
Öyle tahmini mümkün olmayan bir şey olsun ki bu, hayatın zekasını anlatsın.

Bir hayali gerçek olsun. Bir hayale gözünü yumsun.
Peşinden koşup, onu sobelesin. Hayalini kendinden saklamasın.
Bir çizgi filmde olduğunu, her şeyin mümkün olduğunu unutmasın.
Bu duayı okusun. Kendi sesiyle duysun.
Duası gerçek olsun. Her kelimesine şükretsin.
Tek satırına nazar değmesin.


Read more...

Pazar, Aralık 16, 2007

unutamam / enbe & mustafa ceceli

Şimdi ben bu şarkı için "sakın dinlemeyin" diyeceğim, tık diye play'e basacağız hep beraber. Bari şöyle diyeyim; "kapatılmamış defterler, açık yaralar, küllenmemiş korlar varsa hala mazide bi'yerde dinlememek lazım bu şarkıyı. Çok fena yapıyor, çok..."

Kısaca: Söz-Müzik: Sezen Aksu desem


dibine not: sandığım kadar içli bir şarkı değildir belki de, belki de epey vasattır, bir de kandaki alkol miktarı otomobil kullanmaya müsaitken dinlemek lazım.

en dibine not: bu yazı da kendini imha edebilir her an. etmeyedebilir, hiç belli olmaz.

Read more...

Cuma, Aralık 14, 2007

hayalci pembe

Ümit ve Tuğçe beni mimledi. "İyi halt ettiniz" desem kızmazlar bilirim, o kadar hatırımız var değil mi? Yazacağım söz. Uzun uzun yazacağım her ikisini de çok geçmeden, ne zaman bilmiyorum. Çünkü önce benim yeniden yazılmam gerekiyor. Çünkü, yanlış bir öyküdeyim.

Ne bileyim; şekerden evi görmüş külkedisi gibiyim. Ne yol bilirim ne iz, koca evin şekerden olması umurumda bile değil, pabucumun tekini getirecek prensi bulacağımı sanıyorum ekmek kırıntıları takip ederek.

Ya da devler ülkesinde kaybolmuş pamuk prensesim. Ay bunun da prensi var di mi, prenssiz masal kahramanı yok mu hiç? Heh buldum kırmızı başlıklı kız! O da bildiğin aptal yahu. Tra lala tra lala dolanıyor ormanda, sonra da yok senin gözlerin niye büyük, ellerin niye kıllı?

Teyzoş'um bana tümecikleri anlatırdı. Bilir misiniz tümecikleri? Ben diyeyim teletubbiler gibi, siz deyin pokemonlar gibi canlılar. Yani ben öyle hayal ederdim işte. Hiç sormadım bizimkilere bu tümecikler ne ayak, ne yer, ne içer, nerede yaşarlar diye. Onlar da uydurup uydurup anlattılar senelerce.

Şimdi yine gelip uyduruk masallar anlatsa birileri. İnansam ona, kansam, güvensem mışıl mışıl uyusam dizlerinde...

Hımm ben uykusuzum diye oluyor bütün bunlar galiba. Gidip yatsam isabet olacak.

Read more...

kaRaRsız saRı

1) Alkol tehlikelidir.
2) . . .
3) . . . .

Okuduğumuzu anlayalım: Her kuşun eti yenmez, kumru bir kuş değildir.

Bu 4 cümle her an kendi kendini imha edebilir.
Bu post kimseye zarar vermeden kendi kendini imha etmiştir.

Read more...

Pazar, Aralık 09, 2007

biR pazaRlama unsuRu olaRak "aşk"

Aşkın reklamı da böyle oluyor demek ki.



Ben daha çok haber sitelerinde rastlıyordum bu tip reklamlara. Siz de görmüşsünüzdür mutlaka altı çift çizgili otomobil, banka vb. sözcükleri. Fareyi üzerine getirince yukarıda ki gibi bir görüntü çıkıyor, tıklayınca da hop reklamı veren internet sitesine ışınlanıyorsunuz falan.

Bu görüntüye bugün karakutu.com da gezinirken rastladım. Büyük hayal kırıklığına uğradım açıkçası. "Aşk"ın reklam için anahtar sözcük olması bir yana, ona doğru yaklaşınca çıkan o 5 taş yüzük hakkaten sinir bozucu. Bu mudur yani aşk? Tek taş, 5 taş, çok taş mıdır? Taş mıdır? İlla meta mıdır yani?

Reklam aşklarına alışmıştık da, aşkın reklamı olmadı yahu..


Read more...

deRin mavi

Taslakların arasında 3 tane yarım taslak var,. İlkini yayınlamış olsam, diğerlerini de tamamlayıp yayınlardım ama ilkini yayınlayacak cesaretim olmadığından, onunla alakalı diğer gelişmeleri de yazıp yazıp kaydetmişim. Neden böyle yapıp duruyorum?

1)Kendimle cebelleşmekten sıkıldım, bıktım (ama cebelleşme ortamları yaratmaktan geri durmuyorum)

2)Yaptığım şeye ilk yazıda “delilik”, ikincisinde “kötü bir iş”, üçüncüsünde “aptallık” demişim (ben bile ne yaptığıma karar verememişken, anlamlı cümlelerle olayı ifade edebilmem pek mümkün görünmüyor)

3)Tamam, kişisel ve içsel tarihimi kayıt altına alma fikri hala benim için çok önemli lakin zayıflıklarım özellikle kadınsı zaaflarım hakkında konuşabilecek kadar “cesur” değilim henüz. 2,5uncu kez yenildim demek bile, büyük bir başarı olur benim için.

Sanırım Hülya Avşar’ın bir röportajında okumuştum ya da tv.de söylemişti “daha iyisini bulmak en büyük intikamdır.” diyordu. Haklı kadın. Eğer kuyruk acısıyla bittiyse bir ilişki (kuyruk mu, acımak mı, ben mi?) daha iyi bir intikam olamaz kadın açısından. Adam için de öyledir belki, bilemeyeceğim. 5 yıldan fazladır görmediğim, hiçbir şekilde görüşmediğim birisi var mesela ona sormak lazım. Neden feysbuk hesabını açar açmaz 3. arkadaş olarak beni ekledi, sonra ben nereden tanışıyorsunuz kısmına, 'bir dönem birlikte takıldık ama şimdi görüşmüyoruz' yazınca listesinden sildi ve şimdi 2 kez reddettiğim halde neden hala arkadaşlık talebi yolluyor? Yatak odasının duvarına asmak üzere çektirdiği düğün fotoğraflarından oluşan kocaman bir fotoğraf albümü olması olabilir mi sebep? Dedim ya bilemiyorum. Onu düşünecek halim de yok açıkçası, kendi bataklığımda boğulmakla meşgulüm ben. Önce kendi yenilgilerimi hazmetmem gerekiyor. Hımm bu bile bir adım sanırım. Yani kendimi aptallıkla suçlamaktan vazgeçip sadece “yenildim” hatta “yanıldım” diyebilmek. Diyebiliyor muyum acaba gerçekten... "Yenildim"den ziyade yanıldım diyebiliyorum, evet. Hoş insan üste üste 2,5 kez yanılır mı o da ayrı dava ya, şimdi karıştırmayalım hiç.
Hala intikam derdinde olduğumu da sanmıyorum aslında. Aylar var ki aklıma bile gelmiyor, nerede, ne yapmakta sormuyorum hiç kimselere. Ama sanırım derdim intikam olmasa bile ardından hala doğru dürüst bir şeyler hissedemediğim için kızgınım.

Amaaan neyse işte. Eğlenceli bir oyun oynadım, eğlendim bitti. Geçmişle gelecekle bağlantı kurmanın hiç gereği yok. Yaptığım şey, ne delilik, ne kötülük ne de aptallık. Hem artık aptal sarışın olmaya karar verdiğime göre bundan böyle yapacaklarım için aptallık sıfatını kullanmakta hiçbir beis görmemeliyim değil mi?

---

Garip bir sakinlik çöktü üzerime şu anda. Niye kurcalayıp duruyorum ki ilişkileri bu kadar. Hani beklentileri minimuma çekmiştim ben. Niye şimdi düşündüklerimin tam tersini yapıyorum ki? Bırak işte, nasıl olsa her şeyin bir zamanı var, sen ne yaparsan yap değiştiremiyorsun bazı şeyleri. Hiç aklında var mıydı bu iş değişikliği mesela. Sen o telefon gelmeden 2–3 gün önce valiz toplama hazırlıkları yapmıyor muydun? Yapıyordun. O olmazsa B planın, 2008 ortasında ama yine de “gitmek” değil miydi? Kesin gözüyle bakmıyor muydun yeni maymunlar seçmek için yapılan o küp testinden en iyi sonucu alacağına. N’oldu? Maymun kadar olamadın. Bir sürü tesadüf ve başın zonk zonk ağrırken çalan bir telefon her şeyi değiştirdi. Ne valiz kaldı, ne plan. Hoop en başa döndü birden, taaa 2005 Kasımına.

Üstelik daha da geriden başladın bu kez yarışa. Arada geçen 2 yıl seni geliştireceğine köreltmiş, tokat gibi çarptılar bunu suratına. Ama ne dedin kendine. “başlamak için hiçbir zaman geç değil” dedin, “ben yolun kenarındaki çalı bile olsam, en gür, en canlı, en renkli çalı olacağım” dedin, “bundan çok daha fazlasını ve iyisini yapabilecek kapasitedeyim, kendimi tanıyorum o yüzden şu anda tek ihtiyacım olan biraz sabretmek” dedin. Ve bunları söyleyeli daha 15 gün olmuşken, yine söylenecek, hayıflanacak, üzülecek bi’şeyler buldun kendine. Durduk yere oyunlar başlattın, çuvalladın, durduk yere kendine kızdın, üzüldün. Ne gerek var, azıcık sabırlı ol. Azıcık inan kendine, azıcık çabala, mücadele et bakalım.

Not defterine bak mesela ne demişsin bi'kaç gün önce: İnsanın kendi kendiyle savaşı kadar yorgunluk veren bir eylem daha var mı yeryüzünde dersin? Bence yok. Çocuk falan büyütmedim, hatta tez yazacak cesaretim olmadığı için über siber sonik masterlar yap(a)madım, taş taşımaktır, inşaat ameleliğidir bir yana, yazdan yaza köye gidip (ki benim köyüm de yok) ne bileyim çay ya da tütün toplamışlığım, günebakan dövmüşlüğüm bile olmadı bu yaşıma kadar. Benim becerebildiğim o basit, kolay, sıradan aktivitelerin (yemek yemektir, uyumaktır, eh işte arada bir okumaktır, mepe3 çaların ya da bilgisayarın düğmesine basmaktır) ardından bu “kendimle cebelleşme” haline dünyanın en yorucu eylemi etiketini yapıştırabilirim gönül rahatlığıyla.

Cebelleş bakalım kendinle birazcık, senin daha bilmediğin kim bilir neler var içerde, o korkak küçük kızı bile çıkarabilirsin belki büzüştüğü çemberden. Hem bak ne diyor 4 aralık tarihli Radikal’de günün sözü olarak:

Bir insan kendi ile kavgaya başlarsa değerli bir adam olduğuna inanabilir.Browning

Haklıdır belki, dene bakalım...

Read more...

Perşembe, Aralık 06, 2007

şiddetli moR

Yazmıyorum. Çünkü yaşamıyorum. Buradaki ilk günümde “hangimiz yaşıyoruz, hangimiz yazıyoruz kim bilebilir” demiştim. (artık sadece profilde yazıyor galiba) Şimdi hiçbirimiz yaşamıyoruz, ben de yazamıyorum.

Siz iyisi mi şuraya bir göz atın: http://www.saynotoviolence.org/

BM ve Nicole Kidman var işin içinde ama bunu bile açıklamaya mecalim yok. Konuyla ilgili haberler Cnn türk’te, Radikal’de, Hürriyet’te ve Gazeport’ta mevcut.

Levent Yüksel var ya (hani Sertap’ın eski kocası =)) Sultan Süleyman’ı çok güzel söylüyor, 1 milyon kez üst üste dinleyebilirim. Ve evet mübalağa etmekte oldukça başarılıyımdır...

Y.cim sağ-salim döndü. Şimdi 12Aralık'ta son askerimi göndereceğim. O da gelsin vefalı bir arkadaş olarak "itinayla asker beklenir, moral destek verilir" görevimden istifa edeceğim. Kardeşimde önümüzdeki 5 yıl içinde (ve aslında çok daha uzun vadede) gitmemek için gerekli her işlemi yapacağından, artık askeriyeyle ve postanelerle ilişiğimi kesebilirim. Zaten artık vefasız, kaprisli, burnu havada ve de şapşal bir kadın olmaya karar verdim. Aptal bir sarışın bile olabilirim her an, yolda görsen tanımazsın yani...

Gördüğüm herşeye ilk kez karşılaşmış gibi saf saf bakmak istiyorum mesela hiç bir işimi kendim halletmek istemiyorum artık, "ay o şimdi beceremez, dur ben halledeyim" diyebilirler arkamdan hiç sorun değil. "Aman bırak ya o kendi kendine halleder nasılsa" demelerinden iyidir. Madem gönül kaçanı kovalıyor, madem "gönlünü gün edeni sevmez sevda" (ben 3 kez falan dinleyince anlayabildim bu Mustafa Sandal şaheserindeki gizli manayı, anlayınca da hemen cümle içinde kullanmak istedim) madem böyle açık açık, adam gibi, kadın gibi, insan gibi yüreğindekini söyleyince metabolizması bozuluyor bu Y kromozomların, tamam! Ben de artık oyunu kuralına göre oynayacağım.

Gelin ulan sırayla,

NEXT!

Read more...

Pazar, Aralık 02, 2007

1 günlüğüne kadın olmak

izlemelisiniz... gerçekten etkileyici!

Read more...

sıkıcı gRi

Hayır, durum raporu vermeyeceğim, yaşıyorum işte. Sıradan, basit, makul, bilindik öylesine veya değil, yaşıyorum işte. Yaşıyorum ama yazmıyorum çünkü okuyamıyorum. Çünkü normal iş yerlerinde adı üstünde filtreleme için kullanılan websense şeysi, bizim oralarda küllen internete erişimi baltalamak için kullanılıyor. Birkaç haber sitesi, gazeteler (ki bazılarında yazarların arşivlerine ulaşmak da mümkün değil, sadece o günkü yazısını okuyabiliyoruz), bankalar (ki online borsa takip zımbırtılarına ulaşmak da mümkün değil) resmi web sayfamız, rakip firmaların web sayfaları (“lar” dediğime bakmayın, bir elin parmakları kadar bile rakip yok ne yazık ki) dışında hiçbir yere ulaşamıyoruz. Zaten ekşi sözlüğe ulaşabileceğimi düşünmüyordum ama bloglara, kişisel blog sayacıma ve daha da fenası readerıma ulaşamadığımı gördüğümde başımdan aşağı kaynar sular döküldü resmen. 3-4 gündür IT’ci birilerini bulmaya çalışıyorum. En azından şu readerı ayarlamanın bir yolu olmalı değil mi? Bakalım artık Salı günü biriyle tanışacağım, umarım bu işler konusunda yetkili biridir. Yoksa artık ilk iş bir PDA mı olur blackberry mi olur, direk laptop mu olur bi’takım zımbırtılar taşımaya başlayacağım demektir. (pahalı bir hobi olmaya başladı bu bloggerlık galiba =))

Aa sahi şu alttaki yazı var ya “keskin lacivert” ne komik di mi? İnsan hiç sevdiklerini kategorize eder mi yaaa? Olacak iş mi bu? Ne o öyle devlet dairesi gibi, evrakları tamamla öyle gel. Şu olmadan bu olmaz falan. “Hımmm, metrekaraye düşen gözyaşı raporunu onaylatmamışsınız hanfendü, bu durumda ben size dost muamelesi yapamam. Ama yeterli sayıda sabah ezanı stickerı toplamışsınız, bayramınızı mesajla değil de direk arayarak kutlayabilirim” Ne yani, bu mudur? Yoksa şöyle mi oluyor?

“Aaa bi’dakka sen şimdi benim iş arkadaşımsın, o yüzden seninle sinemaya gidebilirim ama akşam içmeye gidemem” ya da “dur ayol sen benim dostumdun di mi o zaman ben sana istediğim kadar kızabilir, hatta elinden sigara paketini alıp çöpe atabilirim” ya da “ay ay ay biz şimdi sevgili mi olduk, ay ay hemen bir şişe şarap açmamız lazım, açık tekel bulalım hemen, nerede arabanın anahtarları” mı diyor Zeynep hanım kızımız hayatındaki insanlara acaba. Peh!

Bu kadar işte, yaşıyorum. Sırf kendimi kendime ispatlamak için yaramaz oyunlar oynuyorum, başıma iş açmazsam yakında iyidir. Aslında oynadığım oyunları yazmıştım az önce, kaydedip bıraktım öylece. Akışına bırakmaya karar verdim her şeyi. "Belki de şehre bir film gelir, bir güzel orman olur yazılarda... "
Otomatik pilotta gidiyorum işte. Isparta’da düşen uçakla ilgili çok detaylı araştırmalar yapılması gerektiğini, ucuz bilet olayının tehlikeye davetiye çıkartıp çıkartmadığının açıklığa kavuşturulması gerektiğini, tüm havalimanlarına ILS (aletli iniş sistemi) cihazları takılması gerektiğini düşünüyorum. Yarışmaya İstanbul’dan katılıyor, yarışmacı arkadaşlara başağrıları diliyorum.

Read more...

Salı, Kasım 27, 2007

keskin laciveRt

Şarabı dudağımdan içmeden SEVGİLİM,
Birlikte en az bir gece sabahlamadan ARKADAŞIM,
Onun derdiyle oturup ağlamadan DOSTUM
olamaz hiç kimse.


Bunu dün akşam insanlar “eski kaşardan tost, eski sevgiliden arkadaş, eski kocadan sucuklu yumurta olur mu?” konulu muhabbetlerinin tam ortasında bana dönüp “sen çok sessiz kaldın ne düşünüyorsun bu konuda?” dediklerinde söylemek istedim aslında. Ama daha ilk cümlenin sonunda sesli harflerden mütevellit bir “AaaaOoooo” ünlemi ile tepki vereceklerini bildiğimden gülümseyip, “sizleri dinliyorum dikkatle, oldukça ilginç fikirler var, mesela....” diyerek topu o ilginç fikirlerden birinin sahibine geri attım.

Sonra gece yattım düşündüm. Ölçtüm biçtim tarttım ve yaptığım segmentasyonun %100 doğru olduğuna kanaat getirdim. Sadece ilk cümle için bir istisnam var. Ancak ve ancak hayatında hiç içki içmemiş bir adam değiştirebilir sevgili tanımımı. Eğer bu yaşına kadar bir kez bile içmediyse, amenna. Ama içkiyi bırakmış birisi için aynı şeyi söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Sen benden önce mumlu, şömineli sofralarda eski sevgilinle kadeh kaldırıcan, yılbaşı gecelerinde şampanyalar patlatıcan, parasız zamanlarda sahilde bira şişelerinin dibine vurucan, bana gelince “içkiyi bıraktım.” Yok öyle yağma! Madem benim geçmişimle ilgili merakların var senin, benim de olayım budur. “
Bizde böyle bundan sonra

Sabahlamak mevzuda mühim, geceyi güne teslim etmeden, sabah ezanının huzur veren makamını dinlemeden ve asıl olarak zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan, saatlerce ve saatlerce sohbetler edemiyorsak, hele “
sessizliği paylaşamıyorsak” biz arkadaş değil de tanıdık, ahbap falan olabiliriz seninle.

Arkadaş dediğin adı üstünde savaşta bile sırtını verebileceğin insandır. Bir de en zor en sıkıntılı zamanlarda yanında olur, dost olur, güç verir, seni ayakta tutmaya çalışır. Ama bir an gelir, sanki dünya durur, bütün çözümler tükenir, kelimeler kifayetsizdir artık. O an işte, o'nun derdi benim derdim olur, oturup ağlarız baş başa. Belki de mutluluktan ağlarız. Uzun zamandır beklediğiniz haberi vermek için arar, '3179' der, 'neeee, yaşasın!' diye bir çığlık atar ve ağlamaya başlarım. Onun mutluluğu benim mutluluğundur o anda. Ötesi berisi, bundan sonra ne olacağı, nasıl çözüm bulunacağı mühim değildir, derdi derdim, mutluluğu mutluluğumdur. Dostumdur.

Read more...

Pazartesi, Kasım 26, 2007

bekle dedi


Özdemir Asaf/BEKLE DEDİ

bekle dedi gitti
ben beklemedim, o da gelmedi...
ölüm gibi bir şey oldu
ama kimse ölmedi...

Read more...

Pazar, Kasım 25, 2007

pembe

Pembe gri bir renktir. Mutsuz çocukların eğlencesidir. Pembe... Henüz kırmızıya cesaret edecek kadar güven verilmemiş, turuncudan heyecan duyacak kadar sevilmemiş, maviyle sakinleşecek kadar okşanmamış kız çocuklarının oyuncağı...

Haşmet Babaoğlu

Read more...

iş dünyası

  • İş dünyasının bir insan oyunu olduğunu hatırlayın ve eğer bu konuda dikkatli olursanız bu çok kolay bir oyundur. Anahtar kelime çok çalışmaktır (ve “küçük” parçaları ciddiye almaktır.)
  • “Onlar” hiçbir zaman sizin devrimsel bir hareket yapmanız için hazır değillerdir; çünkü, zamanından önce yapılan küçük bir hareket sizin hemen eleştirilmenize neden olacaktır.
  • "Bir uçurumu iki sıçrayışta geçmek akıllıca değildir." Çin Atasözü
  • Arkadaşlık geliştirmek yerine, sizinle aynı fikirde olacak kişilerle olan diyalogunuz dostluğa çevirin, böylece düşmanlarla sarılı etrafınızı dostlarınızla doldurmuş olursunuz.

Tom Peters "vay canına dedirtmek"

Bilmeden doğru bi’şey yapıyormuşum meğer. Yeni insan tanımaya uğraşacağıma potansiyel olanlara dostluk geliştirmek çok daha makul bence de.

Çözdüm iş dünyasını yahu tamamdır. İlk terfimi ne zaman alacağım acaba?

Read more...

Cuma, Kasım 23, 2007

çok mavi, hiç kıRmızı

Yazmak lazım,

Bu günlerde saçma sapan bir tempo içindeyim. Plaza insanı olmak nasıl acayip bi’şeymiş çoktan unutmuşum. Ayak uydurmak epey vaktimi alacak. Şimdi bir anlatmaya başlasam var ya, ohoooo. O yüzden kısa kısa geçeyim istiyorum.

Bi’kere bir günüm diğerine uymuyor. Bir gün diyorum ki “kızım gül bahçeleri varken neden yol kenarında çalı olmayı seçtin, salak mısın, ne işin var burada” ertesi sabah kalkıyorum ve “yolun kenarındaki çalı bile olsam burada kendi bahçemi yeşertebilirim, bunu yapabilecek kapasiteye, cesarete ve azme sahibim.” diyorum. Sonra yine ertesi gün oluyor 20 yıldır aynı işi yapan memurlar gibi giyinip, serviste uyuyup, işyerinde makyaj yapıp bilgisayarın başına geçiyorum. Fena!

Ah sahi kendimle ilgili çok önemli bi’şey fark ettim. Yeni insan tanımaya tahammülüm kalmamış benim. Yok pardon böyle değil. Tam olarak şöyle; kendimi anlatmaya, tanıtmaya takatim yok benim. Sürekli bir tanışma hali söz konusu ya bugünlerde, ondandır belki de. Gerçi o tanışmalara özel 3-5 cümlelik bir özgeçmiş var ezberimde, ısıtıp ısıtıp koyuyorum önlerine. Yalnız öğle yemeklerinde, molalarda falan uzun uzun anlatmaya başlıyor ya insanlar kendilerini... Dinliyorum elbette hepsini, yeni hayatlar tanımak, yeni bakış açıları keşfetmek (ki dürüst olmak gerekirse çoğu “normal” insanlar, yeni bi’şey pek çıkmıyor) fikri her zaman cazibesini koruyor benim için. Amma velâkin iş bana gelince, o deli saçması fikirlerimi ortaya döküp, beni daha birkaç saattir “tanıyan” insanlar tarafından soru bombardımanına tutulunca, da-ya-na-mı-yorum! Kısa cümleler kuruyorum, “yok artık daha neler” bakışlarını, uzun cümleler kurup ifade etmeye çalışıyorum “seni TDK mı yolladı, normal sözcükler kullansana” bakışlarını takıyorlar. Evet farkındayım şu anda onları yargılıyorum. Ama inanın bana, benim onların hayat hikâyelerini dinlemek için ayırdığım vaktin, 3te 1ini bana ayırmadan, notumu verdi çoğu: Ukala! Ya da “çokbilmiş” Mesela “Filozof musun sen kızım, yaşa işte?” diyenler var aralarında.

Umurumda mı? Değil elbette! Kimse beni sevmek zorunda değil, ben de kimseye kendimi açıklamak için harcayamam mesaimi zaten.

Bu durumdan çıkardığım asıl elim sonuç şudur ki; ben bu saatten sonra karşıma çıkacak “adam” için de böyle uzun uzun kendimi anlatma seanslarına kesinlikle vakit ayıramam. Ey Eros, sözüm sana, atacaksan eğer sihirli oklarından birini bana, rica ederim kendimi tanıtmaya uğraşmayacağım birisine saplansın diğeri de! Ex’ten next olmayacağını (adımdan daha iyi) biliyorum. Sadece beni az-çok bilen, anlamak/tanımak için vakit harcamış olanlardan birine gidiversin o ok bunu istiyorum senden. Gaz ve toz bulutundan başlarsak işe, ben big bang’e gelemeden terk ederim ortamı... Daha önce* bunu bi’kez denemeye kalkıştım, farklı sebeplerden beceremedim ama bugünlerde tam da bunları yaşadıktan sonra hakkaten hiç güvenim kalmadı bu konuda kendime. Ya da bilemiyorum aşk zaten böyle bi’şey değildi, küçük hesaplarla uğraştırmazdı, gelirdi, aklını alır giderdi falan sanki. Hayal meyal bi’şeyler var hafızamda ama emin olamadım. Alooooooo Eros!!! Kime diyorum şu benim sayfayı bi’refresh yapsan!


ama konuyu dağıtmadan....

Read more...

Pazar, Kasım 18, 2007

dalgalı mavi

Olaylarına akışına yetişemiyorum bu günlerde. “Garipim” öyle sessiz sakin yaşayıp giderken kendi halimde, bir anda değişti her şey. Hayır buna ne sebep oldu anlayabilmiş değilim, 3 gün 3 gece içtim ve vicdan azabıyla dolu bir pazartesi sabahında uyanmaya/ayılmaya çalışırken verdiğim karar her şeyi değiştirdi. Hala ayak uyduramıyorum olan bitene.

Zihnimde inanılmaz bir hızla yazıyorum ama ortada ürün var mı derseniz yok. Tüm not defterlerim kısa kısa hikâyelerle doldu. Hoş ben yazdıklarıma hikâye dersem Sait Faik mezarında ters döner. Bir filmin kareleri işte benimkiler, biliyorsunuz. Ne zaman bir araya geleceğini bilmediğim kareler. Hayatımın akışı gibi.

Hani TRT1 de Mustafa Yolaşan’ın sunduğu yıllara göre adı da değişen Pazar 88-Pazar89-Pazar90 vardı. Bir de yarışma vardı, şans yolu mu ne? Üzerinde sayıların olduğu ışıklı bir yolu tuzak sayılara basmadan bitirmeye çalışıyordu yarışmacılar. Hah işte o yarışmacılar gibiyim. Rasgele karelere basa basa ilerlemeye çalışıyorum, iki adım atamadan tuzağa yakalanıyor başa dönüyorum. Hala yolun yarısında ki o güvenli alana bile gelemedim. Adım attıkça GÜM!

Garipim” işte. Cuma akşamı aylardır izlemek istediğim konser için* Taksim’e doğru yola çıkmışken (2 oldu bu, hala sahnede izleyemedim şu adamları, 3.de affetmeyeceğim artık) kendimi İzmir’de buldum mesela. Cumartesi akşamüzeri ise Muğla’dan uçağa biniyordum, bugünkü a-les’e yetişmek için. Bugünse, neyse işte, kısaca; toparlayabilmiş değilim, büyük resme olan hâkimiyetimi kaybetmiş gibiyim. Ki kontrol delisi bir insan olarak bu durum beni çileden çıkartıyor! Tek dileğim en kısa sürede mavilerimin durulması. Sakin sularıma dalabilmek tekrar, orada keşfedilmeyi bekleyenlere ulaşabilmek tek tek...

Sığınacak bir liman arıyorum sanki. Tüm bunlar olurken, akşam olduğunda beni sarıp sarmalayacak kanatların altına girmek istiyorum. Oysa en çok bugünlerde sadece kendime “dayan”mam gerekiyor. Dün gece yaramazlık yapmış küçük bir kız çocuğu gibi babamın dizine yattığımda ve o sadece saçlarımı okşadığında ve tam yatarken yanıma gelip, “sen bilirsin kızım, istediğin kararı verebilirsin, istediğin zaman vazgeçebilirsin” deyip sarıldığında bir kez daha anladım bunu. Bazen onlarla olmanın beni yavaşlattığını düşünüyorum, bazen de...

Ben bu winamp’ın sihirli güçleri olduğuna inanıyorum artık. Tam bu satırları ağlamadan toparlamaya çalışırken, onca şarkının arasından “daha gençsin” nasıl çıkar insanın karşısına. Babasının küçük prensesi olan beni bilir mi ki sayın vokal, ağla durma ağla, biraz ruhun cilalanır der kulağıma usul usul...

Read more...

Cumartesi, Kasım 17, 2007

love stoRy



Hani sabah uyanırsın, senin dersin ondan öncedir ya da onun izinli olduğu bir cumartesi sen çalışıyorsundur. Sessizce hazırlanırsın odanın içinde, giyinir makyajını yaparsın. En son iki parfüm fısfıslarsın. Kokunu duyar duymaz, yarım yamalak açar gözlerini. “Çıkıyor musun?” diye homurdanır ya da “saat kaç?”tır en uzun cümlesi. Elinin bileğiyle birleşen tombul kısmıyla gözünü ovuşturmaktadır, hafifçe gerinince ayağı çıkıverir yorganın kenarından. “Çıkıyorum canım, hadi sen benim yerime de rüya gör” dersin. O çocuk adamla her sabah uyanabilirmişsin gibi gelir o an. Sanki “gel” dese, sonsuza dek gidersin onunla. Tek kolunu zor bela havaya kaldırıp “gel buraya” der. Başının üstündeki hayal bulutunu üfleyip gerçek hayata dönersin hemen. “Bak makyajımı yeni yaptım, şapur şupur öpmek yok” uzun uzadıya kızacak kadar açılmamıştır uykusu henüz “geeeel!!!” Gidersin. Onun bedeni hiç soğuk gelmez ya sana, sıcacıktır yine; uykunun sıcağı vardır teninde. Senin söylediklerine inat, öpülmedik yer bırakmaz yüzünde, inadına ıslak ıslak öper. “Heeey geç kalacağım şimdi, tamam” deyip kaçarsın. “Sürme şu fondöteni yaavv” diye çıkışacak olur.

“İyi de ben fondöten sürmem ki sevgilim”
“Neyse işte yağlı boya gibi”
“Ne demek yağlı boya gibi ben o kadar kötü mü makyaj yapıyorum”

Uykusu açılmıştır bir kere cevap verir, sen de cevap verirsin, o yine cevap verir, sen yine cevap verirsin.

Servisi kaçırırsın, taksici “apla üstüne para versen girmem ben şimdi o trafiğe” der. Mecburen, kendini tarlada domates taşıyor zanneden bir traktör şoförünün kullandığı minibüse binersin. Kan ter içinde iş yerine/okula vardığında çoktan sinirden çıldırmışsındır. Amirine/hocana servisi neden kaçırdığını anlatmak zorundasındır. Seni bu duruma düşürdüğü için bir kat daha sinirlenir, bir kahve bile içemeden masanın başına oturursun.

Amaaan sevgilin mi var derdin var işte, bak güzelim sabahı ne hale getiriyor elin adamı. İyi böyle valla, makyajım bozulmadan, servisi kaçırmadan yaşayıp gidiyorum. Ohhh.

—Sen buna inandın mı şimdi?
—Olsun, akşam akşam güldüm iyi geldi.

Read more...

Çarşamba, Kasım 14, 2007

garip moR

Garip haldeyim. Eğer hüzün gibi, neşe gibi, kaygı gibi bir hisse eğer “garip” tam da o haldeyim. Hüzünlüyüm, neşeliyim, endişeliyim der gibi “garibim” demek istiyorum beni soran herkese.

Kendime yazmaMA cezası vermiştim aslında. Hayatımda olup biteni algılayana kadar yazmayacaktım hiçbir şey. Ama ne oldu, kendine verdiği sözleri bile doğru dürüst tutamamış bir insan olarak elbette ki cezamı da iptal ettim. Bir de galiba yazmadan idrak edemiyorum artık hayatımda ki bazı şeyleri. Yazıp böyle dışardan bakınca anlayabiliyorum büyük resmi. Sahi tam yeri gelmişken söylemek istiyorum ki; bazı şeyleri birileri okusun diye yazmıyorum buraya. (bazılarını mı?) Sırf kendi kişisel tarihime not düşmek için yazıyorum. Dönüp dönüp okuduğum yazılarım var mesela. İşte şimdi yazacaklarımda, “bunları sakın unutma kızım” demek için. (bir de bu yazıda biraz çizgide gezinmişiz, tek derdi kendiyle yüzleşebilmek olan bir deli için epey "dışsal" değişkenlerden, durumlardan bahsetmişiz ki genelde dikkat ettiğim bir konudur bu aslında. neyse artık bu da böyle olsun.)

Develerini bir türlü güdemediğim bu diyardan gitmeye ilk kez bu kadar yaklaşmışken, ilk kez "işte şimdi oluyor galiba" demişken, ilk kez giderken yazacağım mektupları bile tasarlamışken, PUF! Her şey tepe taklak oldu. Birisi üfledi ve umut mumlarım sönüverdi. Yedim kendimi, bitirdim, demediğimi bırakmadım. Baktım söylemekle olmuyor, içtim. İçince unuturum sandım. İçtim. Ama ne içmek, leş gibi! Bütün sınırlarımı zorladım, rezaletti. Hatta içmekle sınır zorlanmaz, rezilliğimi de yazayım tam olsun. Ne kadar saçmalayabileceğimin kanıtı olsun bana. Ceplerimden çıkan ve kime ait olduğunu bilmeyi bırak, oraya nasıl girdiğini bile bilmediğim telefon numaraları mı istersin, ertesi sabah yüzünü bile hatırlamadığım adamlara anlattığım/uydurduğum hayat hikayeleri mi istersin, yarım saat önce tanıştığım insanla sadece kova burcu diye evinde sabahlamalar mı istersin (saçmaladık dediysek o kadar da değil, arkadaşımın arkadaşıydı hatun) Rezildi işte. Üstelik geri dönüp bakınca gülerek hatırladığım rezaletlerden de değildi. Zayıf insanlar gibi (?) unutmak için içkiye sığındım. Nitekim unuttum da, bütün hafta sonu bir kere bile aklıma gelmedi olup bitenler.

Sonra pazartesi sabahı oldu. Yeni terk edilmiş liseli kızlar gibi uyanır uyanmaz geldi aklıma, yüreğimin sızısı. Resmen ağlayarak uyandım. Aynada hafta sonundan kalan enkazı görünce gömdüm kendime yeniden yatağa. Ne olduysa ondan sonra oldu işte. Açık unuttuğum cep telefonu çaldı. Bir kadın uzun uzun bi’şeyler anlattı. Başım ağrıyordu, kısa kestim her söylediğine “evet” dedim ve....

Zaman (bir kez daha) kırıldı benim için. Metroyu kaçırdığı için eve taksiyle gitmeye çalışan gwyneth paltrow gibiyim. Artık tek hedefim filmin sonunda “doğru” yere ulaşmak.

Bir kapı çat diye kapandı suratıma ve aniden bir başkası açıldı önümde. İşin “garip” tarafı daha önce çarpıp çıktığım bir kapının tekrar açılmış olması. “Ben bunu istemiyorum” dediğim bir hayata; şıkır tıkır kıyafetlerle, en süslü makyajlarla sergilenen bedenlerin içindeki ruhları hapseden bir çelik cam binaya, bir plazaya açılıyor o kapı. Hayır, bu kez şikayet etmiyorum. Bu kez büyük resmi daha net görüyorum. Madem gidemedim bu diyarlardan bu deveyi güdeceğim bu kez. Madem yolun kenarındaki küçük çalı olmaya “evet” dedim hiç düşünmeden, o çalıların en iyisi ben olacağım. En canlısı, en yeşili! Çiçekler açacağım yolun kenarında bu kez... Artık tek hedefim, filmin sonunda “doğru” yere ulaşmak.


—Yarın sabah 8de başlıyoruz hazır mısın?
—çok hızlı olmadı mı bu?
—var mısın yok musun?
—...
—seni burada bırakıp gidebilirim bu saatten sonra hiç fark etmez, var mısın yok musun?
—varım!

Yarın sabah 8:00’de yeniden başlıyoruz...

Nerede benim stilettolarım? Bu kez gülen surat maskesi yok. Nerede benim yeni başlangıçlar için sakladığım gülüşüm?

Yeniden başlıyoruz!
En baştan, yeniden!


Dibine not: Ne kadar güzel arkadaşlarım oldu benim güncem sayesinde yahu. İyi ki varsınız, iyi ki tanıdım sizleri. Şu üç beş günlük suskunlukta “nerelerdesin, iyi misin” diyerek kapıma dayanan canım arkadaşlarım benim, çok çok teşekkür ederim hepinize. Link vermiyorum kimseye, zira yazıştıklarımız bir tıktıktan çok çok daha önemli ve özel benim için. Herkes kendini biliyor nasılsa. İYİ Kİ VARSINIZ!

Read more...

Cuma, Kasım 09, 2007

kim yenmiş kadeRi duayla?


nokta

,


Read more...

Salı, Kasım 06, 2007

ağlak laciveRt

Yazmayayım diyorum. bloga yazacağıma oturayım çaylaklık entrylerimi bitireyim, artık bir ekşi-sözlük yazarı olayım diyorum. Olmuyor.

Sözlük bütün okurlarını yazar yaptı ya, bi’baktım aylardır açmadığım hesabıma, ben de çaylak olmuşum. Dedim "napcaz şimdi", "10 entry gircen sonra yazarsın". İyi dedik yazalım. Ama şu kadar gün oldu 10 tane tanım bulup yazamadım. Yok artık derdim yazar olmak değil, ulaşmak istediğim bazı insanlar var mesaj atabilmek için çaylak olmak da yetmiyormuş, o bakımdan kasıyorum. Ama yok olmuyor.

Çok güzel geçmesini, umduğum, beklediğim, inandığım gün bombok geçti. Yine boşa bir adım atmışım, yine olmadı, yine tutmadı. Şimdi yine karar vermem gerekiyor. Sanırım artık cırmalayacak gücüm kalmadı, teslim olacağım. Kaçmaya, kurtulmaya çalıştığım himayeye sığınacağım bu kez. Yapacak bir şey kalmadı çünkü artık. Bildiğim tüm yolları tükettim. Neden “bu durumda” olduğumu açıklamaktan sıkıldım. Bana dayatılan sistemin içine girmekten hem de bu sisteme koruma kalkanları altında girmekten başka çarem kalmadı artık. Arkama bakmadan kaçtığım yerleri bile özlüyorum şimdi.

Her şeyin böyle olabildiğine inanmıyorum bir türlü! Lütfen sevgilim gelsin uyandırsın beni bu saçma sapan ve korkunç rüyadan. Zira kendi kendime çıkabileceğime, uyanabileceğime inancım kalmadı artık...

Read more...

masmavi

Hissediyorum, çok güzel bir gün olacak bugün.

Serin ama güneşli ve keyifli bir pazarın ardından, bol yağmurlu sakin bir pazartesi bitti. Tesadüfler ve rüyalar bitmek bilmiyor.

Güne DOSTUM dediğim nadir insanlardan birinin sesiyle başladım. “Ne uyuyorsun kızım, kalksana teyze oluyorsun” diye çığlık atıyordu. Çığlık attım, kahkaha attım ve sevinçten ağladım konuşurken. Daha fasülye kadar bile olmayan bi’şeyin insana bu denli mutluluk vermesi ne garip!

Son anda metroya yetiştim, içerde M.yle karşılaştım, güle konuşa inerken C.yi gördüm. Sadece kalabalıkta kaybetmemek için koluna girdiğim M.yi sevgilim sandı. M.de fark etti bunu, bozmadı hatta devam etti. C. “hayatının yoluna girdiğine sevindim” gibi abuk ötesi bir cümle kurdu. ‘Hayatımın rayından çıktığını kim söyledi ki sana?’ deyince şapşallaştı. “Yok, öyle değil de siz ayrıl..” diye başlayacak oldu, yanımdakini sevgilim sandığı için devam edemedi. “Merak etme, çok mutluyum” dedim. Söylediklerine bir nebze olsun aldırmadım. M, “kimdi bu?” diye çıkıştı. Onun en yakın arkadaşlarından biri dedim. “iyi yapmışım o zaman, ne işi varmış İstanbul’da” diye sırıttı. Ben de sırıttım.


Dönerken otobüste zınk diye bu şarkı çalmaya başladı kulağımda.
Ben yeni şarkıyı yüklemedim ki bu alete, adım gibi biliyorum. Hem ondan haber almışken, onu düşünmem gerektiği halde düşünmediğimi fark etmişken. 1 yıl önce bugün dinlesem bu şarkıyı ağlamaktan şişerdim herhalde. Ayrılık sebebimiz, memleketi ve hatta adı, ne ararsan var sözlerinde. Şimdiyse gülümseyen yüzümü görüyorum yansıyan camdan. Gülümsüyorum. Ben yüklemedim bu şarkıyı müzik çalara, biliyorum. Kurcalamıyorum hiç.

Yağmurda bi’güzel ıslanıp eve geldim. İ. benim için çok güzel şarkılar çaldı. Yani bana çalmadı aslında bütün sourberry dinleyenlere çaldı ama ben çok keyifle dinledim, diğerleri umurumda bile değildi =) Kâh eğlendim, kâh içlendim, güzeldi.

Oturup bi’şeyler okudum. Çok hoşuma gitti. Bir kahve yaptım bol köpüklü, çikolatamda vardı keyfim tamamdı. Yalnız magnum çikolata üretmiş kimse bana haber vermemiş, bana haber vermedikleri gibi bizim civardaki tüm marketlerde stokları tüketmişler. Aşk olsun efenim, teessüfler hepinize yani.

Aşk olsun demekle, aşk oluyor muydu sahi?

Umrumda değil, bugün çok güzel bir gün olacak biliyorum, hissediyorum.
Senin günün de güzel geçer umarım.

Read more...

Pazartesi, Kasım 05, 2007

biR mektup

Seni bir kez daha görseydim; elini tutacaktım.

Avucumda atar benim yüreğim bilmezsin. Görseydim eğer seni, yüreğimi koyacaktım avucuna. Gelmedin, ona gittin. Kan ter içinde seviştiniz mi yaz gecelerinde, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; gözlerine bakacaktım.

Öfkem gözlerimden taşar benim bilmezsin. Görseydim eğer seni, ateşler fırlayacaktı gözlerimden, yakmaz oysa öfkemin ateşi. Gelmedin. Uzun cümleler kurup, zor sorular soruyor mu başkaları da sana, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; sarılacaktım boynuna.

Sarıldıysam bırakmam kolay kolay bilmezsin. Görseydim eğer bir kez daha, sımsıkı saracaktım seni. Saatlerce dinlerdim anlattıkların yalan da olsa. Gelmedin. Kendini kendinle hapsettin, gardiyanın da sendin belki de, kim bilir...

Seni bir kez daha görseydim; bir buse çalacaktım, yanağının dudağına en yakın köşesinden. Arsızımdır ben bilmezsin, hiçbir şey olmamış gibi gülümseyecektim. Gelmedin. Kimlerle oynadın/oynuyorsun arsız oyunlarını, kim bilir...

Şimdi bir kez daha görsem seni, belki “bi’yerden tanışıyor muyuz bakışı”, belki de bir “merhaba?” tanışmak için. Çünkü yaktım sana yazdığım tüm mektupları.

Yazdıklarını baştan sona okudu kadın, “madem yaktın diğer tüm mektupları bunu niye yazıyorsun ki?” dedi kendi kendine. Kadehindeki son kırmızı yudumu içti. Elindeki siyah beyaz kaleme baktı, özenle imzasını attı, kâğıdı katladı, zarfı yapıştırdı. Sol üst köşeye kendi adını, sağ ortaya alıcı adını yazdı. Adresini ve kim olduğunu bilememişti hiçbir zaman. Çakmağı buldu, son zarfı da tutuşturdu.

Read more...

Pazar, Kasım 04, 2007

şaşkın mavi

Hayat ne tuhaf vapurlar filan!

Pazar Pazar kalk, ayıl, kahvaltı+gazete keyfini yap, 'e bari şu güzel havanın tadını çıkaralım bir sahil turu yapalım' derken 'yeni yorum var mı acaba?' diye meraklan bilgisayarı aç, bir sürü yeni yorum gelmiş, sevin, hepsini oku, yorumları yanıtlamak için yazdığın yazıları da tekrar oku ve ŞOK!

Dumur olmuş durumdayım efenim. Sağolsun "crick" dün gece güncemi yorumları ile şenlendirmiş. Bir adet yorumda Güz Mavisi’ne bırakmış. Buraya kadar her şey normal, vapurlarda falan bir gariplik yok. Yorumu yanıtlamadan önce baştan başlıyorum yazıyı okumaya. Son paragrafında gördüğüm rüyayı yazmışım. Şöyle : “Sonra hamile bir kadın görüyorum, bembeyaz bir yatakta yatıyor, doktor geliyor, karnını enlemesine ikiye ayırıyor, her yer kana bulanıyor, bebek dışarı fırlıyor, kordonu yok, mosmor. Kadın uyanıyor, “dur diyorum sakın bakma, bebeğini verecekler şimdi sana”. Dinlemiyor beni doğruluyor, kendini kan içinde görünce bir çığlık atıyor. O çığlığa uyanıyorum ben de. Kocası neredeydi acaba diye ağlıyorum, sonra fark ediyorum ki kendime ağlıyorum...”

Bu benim 24 Eylülü 25 Eylüle bağlayan gece gördüğüm rüyanın bir bölümü. Hemen 25 Ekim günü yaşadığım ve 26 Ekim gecesi saat 3de yazdığım Hem Hüzünlü Hem Umutlu Mavi’yi buluyorum. Yazı uzun ben özetliyim hemen o gün neler olduğunu. Hastanede işlerim var, normalde hiç kullanmadığım halde o gün şeytan dürtmüş gibi hastane asansörünü kullanıyorum. Asansörde acilen doğuma yetişmesi gereken bir kadın var. Doğumhaneye inemeden kanaması başlıyor, yerdeki kanı fark edince ve kadının acıdan attığı çığlıkları duydukça zaten çok sağlam olmayan benim tansiyonum düşüyor. Ve ben tansiyonum düşerken, doğuma giden genç kadının kocasının neden yanında olmadığını düşünüyorum! Düşünmekle kalmıyor, gecenin ikisinde o yazıyı yazarken hastaneyi arayıp, doğum yapan kadınla ve eşiyle ilgili bilgi alıyorum!

Rüyamdan tam bir ay sonra, yine ayın 25'inde, kanamalı bir doğum, “kocası nerede acaba” düşüncesi...

Ben o rüyayı tatilde olduğum için asıl rüya defterime yazamamış, çoktan unutmuşum. Az önce yorumlar için görmesem, aklımın ucuna bile gelmez. Ancak sıkıntıdan eski yazıları okuyacağım da, belki öyle.

Böyle işte. Şaşkınım. İnsan beyni tabi akıl sır erdirmek (hele bu rüyalar konusunda) mümkün değil. Şaşırmamak da elde değil. Ben buradan müsadenizle sevgili "düş işleri" bakanıma seslenmek istiyorum. Sayın bakanım ben hala “the science of sleep”i izlemedim mahcubum fakat siz ne diyorsunuz acaba bu duruma? Merak ettim =D

dibine not: "sihirli kıyafetler"de bir tesadüfümüz daha varmış, yeni fark ettim!


Read more...

Cumartesi, Kasım 03, 2007

alış-veRiş listesi

Bir saat: Kolumdakini hiç sevmediğimi hatta nefret ettiğimi fark ettim. Tarih ayarı da bozulmuş üstelik. Hiç “ayın kaçı bugün” diye saate bakmam ki!? Solak olmayan ben için sağ koluma takılmak üzere, kocaman, dev gibi bir saat. Zamanın artık aleyhime işlediğini gözüme sokması için.

Bir defter: Kalın kapaklı, çizgisiz. Bir yazar için “o çizgili kağıda bile yazmaz, özgürlüğünün kısıtlandığını düşünür” demiş birileri. Kimdi söz konusu kişiler hatırlamıyorum. (Oysa "bilgi hatırlamaktır" demiş Balzac.) Mutlaka çizgisiz olmalı benimki de işte. Almak için neden bu kadar erteledim, yeni bir defter açmak için hayatımda neyi bekliyorum?

Bir atkı: Kara kartalımı boynumdan çıkarıp, boynuna doladığımdan beri almamışım yenisini. Maça da gitmedim herhalde o askere gittikten sonra. Hatırlamıyorum ki. Gelince gideceğiz nasılsa yine. O zamana kadar almalı mutlaka, bu kez “çarşı” !

Bir başka atkı: “Örgü sevgiyle ürer” demişti Seher teyzecim ilk atkımı örerken. Sevgiyle değil stresle ürüyordu benim ki o zamanlar. Unutmuş olabilir miyim örmeyi, ip almak lazım önce, ne renk acaba?

Bir fincan: Mavi. Desensiz, çizgisiz, karikatürsüz, baskısız. Sadece mavi. Kış günlerinde, üstünde dumanıyla yağmur vurmuş camın kenarında okumalarıma eşlik etmesi için. Sadece mavi

Bir kolye ucu: Nazar boncuklu. Mümkünse gümüş. Olmasa da olur, ama ömrü uzun olsun. Ya da üzerinde tek bir nazarlık olan bir bileklik, incecik. Yüzük yok madem artık, hiç çıkarmamacasına takılabilmeli.

Bir tablo: Tablo benim neyime yahu poster işte. Yine Dali. “Apparition of Face and Fruit Dish on a Beach” yok yok önce “Disintegration of the Persistence of Memory”. Persistence of Memory’nin üstüne asmak için. Sonra duvarda yer kalmayacak zaten. İnternetten sipariş versem mi acaba yoksa şu benim Kadıköy’de ki amca bulur mu? Sahi nerdeydi onun yeri? Bi’de chillichilly.net diye bir yer var orada Dali saatlerinden esinlenip duvar saati tasarlamışlar. Onlardan da istiyorum.

Şimdilik bu kadar. Şu alış-veriş merkezleri içindeki kablosuz bağlantılar ilk kez işime yaradı. Yaradı da ne oldu alışveriş listesi yazdırdı bana. Olsun =)

Şimdi maç izlemeye gidiyorum müsadenizle. Fanatik Fenerli eski bir "arkadaşımla", Beşiktaşkımın maçını izleyeceğiz. Allah bana akıl fikir versin ne diyim =)

İyi pazarlar dilerim herkeslere...

Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP