Salı, Aralık 30, 2008

sesiz beyaz, ıssız mavi

Yağmur "ben buradayım" der, "geldim bak kapına dayandım" dercesine döver pencereleri. “Aa yağmur başladı yine” dedirtir. Balkondaki çamaşırları toplatır. Gürler, çakar mavi ışıklarını. Damla damla süzüldüğünü hissedersin saçlarından, paçalarını ıslatır, şemsiyenle duyarsın, halka halka görürüsün damlalarını birikintilerde.

Kar duyurmaz geldiğini. Perdelerini kapadıysan sıkı sıkıya, açana kadar ruhun duymaz. “Aa kar yağmış” dedirtir. Balkonda buz tutan gömlekler için artık çok geçtir. Usulca erir dudaklarında, en sağlam botların içine sızıverir. En yakın sokak lambasına dikmezsen gözlerini göremezsen geceye inat beyazlığını. Çıkıp bir adım atmazsan duyamazsın sesini. Yüzünü çevirmezsen gökyüzüne hissedemezsin varlığını.

Yağmurun yeri yurdu bellidir. “Şu bulut geçse gitse” dersin.
Kar bütün göktür. Buluttur parça parça, iner yeryüzüne.

Allah’sız yağmur işlemez karanlıkta.
Kar, geceye inat bembeyaz soğutur tenini. Tane tane işler içine.





Sezen Aksu /Deli Kizin Turkusu

Read more...

Pazar, Aralık 28, 2008

uçuk mavi, güneşli saRı

Lazer ışıkları. Tekno-kılap-elektro neyse işte adı bangır bangır müzik. Geçici duyma kaybına sebep, dj çoşmuş. Ensemi yakan saçlarımı saçma bir topuz yapmışım, sırtımda boynumda ter damlaları, zıplamaktan toplanmış üstümdeki, belim açılmış umurumda değil. Bütün gece dans edeceğim. Sadece dans edeceğim. Saatler, saatlerce. Beyaz mavi ışıklar yıkayacak bedenimi, ruhumu müziğin durdurulmaz temposu. İllaki bacardi breezer. Dur dur o şimdi değil. Votka redbull, smirnoff mümkünse. 4 iyidir. Zift gibi bir kafa istemiyorum ertesi sabaha.

to galvanize!
come on come on come on…

Ve hatta

tick tick tock it’a q quaerter to two
and i’m done. i’m hanging up on you

ben tanıyorum bu kahkahayı evet.

Sabah. Kahvaltıyı geç. Geçme dur. Buz gibi bir meyve suyu. En karışığından en turuncusundan. Bol bol su evet. Böbrekleri çalıştırmak gerek.

Sonra masaj. Saç diplerinden ayak uçlarına kadar. Yok tam tersi yahu ayak parmaklarından saç diplerine. Vanilya kokulu yağlar, usta parmaklar, ne kısık ne yüksek bir piyano sesi fonda, çalan kim bilemedim… Yo hayır mayışıp kalmak yok. Sapsarı bir yaz günü. Boşver ultra-viyole saatleri geç şezlongdaki sıcak havlunun üzerine. Tanrım ne kadar güzelim! Güneş her hücremi ısıtıyor, yakıyor. Üşümüyorum hayır, cape town’dayım. Cape town mı?
Güzeeell. I love this game! İşte şimdi bacardi breezer. Karpuzlu evet, en çok karpuzlu!

Evet böyle.
Tatil evet. İhtiyaç evet. Huzur evet. Karar, hepsinden önce...


Dibine not: Tanrım biliyorum konuşuyorsun benimle. Ben 99 isminden isim seçemiyorum sana. Seçsem sanki bir yalakalık hali. Hep işim düşünce geliyorum kapına. Yeterince şükretmiyorum sana. Yaşattıklarına. Ondan işte bu tanrım resmiyeti. Ama konu bu değil şimdi. Hani bir hikâye var ya ateistin biri ağacın altına oturtmuş (bu hikâyedeki kahraman ateist, mekân ağaç altı olmayabilir, tamamen uyduruyor olabilirim ama mühim değil bence) “hey tanrı” demiş “bana varlığını ispatla, göster kendini” demiş, yaprak düşmüş ağaçtan, fark etmemiş, “dokun bana hissedeyim” demiş, omzuna kelebek konmuş falan falan işte. Günler sonra ilk kez çalan telefonlar. Konuşulan yepyeni cümleler, hiç cümle içinde kullanılmamış o sözcükler. Ses verdin bana, konuşuyorsun benimle, yol gösteriyorsun diğ mi?

Ama! işte hep “ama” var sonunda hala. Çünkü hep böyle “hadi canım” zamanlarımda “ama şimdi olmaz ki, hem ben yapabilir miyim ki?”ler yolluyorsun bana. Anlıyorum. Ama… ama işte lanet olsun bana. Hep “ama”…

Read more...

Perşembe, Aralık 25, 2008

bulutsuz, yıldızlı laci

Bu gece Noel. Ben de oturmuş noel babayı bekliyorum hala. Kar bile yağıyor ince ince. Kurabiye ve sütüm yok diye mi gelmiyor acaba noel baba ve geyikler, mektubumu vakitlice yazıp yollamadığım için mi, yoksa göbeği bacaya mı sıkıştı yine tombulun? Açtım camı baktım, üşüdüm, odanın içi buz gibi oldu. Gelmedi. Geyikler için park edecek yer bulamazsa “gel gel” yapacaktım, “arka bahçedeki ağaçları kestiler burada yer var” diyecektim .
Bu saat oldu (01:45) hala gelmedi.

Hoş, gelse ne isteyeceğimi bilmiyorum ki noel babadan. İlk aklıma gelen “yarın operasyon müdürüyle görüşme cesareti istiyorum” gibi bi'şey, ki çok ayıp olur adama. Bilmem kaç yüz bin kilometre yoldan gelmiş, hem de yılda bi’kere, tut sen cesaret iste. Olmaz. İşin mantığına ters bi’kere. Bir uçak bileti istesem. Tek kişilik, dönüş yok. Bak bu daha mantıklı. Tatil zamanı ya bilet fiyatları almış yürümüş. Ya da yirmibin yetele istesem (karşılığı pound ya da dolar da olabilir tabi). Bu aralar yaptığım bütün hesapların sonunda 3 aşağı 5 yukarı aynı rakamla karşılaşıyorum. Galiba o parayla hayatımı değiştirebilirim! Vay be. Ne ilginç bir rakam. Akmaz kokmaz, öldürmez, süründürmez, üstelik hayatımı değiştirecek! Peh peh peh! Ceteris paribus diye bi’şey var tabi iktisatta. O şekil yane.

Yok ya benden bi’cacık olmaz. Kaç saattir (02:32) google’dan bir merry christmas görseli bile seçemedim. Bi’insan 26 sayfaya tek tek bakar mı yahu. Altı üstü kırmızı noel babalı bir merry christmas işte.

Boşver geyikleri. Bak bu bizim ismail. Yanındakilerde babam, kardeşim bi’de bizim ortağın oğlu. Niye biz diyorsam habire. Kurban babamın kurbanı hâlbuki.
Mekan İstanbul’un dağında bir gecekondu mahallesi.

ismail’den geride buzlukta biraz kıyma ya var ya yok. Benden geriye ne kaldı sahi?
Portakal gibiyim. Suyu sıkılmış, içi boşaltılmış. Posam kalmış geriye, lifli lifli evde soba da yok ki at içine cayır cayır yansın, bari bir işe yarasın…



Şu eldivenlerle kurabiye pişirmek istiyorum ben. Dursun burada, belki bir gün kim bilir.

Kar durmuş. (03:21)


Read more...

Salı, Aralık 23, 2008

şizofRen mavi


—O kadın ben değilim. Güzel bir tespit. (güzel evet; acıtmadı çünkü) Yerinde ve makul üstelik. Ama bunu tespit etmekle, sessizce fısıldamakla olmuyor sadece. Anlatmak gerek nedenlerini, niçinlerini, olmazlarını. Bunlara da gerek yok aslında, birimizin açık açık söylemesi gerek. Ulu orta olmayan, düşünülmüş, seçilmiş, en önemlisi açık ve de seçik. (seçik ne demek ki acep?) Net cümleler lazım bana. Öznesi yüklemi belli devrilmemiş cümleler. Bir mavi kalem, bir çizgisiz kâğıt, bir de dikdörtgen zarf lazım. Uzun ince banka zarflarından hani. Hayatımdaki kaç kişi bilir bu zarfları sahi?
—Off amma uzattın yine! Soruları geç bi’kere. Öyle işe yaramaz sorular ki sordukların, yanıtlasan da bir yere varamıyorsun. Bir mektup yazman lazım acil tarafından anladık. Bunun için bana gelmene gerek yok zaten, sıradaki!
—Ya peki o kadın kim acaba? Bunca güzel cümlenin sahibi?
—Bak dönülmez laflar edeceksin şimdi gene, kes dedik. Sıradaki?
—Şu garip “kabullenmişlik” hali. Kötü bir şey olduğunu bildiğim halde rahatsız olmuyorum. Hissettiğim sadece rahatsız olmadığım için bir huzursuzluk.
—Aynı cümleler bunlar, bin türlü söylenişi / söylenmişi var. Hem de bizzat tarafından. Sıradaki?

—Diyorum ki ben şu ZM ya da MD plakalı mavi otomobil hayalimden vazgeçsem de, o parayla iş mi kursam kendime.
—Ha ha tabi canım. Kolaydı öyle yatırım yapmak, kendi işinin patronu olmak.
—Kolay ya. Franchise denen bi’şey var. Fuarını bile yapmış adamlar. Hem ben buldum bile kendime iş. Künefeci olacağım. Sermayeyi ayarlaması zor değil de, AVMlerin metrakare kiralarını öğrenmek lazım.
—Ya bi’git! Sen değil miydin 'memur hayatı yaşamak istiyorum 8-5 çalışıp hafta sonu yatmak istiyorum' diyen. Avm’de kiosk açınca bayram seyran, hafta sonu falan yalan olur kızım.
—Of tek başıma yapmayacağım ki, bir ortak bulurum.
—Ooo bi’de ortak bulacaksın yanına.
—Tabi tabi. Mümkünse bağyan, değilse askerliğini yapmış ve evli bir bey.
—Aha aha, neden diye sormayacağım =)
—Ya çok kötüsün! Hem bi’kere ben künefeci olmayı ilk kez düşünmüyorum ki, hatırlasana Diyarbakır’a gidip geldikten sonra az mı kafa patlattım bu işe.
—Ha ha ha! Künefeci açacağım derken aşiret gelini oluyordun, bi’de baban geldi sordu diye bozulmalar , hayata küsmeler falan.
—Hakkaten lan! Ha Ha Ha. 2 ay sonra babam o herifin düğününe gitti biliyorsun değil mi? Bak ayağıma gelen kısmeti tepmeseydim şimdi ilk bebeğimi kucağıma almış olabilirdim.
—Yok be, o kadar oldu mu kızım!
—Hemen evlensem doğurmuş olurdum bugünlerde.

—Vay anasını sayın seyirciler. Bir yıl daha bitti, hatta 25 yaşın bitiyor farkındasın diğ mi? 25 yıl sonra biri gelip “25. yaşınla ilgili unutmadığın bir anını anlat” dese… Imm evet düşündüm de anlatacak hiç bi’şeyin yok dikkatini çekerim.
—Ya kes! 2 kadeh içmişim şurda kafam güzel. Hem daha 25in bitmesine çoook var. Teorik olarak tam 2 ay, pratikte olarak bi’5 yıl daha ‘25 yaşındayım’ diyeceğimi düşünürsek, daha yeni başlıyoruz demektir.
—Ooo sen bana posta mı koyuyorsun yavruu!? Ne bu tripler?!
—Tamam, kuzu tamam, şu cumartesi gününü de anlatayım öyle git.
—M.nin aramasını mı anlatacaksın. Bak sen anlatmadan söyleyeyim senin daha çok başını ağrıtacak bu askerler, daha çok…
—Sus! Tamamlama o cümleyi! Baş ağrısıyla kalsın öyle. Kırık çıkık istemiyorum.
—E tamam o zaman, bile bile burnunu boka sokmakta üstüne yok zaten.
—Ya peki itiraf ediyorum. Aramasını isterdim ama gerçekten beklemiyordum!
—Zaman kiplerini öpsünler senin, “isterdim” ne be, bal gibi istiyordun!
—Yok, vallahi istemiyordum. İstemiyorum da. İsterdim. Geniş zaman yani. Başka türlü işte. Anlatamam ki bunu kelimelerle.
—O yüzden mi 232’yi görür görmez “canıımmm” diye açtın telefonu.
—Bak ne fark ettim 232li her çağrıyı m’si alabildiğine uzun “canım”larla açabilirim. Oradan arayan herkes canımdan bi’parça sanki.
—F.M?
—Eeeıııooo… Bak bi’şey daha fark ettim, hayatımdaki tüm M.ler’in ikinci bir adı daha var. K.M, F.M, M.S ve hiçbiri adaş değil.
—M.S’yi sayma istersen, hiç yakışmadı diğerlerinin yanına!
—Bence de. Tırnağı bile olamaz onların.
—Ee konuyu değiştirdin madem ben gideyim artık.
—Ya uff. Şeyi söyle peki bu çocuk niye inatla “e bi’tek senin numaranı aldım yanıma bak arıyorum” işte dedi de, “kart atarım, mektup yazarım sana” deyince “sakın ha!!!” diye kızdı celallendi?
—Sen bu çocuğa âşık olacak mısın tekrar?
—Allah korusun! O benim çocukluk aşkım, öyle kalsın. Girmesin bugün hayatıma. Onu da ellerimle mahvederim! Vallahi istemem!
—O zaman kasma mektup yazacağım, kurabiye yapacağım diye. Ararsa konuşursunuz. Yetmedi mi bugüne kadar saydığın şafaklar.
— …
—O son kadehti şişe bitti, bu gece de telefonun çalmadı hatırlatırım.
—Şu AVM’lerin kiralarını diyorum, mail atsak öğrenebilir miyiz acaba?
—Anan, baban gelip "biz seni künefeci olasın diye mi okuttuk senelerce" dediğinde, ne cevap vereceğini, yatsan uyusan bulabilir misin acaba diyorum?


Read more...

Perşembe, Aralık 18, 2008

gRili mavi, mavili bulut, bulutsuz yağmuR

oysaki özgürlüğü seçmek
başka vücutlar sevmek
BU şehri tam kalbinden
beyninden vurup gitmek var


(hayır bu iş kansız olmuyor...)

Read more...

Pazartesi, Aralık 15, 2008

sessiz mavi

—Hazırım başlayalım.
—4 kelime. Yerli? Yabancı?
Ne o be? yerli mi yabancı mı anlamadım. Peki geçtim.

1. sini anlatıyorsun. Göğüs, sine, yaka, boyun, ben, kendim. ME MYSELF AND IRENE!!! Değil, peki. Geri gel. Geldim. Kendim, Ben. Hah tamam 1. cepte; ben.

2. sine geçtik. Ne o? Adam, erkek, gömlek, sarı, koltuk.
Durdum, tamam sakin. 1.si ben, 2. si o, ne o işte anlamadım?
Anlamıyım mı? haaaa, ooo 2. si; o.
Kimin filmi bu ya; Ben O Ben O. "Ben o yâre canımıııı, ömrümü hayatımıııı" haha bu sefer buldum diğ mi? Yok yine değil. Sustum hayatım tamam bakma öyle.

3.sü. Güzel, fıstık, yavru, piliç. Cıvıttım evet. Gay, eşcinsel, lezbiyen, ibne Alooo bana öle el kol işareti yapma bilmiyorum anlamlarını. Kadın erkek, hangisi? İlki? Kadın. Kadın?
Ben? o? kadın?
Off bulamadım hala. 4.sü. Son di mi bu? Evet. Peki.
Eeooouuuu… Hiç, yok, git, gelme… Yok bunlar değil. Hah ne? Değil. Değil?
Takı? ne takayım buna. Değildir, değilsin, değilim. Değilim!

BEN O KADIN DEĞİLİM!

Bu mu yani? Bu ne be? Böyle film yok ki ya iyi kandırdın beni. Ne demek ben o kadın değilim? E oyun bitti artık konuşsana.

—Evet, bitti bu oyun. Ben o kadın değilim. Hoşça kal.

Read more...

silik mavi


Ne kadar kayda değmez bir gündü. Tipik, yitik bir pazar işte.

M.yi uğurladığımız gece fotoğraf makinesinin hafıza kartlarından birini kaybetmişim. O gece gittiğimiz mekâna sorayım, hava güzel oradan da Caddebostan sahile yayılır gazete keyfi falan yaparım diye düşündüm önce. Sonra dedim “boş ver J.ye uğrayayım 1 ay oldu kızı görmeyeli, velette büyümüştür onu da görmüş olurum.” Giydim eşofmanları çıktım sallana salana. Yolda yine vazgeçtim yalnız kalmaya karar verdim, cadde daha iyi fikirdi. Sonra elim telefona gitti. E.nin numarasını buldu… Aramadan kırmızıya bastı.

Sonra ani bir kararla Ayazma’ya çevirdim rotayı. Magnum intense aldım kendime, gazeteler, bir de türk kahvesi söyledim. Ohh miss. Aralığın 14ünde güneş nasılda ısıtıyor insanı. Sahi kış hala gelmediği halde ben ne çok üşüyorum bu sene. Bunları düşünürken bir baktım yine elim telefonda. Yine kimseyi aramadan saklandı cebime. Dalmışım sonra okuduklarıma. 2 saatten fazla zaman geçmiş olmalı. Üşümeye başladım. Sisten pek görünmüyordu adalar, ufuk çizgisi yoktu. Tam güneşin kızıllığına doğru ilerleyen bir gemi vardı. Sonsuzluğa gider gibi. Gidesim vardı.

Üşüdüm,
çay içtim,
ısınmadım,
eve döndüm,
kestane pişirdim,
ısındım.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

O boşlukta ne yaptıysam işte, hayatım orada geçiyor benim.
Gece 2 olmuş hala uyumadım.

Read more...

Pazar, Aralık 14, 2008

bu da o değil*


















Hepimiz ‘o’nu ararken neden kimse kimseye ‘o’ olamıyor? “Bu da o değil” dedikçe, bir başka ‘o’ olma olasılığını kolaylıkla bulup onu da tüketebildiğimiz için mi? Hepimiz hepimize birbirimiz tüketme fırsatını kolayca verdiğimiz için mi? yenisini kolayca bulup kolayca aldığımız için hiç emek vermediğimiz bir eşya gibi ya da sadece kapağına bakıp hiç okumadığımız ama sırf bu yüzden içindeki olasılıkları görmediğimiz, göremediğimiz, -belki de yaşamın sırrını anlatan bir kelimeyi- gözden kaçırdığımız bir kitap gibi… Hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz ve sonsuza kadar akacağını düşündüğümüz bu su bizim dibi delik kovamızı doldurabilir mi?

Oysa seni bulmanın, senin “o” olmanın yolu sende durmayı sende beklemeyi, sende terlemeyi, sende uçmayı, sende boğulmayı istiyor. Seni benden başka kimse, beni de senden başka kimse ‘o’ kılamaz çünkü.

Sanıyorlar ki sende kalırsam, senle kalırsam ve sen de bende kalırsan, benle kalırsan geride kalan o sonsuz ihtimali kaybedeceğiz. Sanıyorlar ki sen benim ihtimallerimi, ben de seninkileri bitireceğiz. Oysa ben, senin ihtimaller arasındaki biricikliğini seviyorum. Gitme şansım varken sende kalmayı seviyorum. Sende kalmanın derinliğini, sende durmanın ihtimallerini, sana bir şey olacak diye korkmaları, seni görmek için uyanmaları, senin kolunu tutmaları seviyorum. Senin kolunu bırakmamdan korkmanı, senin kolunu tutamamaktan korkmamı seviyorum. İstersem gidebilme gücümü, istersen gidebilme gücünü ve bu güç bizdeyken gitmemelerimizi seviyorum. Israrla ve biteviye sende kalmayı seçişimi seni okuya okuya bitiremeyişimi, senin içindeki özgürlüğümü seviyorum. Anahtarı ikimizde de olan bu kelepçenin bizi bağlamasını isteyişimizi, kelepçenin şakırtısını duymayınca ikimizin de gözlerinde beliren korkuyu seviyorum.



*Cem Mumcu
Aşk, özgürlük ve 'ıssız' olmayan bir kedi üzerine
Tempo 11Aralık 2008

Read more...

evli olmak aynı insana faRklı zamanlaRda defalaRca aşık olmak - imiş


"Aşk, sizin için sonsuza kadar süren bir şey mi?
- Sonsuza kadar sürmesini umduğum bir şey. Aşk, benim için lunaparklardaki hız trenleri gibi. Bazen yavaşlıyor, bazen hızlanıyor, bazen yokuş aşağı iniyorsun, bazen çıkıyorsun ama gerçekse hep devam ediyor. Farklı yüzleri, farklı evreleri var. Biz karımla öyleyiz, bir sürü duyguyu aynı anda yaşıyoruz. Zaman zaman aramızdaki tutkunun yoğunluğu artıyor, zaman zaman da azalıyor ama aramızdaki arkadaşlık, en güçlü haliyle hep orada duruyor. Karım, şüphesiz şu dünyadaki en yakın arkadaşım.

Evlilikle ilgili kafanızda soru işaretleri var mı?

-Yok hayır. Evli olmak aynı insana farklı zamanlarda defalarca aşık olmak. Tek yapmayacağınız şey, bırakıp gitmek. Ama zaten gerçek aşksa, nereye gideceksiniz? Uğrunda çaba göstermeye değmez mi? Biz paylaştığımız bu aşkı korumaya, kollamaya çalışıyoruz, bir de biz ikimiz birlikteyken çok eğleniyoruz, bence bu da en önemli şeylerden biri.

...

Bütün röportajlarınızda karınızı acayip övüyorsunuz...
- Bir sakıncası mı var! O benim kalbimin deli gibi atmasına neden oluyor. Zaman zaman da beni öfkeden köpürtüyor. Ama iyi ki var.

En çok hangi özelliği vazgeçilmez?
- Her şeyi. Çünkü bütün o "her şey" onu bu kadın yapıyor ve vazgeçilmez kılıyor. Kötü ve sinir olduğum özellikleri dahil.

Kötüleri bırakın, en bayıldığınız özellikleri...
- Tutkulu bir kadın. Ve basiretli. Ve müthiş bir muhakeme yeteneği var. Bir de onurlu. Ve adaletli. Böyle söylemek tuhaf olacak ama onun sayesinde ben daha iyi bir insan oldum. Daha dürüst, daha onurlu bir adam..."

Hem yakışıklı, hem de aşık bir adam: Josh Holloway
Bu adama tüm bunları söyleten kadın: Yessica Kumala

Vay anasını sayın seyirciler...




05.10.08/ 21:26

Read more...

Cumartesi, Aralık 13, 2008

geçmiş kıRmızı, gitmiş yeşil

Askere gitmek istiyorum. Valla bak. Allaan dağında bi’yerde hiç tanımadığım ve normal şartlar altında kesinlikle tanışmayacağım cins cins çeşit çeşit hem cinsimle 5 ay 5 gün geçirmek istiyorum. Hatta astek bile olabilirim. 1 yıl çekerim elimi eteğimi her şeyden, maaşımı da alırım paşa paşa. 1500 ytl falan veriyorlardır herhalde, eh daha n’olsun… Hem kafamı dinlerim, hem “vatani görev”, hem de “adam olurum” belki. Valla bak. “Alıyoruz” desinler en önde gitmeyen namerttir?! Ya da 325. dönemden gitmek istemeyen birileri varsa onların yerine de gidebilirim. Hazır saçlar kısa kaynayıveririm aradan n’olcek? Valla bak. Gitmek istiyorum ya habire, bari askere gideyim. Şöyle sınırda götüm donsun soğuktan, hatta 1–2 mermi vızıldasın başımın üstünde de beynime kan gitsin. Hatta hatta o mermilerin biri gelip beynime saplansın. Hiçliğim anlam kazanır, dirimin hiçbir sıfatı yokken ölüm süpersonik sıfatlarla anılır. Bir adım olmaz ama gazetelerde haber bilem olurum. Saçmaladım evet. Mütemadiyen yapıyorum bunu zaten.

T.nin de M.nin de askere gideceğini duyunca aklıma geldi bu askere gitme işi. Daha doğrusu ilk göz ağrım M.nin ‘askere veda’ partisinde tuvalete kaçmış rujumu tazelerken kendimi “lan ben de gitsem askere negzel olur haa” diye düşünürken yakaladım. Böyle haaa’lı lan’lı cümleleri sesli kurmaya başladığıma göre çakırkeyif eşiğinden atlayıp sarhoşluğa geçtim demektir. Hemen masaya geri döndüm. Sarhoş olmadan hediye işini organize ettim. Küçük bir not defterini masada elden ele dolaştırdım. Çaktı tabi M, kaçar mı hiç, “bekle azıcık” dedim “her şeyin bir zamanı var” çatladı tabi meraktan. Defter bana gelene kadar çoktan sarhoş olmuştum. Ne yazdığımı kesinlikle hatırlamıyorum ama defteri ona verirken neler dediğimi, neler duyduğumu, bana nasıl sımsıkı sarıldığını gayet iyi hatırlıyorum. Mümkünse hiç unutmayayım zaten o anı. Unutulmazlarımdan olsun. Ölürken gözümün önünden geçen karelerimden biri de bu olsun. Biri de o’nun elimi ilk tuttuğu, hayatımda ilk kez bir adamla el ele tutuştuğum o an olsun.

O’nun gibi bir adamı sevdiğim için ve onun tarafından sevildiğim için ne kadar şanslıymışım meğer. Ben tanıdığımda çocuktu(m) oysa. Şimdi büyüdükte daha iyisini, daha doğrusunu daha “adam”ını mı bulduk sanki? Yok yok kimseyi kimseyle kıyaslamıyorum Sabrina. Derdim kendimle yine. Normal şartlar altında 25 yaşına gelmiş (ve hatta neredeyse bitirmiş) bir insanın verdiği kararların 12 yaşında verdiği kararlardan daha rasyonel olması gerekir diğ mi? Değil işte. Her neyse…
“iyi ki” tanımışım bu “adam”ı. İyi ki oradaydım o gece. İyi ki “ama Cuma iş var” deyip kalkmadım erkenden. Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar hissettim o gece; rakının, rokanın tadını, yeryüzünde sizin kadar yalnızım’ın notalarını, beklentisiz içten kocaman bir kucaklamanın huzurunu… Sahi kaç tane adam var hayatımda “gel sana bir sarılayım”ın hakkını verebilecek? Bir elin parmağı mı, hadi canım nerede o bolluk… 1+1 işte. biri bu yılbaşını evinden ailesinden sevdiklerinden uzak bir bölükte, 2 poşet kuruyemişle geçirecek işte. Arayıp sesini bile duyamayacağım muhtemelen. Bu yıl doğum günümde bir mesaj eksik olacak. Gecenin ilk mesajı üstelik. Şimdi elim telefonda bir son mesaj yazmakta. Başparmak göndermekte kararsız. Kalp ağır, kafa karışık, gözler yorgun. Halbuki hislerim uzun zamandır ilk kez bu kadar net. Cümlelerimin sonunda soru işareti yok. “İyi ki”den ibaret mutlu üç noktalar sadece. İyi ki girmiş hayatıma, iyi ki var... iyi ki sadece “ilk aşkım” olmuş, saf, temiz. Şimdi iyi ki “huysuz arkadaşım”…

Gönül yarın Dali’ye gitmek ister. Bu bünye bir yalnız sergi daha kaldırır mı bu gri şehirde bilinmez. Aylar oldu, hala neyi bekliyorum bilinmez…

Kendimi çok çirkin hissediyorum, nedendir bilinmez. “Güzel hissettiremeyenler utansın” denince gülünmez. Disko kralında “aboneyim abone” varken oturup üzülünmez.

jogging onda kayak onda
sualtı üstü sporu
şaştım üç lisan biliyor
okumuş çocuk boru mu

daha bir güzelleştim
bu aşk yaradı bana
herkes dalga geçse de
darısı başınıza…




Read more...

Cuma, Aralık 12, 2008

köpRü


...Kendini paylaşmanın aşkı büyütmesi, başka bir yoldan daha gerçekleşir: yumuşak karnını Öteki'ne gösteren kişi, yaralanmayı göze alıyor demektir – bu savunmasızlık kötüye kullanılmadığında- Öteki'nin yumuşak karnıyla karşılandığında, ciddi bir köprüdür kurulan.


Cem Akaş Aşk= f(karanlık)
Cogito Aşk
Sayı :4 Bahar 1995
İkinci baskı sf:70

Read more...

Perşembe, Aralık 11, 2008

fiRuze


Küçük bir şehrin tam meydanındaki otobüs durağında oturur beklerdi gecenin son otobüsünü. O saatte trafik olmazdı. İnsanlar uyurdu. Karanlıktan korkardı. Bir kedi bile geçmiyorsa önünden dünya dururdu. Bazen de gün batımında beklerdi o kalabalık otobüsü. Ufukta kızıl mavi çizgiler görürünken dururdu dünya. Tek bir araç bile geçmiyorsa kavşaklardan dururdu zaman.


Bunları düşünürken uyudu kadın. Hiç bilmediği, görmediği uzaklarda yepyeni bir güne uyandığı mavi bir düş gördü. Önce beline sarıldı bir el, hissedince ürperdi. Sıcaklığına sokuldu acemice. Sonra sıcak bir nefes boynunda omuzlarında...

Uyandığında üşüyordu. Yataktan kalktı. Buz gibi suyla yüzünü yıkadı. Giyindi. Kızıl saçlarını topuz yapıp, beyaz atkısını, mavi eldivenlerini takti. Kapıyı sessizce kapadı. Kırmızı şemsiyesini açmadan gökyüzüne baktı.

Kocaman bir şehrin meydanındaki otobüs durağına yürüdü. Bu şehirde insanlar uyumaz, trafik durmaz, ışıklar sönmezdi. Üşümüş bir köpek geçerken önünden durdu, ufukta kızıl mavi çizgileri gördü. Orada duruyordu zaman.

Derin, taze, soğuk bir nefes doldurdu içine. İçini ısıtan koyu kahvenin sıcağı mıydı, pembe- mavi eldivenleri mi, ışıl kara gözleri mi merak bile etmedi.


dibine not: dalya üç yüz!

Read more...

Cuma, Aralık 05, 2008

sakin laciveRt


Zaman…Sadece birazcık zaman falan der şarkı…
Benimle bir alakası yok tabi. Yazmaya çalışıyorum yalnızca. Neler var içimde merak ediyorum. Kimseyle konuşmuyorum çünkü. Çünkü konuştuğum hemen herkesten aynı şeyi duyuyorum.

Telefondakiler: “ne kadar alıngan olmuşsun sen?”
Şirkettekiler: “neyin var senin böyle burnundan soluyorsun”
Evdekiler: “hayrola yüzünden düşün bin parça”

ve hepsinin akabinde koro halinde

“ee ama yanlış anladın/anlıyorsun/anlamışsın, sen. Sonra konuşalım en iyisi”

Bence de sonra konuşalım yani. Hatta biriniz olsun çıkıpta “galiba ben anlatamadım” demediğine göre hiçbirinizle bi’daha konuşmayalım. Hissetmem yokluğunuzu. Eğer biraz olsun tahammülünüz yoksa bu anlayışsız hallerime konuşmayalım yani. Farkmaz bana.
Eğer illa anlatmam gerekiyorsa bu gerginliğimin sebebini hem de tam gergin olduğum zamanda, bence de konuşmayalım. Eğer sen, bana sadece “dün gece evde yalnızken önce 2 kez kapı çalındı, kalkıp hiç bakmayınca ve ışık falanda yakmayınca kapıdan tıkırtılar gelmeye başladı. Sanırım mahalleye dadanan hırsızlar kapıdaydı” dediğimde müsamaha göstereceksen hiç gösterme arkadaşım. Zaten sen eğer benim bu olayı bu şekilde anlatmayacağımı bilmiyorsan hiç arkadaşta olmayalım gerek yok ki.
“Ee ama yanlış anladın sen benii” der çıkarsın işin içinden n’olcak. Eee si ve ii si ne kadar uzun , sen i ne kadar vurgulu olursa olursa o kadar makbul.

Bugün şirkette nasıl sıkmışım mesela kendimi. Geç saate kadar çalıştık yine. Gözlüklerimi takmış bilgisayarın içine girmişim. Uzaktan kaskatı görünüyor olmalıyım. E. ağabey var, sadece merhabalaştığım, bir de arada 2 küçük veledinin halini hatırını sorduğum. Tam arkamdan geçerken omuzlarımı yanlarından tutup “nasıl gidiyor zeyno(!)” dedi. Kim bilir neredeydim, ruhum hangi yollardan döndü geldi de oturdu o bilgisayar koltuğuna bilmiyorum. Bir anda gevşedim. Ey sevgili, geldiğinde senden öncesini kıskanacaksan eğer o adamı ve o anı kıskanabilirsin… Mümkün değil tarif edemem, arkamı dönüp tombul suratını ve gülümsemesini görüp elimi omzumdaki elinin üstüne koyunca hissettiklerimi. 2 saniye daha öyle kalsaydık olabilecekleri tahmin bile edemem. Ne kadar ihtiyacım varmış meğer. Neye? İşte bunun yanıtı yok. Eve gelip kedi gibi(!) babamın ayaklarında dört dönmeme rağmen bir türlü başımı dizlerine koyamayışım gibi…

Ayarlarım bozuldu sanırım. Var mı şöyle fabrika ayarlarına döndürtecek bir düğme?

Ha bi’de bu var sahi. Mütemadiyen geri gitmek istiyorum. Fabrika ayarlarına, 2007 şubatına, 2005 hazirana, Bugün yerine “dipteyim” dediğim günde olmayı isterdim mesela. O günde 2 yıl öncesinde olmayı istiyordum hatırlıyorum. Eğer 2 yıl sonrasında bugünü tercih edecek hale gelirsem sıçtık demektir. Eğer bugünü bile ararsam... Offf hayır düşünmek bile istemiyorum.

Yazmak istiyorum sadece. Yazarken bi’şey yapıyorum çünkü. Nasıl bi’şeyse bu... Kendini doğrulayan kehanetler gibi, neler olacağını bana açık açık gösteren (ama o olaylar olana kadar bunu kesinlikle anlamadığım) rüyalarım ve cümlelerim var benim. Burada bile var onlardan. İşin ilginci çoğu hikâyemsilerin içinde.
Oysa o kadınların hiçbiri değilim ben.
Oysa o kadınların hiçbiri ben değilim.

Öznemi yükleme yakın koysam hayatım da anlamlanır mı acep?

Bu 299. Bütün umudum firuze…

Hayranım Sana - Candan Erçetin


Ben bu şarkıyı aşk şarkısı zannerdim. Değilmiş.


tanırım kendimi hiddetim taşar benim
dalga dalga, hırçın hırçın
tokat gibi vurur sözlerim yıpratır bedenini

Ben hala korkuyorum ruhumdaki fırtınada boğulmaktan...

Read more...

Pazar, Kasım 30, 2008

bok Rengi


Alışveriş merkezlerindeki yılbaşı ağaçlarını yeşil topları falan gördükçe “vay be” diyordum “2008 gibi her yanı çift bir yılı (2,0,8, 8+2=10) atlattım, rutin sıradan vasat ama belasız yani artık bir yeni yıl hediyesini hak ettim” diyordum kendime kendime. “İyi bir tatil mi acaba, yoksa şu* * cihazlardan biri mi?” diye süpersonik hayallere bile terfi etmiştim. Hatta şu cihazların ses kalitesini bir öğrenebilsem karar bile vermiştim…

Ama işte aynı hataları defalarca yapabilen, aynı sonuca varacağını bile bile ayrı oyunlara tekrar tekrar kanabilen bir salak olduğumu unutmuşum tamamen. Delilik aynı şeyi yaparak farklı sonuçlar beklemektir mi demişti birisi?

Bu kadar çift rakamdan adama hayır gelir mi? Gelmez

Babaannem ölecek mesela. Ne var ki bunda hâlbuki herkes bir gün ölecek. Ben bile hatta. Ama babaannem çok yakın bir zamanda ölecek işte. Pankreas kanseri olmuş çünkü. Hatta son aşamadaymış daha yeni teşhis konabilmiş, kemoterapi falan düşünmüyormuş doktor. Zaten yeterince yaşlı, ayrıca aşırı kilolu, şeker, kalp ve yüksek tansiyon da bilinen hastalıkları arasında top 3. Bunların hiç biri olmayan sağlıklı insanlarda bile pankreas kanseriyle 5 yıl yaşayabilme oranı %20. Hatta utanmasa google kendisine sorunca şöyle bir uyarı verecek: “did you mean: death?”

Hiç sırası değildi babaanne. Babamı böyle bir zamanda bu kadar üzmenin hiç sırası değildi. Seni 40 yıl önce terk edip gitmiş bile olsa köklerinden biriydin onun. Hayata olmasa da bir toprağa bağlıyordun onu. İyi ki seni ziyarete gelmemişim biliyor musun? Babamı ağlarken görmeye dayanamam ben. Ve lanet olsun ki sen ölünce ben bununla yüzleşmek zorunda kalacağım. Ve lanet olsun ki yine kalacağım!
Hiç sırası değildi babaanne, hiç. İlk kez her şey bu kadar planlıydı. İlk kez ihtiyacım olan sadece biraz zamandı. Tek haneli bir yeni yılın ilk yaş gününden sonra alınacaktı bilet. Çok keyifli bir akşam yemeğinin ardından sessizce çekecektim kapıyı. Nihayet kendi köklerimi salmak üzere açacaktım kanatlarımı. Şimdi sen gidince ben kalacağım hayatının kökü. “Sen de böyle düşünürsen o zaman biterim ben” demişti. Uzun zamandan sonra ilk kez sarhoştu. Gözlerinde yine o gece gördüğüm derin karanlık vardı. Hani mutfakta gözümün içine bakıp tabağı kırdığı gece gördüğüm karanlık. Hastaneden döndükleri gece “Sen de gidersen biterim ben” dedi o karanlığın arasından bana. Ben bir kez daha bittim…

Teyzem kocasını terk edecek mesela. Jeoloji mühendisi işsiz bir adamın iş kurmak, iş bulmak bulduğu işe tutunmak, asılmak ve çocuklarına gelecek hazırlamak konusundaki ataletinden bıktı artık. “40 yaşında insan artık okuldan gelen çocuklarını evde kekle börekle karşılamak istiyor kızım, cumartesi günleri için lunapark planı yapmak istiyor ben hala gecenin körüne kadar iş yerindeyim, yetti artık” diyor. “Bu yaşta adamın traş parasını bile ben veriyorum ve o hiç bi’şey için çabalamıyor” diyor, “yoruldum bütün evliliği tek başıma yürütmekten” diyor. “Bayramda boşaltacağım evi, artık kendi başına kalınca kirayı mı öder, kredi borçlarını mı öder, o da anasının evine geri mi döner umurumda değil” diyor. “E gel şu senin makineleri satışa çıkaralım internette oradan eline biraz nakit geçer” diyorum lafı ağzıma tıkıyor. “Çalışmıyor bilgisayar, ram’ini almış eşşoleşşek satacak herhalde” diyor. Ben bunların düğün gününü hatırlıyorum, o adama eşşoleşşek diyor. “Bu kadar mı düştü” diyebiliyorum… Sonra kuzenlerin yanına kaçıyorum. Çocuk kahkahası zamandan daha etkili bir ilaç kesinlikle.

“bizim eve kedi girdi, dağıttı biliyor musun” diyor 3 yaşında olan. Tane tane konuşuyor. “sen kalbini seviyor musun peki?” diyor reklamı görünce. “Seviyorum tabi” diyorum. “Anne de seviyor mu peki?” diyor “hadi gel soralım” diyorum aklımca teyzoşu neşelendireceğim. “anneciğim sen kalbini seviyor musun?” “seviyorum annem” “anne kedi banyoyu da mı dağıtmış?” diyor, çamaşır makinesini boşaltmakta olan anneye. “Ne kedisi anlatıp duruyor bu be, ve girmiş dağıtmış falan” diyorum. Teyzoş elindekileri bırakıp dönüyor bana, şaşkın: “aaa senin haberin yok mu?” “neyden?” “Perşembe günü hırsız girdi eve. Altüst etmiş her tarafı banyodaki kirli çamaşırlara, yatak odasındaki gömme dolabın içindeki karton kutulara kadara her yanı dağıtmış savaş alanı gibiydi 2 gündür ev, ancak toparladım. Çocuklara da korkmasınlar diye kedi dağıtmış dedik. Söylemedi mi annen?” Annemi bırak ya bu kızın bahçe kapısıyla bizim apartman kapısı arasındaki mesafe 50 adım, benim dünyadan haberim yok! “e bi’şey almış mı bari?” “benim bi’yüzüğüm vardı onu almış. Zaten başka da alacak bi’şey yok ki, o yüzden dağıtmış durmuş evi.”

Yok dayanmayacağım daha fazla eve kaçıyorum, çocuklar ağlıyor arkamdan. İçim eziliyor. Merdivenlerde Z. ablaya rastlıyorum. Naber faslından sonra kapıyı kitlerken gösteriyor, “bak naptılar bizim kapıya, girmeye çalışmışlar bizim eve de.” “nası yani hülya’ya girdikleri gün mü?” “yok 1 gün önce…” anlatıyor uzun komşuya gitmişte, Allahtan üst kilit kitliymiş yoksa onu da soyup soğana çevirirlermişte… Bizim apartmana da giriyorlar yani gündüz gündüz balkonlardan atlıyorlar falan. Korkuyorum. İçeri girince kapıyı güzelce kilitliyorum.

Bu ne yaaa? Ben hangi gezegende yaşıyorum. Burnumun dibindeki hayatlardan haberim yok aklım nerede benim?

Aklım şirkette tabi. Sıçtımının şirketi bana yazılı uyarı verecek. O-ha! Yazılı uyarı. Duyanda zimmetime para geçirdim falan zanneder diğ mi yok efenim customer’ı (hani şu king olan) yeterince yalamadığımdan. Hatta hiç yalamadığımdan. “Bana ne beni bağlamaz işin o kısmı, zaten işin o kısmını yapacak yetki de vermediler bana, saatte olmuş servisi kaçırma saati, hadi anam sana hayırlı günleeer” tavrımdan. Yazılı uyarı be… Vay anasını... Daha 1 hafta önce “sen en iyi elemanlarımdansın hatta belki en iyisi” diyen hanfendi, haftaya işlemler sonuçlanınca ne diyecek acaba? Yazılı uyarıdan döndürmeye çalışacağım falan diyordu bir ara ama cumartesi günü supervisor fena kalayladı onu da. “hatalı kardeşim, bence hakediyor” dediğini duydum bağıra bağıra, benden bahsettiklerini anlayınca hemen telefonda konuşmaya başladım onların söylediklerini duymamak için. İyi ki dinlememişim çünkü kesinlikle hatalı değilim. Zaten ortada hatalı bir işlem yok, bir tavır, üslup söz konusu olan…

Ammaaan. Zerre umurumda değil, üzgün değilim… Kızgınım. Ve kızgınlığım her zamanki gibi kendime sadece. Yok efenim “çalıların arasında gül olacakmışım” da yok efenim “en küçükten başlayıp merdivenleri tek tek çıkacak kendimi ispatlayacakmışım” da... Siktir git, salak! Niye kendini kandırıyorsun ki. Sen kendini bok böceklerinin arasında konumlandırırsan bok kafalı adamlarla uğraşıp durursun bütün gün. Bok böceklerinin arasından çıkan lider bok böcekleri de bok kafalıları yalamadığın için seni (aklı sıra) cezalandırır böyle. Sen de gerçek bokların yüzdüğü klozetin üstüne bağdaş kurmuş, katıla katıla ağlarken ses çıkarmamak için kendini ne kadar sıktığını fark ettiğin an anlarsın ancak boka battığını.


Bitti mi sandın? Dur daha Sabrina dur? Hem ne kadar uzun olursa o kadar az bilinir. Hem tüm bu çirkinlikleri gökyüzünde yalnız gezen yıldızlara bağlamadık daha. Sen sular orada durgun mu sanıyorsun? Sen sanıyor musun ki bu mesafeler sorun yaratmayacak kadar uzak?

Bunların hiçbiri olmadan önce yani ben daha yılbaşı hediyesi hayalleri kurarken bir rüya gördüm. İyi ki gördüğüm gün yazmamışım, çünkü şu olanlara bakınca rüyamın bana nasıl bir haber verdiğini ve bilinçaltımdakileri çok daha net anlayabiliyorum.

Odamdayım, şu solumdaki mavi battaniyeli tek kişilik yatağın üstünde. Karşımda oturuyor. Konuşuyor, anlatıyor uzun uzun. Ne söylediği hakkında hiçbir fikrim yok. Rüyamda ses yok çünkü. Birden terlemeye başlıyor şakır şakır. Şimdi rüyamı yorumlarken ağladığını düşünüyorum. Hüngür hüngür ağlıyor olmalı. İki elimle yüzünü avucuma alıyorum. Gözlerinin içine bakıyorum, bu kadar terlemesine rağmen ona dokunmaktan hiç iğrenmiyorum diye düşünüyorum. Öpüşmeye başlıyoruz. Ve hatta ben öpüyorum önce. Beni soyarken utanıyorum. Tam külotumu çıkartırken kalkıyorum yanından odanın kapısını kapatıp kilitliyorum. Babam gelirse görmesin bizi diye düşünüyorum ve buzlu camın arkasındaki montları düzenliyorum. (“babamın evi babamın yatağı” bunu rüyada mı düşünüyorum uyanınca aynadaki kendimle alay mı ediyorum hatırlamıyorum) Çırılçıplak giriyorum yatağa. Yine kafamda hayır böyle olmamalı, bu şekilde olmamalıydı düşünceleri var ama durmuyorum. Hiç bi’şey hissetmiyorum. Onunla bir bütün olmuşken bir şeyler hissetmeliyim diye düşünüyorum. Üstümde hareket ettiğini görüyorum. Elimi tutuyor. Elimi daha sıkı tutuyor. Önce elimi tutmalıydı diye düşünüyorum. Başını geriye doğru atıyor. Elimi giderek sıkıyor, canım acımaya başlıyor. Hayır bu olmamalı, bu şekilde olmamalı diye düşünüyorum. Titreyerek boşalıyor, ben hiçbir şey hissetmiyorum. Elimin acısına uyanıyorum. Yastığın yanındaki sağ elimi sımsıkı yumruk yapmışım. Uzun süredir öyle olmalı, açamıyorum. Yavaşça açarken parmaklarımın uyuşukluğunu hissediyorum önce. Sonra avucuma sapladığım tırnakların izini görüyorum.


Yüzü ne kadar net. Nasıl böyle rahatça giriyor rüyama ve beni becerip çekip gidebiliyor. Ben nasıl her seferinde kanıyorum bu ağlak adamlara yüzü avuçlarımın arasındayken…
Madem siktirolupgidecekgillerdendi bu herif neden bana bu kadar yaklaştı, açıklamalar yaptı, bahaneler üretti, söylediklerimden alındı. Ben ne güzel “tamam kızım kendine gel sizin aranızda hiç bi’şey olmayacak. adam öylesine takılıyor işte sen de bak dalgana” diye otomatik pilota bağlamışken, tam kafam rahatken, sadece planlarıma konsantre olmuşken ne diye “ya aslında sen ve ben…” diye başlayan cümleler kurdu?
Ulan kalbinin bir köşesinde o kadın hep vardı ve sen bunu başından beri biliyordun zaten ne diye bu yanaşmalar? Sanki ben “bana ne bana ne onu alma beni al” diye yakana yapıştım. Neden bu “eee ııı ben nereden başlayacağımı bilemiyorum aslında” zırvalıkları? Başlayacak bi’şey yok ki ortada beyinsiz. Neyin peşindesin sen? Egonu mu tatmin ediyorsun, beni yolumdan çevirince.

Hadi bunların hepsi böyle, hepsinde aynı oyunlar ben niye kanıyorum bunlara tekrar ve tekrar ve tekrar!? Kusucam artık kendimden yeter ya! Nedir kızım bu? Her ışığa uçan pervane misin sen? Kafası ötekilerden biraz fazla çalışıyor diye, satır arasındaki bir espriyi anlıyor ya da seninle aynı ayrıntılara takılıyor diye “evet ya olabilir bak bi’şans vermek lazım” diye gaza gelmeler falan? Sen böyle biri değildin unuttun mu? M. gibi bir adamın seni ikna etmek için yaptıklarını da mı hatırlamıyorsun, yuh!? Dubai’den gelen karpuzları, bir kucağa sığmayan gülleri… bak kaldır şu bilgisayardan başını, hatta kalk o sandalyeden, kitaplığın üstünde mavi bir ayakkabı kutusu olacak. Aç onu.
Son temizlikte atmamış mıydım ben bunları?
Hayır atamadın, tozludur kutusu dikkat et.
5 yıldan fazla olmalı
...
...
...
...
...
Kokusu duruyor hala, yüzlerce kuru gül, mis gibi kokuyor hala…
...
...
...
...
...


M.ye ağlamadığımı biliyorum artık neye ağlıyorum peki ben?
Babama mı, kopamayışıma mı, kopmak için her boklu deliğe parmak sokuşuma mı?
Neye ağlıyorum ben, neyin peşindeyim, nereye gidiyorum?
Neyim ben?

Ben Kimim? - Candan Ercetin

Read more...

Salı, Kasım 25, 2008

kek*

KEK - Nil Karaibrahimgil

2 yumurtayı kırdım önce. 2 bardak şekeri boca ettim üstüne.
Çırptım çırptım çırptım… Beynim mikserin sesinden uyuşana kadar çırptım. Kolum yorulunca kapattım. 1 bardak yoğurda 1 kaşık karbonat attım. Onları köpürtürken radyoda sevdiğim bi’şarkı çıktı koşa koşa gittim sesini açtım. Karbonatlı yoğurdu yumurtaların üstüne döktüm. Şarkı bitene kadar bağıra bağıra söyledim.

bensizdin yıllarcaaaaaaaa
sen neyi aradın
sevgiyi buldun mu
yabancı kollarda mutlu oldun muuuu???


Bitince yine başladım çırpmaya. Çok sürmedi bu sefer. Bir bardak sıvı yağı damla damla akıttım karışımın içine. Karıştıkça sarardı rengi.

3 Bardak unu eledim. Kar yağdırdım bütün tezgâha.

Buzdolabını açtım. Reklamlar başlamıştı radyoda, kulağımı tırmaladı gittim kanalı değiştirdim. Dolabın kapağını açık bıraktım diye kendime kızdım, eğilip sebzelikten havuçları çıkardım. Güzelce yıkadım. Soydum.

Sevgi emek ister ya, havuçlu kek öyle bi’şeymiş meğer. Yok valla filmle bir alakası.

Ö geldi aklıma. M havuç salatasını çok severdi, bize her yemeğe gelişinde yapardık mutlaka. Arada bir havuç salatası bana kalırdı da Ö mümkün değil yaptırmazdı. Hem söylenirdi yaparken hem de illa yapardı. 2 büyük havucu rendelerken fark ettim ki sıkıcı ve sinir bozucu bi’şey havuç rendelemek. Sert, yorucu. Ve asla sonuna kadar rendelenmiyor en son parça çöpe atmaya kıyılamayıp hep ağza atılıyor. Ö rendeyle cebelleşirken M nin yanında dikilip o son parçaları ağzına attığını hatırlıyorum. Yardım etmeyişinde maçoluk yoktu bilirdim ama neden her şeyi yapan adam o havuç salatasına hiç elini atmazdı yıllar sonra ben havuçları rendelerken anladım. Ve Ö nün açlıktan ölürken bile masaya geç oturmamız pahasına o salatayı inatla yapışını. Ve onların bugün minik yavrularıyla mutlu bir çift olmalarını benimse hala havuçlu kekten hayat dersi çıkarmaya çalışan bir…

you love blow and i love puff

Ellerim havuçluydu bu sefer kendi sesimi yükselttim.

and life is like a pipe
and i'm a tiny penny rolling up the walls inside


1 Kaşık tarçını havuçlara, havuçları keke karıştırdım. Tepsiyi yağladım. Fırını 180°C ye telefonun hatırlatmasını 40 dakikaya ayarladım.

Günlerden pazardı, çayın suyunu koyup gazetenin sudokusunu çözmeye başladım. Radyoyu kapattım.




*dibinin notu:
kek macarca mavi demekmiş

en dibinin notu: bardaklar su bardağı, kaşıklar tatlı kaşığı, içi çabuk pişmiyor 40 dakikadan sonra 150°C de 10-15 dakika daha kalıyor, şeker azaltılabilir, amy winehouse'a karaoke yapmak yerine ceviz dövülebilir.

dibinin körü: havuçları boşver kakaolu neyine yetmiyor.


Read more...

Pazar, Kasım 23, 2008

mavimtRak biR mim, mimtRak biR mavi



Evet çalıyor duyuyorum, dırı nını dırı nını dırı nını nıı. Acaba ön gözde mi? dırı nını dırı nını dırı nını nıı. I ıh burada da yok. Aa orta cepte galiba. dırı nını dırı nını dırı nını nıı. Eehhh… Çanta tam ortaya boşaltılır, telefon hala inatla çalıyorsa açılır, rahatlanır.

'E çanta ortaya dökülmüşken toparlamak lazım ıvır zıvırı fazlalıkları çıkartalım atalım bari. Aaa hazır çantayı dökmüşken içindekilerin fotoğrafını çekelim mim yazarız bundan belki. ' diyordum kendi kendime ama sırf bunu demek için çalan telefonu bahane edip çantayı yatağın üzerine boca etmiş de olabilirim. Bazı şeyleri illa yapmak istiyorsam çok meşru bahaneler bulabiliyorum o konuda. Bu da bir yetenek olsa gerek diğ mi Sabrina?

5–10 parça küçükbaş eşyayı bir türlü istediğim gibi kadraja sığdıramamış olmam da başlı başına bir yeteneksizlik olsa gerek. Şu kareyi yakalamak için ayarlarını değiştire değiştire 20den fazla fotoğraf çektiğimi kimseye söylemesem isabet olur bence. Bundan da önemlisi altı üstü bir çanta muhteviyatı fotoğrafı için bu kadar detaycı davranmanın zaman kaybından başka bi’şey olmadığını birinin bana söylemesi lazım artık. Aynı kişi gelip çantamı karıştırırsa çok kızarım ama uzaktan benim gösterdiklerime, benim göstermek istediğim açıdan bakmasında bir sakınca yok.

Misal çantama elini atsa çeşitli durumlara uygun (günlük, gece, normal) farklı boyutlarda pedler görür ama ben onları şu 4 çizginin içine koymam. Çantamı karıştıracak olsa o defterin içindekileri okur muhtemelen. Önce birkaç adres, kroki ve telefon görür, biraz sayfaları çevirse bu şarkı kimin acaba diye araştırmak için not alınmış şarkı sözlerini, daha sinemanın karanlığında yazılmış birkaç tokat gibi repliği okur eğer hala merakla sayfaları karıştırıyorsa içimi görür mesela. Dilimin ucunda kadar gelmiş ama söylenmemiş bir cümleyi görür mesela, uyumadan önce gördüğü yıldızların hayatı boyuna görmek istediği yıldızlar olduğunu söyleyen uzun saçlı bir kız da görebilir. O kızın bir hikâye kahramanı olduğunu bilmeden kapatır sayfaları. Kılıfını merak edip beyaz keseyi alınca ipodu görür mesela açar en son çalan şarkıyı duyar, hangi ruh halinde olduğumu anlar belki o şarkıdan. Normalde kimse bir banka zarfını sallamaz ama taahhütlü ibaresini merak edip açarsa tüm mali varlığımın son bir aylık hareketlerini görür. Döviz alış, satış, %14.25ten 10 gün repo, b tipi likit fon alış…

Aylak Adam’ı 2 kez okuduğumu bilmez ama çantamı karıştırırken kitabı açarsa altı çizili cümlelerimi görür. “ama bir gün babanı, başkalarını kovup geleceksin. O zaman keskin ışıkta soyunup açık pencerede sevişeceğiz. Acelem yok benim biliyorsun.” Yanındaki ünleme anlam veremez kaptır kitabı da. O pembeli membeli kalın kitaba bakmaz bile zaten. Benim de sırf öneren kişiyle ortak birkaç cümlemiz olsun diye aldığımı ama kitapta tek bir cümle bile okumadığımı bilmez.

Çantamı karıştıracak olsa, minik şişenin minik pembe kapağı kaldırınca kokumu duyar. Bugüne dek hiçbir kokuda dişi tutturamadığımı bilmese de “bugünkü” ben kokar şişe, koklar. Belki bir sakız atar ağzına belki minik bir parça bitter çikolata. Belki “aşk verir” çikolata gülümser. Yakama kartımı görünce mutlaka üzerindeki fotoğrafa bakar mesela. Cüzdanımı açtığında gördüğü kimlikte fotoğrafın aynısıdır, fark etmez bile belki.

Biri gelip çantamı kurcalarsa kızarım evet. Hazırlıksız yakalanırım o zaman. Ansızın çıplak kalmış gibi, giysilerimin altına sakladığım tüm fazla kilolar, istenmeyen tüyler gibi, çıkar ortaya küçük dünyam. Alışveriş fişlerim, son yediğim yemeğin ıslak mendili, henüz arşivlenmemiş sinema biletlerim, beynimdeki notalarım, kokum, bitmemiş cümlelerim saçılır etrafa…

Beni içindekileri kategorize edip dizdikten sonraysa tüm dünyaya gösterebilirim hiç sorun değil. Hazırlanırım. Toplarım dağınıklığımı, gizleri koyarım küçük gözlere. Sonra başlarım anlatmaya; emektar mavi şemsiyemin beni ne kadar ansız yağmurlardan kurtardığını anlatırım, Rodos’tan buraya benim için kat ettiği yolu çoktan gizli odacıkların birine hapsetmişimdir artık. O sarı çakmağın çantama nereden, nasıl girdiği ve sevgili çakarçakmazçakançakmağımın nereye kaybolduğu hakkında hiçbir fikrim olmasa da çakmaksız çıkmadığımı söylerim sırıtarak. Hayır, çakmak sadece sigara yakmaya yaramaz onu bile anlatırım uzun uzun belki.

Belki de bir gün benim akbilim senin elinden başka bir ele uzatılır. Birlikte küfrederiz otobüslerin kalabalığına belli mi olur…

Read more...

Çarşamba, Kasım 19, 2008

19 Kasım Dünya Çocuğa Yönelik Cinsel İstismaRı Önleme Günü


fotoğrafa tıklayın

Bir kaç kelam edecektim ama videoyu izleyince, boğazımdaki düğümle kalakaldım.
Çocukların anlattılarını dinle, onlara inan, sessiz kalma!




http://www.youtube.com/watch?v=pwZET_O2m5s

Read more...

Cumartesi, Kasım 15, 2008

yeni mavi, yine mavi, en baştan mavi


Mühim evet. Tahminimden de fazla belki de.
İhmal ettim evet. Daha fazla zaman ayırmalıydım doğru.
Olsun yine güzel olacak. Daha güzel olacak her şey bugünden. Yeni bir kapı açılacak önümde. İçinde delice koşup oynamak istediğim, zorlu bir bahçeye çıkacak yolum.

Bacaklarım acıyacak koşup zıplarken, kolumu kaldırmaya dermanım olmayacak, dizlerim kanayacak düşüp kalkmalarımdan. Kanarcasına, kanatırcasına, acısını çıkartırcasına koşturacağım.

Böylesi beklemek nasıl da zor. O kapı açılana kadar daha ne zorluklar çıkacak kim bilir. Plansızım evet. Tek istediğim yaşamak. Yaşadığımı hissetmek.

Hayır, istemiyorum hiç bi’şey sormasalar bana, hiç bi’şey bilmeseler. Arabanın önüne park etmiş misafirler sabah orada olacak mı acabayla ben ilgilenmek istemiyorum. 3 gün önceden haber verilen “operasyonel değişiklik” koşullarında çalışmak istemiyorum, bu önemli sınavların öncesinde hayatımı işgal edip, sonrasında “nasıl geçti”den uzak adamlar da istemiyorum artık. Olumsuzları da düşünmek istemiyorum. Dibin kumları bunlar. Uzun zamandır bu derin sularda yüzüyorum.

Hiç de fena değildi diyeceğim önce. Sonra aradaki farkı kapatmak için asılmaya başlayacağım. Zorlu sınavlardan geçeceğim yine. Geçeceğim evet!
Hiç sesimi çıkarmadan işimi yapacağım. Zamanı geldiğinde bir “hoş çakalın”la gülümseyerek çıkacağım. Parlayan gözlerimi göreceğim dikiz aynasında. O kapkara ışıltı hani. Biliyorum onu, daha önce defalarca gördüm, tanıyorum. Görünce yine tanıyacağım.
Baştan, sıfırdan cesaretim olmaz belki önce tanıdık yollardan geçeceğim, bildik sesleri duyacağım. Hiç tanımadığım yüzler göreceğim. Şaşkınlar göreceğim o yüzlerde, şaşırtacağım.

Sessiz ve zamansız ve yalnız bir gecede belki, belki elimdeki her şeyi oraya buraya fırlatıp ayakkabılarımı bile çıkarmadan kendimi yatağa attığım yorgun bir uykusuzluğun kıyısında, belki de bir yaz gününün tam ortasında boğulurken sıcaktan, tokamı çıkartacağım önce, saçlarım dökülecek omuzlarıma serin bir hışırtıyla, gözlerimi kapatacağım. Hayatı duyacağım, tadına varacağım o an, beni, kendimi göreceğim, hissedeceğim o karanlıkta. Mutluluğun kokusunu duyacağım buram buram.

Şükredeceğim.

Sıcak bir duş şimdi, ılık bir uyku, sonra soğuk bir sabah...
Şansa ihtiyacım olcak evet.
Herşeye rağmen, yeniden başlıyorum evet.
Şimdi!

Read more...

Cuma, Kasım 14, 2008

sıRadan laci


Normalden erken kalktım.
Dişçiye kızdım.
Barış Manço minibüsün radyosundan “Kuyubaşına vardım” derken kuyubaşı ışıklarda indim.
Çıkarken, yine o evde yalnız yaşamanın hayallerini kurdum.
Gönül almak pahasına, kazık yedim. (yemişim yani, sonra söylediler)
Yanlış bir yatırım yaptım.
Altıyol durağındaki çiçekçilerde ne kadar çok çeşit olduğunu görüp şaşırdım.
Çingenle pazarlık yaparken kaç zamandır çiçek almadığımı düşündüm, hesaplayamadım.
Morlu pembeli kasımpatıları vazoya yerleştirirken yaşı kaç olursa olsun bir kadının bir demet mevsim çiçeğiyle mutlu edilebileceğini gördüm.
Otobüste Jack Johnson dinlerken uyudum.
Uyandığımda altı çizili kitaplarımın en az mektuplar kadar mahrem olduğunu düşündüm.
Bir sürpriz “hoş geldin”le tüm baş ağrımı unuttum.
Kurabiyenin hamurunu ve tadını tutturamadım.
Onları dizecek kap ararken telefonda konuştum.
Aklımdan geçen şeyi, aklımdan geçtiği anın hemen akabinde söyledim.
Nereden ve neden bu rahatlık bilemedim.
Ilık bi’sessizlik oldu.
Güldüm.

Vazgeçtim.

Bir bardak soğuk süt doldurup 3 tane kurabiye yerken tv izledim. Evlene(meye)nler, yemek yiyenler, kocasından boşananlar…
Bilgisayarı açtım.
Okudum.
Yemek yedim.
Telefonda konuştum.
.
Telefonda konuştum.
Belki bir milyonuncu kez “bu işin boku çıktı” dedim.
Gündüz yediğim kazığı düşündüm.
Başım yine ağrıdı.
Ağlayasım geldi.
Oturup yazdım.
Geçti…

Read more...

Perşembe, Kasım 13, 2008

moR biR tespit

Erkeklerin evlenmek için 2 dönemi vardır.
25’ten önce veya 35’ten sonra. 25’ten önce (ki bence buna 25de dahil) üniversite yıllarında başlayan uzun süreli ilişkisi ya da çocukluğundan mahalledeki ilk aşkıyla olan evliliği. Eğer 25 inde böyle bir ilişkisi yoksa ancak 35 inden sonra evlenir. O da “artık düzenli bir hayatım, evim, ailem olsun fikri” kafasına yerleştiğinde.

Demiş İlkim Öz Tan. Ben kendisinin hiçbir kitabını okumadım. P. söyledi bugün, bir konuşmasında dinlemiş. Gayet mantıklı ve de gayet yerinde bir tespit.

Demek ki neymiş 25’e kadar elimizde olanlara gözümüz gibi bakıyormuşuz. Askerliği yapar yapmaz nikahı basıyormuşuz. (“baktık bakmaz mıyız, balla börekle besledik de n’oldu?” demezler mi adama, derler tabi. “Kendisi korkağın tekiydi o 35 ten sonra da evlenemez bak görürüsün” der, çamurumuzu atarız.) Yok 25 trenini kaçırdıysak (ki 2008 itibariyle kaçırmış oluyoruz ama sabi merakınız varsa her zaman şansınız var tabi) 35 ten küçüklere evlilik, nikâh falan deyip gözlerini korkutmuyoruz. Banyolarına diş fırçası yerleştirip, mutfaktaki cezvenin yerini öğrenip hayatlarını işgal etmeye falan kalkışmıyoruz.

Yazının burasında telefon çalar. S.yle durum değerlendirmesi yapılırken bak bugün ne duydum denir, anlatılır.

—35 sonrası ne istediğini bilir belki. Hem biraz akıllanmış olurlar, denemek lazım bence.
—aman onu da denedik n’oldu?
—cık 32 ydi daha, sayılmaz şekerim.
—kızım var ya, bu adamları hep biz bu hale getirdik.
—n’alaka?
—böyle özgür, genç kadın ayaklarıyla verdik verdik adamlara. Hepsinin kalktı bi’tarafları. 25le 35 arasındaki hiç kimseye vermiyeceksin bak o zaman nasıl evleniyorlar tıpış tıpış.
—ooohhaaa, coşmuşun.
—Bundan sonra böyle muhaaa...

Derken kopan kahkahalara baba gelir, kapıdan bakar, telefon gösterilir, baba gider, o telefon bir türlü kapanmaz.

35 yaşındakiler kaç doğumlu oluyor sahi, 75 falan mı, ben bi’gidip hesaplıyım bari.
Bu da böyle dağınık kalsın.


Read more...

ben mavi, sen?

Sevgili okur, (bak havaya girdim okur diye hitap etmeler falan)

Her ne kadar feedburner takipçileri 70 kişi gösterse de biz şurada 30-40 kişi kafamıza göre takılıyoruz. Daha doğrusu ben takılıyorum, sen gelip karıştırıyosun =P

Blog alemi için uzun sayılabilecek bir zamandır yazıyorum ama reytingle, bilinirlikte, link değişimiyle, günde kaç kişi gelmiş, bugün niye azalmış dün niye çokmuşla hiç işim olmadı, hiç.

Tamam ilk zamanlar seyirciye oynadığım olmuş olabilir ama kendimi bulana kadar normal değil mi yazıda tarz arayışları?

Tamam statcounter'ı her gün mutlaka açar bakarım ama kaç kişi gelmiş diye değil, kim gelmiş diye. Sağolsun gelen giden hemen hemen herkes kendi sayfasındaki bağlantıdan geliyor. E bazılarını da yazdıkları yorumlar vesilesiyle işletim sistemidir, çözünürlük ayarıdır, browser seçimidir falan ayırabiliyorum. ( aa sahii, Chrome’ye geçenler parmak kaldırsın daha 1 kişi tespit edebildim =)) Küçük de olsa bir kısımda statik IP kullanıyor.
Arada 3–5 akıllı da google’dan düşüyor abuk sabuk cümlelerle işte. Yani biz bizeyiz burada isim isim bilmesem de girenden çıkandan haberim var çok şükür. Ama bu 1 haftadır n’oluyoruz anlamadım…

Yazmıyorum da doğru dürüst. Gerçi bu durum güncellenme sıklığıyla alakalı değil. Birisi yeni keşfetti ve enikonu karıştırıyor. Hayır işin fenası geçen Perşembe günü grafiğini o hale getiren şirketten birisi! (ki yeşiller sayfa görüntülenme sayısını, mavilerde “bitanecik” ziyaretçilerimin sayısını ifade ediyor)

İşe girer girmez yaptığım ilk şeylerden biri IP kontrolüydü. Statik olmasını bekliyordum da, şirket ismi kısmı önemliydi. Neyse tespit ettim, etiketledim statcounterda. İsabet olmuş.

Akşam eve geldim bi baktım grafiğin şaftı kaymış yine birileri kurcalamış sayfaları, 'hayırdır kimdir' derken, kabak gibi “işyeri” etiketini gördüm ziyaretçiler arasında. "Ben bugün şirkette blogu açtım mı?" demeye kalmadı bir başka blogdaki linkten zıpladığını gördüm. Haydaa. Önce biraz sayfaları karıştırmış, sonra etiketleri sırayla okumuş. 2 saate yakın zaman geçirmiş, 3 saat sonra tekrar gelmiş, etiketlere kaldığı yerden devam etmiş.
Sonra ben pc başındayken birisi google’a “bir delinin guncesi” yazdı. İE7 yle giriş yaptı. Bu kez tarih sırasıyla okumaya başladı. Öyle 30 saniyede çevirmiyor sayfaları, en az 3-5 dakika takılıyor. Ben statcounter’ın başından an be an görüyorum tıkladığı ayları, ocak, şubat, mart... Hatta onunla birlikte ben de okuyorum o dönemde neler yazdığımı. Bu arada aldı mı beni bir telaş. 'Aha' dedim 'bu kesin gündüz şirketten giren' ortalıkta fotoğraf var mı, etiketlerde şirketle ilgili ofsayt bi'durum var mı, tongaya falan düşer miyiz, bir panik bir panik.

Bütün bunlar geçen hafta oluyor tabi. (Ben ikidir geçen hafta bugünü yazıyorum ya haydi hayırlara vesile... yarın da geçen hafta bugün ıssız adam'ı izliyordum diye yazarsam şaşırmam yani)

Velhasıl-ı kelam, gelip bu kadar karıştırıyorsunuz madem bi'yerlere bir yorum falan bırakın efenim, olmadı bi'mail atıverin. Huzursuz oluyorum böyle eni konu kurcalamalarla karşılaşınca. İn misin, cin misin, hırsız mısın, sapık mısın, beyaz atlı prensim misin bilelim diğ mi?

Bu vesileyle düşünüyorum da; yeryüzünde eğer bir beyaz atlı prens varsa, beni uykumdan öperek uyandıracak, kesinlikle bu günceden haberdar olmamalı. Yok arkadaş mümkün diil olmaz. Hiç iyi bi'tarafım yok ki benim burada, ne kadar defo varsa hepsi ortada anasını satayım. Bi'de hadi defoları gördü "beni böyle sevdi" diyelim ( bu da nasıl güzel bir yalandır ya) çok ciddi zaaflarım var benim burada. Hani çok çaktırmıyım diyorum ama yok ağbi, "hayır" diyemeyeceğim bir sürü şey yazıyor kabak gibi. Hele bi'de gizliden gizliye olanlar var ki, okurken anlaşılmasa da benimle bi'kaç gün geçirdikten sonra.. ohooo... Parmağında oynatır beni, ruhum duymaz valla.

Ya neydi konu, nasıl geldik biz yine buraya.
Hah, gelip karıştırıyosun madem bir ses ver sevgili okur. Merakta bırakma adamı. Bak yazamıyorum sonra, içimde birikiyor kaç gündür. Patlarsam fena patlarım yani o bakımdan.


Read more...

ansız mavi

Dort x Dort-Arada Bir


Geçen hafta bugün, uzuuuun bir aradan sonra S.cimle birlikteyken, içerken, birlikte geçireceğimiz 5 saate bütün eskileri, bütün yenileri sığdırmaya çalışırken ve o kafayla ve sadece birayla sarhoşken, S. tuvalete kaçmışken, telefonum çalmaz, fonda bu şarkı çalarken yazmışım bi'şeyler. Sorun şu ki; aklımdakiyle yazdığım aynı kişi değil. Demek ki aklımdaki kalbimdeki değil. Sorun şu ki, ben fena karışmışım. 4 tane 70lik içimdekileri dışıma çıkarmış da, içimde olup bitenlerden dışımın haberi yokmuş.

“Sevmiyorsun sen bu adamı” dedi, S.cim.
“Hangisini?” dedim, fıstığı kafama fırlattı.

O’na ilk kez yalan söyledim sanırım. Böylece kendime söylediğim yalanları da meşrulaştırmış oldum.

“Saçmalama” dedi. “kimdi telefondaki?”

Telefonu cebime sakladım, sahi kimdi telefondaki?

“Bilmiyorum” dedim. “Tek bildiğim her kimse o, yanımda olmasını istediğim. Elimi uzattığımda, kafamı çevirdiğimde, aynadan baktığımda, sabah uyandığımda… Ya gelsin dizimin dibinde otursun ya da tutsun kolumdan beni de götürsün.”
“Yanında olunca adamın ağzına sıçmayacaksın yani?”
“Deli misin, geyşası olucam o zaman.”

Bu sefer attığı leblebiyi tutturamadı. Saate baktık, kalktık. Vedalaşmadık. Sanki yarın akşam birlikte gidecektik sinemaya.

Perşembe işe akşamdan kalma gittim. İlk kez yaptığım bi’şi değil halbuki. Ama 1 yıldır ilk kez hata yaptım işimde. Üstelik bu kadar kritik bir konuda bu kadar yoğun bir zamanda.

Peki ben bunu bir hafta sonra bugün niye temize çekiyorum ki… Biranın sandıktan çıkardıklarını, şarapla eşeleyince farklı şeyler mi bulmayı umuyorum aklımca. Nasıl bir manyetik alanım var ki benim dokunan her adamı en az 200km. öteye yollayabiliyorum.

Yok arkadaş bu iş böyle olmayacak.

Alıyoruz pergeli elimize. Tak bir ucuna kırmızı kalemi. Hah işte tam bu bilgisayar koltuğu da merkez olsun. Sivri ucunu sapla göğsüme. 5 km efenim. 1 santimetre fazla değil, 5 km. çapında bir çember çiziyor. Ne demek bu? Aradığınız kişiye Avrupa yakasından bile erişim engellenmiştir demek. Dert eden biner vapura gelir, girer içeri.
Umrumda mı, değil diğ mi Sabrina?
Ha, içimin sınırlarından girebilir mi, bilemeyiz diğ mi Sabrina?

"Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz
İki başımız var, bir bedenimiz
Ne kadar dönersem döneyim çevrende
Er geç başbaşa verecek değil miyiz?"

Ömer Hayyam'dı diğ mi bu?




Read more...

Cuma, Kasım 07, 2008

mavi biR telaş

Baştan söylüyorum, ISSIZ ADAM'ı izlemeden/izlemediysen okuma. Film keyfi diye bi'şey kalmaz/kalmayabilir. Savunmam da hazır: “Bak yukarıda günce yazıyor kabak gibi, karıştırmasana elalemin günnüğünü” derim, “bu saatte manyak mısın benim yazdıklarımı okuyorsun git puslu kıtalar atlası oku” derim ki bu cümle bile spoiler sayılabilir, bu sebepten tavsiyem acil alt+F4’tür.

*fotoğraflar resmi internet sitesinden araklanmıştır.



Altına imzamı attığım, atmak istediğim yüzlerce cümlenin benden önce yazılmış, imzalanmış olmasına alıştım da. O sahne… Ah “bir tek benim” dediğim, hiç benim olmamış o an…
Bir sinema filminde. Kendimi sinema perdesinde görmek istediğim belki de tek karede. Neyse ki bir Çağan Irmak filminde. Neyseki muhteşem bir masalın tam ortasında.

Alper:Adı ne bu hikâyenin
Ada:Bilmem mavili yeşilli bi’şeyler işte.

Ada:Mavi bir telaş.
Alper: Telaşı at, mavisi kalsın.


Ara verildiğinde ağlayan tek deli olmamamın müsebbibidir bu diyalog. Film biterken katıla katıla ağlayan tek deli olmamın sebebi ise tarifinin hiç veril(e)meyeceğini başından beri bildiğim o havuçlu-tarçınlı kek için Ada’nın son anda “biz yaptık yedik onu” demesidir.

Biz yaptık yedik onu. Biz yaptık, yedik onu. Sensiz yani. Sen yoktun ama oldu yani, yaptık yedik.
gerçi seninki gibi hafif olmadı ama…” seninki gibi olmazdı zaten, olamazdı. Biliyorum bunu, biliyordum, sende biliyorsun. Bilsek bile ne değişiyor ki? Biz yaptık yedik onu…

Ağlatacağı ya da benim ağlayacağım diyeyim hadi belliydi de, böyle olacağım aklımın ucundan geçmemişti. Bu kadar dokunacağı dokunmak ne ki, içimi 1 saat önce koltuğunda oturduğum dişçiden beter oyacağını nereden bilebilirdim.

Nedense Alper oldum ben filmde. Ada olmayı konduramadım belki de, belki de inanamadım Alper’in ayaklarını yerden kesebileceğime, bana kek yapıp gelmişken kahveyi üstüne boca edebileceğime. Alper oldum ben, annesiyle sevgilisi bir araya gelince hayatı işgal edilen oldum, “yok ben sık sık gidiyorum zaten kendi evime ” dediğinde direksiyonu parçalamak isteyen oldum, harem’de otobüse el salladıktan sonra sevgiliye anlamsızca gelen o sımsıkı kucaklamanın sahibi oldum… Alper’i anladım ben filmde. Gecenin bir körü yatağından kalkıp başka kadına giden ama fakat geri dönen Alper’i bile anladım. Anladım ve küfrettim.

O muhteşem aşkların hepsi korkak Alperler yüzünden bitiyor. Fragmanda da var ya hani “nedeeen?” diye ağlıyor Ada. Salaklığından be kızım, korkaklığından işte. Her boku yemesinden ama yüreğinden geçenleri yaşayacak kadar bağlanacak kadar güçlü olmamasından. Acizliğinden, zayıflığından. Sıfat kalabalığına gerek yok işte: KORKAKLIĞINDAN. Aylara yılara dair net bilgiler olmasa da filmin içinde (DVD çıkıp da kare kare izlesek buluruz belki, gazetede çıkan haber falan…) çekimlerin yazın yapılmasından, güzel güneşli günlerden, boyunda boncuk boncuk terlerle uyanılan sabahlardan ve hemen ayrılığın akabinde kutlanan doğum gününden anladığım Alper’de tipik bir aslan erkeği. Kibirli budala ve korkak. Küstahça, şımarıkça ve süper bir tatlılıkla Ada’nın peşinden koşması, annesini uğurladıktan hemen sonra ayrılması, işindeki ustalığı, detaycılığı, mükemmeliyetçiliği, kibri…


Nasıl masal bir hikaye, nasıl gerçek bir final, nasıl zeki diyaloglar, seslerin tonu, ifadeler, mimikler… Nasılda anlatasım var… Gidesim, dinleyesim, içesim, okuyasım var...

Karda donmak üzeresin uyumak tatlı geliyor oysa sen ölüyorsun.


Read more...

Pazartesi, Kasım 03, 2008

gölgeli mavi



Kadının adı, Ada.
Filmin adı, Issız Adam.

Geçen hafta sırf normalde kimsenin yüzüne bakmayan o biletçi kızların “bir bilet lütfen” dedikten sonraki “sadece 1 mi?” bakışlarına muhatap olmamak için annemi de alıp gittiğim “üç maymun”dan önce fragmanını izledim. Ağır aşk filmi belli. Sırf bu yüzden izlemek istiyorum belki de, Çağan Irmak hayranlığı hikâye. (Çağan nasıl da güzel bir isim diğ mi?) Bu filme mümkün değil yalnız gidilmez. Onca sevgilinin arasında elinde kocaman pop cornla hatur hutur. Cık. İlla yalnız olunacaksa da pazartesi sabah 10 seansı falan olmalı. Boş salonda oh mis.

Aaa bi’dakka benim bu Cuma dişçi randevum yok mu? E, film de bu Cuma vizyona girmiyor mu? Evet ya, Cuma sabahı rahat rahat (ağlaya-zırlaya) filmi tek başıma izleyebilirim. Kahretsin çok zekiyim! Bu müthiş zekâmı normal hayatta da kullanabilsem keşke. Birileri beklemediğim bi’şeyler söylediğinde apışıp kalmasam. Aslında birileri bana duymayı beklediğim şeyleri duymayı beklemediğim zamanlarda söylemese keşke. Ya söylemesi beklenirken söylese ya da sonsuza kadar sussa.

Ben vazgeçmişken sislerin, buzlu camların arkasından el sallamasa bana tanıdık gölgeler. Her sınava girmeye karar verişimde mideme üşüşmese kelebekler. Ya da ben artık korkmasam gelenlerin gideceğinden. Safça, çocukça, basitçe güvensem.

Elini tutsam, sımsıkı. Yüreğim avucunda atsa.
“Cuma akşamına bilet bulamazsan 1 hafta konuşmam seninle” desem de 1 saat sonra Pazar akşamına aldığın biletler için sevinç çığlıkları atsam.
Alışveriş merkezindeki şekercide “burada hiç mavi şeker yok bana mavi şeker al” diye inatla tepinsem de kolumdan çeke çeke Kafkas’a götürünce bir tanecik kestane şekeri için ulu orta öpücüklere boğsam.
Kurabiyeleri sıcak sıcak yesek. Hamurunu yoğururken belime sarılsan, fırından çıkarırken yaktığım elimi öpsen. Kurabiye koksak.
Bağıra çağıra maç izlesek ya da Hamilton mu şampiyon oldu Glock mu yol verdi diye çekişsek kare kare tekrarları izlerken.
Sallanan sandalyede gömülmüş kitap okurken şarabım bitse. Doldurmaya kalkınca vazgeçsem, şarapta kitapta umurumda olmasa. Sen olsan. Odama dolsan. Kalbinin atışını göğsümde, sesini tenimde duysam…


Une Belle Histoire - Michel Fugain

Read more...

Pazar, Kasım 02, 2008

sulu mavi

Bir Afrika atasözü, “Yalnızca bir deli, suyun derinliğini iki ayağıyla anlamaya kalkar.” der.

Bu sözden aşağıdakilerden hangisi çıkartılamaz?

a) Deliler sudan korkmaz.
b) Suyun ne kadar derin olduğunu anlamak için yalnızca bir deli yeter.
c) Deliler iki ayaklı canlılardır.
d) Afrikalılar delileri sever.
e) Herhangi biri



2005 Mayıs ALES sorusu idi.

Read more...

seRsem saRı




Ne saçma sapan ilişkiler yaşıyoruz biz. Nasıl beceriyoruz bu kadar beceriksiz olmayı. Neden hep tampon bölgenin kum çuvalı biz oluyoruz? Kurşundan korkan saklanıyor arkamıza da, biz her kurşunu içimizde nasıl saklıyoruz günlerce, haftalarca, yıllarca? Neden hep savaş bitince unutulan oluyoruz?

Neden var olamıyoruz? “Kal”amıyoruz neden?

Yine saklandı arkamıza işte. O da kendi savaşının ortasında korkak bir asker…
Yine kurşunlar yağıyor üstümüze işte. Biz yine başkalarının savaşında sessiz bir kum torbası….

Bir kurşun saplandı içime yine. Çıkarmam gerek onu bu kez.
İçim paramparça olmadan çekip çıkarmam…


Bullet With Butterfly wings... by ~knoxious-x on deviantART

Read more...

Salı, Ekim 28, 2008

yasak kalkmış, şimdilik



D E N E M E B İ R'Kİ...
D E N E M E 1-2
BLOGGER AÇILMIŞ SANKİ, YAZMAYA DEVAM

Read more...

Pazartesi, Ekim 27, 2008

sanal mavi



Sevgili bloggerlar,
Farkında olduğunuz üzre yasak altındayız. Biraraya gelip kenetlenmemiz, tek yürek olmamız gereken şu günlerde rss beslemelerindeki 255 karakter sınırını kaldırsanız, readerlar üzerinden rahat rahat okuyabilsek yazdıklarınızı nasıl olur diyorum? Bence süper olur!

Read more...

Pazar, Ekim 26, 2008

oRtaya mavi, saRı, yeşil,moR kaRışık bi'şileR


Blogger kapalı hala. Digiturk "maçları beleşe izletiyorlar" demiş, hakim amcada "tiz kesin kablosunu bu münafıkın" diye karar vermiş anlaşılan. yok o kadı mıydı yoksa? güya bende bu konuda yapılabilcekleri yapacak, yazacak, tartışacaktım. Ama sanırım bugün bütün gün telefonla konuştum. Ve kafamın içinde olmasından şüphelenilen hasarları cep telefonun süpersonik radyasyon etkisiyle daha da arttırdım. Aferin bana!
Sinirliyim. Aptalım. (ama bunu daha önce uzun uzun yazdığım için ne yazık ki bu sözcüğün üstüne oynayamayacağım bu gece, çok yazık)
O günden beri başımın ağrısı hiç geçmiyor. Dinlenemiyorum. Yorgunum. Dağınım. Yalnızım. Hah bu güzel: yalnızım. Yanlız da olabilirim. Bozmaz yani, aynı kapıya çıkıyor diğ mi?

Hiç arkadaşım kalmamış benim. Belki de hiç olmamış aslında 'kalmamış' deyip kendimi kandırıyorum. Liseyi hiç sevmedim ben, oradaki hiç kimseyle görüşmüyorum ama yokluklarını da hissetmiyorum zaten. Ortaokul desen. O tayfayı seviyorum, facebook sayesinde hazır da buluşmuştuk ama. Ama… Bu cümlenin aması hayatımın amına koyan “ama” ve ben onu atsam atamıyorum satsam satamıyorum.
Üniversiteyi evinden başka şehirde okumanın sanırım en kötü tarafı bu. Hayatının en güzel yıllarını geçirdiğin adamlarla en yakın iletişim şekli konferans görüşme ya da webcam oluyor en sonunda. S.cim, A.cım, Ö.cüm hepsi başka başka şehirlerde şimdi. Aaa sahi J.cim burada burnumun dibinde ama evli ve bir çocuk annesi genç bir kadının hafta sonu planlarıyla benimkiler pek uyuşmuyor takdir edersin ki.
İşyeri… İşyerinde 1 haftadır beni kimse yemeğe çağırmıyor. “E onlar çağırmıyorsa sen çağır” deme işte. Ben çağırdığımda sorun yok zaten. Cümbür-cemaat pek keyifli bir yemek yiyebiliyoruz. Ama ben çağırmayınca kimse bana yemek yiyip yemediğimi sormuyor. Son 1 haftadır test ediyorum, cık. Hatta arada bir iki gün onlar yemekten döndükten sonra gittim ‘hadi yemeğe’ dedim. ‘Aa biz şimdi geldik’ dediler. ‘Eee’ dedim ‘bana niye kimse haber vermiyor?’ ‘Tüh unutmuşuz’lar, ‘aa sen çıkmamış mıydın bu saate kadar’lar falan. Çok garip bir şekilde kötü niyetli olmadıklarını gayet iyi biliyorum. Biliyorum, anlıyorum ve akabinde affediyorum. (special thanks to gregor)
Yani kısacası işyerindekilerden de bir cacık olmaz. E sevgilim yok zaten. Bunu niye belirtiyorsam özellikle. Yalnızım sözcüğünün tam karşılığı bu değil mi zaten?


Off aslında ben bunların hiç birini yazmayacaktım… zehir zemberekti ne güzel dilimin ucundakiler. Niye kalemi alınca sakız gibi uzadılar.

Dedi ki bugün:
“sen ‘in a reletionshipte’kilerin gece yarısı telefonlarını açmadığında değil, o adamların relationship durumunu bizzat kendilerinden öğrendiğinde adam olacaksın”

Dedi ki bugün:
“samimiyetle söylüyorum, işine bu kadar özene gösteren birisi gerçekten …. ışıltısı taşıyor demektir. Senin o ışıltıyı taşıdığından hiç şüphem olmamıştı zaten.”

Dedi ki bugün:
“burada fazlasıyla kafam karışık, keşke o gün daha uzun konuşabilseydik”

Dedi ki bugün:
“senin gibi birinin bu kadar uzun zamandır yalnız olduğuna inanmamı beklemiyorsun değil mi”

Dedi ki bugün;
“aslında bitmişti her şey ama dün onunla bir kez daha görüşünce… ”


Oysa ki ben onun diğerlerinden farklı olduğunu sanmıştım. Oysa ki ben ondan hoşlanıyorum bile diyemeden daha onun için;

“seni seviyorum”u 2 durumda çok kolay söylüyorum. İlki karşımdaki samimiyetle ve acımasızca beni eleştirirken ve ben o eleştiriye artık katlanmaz olmuşken karşımdakini susturmak için. “sağol be. Bunları söylediğin iyi oldu ben de seni çok seviyorum gerçekten” şeklinde.

İkincisi karşımdaki çok zekice bir fikir söylediğinde ya da benim bilmediğim ve gerçekten öğrenmek istediğim, ilgilendiğim bir şey anlattığında “Seni seviyorum S.cim ya gerçekten” şeklinde.

“Gerçekten” önemli, çünkü gerçekten sevmediğim hiç kimseye tutup bu 2 koşuldan birini sağladı diye “seni seviyorum” demiyorum. Örneğin cumartesileri bizi çalışmaktan kurtaracak olan raporlama fikrini ortaya attığında Ş.nin boynuna sarılmak geçiyordu içimden ama tutup da “seni seviyorum Ş ya, süpersin” demedim adama. Demem. Niye yazdım bunları. Çünkü bu gece dilimin ucuna kadar geldi “seni seviyorum”un. Ucunda kalmayacak, çıkıverecek sandım. Bir an kalbim yerinden fırladı. Yutkundum. Neyse ki telefonun öbür ucundaydın ve adımla başladığın cümledeki o zekice ışıltının beni nasıl etkilediğini hiç fark etmedin. Belki de sadece adımla başladığın içindi. Adım sesine çok yakıştığı için.


Demiştim. Daha dün demiştim. Taslak olarak kalmasının sebebi son paragarafın “çünkü”sünden sonraki her harfi, her sözcüğü tek tek yutacak olmammış meğer. Yayınlamadığım için bu tükürükleri yalamam gerekmez artık değil mi?
I-ıh gerekmez. Oysaki ben ondan “hoşlanıyorum” bile diyemem i daha….

bugün dedi ki:
“çok toysun daha. Öyle basit oyunlar ki bunlar… biraz daha büyüsen hepsini öğreneceksin. ”

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.Küçüğüm, küçüğün olmaya razıyım yeter ki GEL!
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.



Yalnızım evet ama bu yazılmış sayılmaz… Daha çok su kaldırır bu hamur.
Çünkü bugün dedi ki:

ve her şeyi unutup uyumak istiyorsan
sığınmak için seçtiğin yer rüyalarınsa
her aynaya baktığında karşındaki sen değil başkasıysa
ağlamak aldanmak kadar kolay
kendine bile bakacak yüzün kalmadıysa.






Niye en çok ihtiyacın olan zamanda bir damla bile içki bulamazsın?
Niye marttaki bir günüm 23 saatken ekimdeki bir günüm 25 saat sürüyor? Niye uzun ve kısa sürecek günlerimi ben seçemiyorum?


Gidelim buralardan Sabrina.
Gidelim…

Read more...

Cuma, Ekim 24, 2008

susma hakkına sahipsin, söylediğin heR şey mahkemede aleyhine delil olaRak kullanılacaktıR.

Diyarbakır sulh ceza mahkemesinin aldığı karara göre bu siteye erişim makheme kararıyla yasaklanmıştır! Şu an yasadışı bi'iş yapıyoRuz yani. Off ne adrenalin ama!

Unuttular mı, teknik olarak yetersiz olduklarından mı bilemiyorum ama rss aboneliklerinde sorun yok. ayrıca Vtunnel çatır çatır çalışıyor. Daha bunun ktunnel versiyonu da varmış oh süper. olmadı Proxy ayarları falan. var yani yolu.

Ah azizim, şu ana şalterin yerini bulan kimse yok mu oralarda? Toptan yasaklayın interneti!
Biz de televizyona eblek eblek bakarken muzlarımızı yiyelim hep birlikte…

Read more...

Salı, Ekim 21, 2008

tik-tak

Seanslar: 13.30 16.00 18.30 yazıyordu gazetede, saati 14.30’u gösterirken. 16.00ya yetişemezdi. Bütün gece gördüğü kabusların ve 40derecelik ateşinin etkisiyle terlemiş ve daha duşa bile girmemişti. Bu halde sokağa çıkmak da pekiyi bir fikir değildi ya, evde biraz daha yalnız kalırsa duvarların arasında delirmekten korkuyordu. Bu soğukta sıcak bir sinemada, iyi bir filmle epey kafasını dağıtırdı.

Üstünden çıkardıklarını makineye tıkıştırıp sıcak suyun altına girdi. Dakikalarca aktı gitti su teninden. Suyun ne denli sıcak olduğunu buhardan boğulacak gibi olunca fark etti. Duşakabinin kapısını araladığında çalan cep telefonunu duydu. Koşarak fırladı dışarıya, çalan melodiden belliydi o olmadığı ama bir ümit baktı ekrana.

“of sen miydin”
“kızım nerdesin sen iki gündür, kapına dayanacaktım bugün valla, iyi misin?”
“hastayım, yatıyordum. Evde misin? Duş alıp sana geleyim.”
“gel tamam bekliyorum. Hatta bende kal bu akşam. İşe buradan gidersin”
“tamam bakarız”
“bakarız deme lens mi solüsyon mu ne zıkkım lazımsa al yanına işte”
“iyi, tamam”
“bak ne diyeceğim bizim caddenin başında yol çalışması var”
“eee”
“eesi normal yoldan giremezsin siteye”
“anormal yolu tarif et o zaman”
“o ilk ışıkları geçtikten sonra hemen sağa sapma, caddenin üstünde…”

Üşümüştü. Üşümek ne ki dişleri zangır zangır birbirine vuruyordu. Tekrar banyoya, sıcak suyun altına koştu. Saçlarını yıkayıp, çıktı.

Giyinirken içinden bir ses, çıkmamasını söylüyordu.
“Otur oturduğun yerde, ne işin var bu saatten sonra bi’de milletin evinde kalacaksın, yarın zaten iş var”
Aynada allığını sürerken susturdu içindeki sesi.
“günlerdir bekliyorum da n’oldu? Bugünde gelmeyecek. Gitti. Bitti işte.”

Salondaki meyve tabaklarını mutfağa götürürken masanın üstündeki dağınıklığı fark etti. Kaç gündür duruyordu o dağınıklık orada? Bir bütünün parçası olmayan kaç yüz parça vardı etrafta?
Kırık aynada yüzlerce kendini görüyordu sanki. Her bir parçası bir yanda. Ve resmin tam ortasında bir büyük boşluk…

Tabakları aldığı sehpanın üzerine bırakıp yerdeki kutuya yöneldi. Bütün parçaları bir hamlede kutuya doldurdu. Yatak odasından çantasını, kapının önündeki portmantodan anahtarlarını aldı, kapıyı çarpıp çıktı.

---


Rezervasyon yaptırmak için telefonu cebinden çıkardığında saati 14.30u gösteriyordu. “isterseniz 18.30’a 2 kişilik yerimiz var efenim.”
“hımm”
Festivalde izleyemediğine çok üzülmüştü. Tam da gösterime girmişken, kesinlikle kaçırmak istemezdi bi’kez daha.
“tamam, 18.30 iyidir.”

Aynada uzamış sakallarına baktı. Aslında hala sinirliydi ama gece kan ter içinde uyandığı rüyanın etkisi daha ağır basıyordu. Simsiyah elbiselerle, ateşler içinde dans ederken görmüştü sevgilisini. Yüzündeki acı, gözünün önüne gelince bir kez daha irkildi. Hala ayılmamıştı tam olarak. Soğuk bir duş kendine getirirdi.

Yatak odasına girer girmez telefonunu aldı tekrar. Aradı. Meşgul. Giyindi, en sevdiği mavi gömleğinin son düğmesini ilikledi, bir kez daha aradı. Meşgul.

“Uzun uzun telefonda lafladığına göre, keyfi yerinde demek”

Böyle düşününce sinirlendi tekrar. Mutfağa geçti, buzdolabından süt kutusunu çıkardı, ayaklarını sehpaya uzatmış içerken yarı aralık kitabı gördü. Kaldığı yeri işaretlemek için tokasını koymuştu kitabın arasına. Uzandı, nerede kaldığına bakmak için kitabı aldı. Son 2 bölüm kalmıştı. Finali nasılda merak ediyordu, sırf son bölümü bir an önce okumak için onu bile susturup kitaba gömüldüğünü hatırladı. Demek tam da son bölüme geldikleri sırada başlamışlardı kavga etmeye. Altını çizdiği cümlelerden birini okudu.

Onunla her yere gidebilir ve her yerden gidebilirdim, ötesini düşünmeden

Yeganeydi çünkü, değerdi ondan kopamamaya, yokluğuyla inatlaşmaya

Tokayı sehpanın üzerinde bıraktı, elinde kitapla fırladı yerinden. Yatak odasından cep telefonunu, girişteki ayakkabılığın üstünden ruhsatı aldı, kapıyı çarpıp çıktı.


---


Evinin anahtarlarını hiç istememişti. O bir anahtarlığa takıp verdiğinde de almamıştı. Ama “apartmanın anahtarına hayır demem, en azından seni evde bulamazsam alt kattaki öğrencilere sığınırım” deyip kızdırmıştı onu. İyi ki almıştı girişin anahtarlarını. Asansöre binmedi. Tam önünden geçerken alt katın kapısı açıldı.
“iyi günler”
“merhaba” (off nereden çıktı şimdi bu çocuk)
“doğan ağabey’i de çıkarken görmüştüm ama”
“yaa?” (üstünde ne vardı, nereye gider gibiydi, anlatsana be)
“pardon üstüme vazife değil tabi.”
“yok yok ben de sürpriz yapacaktım zaten” (amaan soru da sorulmaz ki buna şimdi)
“aaa ne tesadüf, o da size geliyordu muhtemelen, böyle giyinmiş, kokular sürünmüş falan”
“öyledir herhalde, sağol” (pislik kim bilir kimi buldu kendine hemen)

Elindeki puzzle kutusunu kapının önüne fırlatıp hızlı hızlı indi merdivenlerden. Hayır artık ağlamayacaktı. 2 günde hemen birini bulduysa onun için ağlamaya da değmezdi. Nasıl bu adar aptal olmuştu. Kendisini arayacak diye beklerken o çoktan yeni denizlere yelken açmıştı demek… Taksiciye titreyen sesiyle evinin adresini söyledi.


---


Kapısı bir türlü kapanmayan bir apartmanın giriş katında oturuyordu. Kapıcıya bile defalarca söylediği halde ne zaman gelse kapıyı paspas sıkıştırılmış şekilde açık buluyordu. Yine açık kapının önünden paspası ayağıyla iteklerken kapıcıyla karşılaştı.
“İyi günler Mehmet efendi. Yine açık bu kapı”
“Valla Doğan ağabey, Pazar ya bugün çoluk çocuk bahçeden girip çıkıyor, onlar sıkıştırmıştır gene.”
“ama hiç güvenli değil böyle, dikkat etseniz azıcık”
“ediyom ağabey etmez miyim, ama merak etme yenge evde yok zaten”
“yaa?” (e araba kapıda?)
“valla süslenmiş çıkıyordu ben öğle servisini yaparken. Kapıda burun buruna geldik. ‘Ekmek lazım mı abla?’ dedim, ‘bana bi’taksi söylesene duraktan’ dedi. Ben de hemen bizim Mahmut emmi’yi aradım. Hemen şu ileriki durak bilirsin… ”
“tamam, Mehmet Efendi sağolasın” (içmeye çıktı demek, taksi söylediğine göre…)
“elindeki çiçekleri sepete bırak istersen, ben göz kulak olurum bi’şey olmaz.”
“tabi tabi, haydi kolay gelsin sana”

Elindeki çiçekleri çöpe atmaktı niyeti ya, şu Mehmet efendi’nin ağzına laf vermektense, kapıya bırakmayı tercih ederdi. O çiçekleri bırakıp gidene kadar gözünü üstünden ayırmazdı zaten. Kapısına asılı sepete önce çiçekleri, çiçeklerin önüne de kitabı yerleştirdi. Neyse ki kitap yanındaydı. “Al bebeklerini ver misketlerimi” derdi arayıp sorarsa. O koşa koşa kapısına gelirken, hanfendi gece gezmelerine çıkıyordu demek ki. Arabayı bile almadığına göre eve de dönmezdi. Bütün gece eğlenip, ertesi sabah işe gitmek de yapmadığı şey değildi zaten. Hatta belki de ofisteki yeni çocukla bile çıkmış olabilirdi. Kontağı çevirirken “yokluğuyla inatlaşmaya değmezmiş” dedi.


---


Kapının önündeki çiçekleri görünce yüreği ağzına geldi. Kitabı da oradaydı. Ne demekti bu? “Al bebeklerini çek git” demek istiyorsa bu çiçekler neyin nesiydi? Anahtarlarını bulamadı bir türlü. Cebinden telefonunu çıkardı. 17.30du saati. Aradı. Meşgul.

Kapının önündeki puzzle kutusunu görünce yüreği ağzına geldi. Kapağını açıp baktı, herhalde tüm parçaları içindeydi. Nasılda zor birleştirmişlerdi oysaki. Ne demekti bu? “parçalandık” mı demek istiyordu, “gel yeniden birleştirelim parçalarımızı” mı? Anahtarlarını kapının dışında unutup kapıyı kapattı. Cebinden telefonunu çıkardı. Aradı. Meşgul. Kırmızı tuşa basınca ekranda saati gördü. 17.30.

Tam yeniden aramaya başlayacakken telefonu çalmaya başladı. Ekrandaki fotoğrafı görünce güldü.

“Sevgilimm”
“Pis serseri gelmeden önce niye aramadın? Günlerdir seni bekliyorum ben!”
“Sen niye aramadıysan ondan aramadım”

Güldüler.

“Festivalde kaçırdığın filme iki kişilik biletim var, 18.30a yetişir miyiz dersin?”


Filme yetişemediler...
Saatleri dünya saati değildi belki.
Belki de yetişmek istemediler.


Read more...
doradoraa [at] gmail [nokta] com

ne güzel demişleR

deli saçması

  © Free Blogger Templates Blogger Theme II by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP